bannerbanner
Gönlün Göklerinde
Gönlün Göklerinde

Полная версия

Gönlün Göklerinde

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 9
* * *

Bavken fani dünyaya veda ettiğinde Kalavbek’in talimatı üzerine Bakanlar Kurulu İdari İşler Müdürlüğü deposuna gidip tabuta saracak kırmızı renkli pelüş ve üzerini kapatacak siyah kadife aldım. Kumaşları Taşkent Sokağı üzerindeki atölyeye götürüp tabut için kılıf ve örtü yaptırdım ve arabayla Bavken’in evine ulaştırdım. Canımın çok sıkıldığı, çok duygulandığım ve gözlerimin yaşardığı o anları hâlâ hatırlıyorum.

Daha sonraları Bavken’in yaşadığı evin dış duvarına anı olarak asmak üzere pano hazırlanmakta olduğunu duyarak atölyeye gittiğimde oldukça üzüldüğümü de hiç unutmam. Bavken’in mermer panoda yer alacak portresi hiç hoşuma gitmemişti. Değerli ağabeyimizin oğlu, kardeşim Bakıtjan’la birlikte gitmiştik:

“Bakıtjancığım, şu sönük resmi nereden buldunuz da verdiniz? Halkımızın tanıdığı Bavırjan’ın kahraman görünüşü yok ki bu resimde. Kendisinin özellikle belirterek söylediği “Muhafız Alay Albayı Bavırjan Momışulı”nın resmi nerede?” dedim.

“Genç annemizin kendisi bunu seçmiş de vermiş. Bize danışmadı, ne yapalım” dedi.

Kahraman Bavke. Halkın sana: “Kahramanım.” dedi. Halkın verdiği değer, en yüksek ve kutsal bir değerdir. Halkın sana sonsuz saygı duydu, sen de halkına naz yaptın.Sergilediğin, kendi gözlerimle gördüğüm, hatta duyduğum o “eğri büğrü” davranışlarının hepsi halkına geçirebileceğinden emin olduğun o nazın yansımalarıdır. Yakışıksız bir şey yoktu. Olduğu söylenirse de gerçek değil, asılsız, boş laflardır.

Evet, bazıları Bavken hakkında iyi konuşmazlar. “Laubaliydi, kabaydı, asabiydi.” derler onunla ilgili. O türden davranışlarını zamanında gözleriyle görmüş, kulaklarıyla duymuş olsalar neyse de merhumun arkasından, onca yıl geçtikten sonra bu şekilde konuşmak Müslümanlığa yakışmayan bir davranış değil mi? O türden huyuna şahit olsalar bile onun o sırada neden kızdığını, orada tam olarak kimin suçlu olduğunu, elini vicdanına koyup söylemek gerekmez mi? Hayır, öyle yapmazlar. Saadece bilgiçlik taslarlar.

Bavken’le dört defa sohbet ettim. “Başı acı, sonu tatlı” o olaydan sonra (fakat onları yazmak istemiyorum; kimsenin “uydurmuş” gibi laflar etmesini istemem) Kahraman ağabeyimizin yapısını çözdüğümü düşünüyorum. Bavken, insanlıktan, iyilikten, adaletten yana bir insandı. Uygunsuz davranışlara, yalana, iki yüzlülüğe gelemezdi.

“Vatan için ateşe gir yanmazsın.” sözlerini Bavken, diğer insanlar gibi uzaktan söylemedi, kendisi defalarca o ateşe giren ve yanmadan çıkan gerçek savaşçı ve kahraman olmuştur. O, savaş yıllarında, yaşam ile ölüm savaşı sıralarında yüksek askerî rütbeye sahip bazı kimselerin sahtekâr, adaletsiz, iki yüzlü davranışlarına, makam düşkünü olmalarına şahit olmuş, onlara seyirci kalmayıp açıkça karşı çıkmış biridir. Makam düşkünü, rütbe sahibi askerler bu yüzden Bavken’e kin tutarak onun büyük kahramanlıklarını, komutana has sivri zekâsını görmezlikten gelir, önemsemek istemez. Sovyetler Birliği Kahramanı unvanı için birkaç defa önerilmesine rağmen verilmesine engel olmuşlardır. Bavken hakkında iki edebî kitap yazan Azilhan Nurşayıkov, askerî ve bilimsel pek çok yazı kaleme alan Albay Kim Serikbayev (bazı gerici ve kıskanç kimseler yüzünden yirmi kadar sene Albay rütbesi taşıyıp emekli olan gerçek toplum adamı ve aydın.) ve diğer şahısların verdikleri bilgilerden öğrendiğim kadarıyla Sovyetler Birliği Mareşalleri İ. Konev, A. Greçko böyle yapmıştır. Bavken bunu öğrenmiş ve kızmıştır. Tabii ki unvana göz koyduğu için değil, vatan kaderinin belirsiz olduğu günlerde bile insanlığın ayaklar altına alınmasına kızmıştır.

