bannerbanner
Unutmağa Kimse Yok
Unutmağa Kimse Yok

Полная версия

Unutmağa Kimse Yok

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 6

Behram Emmi yine terasa çıktı, bu kez ısrarla içeri çağırdı onu. “Eve girmesi uygun olur, bu saatte dışarıda oturulmaz artık; alacakaranlık vaktidir, her taraf ruhlarla şeytanla dolu, şeytana lanet demek gerek. Elbette lanet şeytana, lanet İblis’e ve onun tüm yardımcılarına vs.”

Behram Emmi bu kez F. Q.’ni yalnız çağırmakla yetinmedi, kapıyı açık bırakarak kendisi de terasta sabırla, göstere göstere onu bekledi. F. Q. sonunda elbette ki istemeye istemeye (sonuçta kişisel özgürlüğüne müdahale ediliyordu), bir süre daha Karaağaç’ın altında oturmak ve bu Mühteşem Uyum’a kavuşmasının, ama hayır, kavuşamamasının gizemini anlamak niyetindeydi. Evet, hem buna rağmen hem de istemeden oturduğu ve bir tarafını uyuşturan kanepenin üzerinden bir şekilde kalktı (bir tarafı gerçekten de tutulmuş, kup kuru kurumuştu), eve doğru adımladı. “Kurumuşsun, F. Q. kurumuşsun haberin yok.” Berham Emmi ve F. Q. eve girdiler, kapı kapandı. Avluda arı kovanlarından, başta Ufaklık ile elma ağaçlarından ve Abşeron bağlarındaki sayvanlarda asmalardan sallanan üzüm salkımlarına benzeyen yıldızların avluya gönderdiği yanıp sönen ışık topakları dışında bir şey kalmadı. “Asmalardan sallanan üzüm” ibaresi bağ evinde Afak ile beraber geçirdikleri son akşamı getirdi aklına.

“Sen kendinden başka kimseyi düşünmüyorsun.”

“Ben mi? Allahsızlık etme…”

“Sen. Sana söylemiştim, evden çıkarken telefon et diye. Dedim mi demedim mi?

“…”

“Dedim mi, demedim mi? Gözyaşı yanıt mı?”

“Hayır, yanıt değil… Biliyorsun ki…”

“Normal bir yanıtın yok çünkü.”

“Yok. Vallahi, aceleyle çıktım. Annem yüzünden acele ettim.”

“İşte! Görüyor musun? Yine o. Ben sana ne diyeyim daha? Diyorum, işte kendinden başka kimseyi…”

“Ben yoruldum, vallahi yoruldum.”

Allah’ım, öyle bir şey yap ki bu ayrılık gerçekten son ayrılık olsun, ne olur, öyle yap Allah’ım.”

Behram Emmi artık sofrayı düzmüş, çayı demlemişti. “En önemlisi çaydır. Sofranın yaraşıklısı, canımızın sağlığıdır çay, çaysız çok zor.” Bu adamın kendine özgü çay düzeni vardı. Behram Emmi çaysız Behram Emmi değildi. Nerde olursa olsun çayı mutlaka kendisi demleyecekti. Semaveri hep kaynardı. Bu işten özel bir keyif alırdı. Ayrıca Behram Emmi, yetmişe yaklaşan bu yaşlılık döneminde de hayli çalışkan bir insandı. Evin içinde, avluda, bahçede çalıştıkça çalışır, sürekli uğraşırdı arı kovanlarıyla, ekinlerle, tavuklarla, civcivlerle… Sözün kısası herişi kendisi yapmak isterdi. Başka birisine, hele hele bir misafire hiç müsaade etmezdi. İlk günlerde F. Q. bazı ufak tefek ev işlerinde ona yardım etmek istemişti; nereden baksan Behram Emmi ona evini açmış, aziz bir misafir olarak hizmet etmiş, her şeyine dikkat etmişti. Ama ne ilah etse de bu isteğini gerçekleştirememişti. Behram Emmi her defasında işi şakaya getirip onun çalışmasına imkân vermemiş, dikkatini başka bir yöne çekmişti. F. Q. neden sonra durumun farkına vardığında, Behram Emminin çok “ilginç” bir sorusunun peşinden giderek ciddi ciddi kitapları karıştırıp neyse bir sözü arayıp buluncaya kadar çay artık demlemeye bırakılmış, yemek kapları evin bir köşesindeki kare biçimli masanın üstünden toplanmış, masa temizlenmiş olur, bulaşıklar ise henüz yıkanmamış olsalar da nereye saklandıkları anlaşılmazdı… Behram Emmi arada bir fırsatını bulup onları da yıkamış ve kurulamış olabilirdi bile.

