Полная версия
Gönlün Göklerinde
Bu türden eleştiriyi affedecek başkan var mı acaba? Gerçeği kabul etmek çok zor bir iştir. Sayın Konayev affedememiş. Saben ise orada söylediklerini ispatlayabilecek pek çok şeye şahit olmuş bir insandır. Komünist Sabit Mukanov, kalabalık karşısında yalan söylememiştir. Doğruları söylemesinin daha sonra kendisine zarar vereceğini bildiği hâlde kimseye yaranmaya çalışmamış, kimseden çekinmemiştir.
Bakanlar Kurulumuzun Başkanına Kültür İşleri Yardımcısı olan, daha sonra da Yazarlar Birliği Birinci Başkanı görevini üstlenen Adi Şaripov’la aramızda sonradan yapılan bir sohbet sırasında Saben’e Altın Yıldız’ı Moskova’nın vermediğini söyledim. “Doğru değildir. Konayev verdirmedi. Saben’in birkaç arkadaşı, adına rica etmek amacıyla Konayev’e bizzat kendim gittim. Sosyalist Emektar unvanına layık olduğuna dair yazılı dilekçemizi de yanımda götürdü. “Bir bakalım” dedi cevap olarak. Daha sonra Moskova’dan öğrendiğime göre Lenin Madalyası ile ödüllendirme kararı gönderilmiş. Saben’in bir ara Temirtav olayının görüşüldüğü Genel Kurul toplantısında yaptığı sert ve doğru eleştiriyi Konayev unutmamış” dedi.
Günümüzde, kusurları bir başına yetecek kadar olan Konayev’i hiç hatası, yanlışı olmayan melek suretinde tasvir etme alışkanlığı başlamıştır. Bu durum da insanlık zaaflarından olmalıdır.
Bizde “Kazakistan Halk Yazarı” unvanı vardır. Bu unvana layık görülenlerin sayısı kırk kadardır. Bizzat ben ucuz ve hiçbir mantığa uymayan böyle bir unvanı kimin, ne için düşündüğünü ne bilirim, ne de bilmek isterim. Ne için lazımdır? Ne tür emek karşılığında verilir? Bu unvana sahip olanlar halk için yazmış da, sahip olmayanlar halk için yazmamışlar mı yani? Her türlü unvan, şan ve şöhret, evladına halkı tarafından verilmiştir ve verilmeye devam edecektir. Göğsüne Altın Yıldız takılmayan Saben, halkını madalya ve nişanlara asla değişmez.
Sabit Mukanov, kendisinin söylediği gibi “halkın kalbine giden yolu bulan” gerçek Halk Yazarıdır.
Ülkenin çeşitli yerine yaptığım iş gezilerim sırasında edebiyat üzerine yapılan sohbetlerin Saben’in adı anılmadan başlamayıp Saben’den söz edilmeden bitmediğine şahit oldum. Okuma, yazması olan her Kazak, Saben’i bilir, tanır. Aksakallarımızın çoğu hem tanımış hem konuşmuştur. Hepsi de Saben’in mütevazı, bilgili, cana yakın, alçak gönüllü, içten, misafirperver olduğunu, çocuk gibi her şeye kandığını efsane gibi anlatır. Bundan daha fazla şerefe, şan ve şöhrete, ödüle gerek var mı acaba? Orta Asya’da, dünkü Sovyetler Birliği topraklarında, yakın uzak ülkelerde Saben’i tanımayan, adından sevgi ile söz etmeyen şair ve yazar çok azdır. Meşhur Özbek şairi, Saben’in çok yakın dostu olan Gafur Gulam ağabeyimiz bir defasında yabancı meslektaşlarına Saben’i anlatırken “Bana telgraf, mektup göndereceksiniz “Özbekistan, Gafur Gulam” diye yazmanız; Saben’e telgraf, mektup gönderecekseniz “Sovyetler Birliği, Sabit Mukanov” diye yazmanız yeterli olur.” şeklinde şaka yapmıştır. Şakanın altında ise bir gerçek yatmaktadır.