Adaletsizlikle karşı karşıya kalmanın herkeste olumsuz etki yarattığı, sinirleri yıprattığı kesindir. Bana göre, şayet savaştan önceki Bavırjan, savaştan sonraki Bavırjan’dan biraz farklı ise (“farklı” değil, “biraz farklı”) bunu onun kusuru olarak görmek ve duyurmak doğru değildir. Muhakkak ki bunun nedeni zamanla ateş içinde kalan çevrenin olumsuz etkisindendir. Benim tanıdığım Bavken, kaba ve saygısız kimse olmamıştır. İnsanlığa, Kazak milletine has onur ve namusa zıt olan davranışa dayanamayan dikbaşlı yapısını korumuştur hep…

* * *

Yanılmıyorsam 1989 yılının sonbaharı idi. Günlerden birinde Ulusal Gaziler ve Emektarlar Konseyi, Yazarlar Birliği yönetimine telefon edip Bavırjan Momışulı, Rahımjan Koşkarbayev, Kasım Kaysenov’un yaşamı hakkında çok acil detaylı bilgi toplanmasını istemiş. Yönetimdekiler bu işi bana havale ettiler. Yazarlar Birliği’nin Edebî Eserleri Çevirme ve Edebî İletişim Kurulu Başkanı idim. Öğrendiğime göre adları geçen meşhur üç gaziye Sovyetler Birliği Kahramanı unvanını verme konusunda yukarıyla anlaşılmış, onun için ilgili belgelerin iletilmesi gerekiyormuş. Memnuniyetle işe koyuldum. Üç ağabeyimize layık unvanın neden verilmediğini merak eden, verilmesini talep eden makaleler, mektuplar son yıllarda epeyce birikmişti. Mutlaka hükümete de çok yazılmıştır. Ben, Ulusal Gaziler ve Emektarlar Konseyi’ne derhâl telefon edip Yazarlar Birliği üyeleri olan Momışulı ile Kaysenov’un belgelerini bir sonraki güne hazır edeceğimi, Koşkarbayev’le ilgili bilgilerin kurumumuzda bulunmadığını ilettim.

İş beni fazla yormadı, Momışulı ve Kaysenov’la ilgili belgelerini ayrı ayrı paketleyip valize koydum. Ertesi gün uzun boylu, esmer bir delikanlı geldi. Adı Yermek miydi Yerlanmıydı tam hatırlamıyorum. Belgeleri almaya geldiğini, Ulusal Emektarlar Konseyi Başkanı Şangerey Janibekov tarafından gönderildiğini söyledi. “İnşallah milletimizin isteği gerçekleşir” şeklindeki iyi dileklerimi ileterek onu geçirdim.

İkinci günün öğle saatlerinde deminki delikanlı valizlerle birlikte geri geldi.

“Evet, ne var ne yok?”diye sordum sevinçli bir haber duyacağım umuduyla.

“Gabbas Bey hiç sormayın, rezaletti.” dedi genç adam kendisine yakın duran sandalyeye bedenini bırakarak. Kısaca şunları anlattı: Üç ağabeyimizle ilgili tüm belgeler düzene sokularak toplantıya katılanların bilgisine sunulmak üzere masaya yerleştirilir. Ardından Başkan Şangerey Janıbekov toplantının gündemini katılımcıların dikkatlerine sunar. Ulusal Silahlı Kuvvetler Gaziler Konseyi Başkanı General Sagadat Nurmagambetov, gündemi duyar duymaz yerinden fırlayıp: “Ölmüş Bavırjan Momışulı ile Rahımjan Koşkarbayev bu unvanı ne yapacak?. Onlar kazanacaklarını kazandılar zamanında. Kasım Kaysenov ise kendi kendini yüceltenlerdendir, bu unvana layık değildir. Ben öneriyi desteklemiyorum. Hiçbir belgeye imza atmam.” diyerek kesin ve net görüşünü belirtir. Toplantıya katılan generaller, general olmayanlar, hiç kimse Nurmagambetov’u fikrinden vazgeçirememiş.