F. Q. birkaç böyle başarısız girişim karşısında sonunda niyetinden vazgeçti, Behram Emmiye teslim oldu. Yemek sonrasında artık ne gerçekten ne yalancıktan hiçbir şeye dokunmuyor, odadaki yegâne pencerenin önüne Behram emminin nerden getirip dayadığı belli olmayan yazı masasının (aslında bu da bir tür yemek masasıydı; onun şehirdeki ufak, kaba saba ama çok sayıda çekmece ve dolapları olan gerçek yazı masası bu “kütüğün” yanında ceylan gibi dururdu) arkasına geçiyor, kendi tabiriyle defter kitaplarını kurcalamaya başlardı.

“Ne yapıyorsun? Çalışıyor musun evladım?” Bir kere Behram emmi getirdiği çay bardağını kitap defter arasında yerleştirirken ona bu soruyu sormuş ve aldığı yanıta şaşırmıştı:

“Kurcalanıyorum.” F. Q. bu yanıtı vermişti (Dil ve Düşünce Enstitüsü’nde sıradan bir şakaydı bu).

“Ne yapıyorsun?”

“Kurcalanıyorum.”

* * *

Behram Emminin avlusu büyük bir avlu değildi ama küçük de değildi. Arı kovanları, elma ağaçları, tavuk ini, yalnızlığında sadık yoldaşı Bozlar’ın kulübesi. “Ufaklık” – büyük ve boylu poslu Karaağaç… Sanki henüz küçücük bir fideyken birisi kulağına fısıldamış ‘sen sıradan bir ağaç değilsin, sen ağaçlar ağacısın’ demiş, o da bu söze inanmıştı. Dal budağını vakur bir edayla (gelinler gibi) yanlara yayıp, gövdesini gururla (erkekler gibi) gökyüzüne yöneltmişti. Avlu üç taraftan (dördüncü taraf ise evin sırtını dayadığı yer, dağın – dev ayağının – eteği idi)çalı çırpıların, çakırdikenlerinin ve yabanenginarlarının (Behram Emmi bunlara ‘süngür’ diyordu) birbirine karışıp oluşturduğu doğal bir yeşil çitle çevrelenmişti. Dördüncü tarafta ise çite falan hiç gerek yoktu. Avlunun çevresinde çit adına olan ne varsa tamamı evi bir gökkuşağı gibi kucaklayarak iki koldan uzanıyor ve gelip dağa direnir, burada sonlanıyordu. Böylece gökkuşağının çevresi kapanıyor ve dikenli çitin ucu evin arkasına taşmıyordu.

Aslında bu çit yalnız hayvanlar veya kurt kuş için değildi. Çoban kalpağı gibi yassılanıp avlunun çitsiz tarafına –Venk dağınakısılan bu eve yaklaşmak isteyen kimse bu cangıl misali duvarı aşamazdı. Evin tam başı üzerindeki dağın canından kopan bir kaya parçası kuzgun gagası gibi uzanmış, aynen bir kuzgun gibi genişçe açtığı kanatlarıyla sanki evin güneşliğiydi, evi koruyordu; bu taraftan eve girmek isteyen kimsenin kendini kaya parçasından aşağı bırakması gerekirdi. Oysa kaya parçası iyice yüksekteydi, on veya on iki metre yükseklikten insan olan kes buna cesaret edemezdi, hiç vahşi bir hayvan da buradan aşağı atlayamazdı.

Kayanın altında Behram emminin tek katlı evi gerçekten de F. Q.’nin dediği gibi yassı bir çoban kalpağına benziyordu. Bu evin küçücük bir terası vardı. Terastan kapıyı açıp içeri girdiğinizde çok da küçük olmayan, hatta köy evleri için geniş sayılabilecek bir odaya girerdiniz, daha sonra bu odanın baş tarafındaki çifte kapılardan tek pencereli küçük yatak odalarına girilirdi. Bu odalarda birer karyola ve elbise dolabı vardı. Hafif bir akşam yemeği sonrasında kapıdan içeri girildiğinde avluya bakan sağ pencerenin yakınında titizlikle toplanmış yatak odasının (bu özel oda ancak misafirler içindi) kapısını iki ay altı gün önce Behram Emmi açmış ve elinde bavuluyla yorgunluktan ayakta zar zor durabilen F. Q.’ye babacan bir tavırla şunları söylemişti:

