Полная версия
Gönlün Göklerinde
Bunların hepsinin özeti nedir diye sormak istiyorsunuzdur. Özeti, ne olursa olsun, ne kadar pahalıya mal olacaksa olsun poligon kapatılmalı, kaldırılmalıdır. Poligon kurbanları önünde başımızı eğecek zaman gelmiştir. Onların sayısı şimdi bile binlercedir. Gelecekte ne kadar olacağını kim bilebilir ki? Poligon, şimdiden insanlığın ecel mevkisine dönüştü. Yayımlanacak çağrıda ve alınacak kararda bunlar vurgulansın.
Bu toplantıya Moskova Komisyonu üyesi olan bazı insanlar gelmedi, gelmeme nedenleri bellidir. Onlar, pek çok duruma itiraz edemeyecekleri için çekindiler.
Bizim şöyle böyle değil, kesin ve somut karar almamız gerekir. Genellemeye, boş lafa engel olacak, bir karar olsun. Moratoryum ilan edilsin demeyelim, ona güvenilmez. Bir dönemler Gorbaçov, moratoryuma dayanmış, ondan sonuç çıkacağına inanmıştır. Oysa bir netice çıkmamıştır. Bu, geçmişte olan bir şeydir. Artık biz, yaşamını yitirenlerin ruhlarına tazim ederek patlamayı durduracak belgeleri kabul etmek ve onlardan olumlu sonuçlar çıkarmak zorundayız. Teşekkürler.
Semey, 1989.***Aneken: “Asıl amaca toplanan kaynağın temiz ellerde olması elzemdir.” cümlesinden “Nevada-Semey” Sivil Hareketi temelinde (başkanı Oljas Süleymenov) kurulan “Nevada-Semey” Anonim Şirketi Örgütü’nün poligondan zarar görenlere yardım amaçlı olduğunu öne sürerek çeşitli hile ve yöntemlerle on beş milyar dolar toplayıp Örgüt’ün sözde uyum ve dayanışma içinde hareket eden başkan ve destekçileri Maşkeviç, Şodiyev, İbragimov (günümüzün milyarderleri), Berenbay (İsrail’e kaçmıştır) gibilerin Semeylilere bir kuruş bile nasip ettirmeyip aralarında paylaşacaklarını daha o zaman tahmin ettiğini anlamak mümkündür. Maliye Bakanlığımızın Denetleme ve Kontrol Başkanlığı, 1993 yılında “Nevada-Semey” Anonim Şirketi Örgütü’nü denetleme sonucunda meydana gelen yolsuzluğu ortaya çıkararak onlarca sayfalık tutanak hazırladığı, ancak dosyanın daha sonra kapatıldığı bilinir.
İkinci Yazısı:ATOM KÜLÜNE GÖMÜLÜ KALMAYALIMTa eski dönemlerde “Zaman”, çok söylenen laflardan biri olmuş ve çözülmesi zor konular hakkında insanlar “Zaman gösterir” diye yaşama devam etmiştir. Sıkıntı ve dertlerle karşı karşıya kalan insanları da: “Zaman bütün yaraları iyileştirir” diye teselli etmişler. Böylece millet hayatta ortaya çıkan zor sorunlara cevap arama zahmetine kapılmamış, kendi kendilerini oyalayıp Süleyman’ın kemerinde yazıldığı söylenen “Bu da geçer” sözlerini benimsemiştir. Bu sözlerin Hun İmparatoru Atilla’nın da, Batu Han’ın da kemerlerinde yazıldığı ileri sürülür. Anlaşılan Atilla ile Batu Han da, Süleyman gibi yaşamın gözü açıp kapayıncaya kadar geçen bir an kadar olduğunu, gençliği yitirmenin kıyamet olduğunu dikkate almışlardır. O zamanlar savaşçı ile padişahın da, çiftçi ile Spartaküs gibi kulun da hedeflediği amaca ulaşmak için cesarete ve güce, akıl ve fikre ihtiyacı vardı (şimdi de öyle ya). Ancak onların mühimmattan ve atom bombasından haberleri yoktu, düşmanlarıyla teke tek dövüşüp adil savaş ortamında zafere ulaşırlardı. O zamanlar, insan kendi kaderini kendi belirleyebilmişe, kendi işlerini kendine göre düzenlemişe ve gelecek nesillerinin yaşamına yön vermişe benzemektedir. Ancak: “Zaman gösterir” ve “Zaman bütün yaraları iyileştirir” sözlerinin derinliğine bakacak olursak onların (aklına geleni yapan Saddam Hüseyin ve Hitler gibi zalimlerden başkalarının) kadere, yazgıya boyun eğdiğini fark etmek mümkündür.