Atalarımız bu tür davranışa ne derdi acaba? Moskova’nın, Kremlin’in uygun bulduğu öneriye nasıl kendimiz engel olabiliriz? Savaş kahramanlarımız Bavırjan Momışulı’na, Rahımjan Koşkarbayev’e, Kasım Kaysenov’a Sovyetler Birliği Kahramanı unvanı verilirse Kazak halkı bundan şeref duymaz mı? Saga-dat Nurmagambetov bunu neden düşünmedi?

Atalarımız, bu türden davranışa çekememezlik der. Çekememezlik ise tedavisi zor hastalıklardan biridir.

AĞABEY EMANETİNİ YERİNE GETİREN KARDEŞ


1974 yılı. Nisan ayının ortaları. Almatı’dan Tiflis Şehri’ne uçuyoruz. Eski Gürcistan başkentinde SSCB Edebiyat Eleştirmenler Kongresi yapılacak. Muhtar Avezov Edebiyat ve Sanat Enstitüsü Müdürü Adi Şaripov’un başkanlık ettiği heyetimizde Hasen Adibayev, Sayın Muratbekov, Rımgali Nurgaliyev, Kabdeş Jumadilov, Fayzolla Orazayev, Sa-gat Aşimbayev (Leninci Genç Gazetesi Muhabiri) ve diğerleri var. Toplam ondan fazla kişi gidiyoruz. Ben, Kazak Edebiyatı Gazetesi’ni temsil ediyorum.

Uçaktaki yerlerimiz en önde imiş. Girer girmez sağ taraftaki ilk sıraya yerleşip bizi yoklar gibi gülümseyerek bakan Adeken:

“Gabbas buraya gel.”dedi bana yanındaki koltuğa işaret ederek.

“Benim yerim üçüncü sırada gibi.”

“Bir şey olmaz, şu sıraların bu tarafı bize ait, bilete özellikle böyle sipariş vermiştim, yan yana oturalım diye. Gel otur” diyen Adeken sözlerini hemen dinlemediğimden küçücük gözlerini dikti ve gülümsedi. Sonra konuşmasına devam etti: “Kongreye katılacakların listesini de kendim oluşturdum. Genelde değişik işlerle ayrı ayrı olursunuz, şimdi ise kardeş Özbeklere uğrayıp ardından Soso’nun, Stalin’in memleketine varana kadar altı buçuk saatlik bir zaman var. Tiflis’te ise bir hafta kalacağız. Dönüşte yine altı buçuk saat sizin olacak, rahat rahat sohbet edersiniz artık, öyle değil mi?”

“Aynen öyle Ad ağabey, harika oldu, düşündüğünüz için çok teşekkür ederiz.” dedim büyük bir memnuniyet ve samimiyetle.

“Ben ağabeylerimizin pek çoğu ile böyle uzun yolculuklar yaptım. Kazak usulü sohbetin bayrağı Saben’e aitti… Sabit Mukanov… Muhan, Muhtar Avezov… Hem kendi milletimizin hem diğer milletlerin eski yeni edebiyatının canlı hazinesi, tam anlamıyla ansiklopedisi idi… Merhum Muhan… Aklıma geldikçe hastanede en son gördüğüm şekliyle canlanır gözlerimin önünde…” dedi. Adeken, kilolu bedenini yavaşça hareket ettirip ayaklarını uzatarak otururdu. Diğer tarafında pilotlar olan gri duvara bakıp bir süre sessiz kaldı. Sözlerinden ve sesinden özlem duygusu hissettim.