“Bak, oğlum, bu oda artık senindir. Dolapta gereken her şey var; nevresim, yorgan kılıfı… Başka da bir şey gerektirse söylersin. Kendini sıkma, kısıtlama. Her şeyin başı temizliktir. Bir şey istediğinde utanma sıkılma, söyle. De hadi, yol gelmiş yorulmuşsun; eşyalarını bırak, yatağa gir. Yarın sabah konuşuruz. Dinlen. Evet, neyi onun adı, o… Ayakyolu… Bahçededir, terastan inince sağa dön, patika seni oraya götürür. Işığı terastan yakılıp söndürülür.”

Çoban kalpağının terası uç kolon üzerindeydi; kolonlar tuğladan yapılmıştı. Terasın gagasından kolonların ön tarafına kadar oluklar uzanıyordu. Yağmur suları bu oluklarla akarak, evin arka tarafını ıslatmadan toprağa gitmeliydi. F. Q. evi görünce içinden onu “çoban kalpağı” diye adlandırdı, çok isabetli bir benzetmeydi ama bu küçücük teras Çoban kalpağının simetrisini bozuyordu; çünkü tepesindeki demir örtü bu kalpağın aslında gereksiz olan gagası gibiydi. Çoban kalpağı ve gaga… Üstelik azacık da kaymış bir gaga. Bu gaga yukarıdan bakıldığında uyumuş gibi duran o devin bacakları arasında bir ok gibi girmişti. Evin üzerinde dağın sivri bir kaya parçası gibi öne çıkan (belki de içeri giren) kuzgun gagası ile terasın bu eğiri büğrü demir gagası birbirinden boy ve gösteriş olarak ne kadar farklı olsalar da yine ikiz kardeşler gibiydiler. “Ayakyolunun ışığı terastan yakılır söndürülür.” Terasın bu devasa demir gagası ayakyoluna doğru giden patikanın başlangıcını (ilk adamını) ancak örtebiliyordu.

Çoban kalpağı sırtını arkadan kazmayla (sanki usturayla) düzgün biçimde yontulmuş, sağlam yekpare bir duvar gibi boy veren Venk dağına dayamıştı; belki bu yüzdendir ki görünüşünde bir rahatlık hatta laubalilik vardı. Başının üzerinde kanat açmış kuzgun kaya (Çiçekli Yazının bulunduğu mağara bu kuzgun gagasının tam karşısında, ortadan geçen patikanın sağ tarafındaydı) bu evin Venk dağının – o uyuyan devin – koruması altında olduğunun bir işareti gibiydi; herhalde böyle de yorumlamak mümkündü. F. Q.’yi adam akıllı şaşırtan şuydu ki, çevreye hâkim olan bu Muhteşem Uyum kendi dışına açık ve aşikâr anlam yüklü işaretler gönderiyordu. “Bütün bu düzen, bütün bu uyum, bu nizam bir işaret değil mi, elbette bir işarettir. Çiçekli Yazı da öyledir. Beni bu beladan kurtarabilse Çiçekli yazı kurtarabilir. Nasıl da kendi ayağımla gelip bu zulmün tam ortasında kaldım? Ah… Ah… Benim işim beladır, bela.” Bir duyan olsa sanırdı ki, Çiçekli Yazıyı kastediyor, ama hayır, bela Çiçekli yazı değildi. Belanın insanca bir adı vardı. Belanın adı Afak idi. Ilık, mülayim, temennasız aşkıyla ona azaptan (aslında bir iç huzurundan mı?) başka hiç ne vermeyen Afak.

Köye geldiği ilk akşam

Mübariz Efendiyle tanışlık

Akşamüzeri hava tam kararacakken muhtarlığa ancak yetişebildi. Araba hırlayarak (“hırp”) sesini hepten öylesine kesti ki sanki bu demir yığınından bir daha hiç ses çıkmayacaktı.