Saben’in ocağını yeşertip yuvasını sağlam, kapısını açık tutan, kurulu sofrasıyla Saben’i misafirperver, herkesçe sevilen ve alçak gönüllü yapan insan sevgili eşi Meryem yengemizdir. Bu, herkesçe bilinen bir gerçektir. Halk arasında Meryem yengemizin örnek insanlık özellikleri hakkında da anlatılanlar az değildir. Sofrasında yemek yiyen, aynı sofrada bulunan büyük küçük herkes, değerli yengemizden sadece övgüyle bahseder. Akıllı eş insan için büyük bir mutluluktur. Kazak halkı, “İnsanın ihtiyaç duyduğu ilk zenginlik kaynağı sağlık, ikinci zenginlik kaynağı eş, üçüncü zenginlik kaynağı hayvandır” dememiş mi? Saben’in iç dünyasını zengin eden, değerli eşi Meryem yengemiz olmuştur.
Sabensiz yaşamında Meryem yengemiz büyük dertlerle karşı karşıya kaldı. Cimri kader, milletinin sevdiği bilim adamının iki evladı ile bir torununu götürdü şu fani dünyadan. Hâl hatır sormak için gittiğim günlerden birinde Meryem yengemiz evinde yalnızdı. “Çocuklardan biri işe, diğeri okula gitti” dedi. Benim çok mahcup olarak “Sadece hâl hatır sormak için uğramıştım” dememe kaşlarını çatarak “Otur oğlum, otur. İkimiz çay içeceğiz. Bana gücü yetecek hastalık yoktur, benimki öylesine inleme sızlamadır” dedi. Çay sofrasını kurmaya yardımcı oldum. Batı tarafındaki duvarda Saben’in dik durmuş resmi asılıydı. Benim dikkatle izlediğimi fark eden Meryem Hanım, hüzünlü bir sesle şaka yaparak: “Kendisi gelip çay içmez, sadece bakar” dedi. Evin, Saben’in müzesinin, ufak tefek işlerinden bahsetti acele etmeden. Çay içtik. Meryem Hanım, bana yorgun bir yüzle bakarak “Oğlum Gabbas… Hâlimi görüyorsun işte, anlıyorsundur. Allah Saben’den sonra beni götürmeliydi, ne yapayım…” dedi. Ben, ayağa kalkmaya başlayan duygularımı zor kontrol ederek Meryem yengeme bildiğim teselli sözlerini ilettim. “Herkes kaderini yaşar” diye. İçin için ağlasa da değerli yengemizin güçlü olmaya çalışmasına, iradesine hayran kaldım.
Yazarlar Birliği’nin Çeviri Kurulu’na başkanlık ederken boş zamanım oldukça Saben hakkında hatıraları derleyip kitap yayımlamak istedim. Halkın diline destan olan insanın kutsal ruhuna bu şekilde tazim etmeyi düşündüm. Beyefendi, Eş, Baba, Dede Saben hakkındaki en temiz anıları bir tek kişiden, Meryem Anamızdan duyabileceğimi düşünerek çalışmama başladım. Bunu detaylı anlatmama gerek yok, çünkü o, 1993 yılında benim hazırlamamla yayımlanan “Benim Sabitim” adlı anı kitabının son sözünde anlatıldı. (anılar kitabının yazarı Meryem Anamız; basılmasına yardımcı olan “Sabit Mukanov Müzesi görevlisi Gülnar Kudabayeva’dır). Meryem Hanım’ın “Sabit’i görmüş, kardeşi gibi olmuş Gabbas oğluma. 29. 10. 93” diye elleriyle yazarak bana hediye etmiş olmasından dolayı benim için kitap çok değerlidir. Cennet mekan, Meryem Hanım da fani dünyadan baki dünyaya göç etti.
Bana göre bizde kendi büyük şahsiyetlerimizi başka milletin tanınmış şahsiyetleriyle özdeşleştirerek değerlendirme gibi pek hoş olmayan bir âdet vardır. Örneğin “Kazak halkının Çaykovskiyi”, “Kazak halkının Mayakovskiyi”, “Kazak halkının Poddubnıyı” gibi kullanımlar mevcuttur. Dünden beri Saben için “Kazak Halkının Balzacı” şeklinde bir yakıştırma kullanmaya başladık. Allahım, bu tür uygunsuz karşılaştırmaya, yakıştırmaya ne gerek vardır? Saben kimdir, Balzac kimdir? Saben, kendi milletinin tarihini, tabiatını ve yapısını, yaşam tarzı ile dünya görüşünü tam olarak kaleme alan Yazar, halkının derdini paylaşan, sıkıntısını anlatan, eksiklerini tamamlayıp yarınını düşünen, kalbinden çıkan sözleri yüksek kürsülerden yüksek seslerle, açık bir şekilde büyük cesaretle ileten insandır, Mücadelecidir. Balzac’ta ise böyle bir güç, kuvvet olmamıştır. Dışarıdakilerle özdeşleştirmemiz, benzemeye çalışıp arkamızı dayamamız beş kuruşluk değeri olmayan alçakça bir âdettir..
