Полная версия
Gönlün Göklerinde
• Aneken, yurt dışına sadece Kazak milletinin değil, Orta Asya’nın da elçisi, habercisi olarak gittiği malumdur. Bu durumu ispatlayan bir örnek olarak Türkmen ağabeyimiz Berdi Kerbabayev’in 14 Ekim 1970 yılında yazdığı mektubu göstermemiz mümkündür. Mektupta: “…Hindistan ziyaretinizde Türkmen edebiyatı, Mahtumkulu hakkında söylediğiniz güzel sözler için teşekkür ederiz.” denmiştir.
• Rus edebiyatı klasiklerinden Leonid Leonov ise 1961 yılı yazdığı mektuplarından birinde (Mayıs ayında) Aneken’in genç, yaşlı tüm Rus ve Kazak şair ve yazarları arasındaki işbirliğini arttırma yönünde verdiği emeklerini takdir ettiğini iletmiş.
Anvar’ın, hangi ülkeye giderse gitsin o ülkenin tarihini, edebiyatını, sanatını tanımayı, yazar ve şairleriyle tanışmayı ve onlara Kazakistan’ı, Kazak milletini tanıtmayı görev olarak bildiği hepimize malumdur. Yabancılara sadece o dillere çevrilmiş kitaplarıyla değil, bahsettiğimiz aracılık hizmetiyle de tanındığı kesindir. Evet, yolu düşen ülkelerde Kazaklarla ilgili hayırlı bir iş gördüğünde, iyi sözler duyduğunda çocuk gibi sevinerek bizimle paylaşmak için acele ederdi. Hocası Muhtar Avezov hakkında yazdığı “Dana Darın (Dâhi Yetenek)” makalesinde şu satırlar bulunmaktadır: “…Muhtar ağabeyin kitaplarına pek çok ülkede rastladım. Fildişi Sahilleri’ndeki Abican Şehri’nde, Yeşil Burun Adalarında, Gine’nin kitapçı dükkânlarında gördüm. Yolum Seylan’a düşmüştü, ziyaretim sırasında, barış yanlısı mücadeleci, Uluslar arası Lenin Ödülü sahibi, buda rahibi Udakendavala Saranankara Thero’nun yaşayıp çalıştığı tapınağa gidip mezarına çiçek bıraktım. Onun yaşadığı yeri gördüm. Rahip, oldukça sade yaşam sürmüş. Demir yatak. Samandan döşek, sandalye, kova, maşrapa. Başka hiçbir şey yok. Tüm zenginliği bol kitaplar imiş. Buda’nın yaşamı ve din tarihî hakkındaki kitaplar. Rafların tamamına kutsal kitaplar dizilmiş. Odadan çıkarken üst raflardan birinde duran İngilizce “Abay Yolu” kitabının tanıdık kapağı ilişti gözlerime. Kutsal dinî eserler arasında tek edebî eser olarak Abay hakkındaki iki ciltli kitap bulunuyordu. Rahipler başı, Muhtar ağabeyin kitabını alıp görmeme izin verdi. Kitabın bazı sayfalarında Udakendavala Saranankara Thero tarafından düşülmüş notlara rastladım. Kitabın son sayfasında rahip, eski Seylanca: “Bu kitap, hayatı daha derin anlamama yardımcı oldu” fikrini yazmış”.
Kazakistan’daki gelişmeleri, yaşam hakkında nerede ne yazıldığını daima takip etmeye ve yazılanların doğru veya yanlış olduğu hakkında derhâl görüş belirtmek için kim olman gerekir? Tabii ki, her şeyinle Vatansever olman gerekir. Anvar Turlıbekulı Alimjanov gibi.
