Полная версия
Sessiz Göç
İstanbul! Ah İstanbul! İşte yaklaştım, az kaldı, geliyorum…
Otobüs Harem’de durdu. Bağrışmalar, çağrışmalar, yolcuların kimi otobüslerden iniyor, kimi biniyor… Simitçiler, ellerinde termosla çay satanlar… Camdan diğer tarafa baktım. Deniz…! Denizi gördüm! Gemiler limana yanaşmış, tırlardan gemilere vinçlerle aktarma yapılıyor. Belki, Kerkük’te gördüğümüz tırlar bu tırlardı. Belki şoförlerin yanına gitsem beni tanırlar… Beni hatırlarlar… Yerimde oturup hiç kımıldamadım. Muavin yanıma geldi: “Ağabey nerede ineceksin? Yolda da sordum yine söylemedin. Bak, bir burası var, bir de karşıya geçip, Avrupa yakasında duracağız. Orası son duraktır.” Hiç beklemeden: “Avrupa yakasında ineceğim,” dedim. Sanki Asya yakasını gezdim de Avrupa yakası kaldı! Ne ilginç bu insanoğlu?
Muavinden başka kimse bana yanaşmadı, kimse benimle konuşmadı. Herkesin gözünün içine bakmaya çalıştım. Herkesi süzdüm. Bakışlarımla herkese: “Ben buradayım,” dedim. Ne kimse baktı, ne de kimse dinledi… Otobüs Avrupa yakasına doğru yol aldı. Asma köprüye yaklaşırken Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün adını köprü girişindeki tabeladan okudum. Köprünün üzerinden geçerken içim bir tuhaf oldu. İlk defa deniz görüyorum; ilk defa denizin üzerinden geçiyorum. Resimlerde gördüğüm asma köprü bu olsa gerek,” dedim. “Fakat soluma döndüm, uzakta, mesafeyi kestiremediğim bir uzaklıkta bir köprü daha vardı. O da neyin nesi? Demek ki İstanbul’da iki asma köprü varmış…
Otogarda indim. Yüzümü ne tarafa çevireceğimi bilmiyordum. Otobüs şirketlerinin servisleri varmış. Bizde böyle bir şey yok. Hoşuma gitti doğrusu. Ama nereye gidecektim? Servis şoförüne sıkı sıkı sakladığım bir kâğıt parçasını uzattım. Bir arkadaşımın kardeşinin adresi yazılıydı o kâğıtta. Adres sahibini ben tanımıyordum. Fakat Kerkük’teki arkadaşım bana, kardeşinin adresini verirken göğsünü gererek: “Sen ona git, o senin için her şeyi halleder,” demişti. İşte, can simidim o ufacık kâğıttı. Şoföre uzattım:
“Bu adrese nasıl gidebilirim?” diye sordum.
“Merak etme, oraya yakın bir yere kadar gidiyor servisimiz,” dedi…
Sora sora buldum adresi…
Yolda herkesin gözünün içine bakıyordum. Yıldızlarla bu kadar haber göndermiştim. Hiçbirini almamışlar. Hiçbiri benim geleceğimden haberdar değil. Yanımdan vızır vızır gelip geçiyorlar. Erkeği kadını bir telaş içindeydi. Şaşırdım, “Ne oluyor bunlara?” dedim. Büyük bir pazar kurulmuştu. Hafta Pazarı diyorlardı. Pazarda ne ararsan var.
Adrese zor belâ ulaştım. Aksaray’da idi. Gündüz vaktiydi. Daire en üst kattaydı. Kapıya vurdum, açan olmadı. Tekrar tekrar vurdum, yine açan olmadı. Kapıya defalarca vurmamdan dolayı alt katta oturan yaşlı bir teyze dışarı çıktı. Kimi aradığımı sordu.
“Timur Hadi,” dedim. “Timur abiye bakmıştım. “
“Bu saatlerde Timur evde olmaz, iştedir, akşam sekizden sonra gelir,” dedi.