Teknoloji ile donanmakla kalmayıp, halkın şuurunun da uyandığı, durmadan gelişmekte olan yirminci yüzyıl kadere, yazgıya ihtiyacı istememekte, dünkü felsefelere de kulak asmamaktadır.
Bugünkülerin zamanın kıymetini anlamasını sağlayan güç, sosyal değişiklikler ve devrimlerle, yeni devletlerin ortaya çıkışıdır. Biz, zamanın ne olduğu üzerinde düşündük, anladık, öğrendik. O, bizi yeryüzünde ordan oraya anında yetiştiren jet uçağıyla, beklenmedik anda, beklenmedik yerde meydana geliveren; yüzlerce, binlerce, hatta milyonlarca insanın yaşamını değiştiren devrim dalgalarıyla değil, yeryüzünde toplanan sayısız silahın bizi atom tutsağına dönüştürmesiyle de üzerinde düşünmeye sevk eder. Biz, tehlikeli nükleer ve çevre olaylarının içimizi donduran soğuk nefesiyle karşı karşıya kaldık. Büyük tehlike çok yakındır. Bundan sonra birkaç kişi veya bir halkın kaderi üzerinde değil, atalarımızdan miras kalan toprağımızın ve kültürel mirasımızın kaderi üzerinde konuşmalıyız. Konuşma konusu, beşiğimiz olan toprağımız, gelecek yaşamımızdır. Barışı korumaya katkı sağlama gibi önemli görevi üstelenerek gelen sizler, bu salonda oturan beyler, siz bu konuyu benim kadar biliyorsunuz. Aranızda dünkü kanlı savaş meydanında bulunanlarınız da az değildir muhtemelen. Bizlerin can ve ten acımıza; topraklarımızın bedenine iki siyah damga olarak vurulan Hiroşima ve Nagazaki de eklendi.
ABD’nin hemen ardından 1949 yılında patlayan atom bombasını biz, Sovyetler Birliği yaptık. O bombanın patlaması benim topraklarımda meydana geldi.
Yeni silaha sahip olur olmaz “Dünya çapında devrim yapma” niyetimize “Mekân ile zamanı kendimize tabi etme” isteğimizi ekledik.
Olumsuz düşüncelerden olumuz işler ortaya çıkar. ABD, bombasını dünyayı avucunda tutmak için yaptı. SSCB, bombasını ondan geri kalmamak, ona karşı durabilmek için yaptı. Güçlü iki devletin etkisi ile dünya tam olarak ikiye ayrıldı. Daha çok silahlanma talep eden nükleer rekabet, başladı. Bahis konusu iki devletten başka ülkeler de nükleer silaha el uzatıp sahiplenmeye başladı. Gizli depolar, denizaltılar, bombardıman uçaklarının içleri nükleer silahlarla doludur. Toprağımız patlamaya hazır fıçıya dönüştü. Soğuk savaşı destekleyenler insanların sinirlerini yıpratıyor. Bunların hepsine dayanmak, karşı durmak mümkün değildir. Şiddetli bombaları yapmaya iştirak eden Joliot – Curie ile Andrey Saharov gibi bilim adamları, bunların toplu imha silahına dönüşmesine karşı olduklarını tüm dünyaya belirtmiş, diğer insanlarla birlikte denemelerin tamamını durdurmayı talep etmeşlerdir.
Biz 60’lı, 70’li, özellikle de 80’li yıllarda ABD’de, Avrupa ülkelerinde, Japonya ve Hindistan’da nükleer silaha karşı eylemlerin çok yaygın olduğunu biliriz. Sivil toplumun söz konusu güçlü eylemlerine seksenli yılların sonlarına doğru Kazakistan halkı da dâhil oldu.