Tek katlı, az biraz da yamuk gibi görünen (aslında yapımına başlanırken okul binası olarak düşünülmüştü) muhtarlık binasının kapısında üzerine eski ama temiz bir kareli ceket giymiş, uzun burnu ve yüzü gözü ter içinde –yetmiş, yetmiş beş yaşlarında– bir adam durmuştu; sanki özellikle onu bekliyordu. Adam gürültüsü âlemi başına götüren bu garip arabadan çıkan F. Q.’yi meraklı bakışlarıyla inceleyip, eski dostlarmış gibi selamına bir hayli sıcaklıkla cevap verdi ve boynun terini mendille silerek tatlı tatlı konuştu:

“Merhaba, merhaba, hoş geldin? Galiba uzaktan geliyorsun? (“Şehirden geliyor”). İyi yetiştin, ben de şimdi çıkıp gidecektim. Geri dönelim. Gel, gel, bu taraftan gel.”

Mübariz Efendi (kapıda bekleyen bu adam elbette köyün muhtarı Mübariz Efendinin ta kendisiydi) yeniden – bu defa F. Q. ile beraber – bu tek katlı binanın koridorunda geriye doğru yürüyerek sağ taraftaki ikinci kapının önünde durdu. Az önce kilitlediği kapıyı açarıyla açtı ve önce ısrarla F. Q.’yi içeri (az kalsın iterek) soktu, sonra kendisi içeri girdi ve sokağa bakan tek pencere azacık açıp pencere önündeki masanın arkasına oturdu:

“Otur, böyle, buraya otur. Sıcağı görüyorsun, bu akşam çok sıcak var” dedi ve mendili yine yüzüne boğazına sürdü.

Bu sıcakta böylesine kalın bir ceket giyinen muhtar Mübariz Efendinin uzun burnundan, sağ ayağıyla hafiften aksamasından ve keskin, çok keskin bakışlarından başka akılda kalabilecek, hafızaya kazınabilecek bir özelliği yoktu herhalde. Evet, bir de ısrar etmeği seviyordu. Mübariz Efendi ilk bakışta bir miktar da gizemli bir kişiydi, gizem içindeydi.

F. Q. sandalyeyi alıp Mübariz Efendinin karşısına oturdu. Sandalye tam ortadaydı, sağda solda hiçbir şey yoktu, etrafın çıplak bir görüntüsü vardı, bu yüzden F. Q. Mübariz Efendinin karşısında bir sanık görüntüsü verdi.

“Hoş geldin.” Mübariz Efendi F. Q.’yi meraklı bakışlarla gözden geçirerek bir daha içtenlikle selamladı. “Ben Mübariz, köyün muhtarıyım, anlaşılan uzaktan geliyorsun, sana bir yardımım dokunabilir mi evladım?”

“Hoş bulduk, Mübariz… Hoca… Benim adım F. Q. Size Profesörden selam getirdim, bir de bu mektubu” diye F. Q. elindeki mektubu ona uzattı.

Mübariz Efendisanki daha bir canlandı, Profesörün adını duyunca bakışları biraz daha yumuşadı, F. Q.’ye neredeyse nevazişle bakmaya başladı. “Evet, o iş için gelmiş, bu da yazıyı okumaya gelmiş.” Yeni ilginç sohbetler, köy şehir dedikoduları, tarihe ve özellikle de eski tarihi köklere götüren tüneller, halkımızın gelenekleri ve bunların unutulma endişesi… Daha neler neler, sorular, sorular, tatlı tartışmalar, muhatapların kıyasıya sıkıştırılması… Ve sonunda elbette ki yine de merhametli Mübariz Efendinin içtenlikle sarf ettiği: “Sizin ne suçunuz var ki, sizin bir suçunuz yok” gibisinden hiçbir anlam ifade etmeyen sözler. Bütün bunların çok yakın bir gelecekte yaşanma ihtimali Mübariz Efendiyi kendisi de farkında olmadan heyecanlandırdı.

“Selam getiren de sağ olsun, selam gönderen de.” Elinde F. Q.’nin uzattığı mektubun orasını burasını bakışlarıyla inceleyen Mübariz Efendi aniden sert bakışlarını onun tam gözlerinin içine dikip durdu, deminki canlılığı nereye gitti, nasıl kaybolduysa bu defa gayet ciddi bir tavırla sordu:

“Yazıyı okumaya mı gönderdiler seni de? Çiçekli yazıyı diyorum, okumaya mı geldin?”