(2013 yılı)ŞEFKAT
Kapı tık tık vuruldu ve yavaşça açılıp Gabiden ağabey girdi içeri. Neşeli bir sesle:
“Mojno ma1?”dedi. Ben önce yerimden mi fırladım yoksa önce “selamünaleyküm.” mü dedim hatırlamıyorum. Sonradan aklıma getiremedim bir türlü. Sonuç olarak Gabiden ağabeyi heyecanlı bir şekilde karşıladım. Gaban ise:
“Aleykümselam.”diyerek sol elindeki kısa bastonunu çift kanatlı uçağın dönen pervaneleri misali döndürüverdikten sonra bana sağ elini uzattı. Ben, beyefendiyi eşikten birkaç adım ötede karşıladığımı ancak fark ettim, heyecanla ve hızla öne atılmış olmalıyım. Öğrencilik dönemlerimizden eserlerini okuyarak yetiştiğimiz, hakkında pek çok şey duyduğumuz, Yazarlar Birliği toplantılarında çok defa gördüğüm, ancak yanına gidip selam vermeye cesaret edemediğim ünlü yazarın beklenmedik anda odama girip elini uzatarak selamlaşacağı hiç aklıma gelmemişti? “Mojno ma?” diye özellikle Rusça karışık şaka yaparak girmesi ve bastonunu oynatması da çok şaşırtmıştı. Avucu sertçe olmasına rağmen sıcacıkmış, o sıcaklık bedenimi sarmaya başladığında kendime gelerek:
“Ağabey buyurun, şöyle oturun.” Diye masamın karşı tarafındaki kanepeyi gösterdim. Gaban rahatça oturup yeşilimsi gözlüğünü düzeltir gibi yaptıktan sonra bana bakıp:
“Benim başkanımsı bir akrabam vardır, deminki “mojno ma?” ona ait bir ifadedir, Gabiden ihtiyara ait olduğunu düşünmeyesin,”dedi gülümseyerek.
“Yo hayır, biliyorum,” demişim. Neyi “biliyorum” dediğimi bir Allah bilir, Allah’tan Gaban onu sormadı.
“Gel otur,” diyerek yanından yer gösterdi, masamın başındaki koltuğuma oturmaya çekiniyor, ayakta duruyordum. Yadırgamadan girip tanıdığıymışım gibi samimi konuşması, sevgiyle yanına çağırması kendimi çok rahat hissetmemi sağladı ve rahat bir şekilde yanına oturdum.
“Oğlum memleket neresi?”dedi kanepeye yaslanmış ve gözlerini karşıya dikmiş bir hâlde.
“Doğu Kazakistan, Öskemen, doğrusu Ulan İlçesi.”
“Nayman boyundansın demek. Sarsen Amanjolov’la aynı memlekettenmişsin, iyi, iyi. Sarsen, büyük bilim adamı ve çok bilgili bir delikanlı idi,” dedikten sonra az bir süre sessiz kaldı ve:“Oğlum dünkü atalarımız: “Yedi göbeğini bilen yedi ulusun gamını yer, yedi göbeğini bilmeyen kulağı ile çenesini yer” demişlerdir. Bunlar doğru sözlerdir, niyeti iyi olana söylenmiştir. Peki, senin zamanını almayayım, senin işlerin, gelen giden insanların vardır. Bense boş dolaşan bir ihtiyarım. Sana herhangi bir iş için gelmedim, görmek, tanışmak ve iyi dileklerde bulunmak için uğradım. Burası edebiyat fonudur, yapılan her işin yüz laf getireceği, herkesin gözünü diktiği, hem atlının hem de yayanın uğradığı geçiş yeridir. Şimdiki ihtiyar adamların bazıları çalışmıştır burada. Tabii bugünü dününden farklı, değişimi, gelişimi daha fazla, çuvalı daha dolu olmalı. Fakat paranın bulunduğu yerde şeytan da dolaşır, cin de dolaşır, en zor kısmı budur. Şayet insan dikkat etmezse şeytan ile cin, hem içten hem dıştan saldırır.Bu durum “Altını gören melek yolunu şaşırır” misali yolunu şaşıran pek çok kimseleri pişmanlık içinde bırakmıştır. Sen yavrum, korunmayı bil, dikkat et, her