Grimen-Komon üssünü kuşatan İngiliz kadınların güçlü eylemi akıllarımızdadır. Barış için mücadele eden sıradan insanların nükleer silah taşıyan büyük askerî gemilerin yolunu kesmek için basit kayıklara binerek gemilere karşı çıktıkları akıllarımızdadır.
Nükleer denemeler halkın karşı çıkmaları neticesinde bir süre durdurulduktan sonra tekrar yapılmaya başladı. ABD’de, Hiroşima ile Nagazaki’de patlatılanlar hariç bin seksenden fazla patlama yaşandı. Sovyetler Birliği’nde 715, Fransa’da 180, İngiltere’de kırktan fazla, Çin’de otuzdan fazla patlama yapıldı.
Sovyetler Birliği’nde yapılan yediyüz on beş patlamanın 467’si Kazakistan’ın Degelen denen yerinde gerçekleştirilmiştir. Bunların 124’ü yerin üstünde, 343’i yerin altında olmuştur.
Benim, bir Kazak olarak, Kazak milletinin evladı olarak size şunları söylemem gerekir. Bu patlamaların hepsi bizim ülkemizin kutsal bölgesinde, günümüzde güzel sanatlarımız ile edebiyatımıza konu olan Kozı ile Bayan’ın aşkı anlatılan eski destanın meydana geldiği yerde yapıldı. O bölge, bizim halkımız ve kültürümüz için en kutsal ve değerli yerdir. Rus yazar Lev Tolstoy’un Yasnaya Polyanası ve İskoç şair Robert Burns’in, İngiliz şairi Byron’un göbeğinin kesildiği topraklar gibidir. Byron’un şiirleri geçen yüzyılın sonunda tüm Asya genelinde ilk defa o bölgede, 467 patlamanın yapıldığı yerde Kazakça okunmuştur. Byronile Puşkin’in şiirlerini Kazakçaya Kazak ulusu uygarlığının büyük şahsiyeti, yüce şairi Abay çevirmiştir. Abay, daha sonra 467 kez sallanan o bölgede doğup büyümüş, o bölgede yaşama veda etmiştir. Ünlü yazarımız, romanları, uzun hikâyeleri ve öyküleri ile İngiliz okuyucular tarafından iyi tanınan Muhtar Avezov da o bölgeden çıkmıştır. Dünyaca tanınan jeoloji uzmanı Kanış Satbayev, Semey Şehri’nde okumuş, eğitim almıştır. Yüce Rus yazarı Fyodor Dostoyevksiy ile Kazakların bilgesi, seyyah ÇokanValihanov’un mükemmel dostluğu orada başlamıştır.
Yaşamda, hiç olumsuzluk olmaz mı? Tolstoy hayranı ünlü şairimiz Şakarim, Cengiz Dağcı’nın Degelen, Abıralı tarafında İçişleri Halk Komiserliği haydutu elinden hayatını kaybetti. Kurşuna dizildi. Şakarim’in tek suçu mektuplaştığı Hocası Lev Tolstoy gibi zulmün yer almadığı yaşamı hayal etmesi, fiziksel gücün çektirdiği cefaya karşı çıkması, halkı adalete, barışa, birlik ve beraberliğe davet etmesiydi. O, Ekim Devrimi’nin tatlı sloganlarına inandı, destekledi, ancak Kazak köyleri acımasızca kolektifleştirilmeye başlandığında tüyleri ürpererek adaletten umudunu kesti ve dağa giderek tek başına yaşamaya çalıştı. Ne yazık ki her yeri didik didik arayan İçişleri Halk Komiserliği onu buldu.
Değerli dostlar, milletimin tarihinde yaşanan bu olayları sizin dikkatinize getirmemin nedeni, bizim bugün Facia denen şeyi kınamak için bir araya gelmiş olmamızdandır. Evet, Faciyayı. Facia ise çok çeşitlidir. Atom bombası ister bizim Degelen’de veya Abıralı’da ister okyanus adalarında ister Çin çöllerinde veya Moruroa’da patlasın benim eziyeti çok çeken milletimin kalbini sızlatır. Çünkü patlamanın civardaki tüm canlı için tehlikeli olduğunu iyi bilir. Çünkü bunları bizzat yaşamıştır. 467 patlamanın her biri bizim topraklarımız ile suyumuzu zehirledi, insanları felakete uğrattı, hatta anne karnındaki bebekleri sakat bıraktı. 467 patlamanın her biri benim milletimin kültür beşiğinde, Aziz bölgesinde onun oluru alınmadan gerçekleştirilmiş, böylece şerefi ayaklar altına alınmıştır.