Kaderin çilesini çok çekmiş yoksul bir Kazak ailesinde dünyaya gelip Yedsu’nun Taldıkorgan bölgesindeki Karlıgaş Köyü’nde büyümüş, uzak yakın ülkelere Kazak adlı kadim halkın bulunduğunu, o halkın edebiyatının, sanatının ve biliminin de kadim ve ibretlerle dolu tarihe sahip olduğunu evlatlık yüce duygularla iletebilen, peşinden gelen tüm kardeşlerine hem sözleriyle hem de çalışmalarıyla örnek olabilen Aneken’in devlet ve toplum adamı olarak yerine getirdiği tarihî işlerden biri de 26 Aralık 1991 tarihinde SSCB’nin dağıldığına dair Karar’ı imzalamış olmasıdır. O yılın sonbaharında SSCB halkları vekillerinin ilk kurulu toplanmıştı. Orada SSCB çapındaki, tüm Birlik düzeyindeki 8 (.) komite, Anvar Alimjanov’u Yüksek Kurul Başkanlığına sunmuştu. Diğer milletvekillerinden birine bile böyle güven duyulmamıştır. 29 Ekim günkü toplantıda Aneken, oy birliği ile SSCB Yüksek Kurulu Cumhuriyeti Kurulu Başkanlığına seçilmiştir. Oy kullanma hakkına sahip 131 vekilin 130’u tarafından desteklenmiştir. Sadece bir kişi desteklememiştir. Vatan evladı ve yazarın itibarı bu şekilde sınanmış ve büyük bir şerefe nail olmuştur. Boris Yeltsin, “Cumhurbaşkanı’nın Notları” adlı kitabında (1994 yılı) şöyle demiştir: “26 Aralık 1991 tarihinde üzerinde artık SSCB bayrağı dalgalanmayan Kremlin binasında Birlik Parlamentosu Üst Kanadı, SSCB’nin dağıldığına dair bir bildirge kabul etti. Üst Kanat Başkanı A. Alimjanov, kendilerinin milletvekillik ve vatandaşlık vazifelerini yerine getirdiklerini söyledi”.
Daha sonraları arkadaşları Anvar’a: “Dünkü “halk düşmanı”nın oğlu işte SSCB’yi yıkıp hem babasının hem de babasıyla aynı kaderi paylaşanların intikamını aldı.”diye takılır olmuştu. Ben de bir gün:
“Aneke gerçeği söyleyin, kararı onaylarken eliniz titremedi mi? İçinizde bir üzüntü belirmedi mi?”diye sordum.O, biraz düşünerek:
“Hayır üzülmedim. Zaten ayakta zor durmuyor muydu? İmparatorluk dediğin, yapısı ve oluşumu ne olursa olsun uzun süre hâkimiyetini devam ettiremez, imparatorluklar halkın çıkarını gözetmeyen düzendir. Silah gücüne dayanan sömürgeci imparatorluklar ise daha da beterdir. Sovyet Hükümeti, eskiden bünyesinde bulunan ülkelerin topraklarını sömürmedi ancak halkın zihnini sömürdü. Bu ise sömürgenin en dehşet olanıdır.” diye cevap verdi.
“Bağımsızlığı da elde ettik ya.”dedim.
“Elde etmesine ettik. Neler kaybettiğimizi biliriz, ancak neler bulduğumuzu bilmeyiz. Önümüzde bizi bekleyen pek çok sıkıntı vardır, ne zaman düzene gireceğini Allah bilir. Sovyet Hükümeti’nin inşa ettiği 74 katlı evi bozmaya temelinden değil, çatısından başlama önerisini yaptım Gorbaçov’a. O, hiç tepki vermedi, belki de yönetim elinden çıkınca sağlam düşünme yetisini yitirmişti. Şimdi ise bu evin yerini yıkıntısından temizleme işinin ne kadar devam edeceği belli değildir” dedi Aneken…
Kazakistan, bağımsızlığını elde eder etmez ülkesinin demokratik, hukuki devlet olmasını destekleyerek kalabalıklar önünde, radyo ve televizyonlarda akıcı bir şekilde konuşan, gazete ve dergilere yazılar yazıp koşturan Anvar, “Tağdırlastar (Aynı Kaderi Paylaşanlar)” adıyla bir belgesel hazırlamayı planlamıştı. “Kemerov Bölgesi Stalino Şehri’nde okurken Stas adlı bir oğlan bana düşman olmuştu ve ikimiz sık sık dövüşürdük. Ancak sonunda bir şekilde barıştık. Kendisi tamamen öksüzmüş. Benimle birlikte Taldıkorgan’a gelip evimizde biray kadar kaldı. Daha sonraları Semey’den gelen Lena adlı kızla tanıştı ve birbirlerini sevdiler. Ben, ikisini Semey’e yolcu ettim. Beş altı yıl iletişimimiz devam etti. Güzelim dünya gizemli değil mi… Denemelerime Stas ve Lena’dan başlamak isterdim.” demişti. Ancak bu isteğini yerine gertirme fırsatı bulamıyordu.