gün yaptığın işlerde dürüst ol, adaletli ol. Günümüz toplumunda ihtiyaç sahibi çoktur hem genç hem yaşlı yazar da çoktur. Yazarların hepsinin paraya ihtiyacı vardır. En çok ihtiyaç duyanlar ise evsiz barksız, durumu kötü olan gençlerdir. Sen elinden geldiğince onlara yardımcı ol, göz kulak ol. Benim gibi ihtiyarlar bir şey istemeye gelirse,” diye bana gülümseyerek baktı ve sözlerine devam etti: “Şudur, budur diye güler yüzle geçiştiriver, şayet durumu tamamen çarpıtacak olurlarsa sen onlardan hiç korkma, çünkü bizler senden parayı can sıkıntısından isteriz, cebimiz parayla dolup taşacak olsa yine isteriz, çünkü bizler öyle alışmışız. Yazar, ancak eserine ihtiyaç varsa yazardır… Fakat bizde bu değerli unvanı hak etmeden alanlar vardır. Anlattığım tipten insanlar şu Edebiyat Fonu’nun kapısını her gün aşındırıyorlardır muhtemelen, eskiden öyle yaparlardı. Başka yapacak bir şeyleri kalmayınca ne yapsınlar… Sadece onlar mı ki… Bizler şan ve şöhreti arttıkça aksiliği de artan doyumsuz insanlarız. Oğlum Gabbas, sen bunları aklında iyi tut, az önce söyledim ya, bizim hatipliğimizden cesaretini kaybetme, korkma. İyiliğini, güler yüzünü anlamak istemeyenlere sırtını dön, yüzünü dönme, yumuşama. En fazla bağırıp çağırırız, yıkacak duruma geldiğimizde şikâyetimizi yöneticilerine iletiriz. Yöneticileriniz ise çocuk değiller, bizim huyumuzu, suyumuzu iyi bildiklerini düşünüyorum. İmkânsız şeyi istemezler” dedi ve kısa bastonunu dik tutup hızla kalktı. Kolundan tutup desteklememe bile fırsat bırakmadı. Büyük burnunu kıvırarak tebessüm edip tekrar sağ elini uzattı ve: “Çok konuşarak canını sıkmış olmalıyız, affet… Akıl vermeyi sevenler bensiz de az değildir, yine de oğlum umarım benim söylediklerim işine yarayacaktır.”diye elimi sıktı.
“Tabii ağabey, aklımda tutacağım. Çok teşekkür ederim, güle güle.”diye neşeli bir şekilde geçirdim. Odam genişlemiş ve daha da aydınlanmış gibi hoş bir duyguya kapıldım.
“Akıl vermeyi sevenler bensiz de az değildir…”
“Akıl verenler” demedi, “akıl vermeyi sevenler” dedi. Akıl vermeyi sevenleri özellikle yergi ile yere yıktı.
Edebiyat Fonu Dairesi’nde çalıştığım yıllarda bana samimi ve iyi niyetle ağabey tavsiyesinde bulunan bir tek kişi olmuştur. O kişi, Gaban, yani Gabiden Mustafin’dir.
Daha sonraları da iki üç kez görüştüğümüz, konuştuğumuz oldu. “Gabbas oğlum, patron olmak güzeldir, ancak dikkatli ol, edebî şahsiyetini üzme sakın.” dediği hâlâ aklımda. Kitap rafımdaki beş cildinin ihtiyaç duyduğum cildine elime her uzatışımda içimden Gaban’ın esprili “Mojno ma?” sorusunu tekrar eder, kendi kendime gülümserim.
Kapıma çocuk gibi tık tık vurarak yavaşça açıp gireli beri, 22 yıl geçmiş meğer…
1994 yılı.GÜÇLÜ BEDENİNE HAYRANLIKLA BAKTIM
1967 yılının Nisan ayı olmalı. Kazak Edebiyatı Gazetesi’nde İcra Sekreteri Yardımcısıydım. İcra Sekreteri ise İzağa’dır. Şair İztay Mambetov. Daireye her gün saat onda gelen İzağa, ne olduysa gecikti. Saat 11’e geliyordu. Yazı İşleri Müdürü Sekreteri Raya abla girdi odaya ve çenesiyle İzağa’nın boş masasına işaret ederek:
“İztay nerede?” diye sordu bana.