Bu kadar öfkeyle haykırarak çektiğimiz eziyeti açıkça anlatırken aklıma şu sorular gelmektedir:
Bu türden felaket ve dehşet Rusya’da, Lev Tolstoy’un memleketinde, onun Yasnaya Polyanası’nda yaşanabilir mi? Peki Shakespeare veya Dickens’in, Burns veya Byron’un doğup büyüdükleri yerlerde? Bu soruya kendim cevap vereyim: Hayır. Mümkün değil. Kazak uygarlığının beşiği olan yerde patlama gerçekleştirmek yirminci yüzyılda üç kez büyük sıkıntı yaşayan, 1904 – 1905 yılları, 20’li yıllarda sıkıntılara ve 30’lu yıllarda kasten yapılan açlığa maruz kalan halkı bir kez daha sarsmaktır…
Beyler, beni doğru anlayın. Ben nükleer silahın falanca yerde denenebilir, filanca yerde denenemez demiyorum. O silahların nerede olursa olsun denenmesi insani davranışlardan olmayıp insanlığa karşı yapılan bir eylemdir. Söz gelimi şunu da belirtmek isterim ki az önce adlarını andığım yazar Avezov ile bilim adamı Satbayev, 50’li yıllarda radyasyon ile zehirlenmiş o bölgelerde birkaç kez bulundu. Hemşehrilerine hâl ve hatır sorup sohbetleriyle teselli etmeye çalıştılar. Tabii ki bunlarla sınırlı kalmayıp totaliter sisteme itiraz ettiler. Onlar bu yüzden yanlış bir şekilde “milliyetçi”olarak suçlanıp takibe alındılar, sonunda kanser hastalığından hayata gözlerini kapadılar.
12 Ağustos 1953 tarihinde Abıralı,Degelen’de hidrojen bombasının yeryüzünde denemesi yapıldı. Andrey Saharov, kendisinin“Anılarında” bu denemenin nasıl yapıldığını, ne kadar büyük güç olduğunu yazdı. Ancak sonrasında neler olacağını söylemedi, çünkü patlamanın sonucunun neler doğuracağını tam tahmin edememişti.
Beyler, ben bir tek denemeden söz ediyorum. Söylediğim gibi benim topraklarımda bunun gibi 467 patlama gerçekleştirildi. Beyler, Sovyet yönetimi o hidrojen bombayı Kaynar Köyü’nün yanı başında denemeden önce askerî yöneticiler oranın sakinlerini başka bir yere taşıma kararı almış ve sadece gencecik 42 delikanlıyı bırakmış. Üzerlerinde deneme yapılacak hayvanlar gibi. Onlardan 37’si artık hayatta değildir. Geriye kalan beşi ise çok ağır hastadır. Ayrıca Kaynar Köyü’nün 17 sakini kan hastalıklarından vefat etmiştir; radyasyona maruz kalan 14 kişi intihar etmiştir, 170 kişi de kanser hastalıklarından yaşamlarını yitirmiştir. O küçücük Kaynar Köyü’nde 28 çocuğun zekâ düzeyi gelişmemiş veya fiziksel olarak sakat doğmuştur. Bir tek patlamanın zararını çeken köyün dertli ve acıklı durumu işte böyledir. Bizde yüz binlerce insan radyasyona maruz kalmıştır; böylece milletin soyuna zarar verilmiştir. Önümüzde bizi daha ne gibi felaketin beklediğini bilmeyiz. Kazakistan’ı tuzağına düşüren nükleer denemelerin, Aral Denizi sorununun, çevrenin gördüğü zararın sonucunun ne olacağını kim bilebilir…
Kaynar Köyü’nü pençeleyen faciadan yaşamlarını yitirenlerle ayakta ölü gibi yaşayan insanların listesini CND8 başkanlarına ileteceğim. Burada biz net bilgilere dayanarak konuşmalıyız. Barış ortamında nükleer deneme kurbanları olan insanlar hakkında kitap çıkarmamız gerekir…
Hâli hazırda atom bombaları gizli bir şekilde denenmekte. İngiliz bombasının ABD’de deneneceğini, Fransa’nın gerçekleştirmeyi öngördüğü patlamaları ancak burada duyduk, öğrendik. Ancak bu bilgilerin bir yararı bulunmamakta, çünkü karşı duracak güce sahip değiliz.