1993 yılının Eylül ayı başlarında Aneken bana “Şu uzun hikâyeyi kaleme almıştım” diyerek “Poznaniye (İdrak)” hikâyesinin el yazması örneğini getirdi. Ben o sıralarda Yazarlar Birliği bünyesindeki Edebî Çeviri ve Edebî İlişkiler Kurulu başkanıydım. Yazarlar Birliği’ne bağlı olacak “Şabıt (İlham)” adında bir matbaa açacağız diye heyecanla koşturuyorduk. Ancak bu girişimimize ilk anlarda yetecek olan bir milyon somu bulup veren Birlik Başkanı Kaldarbek Naymanbayev, o kaynağı beklenmedik anda “telif hakları avansıdır” diye on dört “klasiğe” paylaştırınca elimiz boş kalmıştı. Kurulun kendisine ait az bir şey kaynağı vardı. Bu nedenle Aneken’e telif hakkı veremeyeceğimizi açıkça söyleyip:
“Kaç adet bastırayım?” dedim.
“Babacığım sen ne kadar bastırabilirsen, benim için önemli olanı basılmasıdır. Jazuvşı Yayınevi’nde bekleye bekleye sararmaya yüz tuttu” dedi.
Hikâyesini eve getirip okudum. Ertesi gün telefon edip:
“Aneke, küçücük Karlıgaş Köyü’nde nasıl büyüyüp yetiştiğinizi şimdi öğrendim, vay dünya vay.” dedim. Hem özgün eseri için duyduğum memnuniyeti hem de Aneken’in çocukluk yaşamının çok da sıkıntılı geçtiğinden dolayı duyduğum üzüntüyü gizleyemedim.
“Kadere boyun eğmekten başka çare yoktur” sözlerini söyleyen atalarımız bilgeymiş” diye her zamanki gibi hızlı konuşmaya başladı. Yakında Sosyalist Partiler toplantısına katılmak ve tatil yapmak üzere Yunanistan’a gideceğini, döndükten sonra kendisinin başkanlık ettiği Sosyalist Parti’nin “Kazak Memleketi (Kazak Devleti) ve “Respublika (Cumhuriyet)” gazeteleri için çalışmaya başlayacağını belirtip yayın ve basın işlerinin gün geçtikçe daha da zorlaştığından dolayı duyduğu endişeyi dile getirdi.
“Anekeciğim zorluklardan hangi birini söyleyelim, yeter ki başımız sağ olsun.” dedim.
“Başka şeyleri düşünmemiz başımızın sağ olmasından ya. Bazen bir şeyler düşünme zahmetine kapılmayanlara imrenirim” diye güldü.
Sanıyorum Aneken’i yormayan konu yoktu…
O, denemelerini de, “İdrak” adlı uzun hikâyesini de tamamlayamayıp aramızdan erken ayrıldı…
Yunanistan ziyaretinden ülkeye İstanbul üzerinden dönmüştü. Kötü hava şartlarından Almatı’ya uçmayı bir haftadan fazla beklemiş. Yunanistan’da rahatsızlanarak zor günler geçirmiş. Evine durumu kötü olarak döndü ve hastaneye kaldırıldı. Ondan uzun yıllar önce de Moskova’da “Volga” marka arabayla Domodedova Havaalanı’na gelirken yük aracı çarpmıştı. Kazadan sağ kurtulmuş, ancak kalça kemiği ve dört kaburgası kırılmıştı. Bu sefer eski rahatsızlıkları da etkisini göstererek durumu gitgide kötüleşti. Hâl hatır sormaya gittiğim günlerden birinde gazetelerin arasında yatan, daktilo ile yazılmış bir mektuba ilişti gözlerim. İzniyle alıp okuduktan sonra nedense: “Aneke, şu mektubu bana verir misiniz?” diyivermişim. Aneken bana bir dakika kadar ciddi bir yüzle baktıktan sonra: “Al, al” diyerek başını salladı.
İşte o mektuptan alıntı:
“Değerli Anvar.
Senin ödenmemiş ne tür borcun olduğunu geçenlerde sözlü olarak söylemiştim, şimdi de insanların dikkatine getirmek için kâğıda geçirmeyi uygun buldum. Geri kalanını artık hissedersin.