“Daha gelmedi” dedim.
“Öyleyse Nigmet’e sen git, istiyor” diye odadan çıktı Raya abla.
Yazı İşleri Müdürü Nigmet Gabdullin’in odasına girdiğimde gözlerime inanamadım. Bavırjan Momışulı’nın kendisi oturuyordu. Kendisi… Nigmet Bey’in masasının ön tarafındaki alçak ve küçük masanın sağ tarafındaki koltukta dimdik oturuyor. Canlı Bavken’i ilk defa görüşüm. Şan şöhreti göklere kadar yükselen kahraman ağabeyimizle beklenmedik anda karşılaşmak benim için kolay olmadı. Ne yapacağımı şaşırmıştım doğrusu, Müdür’e bakıp konuşmakta olan Bavken’e doğru yürümeye başladım yavaşça. O, bir an ani bir bakış attı bana. Çatılmış kaşları altından keskin gözleri parlayıverdi. “Çok da huysuz olduğunu söylerlerdi, doğruymuş.” dedim kendi kendime. Çekindiğimi belli etmemeye çalışarak yavaşça attığım adımlarla karşısına gidip sağ elimi göğsüme götürerek:
“Selamünaleyküm.”dedim. Bavken, dikmiş olduğu gözlerini ayırmadan sağ elini başının şakak kısmına hançer gibi aniden kaldırıp:
“Selamlar.”dedi ve “hançer” elini Yazı İşleri Müdürü’nün masasına atıp hızlı bakışlarla Nigmet Bey’e bakarak: “Bu delikanlı kimdir?”dedi.
Müdür’e baktım, neden olduğunu bilmem gülümseyip duruyordu.
“Bavkebu, delikanlı sizin öykünüzü daktilodan çıktıktan sonra okuyup gerekli biçime sokacak personelimizdir, Gabbas Kabışev adlı kardeşiniz” dedi. Nigmet Bey, önündeki beş altı sayfayı toplayıp bana uzatırken. Bavken hızla yerinden kalktı ve Nigmet Bey’e kızgın bakış atıp sıkça bıyığına sağ elinin işaret parmağıyla bir iki dürterek:
“Şu bıyıklar. Şu bıyıklar hafife alınmaz.” dedi ve ardından gözlerini kocaman açıp: “Gidebilirsin.”dedi sert bir sesle.
Ben, tek laf bile etmeden kapıya yöneldim. Biraz uzaklaşınca Yazı İşleri Müdürü’nün:
“Anladım, Yoldaş Albayım.”şeklinde kurnazca bir sesle verdiği cevabı duydum.
“Muhafız Alay Albayı.” dedi Bavken emrivaki bir sesle.
“Anladım, Yoldaş Albayım,Yoldaş Muhafız Alay Albayı.”dedi Nigmet Bey, nedense nazlı bir sesle.
“Çok çok iyi”dedi Bavken yüksek bir kahkaha atarak. “Gerçekten de ilginç bir adammış.”diye ben de gülerek, tabii ki belli etmeden kendi kendime gülerek odadan çıktım.
* * *1978 yılının yaz mevsimi. Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Edebiyat Fonu Kazak Şubesi Başkanıydım. Öğle arasından sonra tam da yerime yerleşmiştim ki telefon çaldı. Ahizeyi kaldırdım. Diğer taraftan:
“Yoldaş Başkanla mı görüşüyorum?” diyen çok net ve sert bir ses geldi. Bavken’in sesi.
“Selamünaleyküm.”dedim hemencecik.
“Aleykümselam. Oğlum ben “Alatav” Tatil Evine yarından itibaren iki kişilik sevk istiyorum, yengen ile ikimize. Tamam mı?”
“Şimdi bakacağım, sonra size dönerim” dedim. En az bir hafta önce sipariş vermeden elde etmenin mümkün olmadığı sevki ha deyince bulmak mümkün mü ki. Ancak cesaret varsa anlat bunları.
“Teşekkürler. İyi günler.”diye kısa kesti Bavken.
Değerli ağabeyimizle ilk görüşmemizden sonra da birkaç defa daha görüşmüştüm. Asıl katılımcısı olmasam da büyük küçük diğer meslektaşlarla görüşmelerine katılarak kendisini dinleme fırsatı bulmuştum. Aynı masada yemek de yemiştim.