Hiroşima ile Nagazaki’ye yapılan zulüm 1945 yılının Ağustos ayı ile sınırlanırken Kazak topraklarına, Kazak milletine 1949 yılının Ağustos ayında yapılmaya başlayan zulüm bugüne kadar devam etmektedir.
1988 yılının Ağustos ayında Kazakistan’da orta ve yakın mesafe roketlerini imha etme süreci başlatıldı. Sürece pek çok ülkeden temsilci davet ettik. Roketler imha edilmeye başlandığında göklerde aradığımız yerlerde bulunmuş gibi sevindik. Fakat sevincimiz uzun sürmedi. İmha edilen roketlerin yerine ABD roketleriyle kıyasla çok daha geliştirilmiş, yeni roketlerin getirildiğini duyduk.
Özetle, biz uçurumda duruyoruz. Soğuk savaş gerilerde kaldı. Batı ile Doğuyu birbirinden ayıran Berlin Duvarı yıkıldı. Ancak barışın nükleer silahla korunamayacağından (buna Çernobil olayı örnektir) bin defa emin de olsak, nükleer silahların denenmesi hiçbir zaman destek bulmasa da patlamaların hâlâ gerçekleştiriliyor olması akla yatmamaktadır.
Tabii, gerçek durumlara uygun olarak söyleyecek olursak, SSCB birkaç defa örnek davranış sergileyerek diğer devletleri toplu bir şekilde silahsızlanmaya, nükleer denemeleri durdurmaya davet etti. Söyledikleri ile de sınırlı kalmadı. 1985 yılında tek taraflı durdurma ilan ederek poligonlarını bir buçuk yıllığına kapattı. Geçen ilkbahardan bu seneki 24 Ekim’e kadar ne Degelen Poligonu’nda, ne de Novaya Zemlya Poligonu’nda atom bombası patlamaları duyuldu. Kazakistan Parlamentosu, SSCB Hükümeti’nden Degelen Poligonu’nu kapatma talebinde bulundu. Bu, egemen cumhuriyetin talebi idi, uluslar arası hukuka göre ise bu tür ülkenin topraklarına o ülkenin izni olmadan herhangi bir deneme yapılamaz. SSCB Yüksek Kuruluda tüm devletlerin Parlamentoları ile Hükümetlerine nükleer denemelere tamamen son verme önerisinde bulundu. Bulutlar dağılıp güneş gülmeye başlamış gibi oldu. Fakat öyle değilmiş. SSCB, kendi sergilediği örnek davranıştan vazgeçip 24 Ekim 1990 tarihinde, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün inisiyatifi ile her yıl düzenlenen Silahsızlanma Haftalığı başladığı gün Novaya Zemlya’da nükleer patlama gerçekleştirdi. Greenpeace gönüllüleri gençlerin patlamayı durdurma girişimleri sonuç vermedi, onlar bizim deniz askerlerimiz tarafından göz altına alındılar. Ben sizlerle, Avamlar Kamarası üyeleriyle görüştüğüm gibi o gençlerle de görüşüp Novaya Zemlya’daki patlama hakkında fikir alışverişinde bulundum.