“Ölürsem, benim için başını balta altına tutan Anvar’ın cesaretinden, toprağım razı olacaktır”.
Bu sözler Muhtar ağabeyimizin bundan 40 yıl önce Moskova Oteli’nde söylediği sözlerdir.
Bu, Muhan’ın 1953 yılının ilkbaharında Kazakistan’ın geniş bozkırlarında küçücük canını koruyacak yer bulamayıp Moskova’ya kaçtığı zamanlar idi. O sıralarda beniş gezisi dolaysıyla Moskova’nın yanı başındaki Galitsino Tatil Evi’nde bulunuyordum. Bir gün Kaljan Nurmahanov telefon edip Muhan’ın Moskova’ya geldiği haberini iletmişti. (Kaljan, o dönemlerde SSCB Yazarlar Birliği’nde Kazak Edebiyati Danışmanı idi). “Muhan’ın morali nasıl, ülkemizde her şey yolunda mı?” soruma kızgın bir şekilde şu cevabı verdi: “Ülkemizde her şey yolunda olursa Kazakistan olur mu hiç? Muhan, kendisi pek bir şey anlatmıyor. Almatı’dan telefon hatlarıyla ilettilen fısıltılara göre beyefendi Almatı’yı hızlıca terk etmek zorunda kalmışa benziyor”. Onun bu söylediklerinin nasıl etkilediğini söylemek bile çok zordur.
Ertesi gün sabahtan Moskova Oteli’ne yerleşen Muhan’ı ziyarete gittim.Yazarlar Birliği’ne gitme hazırlıkları yapıyormuş. Hâl hatır soruştuktan sonra: “Senin her şeyi öğrenmen lazım” dedi ve oturup birden bire içini dökmeye başladı. Tüm umudu dağlar altında kalmış gibiydi. Kızgın sesinden gördüğü eziyet ve, duyduğu endişe, anlaşılıyordu. Kurumuş dudaklarında daha önce bulunmayan bir titreme vardı. Daha önce duymadığım özellikle de kimi meslektaşlarının hayal kırıklığına uğratmasından doğan acı sözler, birbiri ardınca döküldü. O içini bu şekilde döktükten sonra keyiflendi. Sesi de neşelendi:
“Benim için başını balta altına tutan Anvar’ın cesaretinden, ölürsem toprağım razı olacaktır.”
“O, o kadar ne yaptı ki?”
“Eğer benim kaçmam için değişik yöntemler arayıp bulmasaydı ben şu anda gördüğün gibi Moskova’nın baş köşesinde değil, Almatı hapishanelerinden birinde oturuyor olabilirdim,”dedi ve saatine baktı: “Birazdan saat 12.00’da Fadeyev’in odasında benim onlara yazdığım mektup ele alınacak. Senin onların ne söylediklerini bilmen gerekir.
Bunları dedikten sonra giyinmeye başladı…
Muhan’ın söylediğine göre bu işte Kazak Devlet Üniversitesi’nin dört öğrencisi ile uçağa bilet almayı başaran Yahudi bir delikanlı yardımcı olmuş. Öğrencilerden biri Muhan’ı gizlemek için Tastak Semti tarafından ev hazırlamış, diğerleri Moskova’ya göndermede başarısızlığa uğrama durumunda Frunze Şehri’ne götürecek araba hazırlamış. Üzücü bir tarafı ise Muhan’ın o çocukların hepsine cesaretlerinden dolayı şükranları iletse de birinin bile adını bilmeden, gitmiş olmasıdır. Şayet onların isimleri böylece bilinmeden söylenmeden kalırsa günahı kime olacaktır? Sana olacaktır, çünkü bu konuyu senden başka bilen yoktur. Ben bu söylenenlerin tamamını bir arada merhum Leyla’ya, daha sonra da Tursun’a aktarıp “Anvar’ın yardımıyla o çocukların o dönemlerdeki resimlerini elde edip kıyabilirseniz müzenin bir köşesinde, kıyamazsanız arşiv sandıklarından birinde yer verin” demiştim. Onların seni bulmaları zor olduğundan söylediklerimden bir netice çıkmadı. Başka şeyleri unutursan unut ama Muhan’ın “ölürsem toprağım razı olacaktır” sözlerini hiçbir zaman unutma. O zaman kendi mertliğini de unutmazsın. Mertliğini unutmazsan borcunu ödemen de zor olmaz.