Adeken’i, 1966 yılının sanıyorum Mayıs ayında Yazarlar Birliği’ne başkanlık etmeye başladığından beri tanıyorum. Güler yüzlü, samimi ve konuşkan olduğu, iyi kalpli ve iyi insani özelliklere sahip insan olduğu herkesçe bilinir. Birliğimize daha önceleri başkanlık edenlerle kıyasla kalem ustalarına en çok iyilik yapan da Adeken’dir. Onların daireye de, arabaya da, madalya ve nişana da sahip olmalarını sağlamıştır. Çitadan daha hızlı olan aklım çabucacık bunları düşündü. Yine de yaptığı bir iş konusunda pek bilgi sahibi değildim. Hem onu öğrenmek hem daldığı düşünce derinliğinden çıkarmak amacıyla:

“Ad ağabey, Muhan’ın “Kıylı Zaman (Karışık Devir)” romanını tekrar yayımlatıp Rusçaya çevirtmişsiniz, yani… “Karışık Devir”i uzun yıllar boyunca reddetmek kimin, hangi işine yaradı?” diye sordum. Adeken ani bir bakış attıktan sonra güldü ve bana doğru yaslanarak:

“Bizim siyasetin midesine iyi gelmedi” diye imayla cevap verdi. Anladım.

“Ne kadar ilginç” dedim konuya devam etme isteğimi belirterek. Adeken, düz oturup anlatmaya başladı:

“Roman’ı Juldız Dergisi’nden okumuşsundur, ön sözünü ben yazmıştım. Kitap olarak önümüzdeki yıl Jazuvşı Yayınevi’nden çıkacak. Rusça nüshası 1972 yılında önce Moskova’da çıkan Novıy Mir Dergisi’nde yayımlandı, ön sözünü Cengiz Aytmatov’dan istedik. Geçen sene ise Hudojestvennaya Literatura Yayınevi’nden “Lihaya Godina” adıyla kitap olarak basıldı. Demin söylemiştim ya hastanede kaldığımı. 1961 yılının böyle ilkbahar mevsimi idi. Bakanlar Kurulu hastanesi. Muhanda yatıyormuş, ancak ben yattıktan dört beş gün sonra taburcu olmuştu. Hâl hatır sormaya geldiğinde: “Ben Almatı Sağlık Evi’ne tedavi için gidiyorum. Belki orada görüşürüz. Acil şifalar diliyorum.” demişti. Aradan yaklaşık üç dört gün geçtikten sonra, saat on bir civarında beklenmedik bir anda odama geliverdi. Selam vermek için kalkmaya çalışıyordum ki:

“Ya Adi kalkma, senin ayağa kalkman henüz yasak”dedi.

“Muha siz nasılsınız, sağlık evinde misiniz?” diye sordum. Muhan, sandalyeyi yatağıma iyice yaklaştırarak oturdu ve:

“Sağlık evine gitmedim, burada yapılan tedavi de yeterli olur. Moskova’ya gitmek üzereyim. Profesör Sayım Balmuhanovora’da tedavi olmamın daha doğru olacağını söyledi.” diye birazcık duraksadıktan sonra: “Ya Adi, ben sana iki şey emanet etmek için geldim. İlki, senin üniversiteyi kazanmasında yardımcı olduğun Murat henüz gençtir, ona göz kulak ol. İkincisi, “Karışık Devir”i tekrar bastırma işini üzerine al, o bir tek senin elinden gelir” dedi hızlı hızlı konuşarak. Kibirli bir şekilde acele etmeden konuşan ağabeyimizin hızlı konuşması ve “sana iki şey emanet etmek için geldim”, “Murat henüz gençtir, ona göz kulak ol” demesi hoşuma gitmedi. İçimden çok tedirgin oldum, ancak belli etmemeye çalışarak:

“Muha inşallah yolculuğunuz iyi geçecek ve sağ salim ülkeye döneceksiniz, kitabı da yayımlayacağız, Murat da okulunu bitirecek. Böylece sizinle birlikte istişare ederek üç kutlamayı birlikte yapacağız.” dedim.

“Ya Adi inşallah aynen dediğin gibi olur. Yine de sen emanet ettiklerimi unutma. Sen tamamen iyileş de çık, Allah sağlıkta kavuşmayı nasip etsin.” diyerek eğildi alnımdan öptü ve geniş alnı ay gibi parlayarak ayağa kalkıp yavaşça dönüp odadan çıktı. Güzel kalbi, bir kötülüğü mü hissetmişti? Moskova yolculuğundan dönmedi. Ameliyat masasında ebedî dünyaya intikal etmiş.