Bavken’in talimatını yerine getirmek için girişmelere başladım. Bakanlar Kurulu nezdindeki 4.Genel Müdürlüğün Genel Müdürü Petr Romanoviç Çekurov’a telefon ettim. Bizdeki “Almatı”, “Alatav”, “Okjetpes”, dışarıdaki “Essentuki”, “Kislovodsk” ve diğer tatil evlerine sevk verme konusunda yetkili kurum o idi. Biz, yazarlar için ihtiyaç duyduğumuz sevkleri yaklaşık bir ay önce yazılı olarak isterdik. Bavken ise yarından itibaren diye elimi ayağıma doladı. “Daha önceden söylemeliydin” diye Bavken’e itiraz edecek cesaret de yok. Çekurov da çözüm bulmakta zorlanarak “Vah Bavırjan, vah… sevk hemen bulunur mu hiç?” dedi. Sesinden Bavken’e saygı duyduğunu anladım. Hem bir kurumun Genel Müdürü hem de Sağlık Bakanı Yardımcısı olmak az yetki sayılmaz. “Yok” diye kesip atabilirdi de kolayca. Öyle davranışlarına daha önce şahit olduğum da vardı.
“Petr Romanoviç biraz sonra arayayım mı sizi?” dedim üsteleyerek.
“Bir tane bile bulmak zor olacaktır, hepsi de verilmiş.” diye o da kızmaya başladı.
“Kim bilir, belki bulunur” diyorum.
“Kim bilir”miş. Ben biliyorum. Veren benim.”diyor.
“Başka yazarlar için böyle istemezdik, Bavırjan Momışulı ya” diyorum. Bavken’den daha önemli kimsenin olmadığını ima ediyorum.
“Yarın saat onda arayın”dedi o. “Yarın” mı?..
Ertesi gün daireye varana kadar rahat edemedim. Şayet sevk bulunursa Allah vermiş, bulunmazsa Allah çarpmış demektir. Bavken’e ben ne diyeceğim, Bavken bana ne diyecek?.. Arabadan iner inmez şoför delikanlıya:
“Buradan bir yere ayrılma, şimdi ya oğlumuz olacak, ya da kızımız” dedim. O, bir şey anlamadan şaşkın şaşkın kalakaldı.
Saat ona beş kala Çekurov’a telefon ettim. Allah’tan “oğlumuz oldu.”.
“Bavırjan’ın şansı varmış, gelip sevk belgesini alabilirsiniz” dedi Çekurov neşeli bir sesle.
Edebiyat Fonu Baş Muhasebecisi Farida Minikeyeva, sevklerin parasını ödemek üzere 4. Genel Müdürlüğün yolunu tuttu…
İki sevk elime geçince sevinerek ve Bavken’in talimatını yerine getirmenin gururunu yaşarak (başka bir duygu yaşamak mümkün mü?), derhâl Bavken’in evini aradım. Telefonu açan kadın: “Beyefendi yarın akşam gelecekler, Talgar tarafına misafirliğe gittiler” dedi. “Yarından itibaren” diyerek elimizi ayağımıza dolayıp kendisinin gezmeye gitmiş olmasına şaşırsam da telefonu açan kadına durumu izah edip şoförle sevkleri evine gönderdim.
Ertesi gün öğleye doğru Kalavbek telefon edip görüşmek istediğini söyledi. Kalavbek Tursınkulov. Hem Yazarlar Birliği’nin Üçüncü Sekreteri hem de Edebiyat Fonu Dairesi Başkanıdır. Aynı zamanda benim akıl hocam, destekçimdir. “Allah’ın verdiği tek patron” diye şaka yaparım. Babasının adı Kudaybergen’dir2. Şakamı herkes kendince anlıyordu herhâlde, kimseye açıklamasını yapmış değildim.
Kaleken’in odasına girince masaya dirseğini dayayıp oturan Bavken’i gördüm. Güler yüzlü bir insan olarak, çok neşeli bir şekilde:
“Selamünaleyküm. Talimatınızı yerine getirdim, sevkleri evinize göndermiştim.” dedim. Bavken, bana ani bakış attı. Yüzü çok soğuktu. Kaftanının iç cebinden iki sevki çıkarıp bana doğru atıverdi. Hemen durdum. İki sevk, iki tarafa uçuştu.