İkinci isteğim, o serin ilkbaharın (ilkbahar da olsa kış gibi sıkıştıran) kargaşa içinde geçen günleri ile gecelerini gözlerinin önüne getirmendir. Üç edebî türe birden konu olmak isteyen nice ilginç şeyler kendiliğinden ortaya çıkmıyor mu? Yarının Anvarlarının bundan daha ilginç şeyleri meydana getireceği muhakkaktır. Sen onlara da borçlu kalma. Düşün.
Aljappar ABİŞEV.
24.08.1993“Toprağım razı” sözlerini Muhan’ın ağzından ilk defa 1947 yılında, Sabit ve Gabit ile üçünün arasındaki küslük konusunun ele alındığı parti toplantısında duymuştum. Orada o, toplantının sonunda yerinden kalkıp: “Sabit’in başkan, benim yaşımın büyük olmasına bakmadan oldukça hakkaniyetli konuştunuz. Bundan dolayı arkamdaki kuşak, ölürsem toprağım sizden razı olacak” dediğinde: “Ben de aynısını söylemek istiyorum” demişti Gabit. Yerinden kalkıp: “Eklemek istediğim bir şey var. Allahım bizim şu köpekliğimizi size vermesin.” diye eklemişti ardından.
Kelimesi kelimesine örnek verdiğim şu sözler üzerinde düşünsene. O zaman üçü de 50 yaşlarını doldurmamış genç; genç de olsa ağabey idi. Sen ise 60’ını geçtin. Bunların hepsini bir düşünsene.
A. A.”.
(Not: Aljappar Bey’in mektubunda adı geçen Leyla, Muhan’ın kızı, Tursın Jurtbayev ise Muhan Müzesi Müdürüdür. G. K.).
Muhan’ı nasıl kurtardığını yazmasını iki defa istedim. Aneken, her iki defasında da: “Bu aralar zaman bulamıyorum. Emekli olunca boş kalacağım, o zaman yazarım” diye gülerek cevap vermişti.
Tüm yaşamını “Ülkem, Toprağım, Halkım.”diye geçiren Anekeciğim.
İleri gidiyorsam Allah beni affetsin. Ancak sizin gibi büyük şahsiyete ihtiyacımız var.
Biz senin Semey’deki Nükleer Poligonu’nu kapatmak için çok emek verdiğini bilmemişiz. Kimi insanlar: “Ben kapattım. Ben kapattırdım.” diye göğsüne vurarak böbürleniyor. Ancak onların hiçbiri senin gibi uluslar arası yüksek kürsülere çıkamadı, poligonun Kazak toprakları ile halkını ne tür tehlikelerle karşı karşıya bıraktığını senin gibi içten haykırışlarla iletemedi. Arşivindeki belgeler arasından: “Poligon Kapatılmalıdır” (Semey’de yapılan uluslar arası konferans sırasında, 17 Temmuz 1989 tarihinde yaptığın konuşma) ile “Atom Külüne Gömülü Kalmayalım” (13 Kasım 1990 tarihinde İngiltere Avamlar Kamarası’nda yaptığın konuşma) adlı konuşmalarını bulup gazete ve dergilere sundum. Ülkenin ve halkının kaleminin ustalığını daha iyi bilmesini istedim. Onları okuyan şuurlu insanlarımız şüphesiz: “Ne yazık ki Aneken’i tam tanıyamamışız, ne değerli, ne saygın insanmış” demişlerdir.
Şimdi de Aneken’in tarafımdan Kazakçaya çevrilmiş söz konusu yazılarını sunmak isterim.