Adeken’in net çıkan sesi boğuk gelmeye başladı. Etkisi altına almaya başlayan derin düşünceden bir an önce kurtulmasına yardımcı olmak amacıyla:

“Hastaneden çıkar çıkmaz “Karışık Devir’i” elinize aldınız değil mi?” dedim. O, başını hafifçe sallayarak:

“Hayır” dedi. “O sıralarda Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcısı olmama, Muhan’ın emanetini yerine getirmeyi değerli ağabeyimizin ruhu karşısındaki borcum olarak kabul etmeme rağmen kitabı tekrar bastırma işini beceremedim. Bizim Kazak milleti çok ilginçtir. Yukarıdaki arkadaşlarla konuştum, hepsi de: “O kitap parti siyasetine aykırı olduğu için yasaklanmıştır. Dikkatli ol, yanlış adım atmayasın.” dedi. Ondan sonra kendimize getirecek yolu Moskova üzerinden yapmayı uygun bulup romanı Rusça yayımlama kararı aldım. Kendi milletimizin her taraftan hırpalamaya başladığı Muhtar Avezov ile Kanış Satbayev’i, Gabit Müsirepov’u, Ahmet Jubanov’u koruyan Moskova değil mi? Oradan güç almam gerektiğini düşündüm. “Karışık Devir” romanı 1928 yılında Kızılorda Şehri’nde basıldığında “Feodalite ve milliyetçilik yönde yazılmış bir kitaptır. Sovyet yaşamını çok farklı şekilde yansıtmış, tamamen uydurulmuş” gerekçesiyle hemen kınanıp, dağıtılması ve satılması yasaklanmıştır. Ancak gerçeğine bakılırsa korkulacak bir şey yoktur. Bildiğimiz Karkara Ayaklanması konu olmuş, başka bir deyişle tarihî olayı temel almıştır. Bunun için suçlanır mı bir insan? Hepsini de yapan bizim kendi milletimiz, ne diyebilirsin? O dönemlerde “zenginin evladı, hocanın soyu” gibi iftiralarla ben de takibe alınmıştım. Pedagoji Enstitüsü’nden, Komsomol Birliği’nden atıldım, başımın tehlikede olduğunu anlayınca Türkmenistan’a kaçtım. Öyle sağ kalabildim. Bende “Karışık Devir”in bir nüshası vardı, onu en değerli hazinem gibi koruyup insanlardan gizlerdim. Bir zamanlar annemin diktiği keten torbama koyup yanıma götürdüm. Neyse, sonra 1966 yılında Bakanlar Kurulu’ndanYazarlar Birliği Başkanlığı’na Birinci Sekreteri olarak gönderilince daha rahat hareket etme imkânına kavuştum. Kitabı daktiloda yazdırıp Rusçaya satır arası tercüme yaptırarak 1969 yılında Moskova’daki SSCB Yazarlar Birliği’ne gittiğimde yanımda götürdüm. Öylece zamanında Muhan’ın dostu olan Aleksey Naumoviç Pantiyelev’e götürüp gösterdim ve edebî çevirisini yapmasını rica ettim. Merhum Muhan’ın ruhunu memnun etmemiz gerektiğini söyledim. İtiraz niteliğinde bir tek laf bile etmedi, hatta sevine sevine kabul etti. Döneminde Muhan’la çok iyi ilişkileri olan Moskovalı kalem ustalarından biriydi. Çeviriyi dört ay gibi kısa bir sürede bitirip bana Almatı’ya telefon etti. Ben de iki üç gün sonra Moskova’ya, Yazarlar Birliği Olağan Genel Kurulu’na gitmek