Genç adam: “Ne bileyim, bakalım, inşallah…” dercesine gülümsedi. Mübariz Efendi ise kafasını anlamlı biçimde sallayarak “eveet” diyerek ciddiyetini bozmadı ve mektubu açıp ağır ağır (dudaklarını sessizce oynatarak ve bir hayli ağırdan alarak) içinden okumaya başladı.

Yol yorgunluğu üzerinden atamayan F. Q. ise Mübariz Efendinin onu böyle (bilerekten mi acaba?) oyalamasının nedenlerini anlayabilmiş değildi. F. Q. Mübariz Efendiyi, Behram Emmiyi Profesörün sohbetlerinden biliyordu. Daha iki gün önce Profesör seyahatle ilgili son talimatlarını verdiğinde: “Mübariz ile Behram çok iyi insanlardır, onlar senin sıkıntı çekmene müsaade etmezler. Behram’ın evinde kalacaksın. (“Madem öyle bu adam ne bekliyor?”). Mağaraya en yakın ev onun evidir. Kendisi de dolu bir adamdır. (“Yeter, kalk ayağa gidelim”). Bu mektubu ise Mübariz Efendiye vereceksin. Ne problemin olsa onları ilgilendirir… Okumak yazmak ise senin işindir. Son ümit olarak artık sadece sen varsın. Bu son ümittir, bu defa da olmazsa… Bir çizik yukarıdan (üstten), bir çizik de aşağıdan (alttan) atacağız… Çiçekli yazının demek ki bizimle bir ilgisi yokmuş. Son ümit sensin, bunu iyice belle.”

Köyün muhtarı Mübariz Efendiye bu mektubu Dil ve Düşünce Enstitüsü başkanı, yıllar önce ordinaryüslüğe yükselen ve herkesin her zaman büyük bir sevgiyle “Profesör” hitap ettiği, modern Azerbaycan dilbilimine büyük katkılarda bulunmuş olan Mehmet Ali Hoca kendisi bizzat yazmıştı. Aslında bu mektup güven ifadesi gibi bir şeydi. Öyle bir dille yazılmıştı sanki tek bir kişiye değil köy halkının tamamına hitap ediyordu. Profesör, Mübariz Efendiye ve köy halkına genç bilim adamı F. Q.’nin büyük bir sorumluluk gerektiren önemli bir memleket meselesini halletmek için devlet tarafından görevlendirilmiş olduğunu anlatıyordu. Bu genç bilim adamının Çiçekli yazıyı deşifre (“deşifre?”) ederek okuması için köy halkının elinden geleni esirgememesi lazım. “Çok büyük bilim adamları genç araştırmacı F. Q.’ye çok güveniyor ve onun önerdiği deşifre (çözüm) yöntemini destekliyorlar.”Mübariz Efendi bu cümleye geldiğinde F. Q.’yi bakışlarıyla bir daha ama bu defa özel bir sempatiyle baştan ayağa süzdü. Profesör mektubunda neredeyse bu yöntemin öteki yöntemlerden farklarına yönelik bilimsel açıklamalar da yapmaktaydı (yine kaşları çatıldı Mübariz Efendinin). Son paragrafta ise arzu ve beklentilerini ifade etmişti. Çiçekli Yazının kesinlikle okunması gerekir, çünkü bu yazı halkımızın tarihiyle ilgili birçok karanlık hususları aydınlatabilir ve aydınlatmalıdır. Ne bileyim, bu defa bu iş nihayet sonlandırılmalıdır, daha önceki iki girişimin başarısızlığı bizi (burada ‘bizi’ derken Profesör kimleri kastediyordu; köy halkı da bu çerçeve içinde miydi yoksa sadece şehirdekiler mi söz konusuydu acaba), evet aynen böyle de yazmıştı: “Bizi…” Mübariz Efendi mırıldanıp bir az daha ciddileşti, kendini topladı: “Sorumlu olmak durumdayım.” Önceki girişimlerin ikisini de çok iyi anımsıyordu; o girişimler daha başından onun içine sinmemiş, uzman adı altında gelen kişilerden daha ilk andan itibaren sıdkı sıyrılmıştı Mübariz Efendinin. Şimdi de bu genç adam, bu F. Q. “Kendinden çok emin birisine benziyor.” Neyse, Profesör devam ediyordu: “İlk girişimlerin başarısızlığı bizi (!) yıldırmamalıdır; ülke kamuoyu bizden (yine bizden!) başarı bekliyor vs. Böyle işler, selametle kalın, sağlık, başarılar, yardımlar için önceden teşekkürler ve deBakü’ye uğradığında görüşebilmek dilekleri. Mektubun sonunda bu muhterem zatın imzasının altında irice ve gösterişli (ki kendi kullandığıyla hiç kıyaslanamazdı ve bu noktada Mübariz Efendi hafiften imrenmedi değil) bir mühür de basılmıştı. Mektuptaki içten ve sıcak ifadelerin onu okuyan kişiyi şaşırtmaması ve ciddiyetini törpülememesi, tam tersine sorumluluğunu kamçılaması için büyükçe yapmışlardı bu mührü.