İlk yazısı:POLIGON KAPATILMALIDIRBugün şu salonda yapılmakta olan toplantı, bugüne kadar yapılan çalışmaların bir parçasıdır. Bugünkü konu da bizim onlarca yıldır sesimizi çıkarmamamız, ağzımızı açıp tek kelime etmememiz üzerinedir. Biz hem evde hem dışarıda kendimizi bir şeylerle meşgul ettik, hatta birbirimizi kandırdık diyebiliriz. Konuyu açtığımız zamanlarda da tabii ki gerçekleri söyler gibi yaptık ve yalanlarımıza kendimiz de inanır olduk. Şimdiki durumda yalan söylemenin ölümle eşit olduğunu belirtmek isterim. Başka bir deyişle bu biçimde biz kendimize ve kendi toprağımıza zarar verdik. Konu sadece Semey Poligonu değil, Kazak ülkesinde yaşanan çevre sorununun bizi çıkmaza sürüklemiş olmasıdır. Biz çıkmazın içinde bulunuyoruz. Kazakistan’ın, sadece nükleer silahları değil, halkı deneme meydanına dönüşmüştür. Kazakistan’da, Semey’de yaşanmakta olan olaylar, sadece Semeylilerin uğradığı felaket değil, Altay ve Sibirya dâhil yeryüzünün yarısını kapsayan felakettir. Biz, öylesine kızgınlığımızı sergilediğimiz durumun ne kadar tehlikeli olduğunu bugün anlamış bulunmaktayız. Akademi üyesi Sayım Balmuhanov’un ifade ettiği rakamların ne kadar korkunç olduğunu duyduk ve öğrendik. Dünya çapında değerlendirildiğinde zekâ bakımından geri olarak dünyaya gelen çocuk sayısı en çok bizim topraklardaymış. Sadece Semey bölgesinde değil, Mangıstav civarında da zekâ düzeyi gelişmemiş olarak doğanların sayısı az değildir. Ben bu toplantıya işte o Mangıstav’dan geliyorum. Orada da durum çok kötüdür. Janaözen’de, Yeskiözen’de bulundum, her yeri dolaştım. Doğduğu topraklarına el konarak evsiz barksız kalıp göç etmek zorunda kalan ecdadımızın bugünkü nesliyle buluştum. Onlar “ihtiyaç duyulmayan” insanlara dönüşüp işsiz kalmışlardır. Bu yüzden de, artık dayanma güçleri kalmadığı için kendilerini zavallı duruma düşüren güçlere karşı ayaklanmışlardır. Ancak onları anlayan kimse olmamış, aksine makineli tüfeklerini doğrultan askerleri karşılarına çıkarıp birkaç gün ekmeksiz ve susuz bırakmışlardır.
Biz, üstünlük kuran iktidar hakkında daha açık konuşmaya başladık. Bu konuda sadece bir insanı veya Moskova’yı suçlamak doğru olmaz. Biz de zamanın doğru yoldan saptırdığı, yolunu şaşırmış kadrolar mevcuttur. Onlar etrafında olup bitene kayıtsız kalıp sadece yukarıdan verilen talimatı ve emri yerine getirmeyi biliyorlar.
Askerilere ben de saygı duyarım. Yine de az önce konuşma yapan korgeneral beni çok şaşırttı doğrusu (sözü edilen general, Poligon Başkanı A. İlyenko’dur, G. K.). Onun söylediklerini hepiniz duydunuz. Generalim, siz halkın karşısına çıkmış bulunuyorsunuz. Mareşal’ın emri farklı, halkın talebi tamamen farklıdır. Halk, poligonu kapatmayı ve bu bölgeden kaldırmayı talep etmektedir.
Bugünkü toplantıda pek çok bildiri sunuldu, ancak esas soru hâlâ sorulmadı. Soru, “Poligonun bulunduğu toprak katmanları iyice denetlendi mi? Kırk yıldır devam eden denemelerin zararları nelerdir?” sorusudur.
Deneme başladığı dönemlerde her şey bulanıktı. Ne olduğunu anlamak mümkün değildi. Akademi üyesi Sayım Balmuhanov’un az önce söylediği gibi buralarda binlerce, milyonlarca felaket gizlenmiş durumdadır. Onlar yeryüzüne çıktığında durumumuz ne olacak? Çocuklarımızla torunlarımız, gelecek kuşaklar bu felaketten sağ salim kurtulabilecekler mi? Biz onlara ne bırakıyoruz? Zehirlenmiş hava, zehirlenmiş toprak, zehirlenmiş su bırakıyoruz. Temiz kaynaklarımızı pislettik, onların etrafını zararlı çamur ve çalılıklara dönüştürdük. Çevremiz felaketlerle doldu. Kazakistan işte bu şekilde tehlikeli durumdadır.