üzereydim, çok güzel bir tesadüf oldu. Gittim. Aleksey Pantiyelev sevinçten uçuyordu: “Harika bir eser. Değerli Muhtar. Değerli Muhtar.” dedi kalbi sızlayarak. Çeviri hizmetinin karşılığını hesap ederek fazlasıyla yanımda para götürmüştüm, kesinlikle almayacağını söyleyip beni epey uğraştırdı. “Muhtar’ın ruhu için çalıştım, onun için para isteyecek değilim.”dedi. Ben de: “Kimin olursa olsun, ne kadar olursa olsun emeğinin karşılığını ödememek İslam dininde günah sayılır, böyle şeyleri ölmüşler de affetmezler.” diyerek zar zor almasını sağladım. Neyse, sonra çeviriyi “Novıy Mir” dergisinin Yazı İşleri Müdürü Aleksandr Tvardovskiy’e götürerek zamanında yazar ile kitabın uğradığı haksızlığı ona da anlattım ve yakın tanıdık olmasından istifa ederek “Saşa, derginde bir an önce yayımla” diye üsteledim. Allah razı olsun, o da Muhan’ın dostlarından, arkadaşlarından ya, hemen: “Çok iyi olmuş, doğrusunu yapmışsın. En kısa sürede yayımlayacağım, ancak Rus okuyucular için ön söz gerekir, ön söz olmadan olmaz. Kime yazdırabileceğimizi bir düşünelim.”dedi. İkimiz üzerinde düşündük, şunun, bunun adlarını sıraladık. Bizim taraftan hızlıca yazacak kimseyi bulamayacağımızı hissettim. 1951 – 1953 yıllarında Muhan’ın peşine düşenlerin, dil uzatanların çoğu hâlâ hayatta idi. Onlar yaptığımız iyi ameli duyacak olurlarsa karşı çıkıp aynı işlerine tekrar başlamaktan çekinmezlerdi. Kimin kafasında kaç tilki dolaştığını kim bilebilir.. En iyisi beladan uzak durmaktır. Böyle şeyleri düşünürken aklıma Cengiz geliverdi, Cengiz Aytmatov. “Ona yazdırayım. Muhan’ın hayır duasını almış genç kalem ustası Cengiz dururken bu işi başkasına devretmem doğru olmaz. Böyle bir şeyden Muhan’ın ruhu da razı olacaktır” kararını aldım ve hemen: “Saşa, Muhtar Avezov’un edebiyata attığı ilk adımına çok sevinerek hayır dua ettiği Cengiz Aytmatov var ya. Ön sözü ona, Cengiz’e yazdıralım. Ondan daha ünlü kimseleri arayıp da ne yapacağız? Buralarda olduğunu duymuştum. Bulayım da söyleyeyim, kabul edeceğinden hiçbir şüphem yok. dedim. Tvardovskiy hemen uygun bularak: “Evet, Cengiz Aytmatov burada. Geleli bir hafta kadar oldu galiba. Ben onu yarın… hayır bugün buldurup kendim konuşayım.” dedi. “Ancak onun da başı belaya girmiş, siyasetçilerden sıkıntı çekeli uzun bir süre olmuştu. Konuşmamızdan sonra fazla geçmeden görevinden alındı. Tabiki dergisinde çok cesurca, gerçeği yansıtan eserleri yayımladığı için. Ancak kendisi tarafından teşekkül edilen dergi personeli onun çalıştığı yönde çalışmaya devam etti. “Karışık Devir”, nihayet konuşmanın üçüncü yılında Aleksandr Tvardovskiy’nin Aytmatov’a yazdırdığı ön söz ile yayımlandı. İşte Gabbas yoldaş, eserin böyle bir hikâyesi vardır.” dedi Ade-ken.