Mübariz Efendi gizli bir haset duygusuyla mührün orasını burasını biraz daha inceledi, yuvarlağın etrafındaki karışık yazıları okumaya çalıştı ama olmadı, sonunda derin bir nefes alıp (içini-çekip): “Böyle” dedi, “Böyle işler.” Mübariz Efendi bu uzun mektuptan bu kısaca ibareyi telaffuz ederek, mektubu özenle büktü ve usturuplu bir şekilde masanın çekmecesine bıraktı. “Evet, böyle işler…Konu anlaşılmıştır. Profesör nasıl, iyi mi?” Mübariz Efendi aslında bir yanıt beklemeden sordu bu soruyu. Kafasında ise F. Q.’yi evine daha ilk günden götürse ve bir “sınav” yapsa mı (“bu nasıl yapacak, okuyabilecek mi acaba?) yoksa aynen mektupta yazıldığı gibi ta ilk günden götürüp Behram Emmiye teslim etse mi iyi olur sorusu dolaşmaktaydı.

“İyidir. Herkes iyidir, herkesin selamı var.” Bu defa F. Q. biraz sabırsızlanarak yanıtladı soruyu.

“Böyle… Sabırsızdır.” Sinirleri çelikten olan Mübariz Efendi sorularına rahat rahat devam etti: “Şehirde ne var ne yok? Şehir değişiyor mu, değişmiyor mu?” Daha sonra onu dikkatle gözden geçirip: “Sen hiç köy gördün mü?” diye sordu.

Mübariz Efendi deminden beri F. Q.’nin oturuşuna, yürüyüşüne, duruşuna dikkat ediyordu, sonunda sorusunu sordu. Dayanamadı: “Aklım bir şey almadı.”

“Şehirdir, işte. Yerinde duruyor, ne bir yere gidiyor, ne değişiyor.”

Esas soruya ise (Sen hiç köy gördün mü?) yanıt vermedi F. Q. “Hayır, bu adam hiç köy görmemiş, ilk defa geliyor. Dik kafalıdır, insanın gözünün içine bakıyor, kimseden sakınmaz, az biraz da, o ne canım basbayağı kibirlidir. Yetenekli genç araştırmacı.” Çok zor fark edilebilen alaylı bir gülümseme yanıt gibi gelip kondu muhtarın ince dudağının ucuna ve açıkça yalancı bir dinçlikle ama asık bir suratla yüzüne bakan F. Q.’ye bu “masum” sorusunu bir daha tekrarlamaya karar verdi:

“Diyorum bu zamana kadar hiç köyde bulundun mu?”

Mübariz Efendi F. Q.’nin “züppece” yanıtını (“Şehridir işte, yerinde duruyor”) sanki hiç duymadı, “genç araştırmacının” canının sıkılıp sıkılmadığı, yorgun olup olmadığı anlaşılan hiç umurunda değildi: “İşte, galiba afallamaya başladı bu yetenekli (!) genç bilim adamı.” Muhtar sorduğu soruya net bir yanıt alıncaya kadar el çeken birisine hiç mi hiç benzemiyordu. F. Q. memnuniyetsizlikle kafasını salladı, açıkça yakasını kurtarmak için:

“Bulundum, bulundum. Halk ağzından söz derleme çalışmalarına katıldım öğrenciyken… Halk deyimleri, özlü sözler, türküler… Her yerde farklı olur” dedi. Bir çırpıda söyledi.

“Çok iyi, çok güzel.” (Belki şimdilik bu kadar yeter). “Evet, o zaman senin işin o kadar da zor olmaz. Köy dediğin can sıkıcı bir yerdir.” Mübariz kişi sesinde gizli bir keder dikkatle F. Q.’ baktı.

“İş çok, can sıkıntısına imkân olmayacak.” (Sıkılmak ha?)