“Benim, senin sevklerine ihtiyacım yok.” dedi Bavken çok kızgın bir sesle. Böyle bir davranışı hiç beklemiyor olmalıyım ki kanım beynime sıçramış gibi anlaşılmayan hâller yaşadım. Bende de az da olsa “cin ve şeytan” vardı, onlar bir araya geliverdiler. İki sevki dörde parçalayıp odayı terk edesim geldi. Ancak ninemin söylediği gibi sağ tarafımdaki melek: “sabırlı ol” diye fısıldadı bana. Sevkleri yerden kaldırıp dikkatle Bavken’e baktım.
“Ben “Alma Ata” Tatil Evi’ne gitmek isterim, “Alatav” Tatil Evi’ne değil, anladın mı?.” dedi Bavken.Yüzünü Kalavbek’e doğru çevirdi. Kaleken, başını eğmiş, sessizce bir kâğıdı inceliyor görünüyordu.
“Bavırjan Bey “Alatav”ı istediğinizi daha dün kendiniz söylemediniz mi?” dedim.
“O, dündü. Dün. Bugün ise bugün. Biz, “Alma-Ata”da iki kişilik lüks oda isteriz, anlaşıldı mı?.” dedi Bavken, bana sırtını dönüp kendisi cam tarafına bakarak. Cebinden “Belomor” sigarasını çıkardı. Neden olduğunu bilmem kunduz börk ile kaftanın kendisine yakıştığını düşündüm o an. Daha önceleri askerî kıyafetle veya elbiseyle görüyordum. Börk ve ince kaftan giydiğini görmemiştim.
“Yine kız ister gibi Çekurov’a gitmem gerekecek” diye söylenerek kapıya doğru yürüdüm.
“Konuşmayı dene, belki bulur” dedi Kalavbek.
“Ben Çekurov’u Mekurov’u bilmem, bilmek de istemem.” dedi Bavke hiç poz değiştirmeden....
Çekurov ise köze basmış gibi ciyak ciyak bağırdı. Onu çok iyi anlıyorum. Onun yerinde olsaydım, yatıp yeri tekmelerdim. Önceden istenmesi gereken sevki aynı gün temin etmeyi talep etmek, temin ettiğini hemen başka bir tatil evine değiştirmeyi istemek korkunç bir şeydir. “Olmaz.” diye telefonu pat kapatırsa Çekurov’a kim ne yapabilir?
Petr Pomanoviç bir süre küplere bindikten sonra nihayet sakinleşir gibi olup:
“Şimdi dairedekilerle bir konuşayım, biraz hatta kalın. Vah, Bavırjan Momışulı, vah. Vah, Muhafız Alay Albayı. Ne inatçı bir adamsın sen.” diye Bavken’e arkasından kızdı ve iç hattan birilerini arayıp sormaya başladı. Konuştuklarını az da olsa duyuyordum. “Allahım ne olur bulunsun.” diye dua ediyordum kendi kendime. Biraz sonra Çekurov:
“Vah Bavırjan, Bavırjan. Kendisi şanslı, bulundu, bulundu, bakanın biri aldığı sevklerini az önce iade etmiş, gidemeyecekmiş, onu siz alın” diye derin ah çekti.
Zorlandığım kapı aniden sonuna kadar açılmış gibi sevinerek “ Teşekkürler Petr Romanoviç, Allah uzun ömürler versin.”dedim.
“Sayenizde” uzun yaşamamak mümkün değil” diye ani bir cevap verdi.
“Yarın da arayabilirim”dedim ben de geri kalmayıp.
“Allah korusun.”diye güldü o.
“Amin.”dedin.
O ara kapı açıldı ve sarımtırak kıvrım bastonunu tık tık vurarak Bavken giriverdi içeri. Yerimden fırlayıp:
“Bavırjan Bey buyurun…”demeye başladığım an:
“Sus.”dedi. Çenesini kaldırıp gözlerini küçülterek baktığı gibi yanıma geldi. Yüzündeki sertlik gitmişti sanki. “Sustum.” diye cevap verdim içimden ve asker gibi dimdik dikildim karşısına. Bavken göğsünü göğsüme değdirecek kadar yaklaşıp durdu ve bu sefer özellikle sert bir bakış atıp yumuşak bir sesle: “Nöbetçi değilsin, bu kadar dikilmene gerek yok, eğil ve alnını getir.” dedi. Bavken uzun boylu biri idi, ben azıcık eğildim. Bavken, dudaklarını alnıma dokundurdu ve:
“Otur”dedi. Kendisi karşı duvardaki kanepeye oturdu. Gözlerimin önünde babam canlandı ve hemen duygulandım.