Patlama neden gerçekleştirildi? Amaç dünya toplumuna gözdağı vermek midir, yoksa silahsızlanma fikrini inkâr etmek mi? Novaya Zemlya’da patlama yaşandığı gün Pravda (Hakikat) Gazetesi’nde “Ülkemiz Nükleer Poligonları Sessiz Kalmaya Devam Etmeli Mi?” başlıklı yazı yayımlandı. Bu, Gorbaçov’un “yeni biçimde düşünme” prensiplerine zıt bir şekilde deniz askerlerini aklamak ve eski “düşman suretini” canlandırmak demekti. Makale yazarı, denemelerin yeni “biçimi”nin, etki miktarının, artırılarak ABD’de yeni nükleer silahlarının yapıldığını belirttip bu nedenle “güvenliğin sağlanması” açısından SSCB’de nükleer denemelere devam etmenin doğru olacağını ifade etmiş. Bu nedir? Yeniden inatla karşı çıkmak, üste çıkmaya çalışmak değil mi. “Güvende ve endişesiz” olmak için… son derece tehlikeli silahı üst üste yenileyerek üretmek gerekirmiş.
Böylece, biz bu pozisyonu benimsemeye devam edecek olursak büyük facia girdabına yakalanacağız ve büyüklüğünün ne kadar olduğu belli olmayan bu girdap bizi batıracak, yutarak yok edecektir.
Şuurlar tamamen uyanarak: “Durun.” diye haykırmaya başlamakta. Ecel püskürten ejderha silahları üretme yarışmasını derhâl durdurmaya davet etmekte. Poligonları kapatma, her türlü toplu imha silahını tamamen yok etmek istemekte. Bugün, Anma Günüdür. Coventry’de yapılan savaş sırasında yıkılan ibadethane önünde sabah erkenden toplanan kalabalığa hitap eden Canterbury Baş Piskoposu bu istek ve taleplerden söz etti. Barış taraftarları pek çok insanla Londra’nın Westminster Abbey Kilisesi’nde, Trafalgar Meydanı’ndaki Nelson Sütunu önünde gerçekleşen görüşmelerimizde de bunlar konuşuldu.
Yüzyılımızın sonuna kadar sadece Akıl ve Şuur yolunda gitmek için bir araya gelme çabasını gösterelim. Totaliter ideolojiyi bir kenara atıp Berlin Duvarını yıkan ve Batı ile Doğu’yu birleştiren zaman, dikkatlerimizi insani genel değerlere doğru çeviren, toprağımız için, gelecek kuşaklar için nükleer silahın yer almadığı barış ortamını sağlama imkânı sunan zaman bizden bunu talep etmektedir. Kazak Parlamentosu üyesi olarak sadece kendi adıma değil, atom bombası patlamalarından sonsuz zarar gören Kazak halkı adına barışçıl yaşam için gücümüzü bir araya getirmeye davet ediyorum. Çernobil radyasonu yakıp kavuran Beyaz Ruslar ile Ukraynalıların, Novaya Zemlya’yı mesken tutan Kuzey halkının da isteklerinin bunlardan ibaret olduğunu söyleyebilirim.
Akıllı olmak, ayak diremek değil, zamanın kıymetini, değerini bilmektir. zamanı geçirecek olursak büyük imparatorluk itibarımızı da yitirip atom külüne gömüleceğiz.
Birleşmiş Milletler Örgütü önümüzdeki 1991 yılının Ocak ayında nükleer silah konusunu ele alacak. Toplantıdan önce bizler nükleer silaha sahip ülkelerin yöneticilerinin Akıl ve Şuur sesini dinlemelerini sağlamalıyız.
Londra, 1990.Bu sözler, onuru ve şerefi, hakikati bayrak olarak taşıyan güçlü şahsiyet, kalem ustası, cesur mücadeleci Anvar Alimjanov’un iç sesinin haykırışıdır…
Aneken, bundan 20 yıl önce, 9 Kasım 1993 tarihinde baki dünyaya göç etti.
Çok değerli ANEKE…
HAKİM AĞABEY
Gazete yazarı, siyasetçi M. İ. Yesenaliyev’den söz edildiği anlarda iki kişiden biri “Kimsesiz çocuklar yurdunda büyümüştür. Öyle adı ve soyadı Rusça kaydedilenler az mı ki” der ve tanıdığı “Rusça-lanmış” insanları örnek göstermeye başlar. “Mihail İvanoviç İsinaliyev” dendiğinde onu iyi tanımayanlar öyle demesin de ne desin? Görüşen, konuşan insanlar ise onun Yesenaliyev Hakim Tilegenulı olduğunu bilir.