Bu sözlerden sonra yine morali bozuldu Mübariz Efendinin. Adamakıllı, nasıl derler, içi sıkıldı. Diyalog kurulamıyordu. “Kibirli çocuktur ama.” Bir şeyi kesinlikle anlayamıyordu; F. Q.’nin böylesine dik kafalılığı (gizliden gizliye de olsa), çalımı, bu kibir (daha doğru bir sözcük bulmak çok zordu, elbette ‘kibir’di bunun adı) neden moralini bozmaya başlamıştı? Beyninin derinlerinde acı veren (neden acı veren) bir duygu doğmaya başladığını hissediyordu. Kıskançlık duygusu. Çiçekli Yazıyı bu çocuğa mı kıskanıyor? Neden matem havasına bürünüyüordu? İçini, kalbini sanki bir kurt kemiriyordu. Nedeni ise bilinmiyordu. “Ruh konusunda Behram kendisi onu uyarır. Grek görürse. Bana ne?”

Serin bir esinti gelip doldu pencereden içeriye ve beraberinde ani bir ışık topağı da getirdi bu esinti. F. Q.’nin yüzü aydınlandı, ama çabucak da kayboldu bu aydınlık. F. Q. bir sigara aldı, kibriti yaktı ama sigarayı tutuşturmadı, kibrit çöpü parmakları arasında dolaşıp sonunda tamamen yanarak simsiyah kesildi.

“Bakarsın, olur ya.” İlk defa bu zaman F. Q.’nin aydınlanan yüzünü gizli gizli inceleyen Mübariz Efendinin içine doğdu… Bu çatık kaşlı genç Çiçekli yazıyı okuyabilir. İlk defa o an F. Q.’yi yazıyı okuyabilecek birisine benzetti; gözleri ışıl ışıl olup kibrit çöpünün yanmasını izlerken… “Bunun gibisi hırsından okur, vazgeçmez.” Aklından geçen bu düşünceden irkildi: “Ya sonra? Peki, sonra ne olacak?” Yazı okunduktan sonra biz kime lazımız ki? Ama bak şimdi ne biçim mektuplar döşeniyorlar?”

“Behram Emminin evi hangi tarafta, birsi gösterseydi.” F. Q. yanıp bitmiş kibrit çöpünü çöp kutusuna fırlattı, sigarayı yeniden pakete yerleştirdi ve sohbeti bitirmeyi denedi. Yol yorgunluğu yavaş yavaş hissettiriyordu kendini. “Bir avuç su vurabilseydim yüzüme”

“Acelen mi var?” (Çok da sabırsızdır). “Acele etme, kendim götüreceğim seni.” Hâlâ tüm varlığıyla kendini sevinmeğe zorlayamayan Mübariz Efendi (bir şeyler canını sıkıyor, sıkıyor gerçekten) aniden pencereye bakıp ayağa kalktı: “Profesör sana her türlü yardım etmemizi istiyor. Boynumuzun borcudur. Hadi gidelim.”

Bunu duyunca içtenlikle konuştu F. Q., içtenlikle:

“Sağ olun, çok sağ olun” dedi, Mübariz Efendi ayağa kalkınca kendisi de kalktı ve böylece Mübariz Efendinin odadan dışarı çıkmak kararını kesinleştirdi. “Bir de bakarsın kararını değiştirir. Hiç halim yok şimdi seninle uzun uzun konuşmaya. Tüm sorularına yanıt vermeğe vallahi halim yok.”

* * *

Mübariz Efendi ve peşinden de F. Q. muhtarlığın küçücük bahçesine çıktılar. Hava daha tam olarak kararmamıştı. Mübariz Efendi önce F. Q.’nin ön tekerleklerini yaşlı Karaağaç kütüğüne dayayıp duruyormuş gibi görünen yamuk yumuk eski arabasına gözünün ucuyla bakarak: “Bu ne ya, yani şehirden buraya kadar gerçekten kendimi gelmiş?” dedi içinden.

“Onu bırak, orada park yeri yok. Yayan gideceğiz.”

“Olur.” F. Q. öğretmeninin sözünden dışarı çıkmayan disiplinli bir öğrenci gibi arabanın arka kapısını açtı, arka koltuktaki yeşil bavulu aldı, arabanın camlarını kapattı, “alalı”nın kendi içine kapandığına emin olduktan sonra:

“Ben hazır” dedi, çantayı sol omzuna taktı (ağır olduğunu fark edince sağ omzuna aldı) usluca bekledi… Nasıl olsa Mübariz Efendi aksakallıdır, öne geçsin, yola koyulsun, o da arkadan takip etsin diye düşündü.