Üstünkörü bakan birine göre tüm iyilik, gelişme, dünyanın aklıyla fikri Kazakistan’da ve dahi bu ülkeyi meşhur eden uzaydadır. Aslında ise basit hamlık ve mantıksız zıtlık vardır burada. Biz, bir bakımdan yaşamımıza balta vurup tüm canlıyı, hayvan ve bitkileri yok etmekte iken diğer taraftan bilimi geliştirmemiz, silahlanma konusunda güçlenmemiz gerektiğini söyleriz. Bunlar benim şahsi fikrim olabilir, ancak ben otuz yıl yabancı ülkeleri gezerken pek çok şey gördüm, binlerce insanla görüştüm, konuştum, barışın sözde değil, gerçekte nasıl olması gerektiğini algıladım. Nükleer silah yuvasının düğmesine ilk olarak basmak için can atan deli hâlihazırda yoktur. Öylelerinin bulunacağına da inanmak istemiyorum, fakat kim bilebilir, belki de bulunur, tarihte beklenmedik şeyler hep yaşanır.
Nükleer silahı yasaklama konusundaki girişimler sadece bugünkü veya seçim öncesi yapılan bir kampanya değildir. Bunun için yeni bir reklama ihtiyaç yoktur. Bu yönde yürütülen mücadelelerin başında Albert Einstein gibi büyük bilgeler, Nikolay Tihonov ve Aleksandr Korneyçuk gibi Sovyetler Birliği’nin önde gelen devlet adamları bulunur. Kazaklardan da Kanış Satbayev ve Muhtar Avezov çıkmıştır. Onlar 1952-53 yıllarında sadece çalışmalarındaki ve fikirlerindeki “milliyetçilik” için değil, sınırlarımızdaki nükleer silah tehlikesini dile getirdikleri için de takibe alınmışlardır. Satbayev ile Avezov, Semey bölgesinde nükleer denemelerin yapılmasına karşı olduklarını Moskova’da bulunan üniversitelerdeki buluşmalarda, yazarlarla yapılan görüşmelerde, Almatı’da bilim adamları karşısında yaptıkları konuşmalarda belirtmişlerdir. Fakat biz onları unuttuk ve her şeye kendimiz başlamışız gibi davranıyoruz. Biz, başlamış konuşmayı sadece devam ettirenlerdeniz. Atom bombası ilk patladığı günlerde dünyaya gelen nesil bunu bilmeli ve mücadeleyi en yüksek zirvelere taşımalı. Bu toplantının amacı budur, başka amacı olamaz.
Askerî gruplarla uzmanların, Moskova’daki Devlet Planlama Komitesi’nin bu poligona sınırsız kaynak harcandığından onu başka bir yere taşımanın mümkün olmadığını söylemeleri poligonu kapatmaya engel olamaz.
Kazakistan geçen yıllar içinde milyarlarca ton buğday vermiştir. Borulardan akan petrol ve gazdan hiç söz etmiyorum. Ya üretilen uranyum ve altın, diğer doğal kaynaklar? Onların karşılığı olması gereken milyonlar nerede peki?
Bize zorluğunu çektirmekte olan sıkıntılar poligonsuz da yeter de artar. Yekibastuz bacalarından uçuşan, kısacası Altay’la Moğolistan’ın arasını etkisi altına alan zehirli kül ve duman bunu göstermektedir. Söz konusu bölgenin kutsal Kazak yeri, sihirli yer olduğunun söylenmesi boşuna değildir. Bunun gibi bir bölge az önce belirttiğim gibi Mangıstav’da da bulunur. Bu yüzden Kazak toprakları poligondan kurtarılmalıdır, milyonlarca hektar alan, ne kadar zarar gördüyse görsün sahibine geri verilmelidir.
Biz halkı radyasyonla zehirledik, hazinesine bir kuruş bile ödemeden soyguna uğrattık. Buna ne denmeli?
Az önce karşınızda bir hanımefendi konuştu. O, kalabalığa kendisini göstermek için gelmedi. Vatanı koruyan oğullarının yarını için endişe duyduğu için konuştu. Hepimizin anlayabileceği gerçeği söyledi.
Bizim toplantılara değil, somut eylemlere ihtiyacımız var. “Nevada” Hareketini oluştururken öncelikle başka ülkeye işaret etmiş olmayalım, bize kadar yapılan işi unutmayalım. Bu, madolyonun bir yüzüdür. İkinci yüzü olarak Nevada’nın önemini göstermek isterim. Ben geçen sene Aralık ayını Amerika’da geçirdim. ABD Senatörü Müllen Berlih bundan bir ay önce Almatı’ya geldi. Yanında Cumhurbaşkanı’nın Sovyet, Amerika İlişkileri Danışmanı vardı. Senatörün isteği üzerine ikimiz bir araya gelip üç saat süren bir görüşme gerçekleştirdik.