Bavken, acele etmeden odama göz gezdirdikten sonra: “Boyu beş metre, eni üç metrelik bir oda değil mi? Mesane kadar derler bu kadar büyüklükte bir yere. Müdüre yakışmaz.” diye bana bakış attı.
“Bavke “Zengin, taya da binse yakışır” demezler mi?”
“Doğrudur. Oğlum seni yorduğumun farkındayım. Kusuruma bakma. Öyle oldu. Şimdi hangi tarihlere vermek istersen ver. Hangi tarihe verirsen o tarihlerde gideriz. Fakat sadece Almatı Tatil Evi olsun…”
“Belgeleriniz hazır, şimdi aldıracağım, Almatı Tatil Evi’nin Lüks odası için.” diye sevinçle rapor ettim.
Bavken yerinden kalktı ve:
“Aferin.” diye sağ elini azıcık kaldırıp hançer gibi dikleştirdikten sonra kapıya doğru yöneldi. Tam da geçirmeye yeltenmiştim ki arkasına dönmeden:
“Sen iş yerindesin. Hoşça kal.” diye odayı terk etti. Ben de börk ve cepkenli güçlü bedenine hayranlıkla bakıp kalakaldım…
* * *Bavken’e edebiyat alanına sağladığı değerli emeklerinden dolayı Kazakistan Abay Devlet Edebî Ödülü takdim edildiğinde hepimiz çok sevindik. Ödül, “Ösken Uya (Büyümüş Yuva)” adını verdiği kitabına, kıymetli edebî şahsiyetine verilen değerdi. Savaş sırasındaki büyük kahramanlıkları Bavken’in kendisi hayattayken gerektiği gibi önemsenmese de yazarlığına böylece kendisine yakışır bir şekilde değer verildi. Ödülle onurlanan Kahraman ağabeyimiz büyük bir kutlama yaptı. Ben de davet edildim.
Tabii Bavken’in morali çok yüksekti. Büyük küçük herkesle şakalaşıp yaşadığı ilginç anlarından olaylar anlattı. Ağabeyi takdir ederek konuşma yapanlar övgü sözleri yağdırdılar. Hepsi de çok uygundu.
Yemekle çay arasında ara verildi. Misafirler nefes almak için koridora, dışarıya çıkmaya başladı. O sıralarda kenarda bekleyen bir grup fotoğrafçılardan biri: “Kardeşler, yoldaşlar, Bavkenle bir resim çekilmeye ne dersiniz?” dedi. Böyle bir fırsattan kim yararlanmak istemez, anında gürültü koptu. Bavken’i ortamıza alıp ona yakın durmaya çalıştık. Teklifi yapan fotoğrafçı ayrıntılı olarak kimin nerede durması gerektiğini anlatmaya başladı. Bavken’i ve birkaç büyüğü yan yana sandalyelere oturttu. Üç dört delikanlı onların ön tarafına, yere serilmiş kilime oturtuldu. Fotoğrafçı: “Sizin boyunuz uzun, Bavken’in arka tarafına geçin.”diyerek Hizmet-aka ile (ünlü Uygur yazarı Hizmet Abdullin) ikimizin arkada durmasını istedi. Geriye kalanları sağa sola yerleştirdikten sonra nihayet öne çıkıp makinesinden baktı. Sıraları bir daha düzelterek tekrar makinesinden baktı ve: “Şimdi iyi oldu, makine hepinizi alıyor. Şimdi çekeceğim, hadi bu tarafa bakın. Gülümseyin, neşeli durun. Evet, çektim.” dediği an yan kapıdan: “Arkadaşlar, beklesenize. Ben de çekilmek istiyorum.” diyen bir ses duyuldu. Yazar Kalmukan İsabayev imiş. Memnuniyetle bize doğru koştu. Fotoğrafçı ister istemez durdu. Koşarak gelen Kalmukan yanımıza geldiğinde Hizmet-aka: “Kalmukan buraya gelsene, benim önüme, şu sol tarafıma geç, sonra resmi görenler senin kafanın benim madalyam olduğunu düşünsünler” demez mi. Kahkaha tufanı koptu. Bavken, hızla dönüp Hizmet-aka’ya bakarak: “Aferin.” diye alkış tuttu ve yüksek bir kahkaha attı. Ufak tefek Kalmukan Bey parlak başını sıvazlayıp bizimle birlikte güldü.