İlk başlarda hem kendisi hem arkadaşları “Kakim” dermiş. Yazar Azilhan Nurşayıkov anılarında, (“Hakim Mihail İvanoviç. Make”adlı kitapta) Muhtar Avezov’un bir iş ziyaretinde bulunduğu sırada, evinde misafir olduğunu, Muhan’ın onuruna verilen yemeğe bölge yönetiminden aralarında Mihail Yesenaliyev’in de bulunduğu üç genç adamı davet ettiğini anlatır. Muhan’ın bir ara Yesenaliyev’e gülümseyerek: “Şu genç adamın adını kiminiz “Mihail İvanoviç”, kiminiz “Kakim” diye iki şekilde söylüyorsunuz. Peki benim bu iki isimden hangisini söylemem gerekir?” dediğini, konuyu anladıktan sonra ise: “Kazakça söylemek istiyorsanız “Kakim”değil, “Hakim” demeniz daha uygun olacaktır. Lokman Hakim’i bilirsiniz. Aristo, Eflatun, Sokrates gibi bilgeleri de. Abay yirmi yedinci nasihat sözlerinde bilge Sokrates’in sözlerine yer vermiştir… “Kakim” diyecek olursanız adın bir anlamı olmaz, basit, sıradan, önemsiz kelimelerden birine benzer. “Hakim”, kurşun gibi ağırlığı olan bir sözdür. Ayrıca bilge anlamı ve özelliği taşır, herkesçe bilinir ve belli bir öneme sahiptir” gibi tavsiyelerde bulunduğunu anlatır. Ondan sonra Pavlodar Bölgesi’ne Mihail İvanoviç’e Avezov’un “Hakim” diye Kazakça ad koyduğunu yayar.
İşe o Hakim’in yaşamına bir göz gezdirelim. Oral bölgesinde dünyaya gelen Tilegen, yedi yaşında öksüz kalıp kader oraya buraya savurunca çaresizce kendisini Rusya’nın Saratov Bölgesi’ndeki Piter Köyü’nde bulur. Orada hizmetçi olarak kalır. Genç erkek yaşlarına geldiğinde kolhoz başkanının at arabacısı olur. Kazak değil mi, at hayvanına bakmada becerikli, istekli ve meyilli olduğu gözlerden kaçmaz. Bir gün köye komşu topraklardan genç bir kız geliverir. Beklenmedik anda kaderin bir araya getirmesi ile tanışırlar ve sonunda iki yarım, bir tamı oluşturur. Tilegenile Ümitay.
Hakim bir gün yaşamından bahsederken: “Allah benim siyah gözlü olmamı istemiş olmalı. Yoksa ta uzaklardaki Piter’de yaşayan tek Kazak olan müstakbel babamı kendisi gibi öksüz Kazak kızı olan müstakbel annemle buluşturur mu hiç?” diye şaka yapmıştı (Hakim’in “z” harfini “s” diye mi veya “z”harfini “s” diye mi, yada ikisini birleştirerek“sz” diye mi, kendince farklı bir şekilde, yumuşatarak söyleme gibi ilginç bir üslubu vardı).
Çiçeği burnunda aile çocuk sahibi olur (15 Eylül 1928 tarihinde). Erkek çocuğu. Babası adını “Hakim” koyar. Kutlama bittikten sonra Tilegen Bey bebeğine doğum belgesi almaya gider. Oradaki tanıdık Rus kadın: “Vanya abi, bu çocuğun adını “Mihail” koyalım. “Mihail İvanoviç” olsun. Yoldaş Mihail İvanoviç Kalinin’i biliyorsunuzdur, onu tüm dünya bilir. Sizin oğlunuz da Sovyetler Birliği’nin o yöneticisi gibi tanınmış biri olsun.” demiş (Ruslar, Kazak adlarını kendilerine göre değiştirerek söylemede çok ustadır. Örneğin, Balgabay’ı Borya, Tanabek’i Tolya diyiverirler. Ancak Tilegen’e Vanya (İvan) demiş olmaları ilginçtir. Köydekilerin yaşça büyük olanları “İvan”, akranları “Vanya” derken küçükler “Vanya ağabey” dermiş). Bedenini sevinç dalgası saran Tilegen Bey, oğlunun meşhur Kalinin Yoldaşın adını taşımasını uygun bulup “İyi, hadi öyle yaz.” demiş olmalı. Böylece Hakim,“Mihail İvanoviç İsinaliyev” oluvermiştir (bir kere Hakim’e: “Adınızı ve soyadınızı Kazakça olarak kaydettirsenize.”demiştim. “Düzeltilmesi gereken belge çok fazla, sonra, emekli olunca bakarım, şu anda zamanım yok” karşılığını vermişti).