Onu çaktırmadan gözetleyen Mübariz Efendi ayağını hafiften sürükleyerek yola koyuldu. Yol önce Kehrizli ark boyunca uzayıp gidiyordu; sonra azacık sola dönecek ve gidip çıkacaktılar Venk dağının tam eteğine kadar uzanan köy yoluna. Mübariz Efendi şaşkındı. Konuşmak hevesi yol giderken kendiliğinden uçup kaybolmuştu, öteki yandan susmayı da doğru bulmuyordu. Açık kalpli tüm köylüler gibi, beraber yol giden iki kişinin, hele bunlardan birisi buralarayabancıysa, misafirse, yol giderken kesinlikle konuşmaları gerektiğini düşünüyordu. Yine cebinden mendil çıkarıp boynunun terini sildi, boğazını temizleyip, eliyle köyün bu noktasından bakıldığında çok da korkunç görünmeyen (devler kaybolmuştu, havaya karışmıştı) Venk dağını gösterdi, kısa kesti:

“Behram’ın evi dağın tam eteğindedir. Daha yolumuz var.”

F. Q. konuşmadı. Yolu geçip Kehrizli arka doğru gittiler. Yol boyunca bilerekten F. Q.’nin yüzüne bakmayan (neden, niçin?) Mü-bariz Efendi konuşmak hatırına deminki konuyu devam ettirdi:

“Bu yazıyı diyorum, yani bunu okumak o kadar mı önemli? Sen üçüncü kişisin gönderdikleri, seninle üç oldu. Demek ki önemlidir” diye Mübariz Efendi kendi sorusunu kendisi yanıtladı. (“Profesör boşuna telaşlanmaz”). “Yani sizin oralarda başka önemli işleriniz yok mu?” Mübariz Efendi dupduru, gökyüzü rengindeki gözlerinin dibinde kurnaz ve yapay bir saflık, ama yine aynı ısrarlı tavırla başını dönüp F. Q.’nin yüzüne baktı. Uzun burnunun ucunda ter damlaları teker teker sıralanıp duruyordu.

Yorgun, aç ve susuz F. Q. kendi de anlamadı neden ağzından tam da şu sözlerin döküldüğünü:

“Öyle görünüyor.”

Mübariz Efendi F. Q.’nin “öyle görünüyor” sözlerini aslında kendisinin henüz dile getirmediği soruya bir yanıt olarak kabul etti ve o an gerçekten şaşırdı. “Benim düşüncelerimi okuyor. Boşuna göndermemişler. İçime doğmuştu, bununki ilahi vergidir.” Bu defa boynunun arkasını mendille değil, eliyle sildi, sonra hafiften sıvazladı.

Kehrizli yol ile biraz daha yürüyüp sola döndüler. Artık bu yol doğrudan Behram Emminin evine (Venk dağının eteğine) gidiyordu. Kehrizli yol üzerinde bulunan ve altından suların sessiz sakin akıp gittiği küçük köprüden geçtiler. Sol tarafta, kehrizin kenarında iki ufak ve zayıf kız çocuğu, üzerlerinde allı güllü geniş etekleriyle birbirinden üç dört metre uzakta, her biri de önüne bir yığın bulaşık koyup onları kehrizin sularında yıkamaya hazırlanıyorlardı. Bu zayıf kız çocukları kardeş gibi birbirlerine benziyorlardı; ikisi de kara kuru, saçları dağınık, çıplak ayakları kirli çamurlu… Bu kızlar on, on iki yaştan fazla değillerdi. Anlaşılan bu “kardeşler” küstüler. Ark boyunca birbirinden yeterince uzakta her birisi kendi bulaşıklarını önüne dağ gibi yığmıştı. Biri diğerine bakmak bile istemiyor, yüzlerini ters yöne tutmaya gayret ediyor ve ortalıkta görünmeyen “üçüncü” kişi aracılığıyla konuşmaya çalışıyorlardı: Güya bu “üçüncü kişi” bunların hırslıöfkeli sözlerini birinden alıp ötekisine aktarmalıydı. Onların bu öfkeli konuşmaları F. Q.’ne çok ilginç ve komik geldi.

На страницу:
3 из 6