“Ad ağabeyciğim “Karışık Devir”in aramıza dönmesi sizin emekleriniz sayesinde olmuş. Rusçaya tercüme ettirmeniz, büyük hocası olarak Muhan’la gurur duyan Cengiz Aytmatov’un kitabın Rusça nüshasına ön söz yazmasını sağlamanız ne kadar örnek bir davranış.” dedim kalem ustası ağabeyimizin gösterdiği cesaretten dolayı son derece mutluluk ve gurur duyarak.

“Muhan’ın emanetini yerine getirebildiğim için çok şükrettim… Pantiyelev, telefon edip “Novıy Mir” dergisinde çıktığı müjdelediğinde niye gizleyeyim ki gözlerimden sevinç yaşları döküldü. Rusça “Lihaya Godina” adıyla kitap olarak çıktığında ve kitap elime geçtiğinde odamı içeriden kilitleyip çocuk gibi hüngür hüngür ağladım.” derken Ad ağabeyin sesi yine boğuk çıkmaya başladı. Başını iyice öne eğip cebinden mendilini çıkardı ve gözlerine götürdü. Ben ne yapacağımı bilemeyip şaşkına döndüm. Benim de içimi üzüntü kapladı ve kalbim hızla çarpmaya başladı.

Bazı edebiyatçı bilim adamları “Karışık Devir”in tekrar yayımlanmasının, Rusçaya çevrilerek bastırılmasının Cengiz Aytmatov’un emekleri sayesinde olduğunu belirterek kendilerince “yeni keşif” yaptıklarını düşünmektedirler. Şayet o zaman Adeken, Aytmatov’u teklif etmeseydi veya Aytmatov bulunmasaydı ön sözü Muhan’ın Moskovalı Rus dostlarından biri yazmış olurdu. Sonuçta kim olursa olsun gözleriyle görmediği, kesin emin olmadığı şeyleri gerçek olarak sunmak doğru değildir. Kazak milleti “Yalanı gerçekmiş gibi, tepeyi düzlükmüş gibi gösterenler”i sevmemiştir.

Tiflis’teki toplantımız bir hafta devam etti. Edebî eleştiricilerin nice ustaları katıldı. Özellikle de Moskova ile Leningrad, Kiyev şehirlerinden gelen heyetlerin üyeleri çok güçlüydü. Bu durumu söylediğimizde Adeken: “Sovyet edebiyatının havasını yapanlar onlardır.” diyerek her üye hakkında biraz bilgi vermişti. Onların hepsi de ağabeyimizin yanına koşarak gelip “Ooo, Adeke. Selamünaleyküm.” diye elini sıkarak veya “Değerli Adi Şaripoviç.” diye sarılarak selamlaştı. Biz de gururlanıp çok mutlu oluyorduk. Öyle anlardan birinde Sayın Muratbekov bana: “Moskova’da Adeken’in itibarı Şolohov’un, Gamzatov’un itibarından hiç de eksik değil.” dedi. Bir dönemler SSCB Yüksek Kurulu Başkan Yardımcısı, Milletler Kurulu Başkanı görevlerinde bulunan Adeken’den destek görüp yardım alanlar az olmamışa benziyordu.

Sagat Aşimbayev ikimiz sıkıcı konuşmalardan ve uzun uzun oturmalardan yorulmaya başladık ve ikinci gün öğleden sonra toplantıdan ayrıldık. Toplantılara öğleye kadar veya öğleden sonraları katılma, geriye kalan zamanlarda şehri dolaşma kararı aldık. Adeken, bunu fark etmiş olmalı ki ertesi gün akşam odasında toplanmaya başladığımızda: “Gabbas, Sagat. İkiniz ne uyanıkmışsınız ya.” diyerek yüksek sesle güldü…

Kim olursa olsun, insanı ilk gördüğünde bıraktığı etki aklında net ve uzun süre kalırmış. Hatırına ilk yerleşen sureti aynı şekilde durmaya devam edermiş. Daha sonraları o insanla ne kadar görüşürsen görüş, hatta her gün görürsen gör o insanın yüzünden, oturmasından ve kalkmasından, konuşmasından o ilk görüşte fark ettiğin özelliklerini ararmışsın. Kazaklar, “Bir defa görünce bildik, iki defa görünce tanıdık olunur” derler. Öyle insanlar bazen yaşama veda ettikten sonra bile aklına geldikçe onu ilk gördüğün, onunla ilk konuştuğun anları hatırlarsın hemen.

“Yazarlar Birliği Birinci Başkanı görevine Adi Şaripov’un getirildiği haberini duyduğumuz günün ertesi Yazı İşleri Müdürümüz yazar Nıgmet Gabdullin, hepimizi odasına toplayıp: “Arkadaşlar, yarın saat onda yeni başkanımız Adeken bizi kabul edecek. Birliğimizle tanışma işine edebiyat gazetesi çalışanlarıyla görüşmeyle başlamak istemiş olmalı. Bence çok doğru. Ne işiniz varsa erteleye durun, hep birlikte gidip gözükelim.” dedi.

Belirtilen saatte Adi Şaripov’la görüşmeye gittik. Odanın kapısı açılır açılmaz geniş odanın köşesindeki büyük masa başında oturan kilolu, kel kafalı, keskin bakışlı, açık tenli adam yerinden rahatça kalkıp bize:

“Gençler buyurun, buyurun lütfen.” dedi. Beklediği misafirleri memnuniyetle karşılayan ev sahibi gibi neşeli ve güler yüzlüydü. Ellerimizi sıkarak selamlaştı. Odanın sol taraf kenarına konan uzun meşeden masaya işaret edip oturmamızı rica etti. Kendisi makam koltuğuna değil, yanımıza oturduktan sonra Yazı İşleri Müdürümüze bakıp: “Hep gücü kuvveti yerinde delikanlıları seçmişe benziyorsun, hadi askerlerinle tanıştır bakalım.” diye gülümsedi.