Tilegen Bey ile Ümitay Hanım, Hakim Bey’le birlikte Piter’de, Pavlodar’da, Almatı’da yaşadılar ve ilerleyen yaşlarda vefat ettiler. Hakim’in Galina ve Roza isimli iki kız kardeşi Almatı’da oturur. Oğlu Timur, Rusya’da diplomat idi, babasının vefatından bir yıl sonra hastalıktan rahmetli oldu.
Maya İvanovna, kısa boylu, yuvarlak ve güler yüzlü bir insandır. Hakim Bey ikisi meşhur bakir topraklar projesi yıllarında Pavlodar’da tanışmışlar. Hakim Bey Bölge Komsomolu Başkanı, Maya Hanım (Maya İvanovna’ya ben bazen “Make”, bazen “yenge” derim) ise Leningrad’dan Komsomol Örgütü tarafından sevk edilen toprakları işletir. Kazakçayı iyi konuşamaz, ancak konuşulanları anlar. Uyruğu Rus olmasına rağmen ruhu Kazaktır. Buna delil olarak bir tek şunu anlatsam yeterli olur. Hakim ağabey baki dünyaya göç ettikten sonra her iki haftada bir Cuma günleri yedi pişi hazırlayıp eski dost ve eşlerini davet ederek Kur’an bağışlamaya devam etti. Ellerini açıp yüzüne götürdüğünde gözlerinden yaş döküldüğüne şahit olmuşumdur kaç defa. Değerli eşinin vefatının birinci yılı münasebetiyle yemek verip Kuran bağışladıktan üç ay sonra telefon ederek: “Gabeke, gelin al, eve gel, saat iki” dedi. Gittik. Çok yakın dört aileyi davet etmiş. Benden başka Komsomol döneminden beri görüştüğü dostları. Hakim Bey’i anıp yaşadıkları ilginç ve önemli olaylardan söz ettiler. Bir ara Maya İvanovna yerinden yavaşça kalkıp hepimize birer bakış attıktan sonra gözleri yaşararak: “Değerli dostlar.” diye titrek sesle konuşmaya başladı. Hayatından memnun olduğunu, bir tek üzüntüsünün Mişasını yitirmiş olması olduğunu söyleyip dostlarına sonsuz teşekkürlerini iletti ve sonunda: “Sülalemizin memleketi Leningrad’dır, kardeşlerimle akrabalarımın hepsinin orada yaşadığını biliyorsunuz, onlar benim taşınmamı istiyorlar. Ben de onları dinlemem gerektiğini düşünüyorum. Bir de size söylemek istedim. İzin verirseniz taşınayım, vermezseniz burada yaşamaya devam edeyim” dedi. Bir dakika kadar devam eden sessizlikten sonra aramızdaki büyüğümüz, Hakim ağabeyin en samimi dostu Sagındık Kenjebayev: “Maya, mutfak tarafına bir göz atsan” dedi alçak bir sesle. Maya İvanovna odayı terk ettikten sonra Sagındık Bey hepimize ne düşündüğümüzü sordu. Fikir alışverişinde bulunduk. Hakim Bey ile Maya Hanım’ın tek oğulları olan Timur, Moskova’daki Diplomasi Akademisi’nden mezun olup ülkeye geldiğinde göreve alınmamıştı. Hakim ağabeyimiz: “Buradaki kahpe yönetim, benden alamadıklarını oğlumdan almak için Almatı’ya yaklaştırmadı. Ne utanç verici bir davranış? Neyse, kendileri bilir. Timur, Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı’nda işe başlayacak” demişti. Böylece Maya İvanovna’ya izin vermenin uygun olacağı kararına vardık. Bir ay sonra da memleketine yolcu ettik…