ABD’nin SSCB Büyükelçisi Metlac da Almatı’da bulundu. Sayın Kolbin, bizim Hareket kurduğumuzu üç defa tekrar etmesine rağmen Büyükelçi hiç tepki vermedi. Daha sonra Kazahstankaya Pravda (Kazakistan Hakikati) Gazetesi Müdürlüğü’nde yapılan görüşmede Hareketi bir daha söylediğimizde sadece “duydum” demekle yetindi.
Senatör ise bana: “Bir ülke bir eyaletin adını tamamen sahiplenirse sence bunun için hak ödemesi gerekmez mi?” şeklinde şaka yaptı. O, konuya bakan gözüyle baktı. “Peki, ödemezse başka birinden talep edilebilir mi? Bu, başkasının hakkında el koymak değil midir? Ben, sizin poligonunuzla bizim poligonu karşılaştırmıyorum, öyle yapmak istemem” diye ekledi. Bu sözleri bizim kurmakta olduğumuz Hareket’in “Nevada” adını almasıyla ilgili sorduğum soruya verdiği cevap idi. Ondan sonra o şöyle dedi: “Ben Nevada Poligonu hakkında bilgi vereyim. Nevada toprakları Senato’da 15 yıl, evet, peş peşe 15 yıl boyunca her türlü ayrıntısına kadar araştırıldı. Toprak katmanlarının durumu, dayanıklılığının hangi şartlarda nasıl olacağı incelendi. Çalışmaya tüm bilim adamları ve uzmanlar katıldı. Atom elektrik santrallerinin kalıntılarıyla ne yapmak gerektiği konusu da 15 yıl konuşuldu. Böylece, Nevada Eyaleti’nde hem denemelerin yapılabileceğinden hem atıkların gömülebileceğinden emin olduk. Bizim poligonun önümüzdeki 500 yıl içerisinde çevresine zarar vermeyeceği tespit edildi. Semey Poligonu için ise 5 yıl bile garanti verilemez. Nedeni, bu poligon yapıldığında Çernobıl Olayı gibi bir olay yaşanmamıştı. Poligon belirsiz şartlarda yapılmıştır. Tabii ki böyle şeyleri önceden tahmin etmek mümkün değildir ve bundan dolayı bilim adamlarını suçlamak doğru olmaz. Bu yüzden de poligonda her şeyin düşünüldüğünü ileri sürmek, yerel halkı aşağılamak, halkla alay etmektir”.
Ben, bu yüksek kürsüye Kazak Edebiyatını ve Barışı Koruma Kazak Komitesi temsilcisi sıfatıyla çıktım. Sizden bir isteğim olacak. Bugünlerde bizde demokrasi gereği birbiri ardınca sivil toplum örgütleri kurulmaktadır. Laf, eylemi geçerek toplanmalara olan istek artmaktadır. Bunun suçlusu ideoloji görevlileri, İlçe, Bölge ve Merkez Parti Komitelerinde çalışanlarımızdır. İdeoloji yönetilebilir, yönlendirilebilir. Sivil toplum örgütlerinin özü ideolojiye dayanır.
Tabii ki nükleer patlamalara karşı mücadelenin devamını istiyorsak mücadeleyi pekiştirecek örgüt kurmak, örgüt için bir hesap açmak doğru bir adım olacaktır. Ancak o hesapta toplanacak para için harcama planını önceden yapmak yerinde olacaktır. Asıl amaca ulaşmak için toplanan kaynağın temiz ellerde olması elzemdir. Aksi halde sağlığını yitiren halkın, her şeyinden olan halkın cebini boşaltmak hiç de insani bir davranış olmaz. Devlet kendi başına, çeşitli kurum ve kuruluşlar ise Hareket’e elini açmaya başladı. Kadro oluşturmak, reklam yapmak için ihtiyaç varmış güya. Bunları yapmadan önce düşünmek gerekmez mi? Sen öncelikle bir vatansever değil misin? Öyleyse madem bizim için, insanlık değerleri için mücadele yolculuğuna çıkmışsın, art niyetliliğin yolunu kes.