Nıgan hepimizin adını, soyadını, hangi bölümde ne iş yaptığımızı, neler yazdığımızı tek tek anlattı. Adeken, arada başını sallayarak dikkatle dinlerken keskin gözleri parlayarak hepimize sıcak bakışlar attı. Ondan sonra bize hangi okuldan mezun olduğumuzu, gazetede ne zamandan beri çalıştığımızı, medeni hâlimizi, evlerimiz olup olmadığını etraflıca sorup öğrendi.

“Baca gibi sigara içen, lüp lüp alkol alan kimse var mı aranızda? Doğruyu söyleyin.”diye gülümseyerek sırayla yüzlerimizi inceledi.

“Sigara içme alışkanlığı olan bir delikanlımız var, ancak içki düşkünü kimse yok aramızda. O bakımdan vicdanımız temiz Adeke.”Şeklinde şaka karışık bir cevap verdi Müdürümüz.

Adeken yüksek bir kahkaha attı:

“Maşallah, hakikaten de örnek bir personele sahipmişsiniz.” dedi. Gülüşünden memnuniyet duyduğu hissedildi.

“Kazak Edebiyatı Gazetesi, sahip olduğumuz tek edebî gazetedir. Şahsen ben bu gazeteyi ilk sayısından beri beğenerek okurum. Bu gazetenin ilk sıkıntılarını çeken ağabeyleriniz bugünkü emektar şair ve yazarlarımızdır. Öncelikle dilemek istediğim, Allah size de onların sahip oldukları itibarı, şan ve şöhreti nasip etsin. İleride sizi de onlar gibi büyük şair ve yazar yapsın. Attığınız adımlar fena değil, kimin ne yazdığından haberim var. Gazeteyi iyi çıkarıyorsunuz. Gücünüz ve kuvvetiniz yerinde iken toplumsal çalışmalara da önem vermelisiniz. Milletin aklını meşgul eden konuları detaylı olarak yazmak gerekir. Edebiyat alanında henüz yerine getirilmemiş pek çok iş vardır, onları araştırın, delilli ve bilimsel olarak yazmaya özen gösterin. Daima gerçeği söyleyin, adaletli olun…”

Adeken, ağabeylik nasihatlerini esirgemedi. Bize bir buçuk saatlik zamanını ayırıp hepimizle kısa da olsa tek tek konuştu. Zengin yaşam tecrübesine sahip bir insanın çok içten konuşması olumlu bir etki yarattı üzerimizde. Bilgili hocadan, yararlı bir ders dinleyen öğrenci gibi çok mutlu olduk.

“Bir aksilik olmazsa hepinize daire alacağım. O konuyu ben düşünürüm, gazetenin her sayısını çekici kılmak konusunu da siz düşünün.” diyen Adeken hepimizin ellerini tek tek sıkarak bizi geçirdi. Verdiği sözü tuttu, bir yıl gibi kısa bir süre içerisinde sadece bize değil, Yazarlar Birliği sekretaryasının, “Juldız”, “Prostor”dergilerinin, Edebiyatı Öğütleme Bürosu’nun, Edebiyat Fonu’nun evsiz olan çalışanlarına daire temin etti. Yazarlar için geniş ve yüksek on altı daireli ev yaptırdı. Adeken tarafından temeli atılan Sanat Evi ile kırk daireli konutun inşa edilmesi konusuna daha sonra ben de baktım (SSCB Edebiyat Fonu Kazak Şubesi Müdürü iken). Halk tarafından sevilen, çok emek harcayan kalem ustalarını takdir edip belirli yıl dönümlerini kutlama, madalya sunma, ihtiyacı olanlara araba alma ve diğer destek ve yardım konularında, kısaca Yazarlar Birliğimizin maddi durumunu iyileştirmede Yazarlar Birliği’nde otuzyıl çalışan biri olarak söyleyecek olursam söz konusu edebiyat ocağında Adeken gibi çalışkan ve itibarlı bir başkan olmamıştır. Konuya uygun olarak, Kazak Edebiyatını yurt dışında tanıtma, başka bir deyişle birliğimizi manevi bakımdan yüceltme hususunda da Anvar Alimjanov kadar çalışan bir başkan olmadığını belirtmek isterim.

На страницу:
3 из 9