Öğle olmuştu. Saat birdi. Timur’un gelmesine yedi saat var. Canım sıkılmaya başladı. Bu büyük şehirde yedi saat nasıl bekleyeyim? Kimseyi tanımıyorum ki, yanına gideyim. En kötüsü de beni kimse tanımıyor!… Kendi kendimi teselli etmeye çalıştım: “Genç ve delikanlısın, ne diye hemen panikledin?” diye söylendim içimden. Apartmanın dışına çıktım. Aynı caddede, belki yüz defa gelip gittim. Kimse yüzüme bakmadı bile. Susadım. Bir kasap dükkânının önüne gelmiştim. Bir bardak su rica ettim. Adam, yüzüme şaşkın şaşkın baktı. Galiba beni dilenci sanmıştı, duygularını tam anlayamadım. Ama bir bardak su verene kadar, tepeden tırnağa süzdü beni. Kılık kıyafetime baktı. Elimdeki valizden dilenci olmadığımı, bir yolcu olduğumu ve bu şehrin yabancısı olduğumu anlamış olmalıydı. Suyu içtim ve teşekkür ettim. Ne kim olduğumu, ne de nereli olduğumu sordu. Anlaşılan onu pek ilgilendirmiyordum! “Hey, kasap amca, seninle her gece yıldızlar aracılığıyla konuşurdum. Sende mi beni tanımıyorsun?…” Aylar sonra anladım ki, kasabın bana şaşkın şaşkın bakışının nedeni; suyun bakkallarda satılıyor olmasıymış! Suyu, bakkaldan parayla almak gerekiyormuş. Öyle önüne her gelenden su istemek olmazmış. Bedava su içmek yok, her şey parayla, sadece parayı veren düdüğü çalar.
Caddede dolaşıp durdum, akşam oluyordu, saat yediyi birkaç dakika geçer geçmez hemen apartmana çıktım. Dairenin kapısının önüne oturup bekledim. Her üç dört dakikada bir saatime bakıyor, Timur’u dört gözle bekliyordum. Saat sekize yaklaştıkça kalbim de küt küt atmaya başladı.
Akşam oldu. Saat sekizi epeyce geçti, telaşlandım. Artık saate bakamıyordum. Gözlerim, aşağı katlardan kıvrılıp gelen basamaklara dikildi. Apartman kapısının açıldığını ve birilerinin basamaklardan ağır ağır çıkmaya başladığını gördüm. Büyük bir ihtimalle gelen; Ahmet Haşim idi! Çünkü ‘Merdiven’ şiirinde yansıttığı o duygu ancak şu an bu basamakları çıkan kişide olabilirdi. Herkül’ün taşıdığı kürenin ağırlığından daha ağır bir yükü taşıyordu bu adam sanki… Kerkük’teki arkadaşım bana bu adresi verirken bir de kardeşinin fotoğrafını göstermişti. Kıvırcık saçlı birisi göründü merdivenlerden. Yorgun bir hâli vardı. Ayağa kalktım. O, beni görünce son basamağa ayağını atmadı. Durdu. Resimdeki adamdı. Ama saç şekli değişmişti. Bana baktı; “Sende kimsin?” diye sordu. “Ben Orhan’ın arkadaşıyım,” der demez, yavaşça ama duyabileceğim bir sesle: “Yine mi?” dedi, “Hoş geldin, içeri buyur.” Oh be, dünya varmış! İşte bu kapının açılışı, benim hayalimdeki umutlarımın kapısının da açılışı olabilirdi.
Ev, daracık, bizim Kerkük evlerinin bir odası kadardı. Salon dedikleri odada oturduk. Memleketten, aileden, eş dosttan konuştuktan sonra, hiç beklemediğim bir soruyu, bir anda soruverdi:
“Niçin geldin?”
Kerkük’te, Büyük Pazar’da, yan yana sıralanan demirci dükkânları önünde durup demirci ustaları seyrederdim. Kıpkırmızı demirleri, fırından maşayla tutup çıkarırlar, örsün üstüne koyarlar, karşılıklı iki kişi, kocaman kocaman balyozlarla “Vur babam vur” ha bire döverlerdi. İşte bu soru, o balyozlar gibi indi kafama. Fırından çıkan demir gibi kıpkırmızı kesildi yüzüm. Tekrarladı sorusunu.
“Niçin geldin? ”
“Ağabey,” dedim, “Bizim orada hayatın ne olduğunu ve ne kadar zor olduğunu bilirsin. Bizim de hep hayal ettiğimiz şeydi burayı görmek ve içimizi buradaki insanlara dökmek… Gece gündüz, gizliden gizliye bu topraklara, bu insanlara nasıl âşık olduğumuzu da bilirsin. Bu bayrak için nelere katlanmadık ki! Kerkük’te her evde, her dükkânda konuşulan sözlerin arasında mutlaka buralardan, bu insanlardan konu geçmez miydi? Tüm bunları bilirsin. Sınırdan geçerken o tepelerde dalgalanan bayrağı görünce gözyaşlarımı tutamadım; kalbim bayrağın dalgalanmasına göre atmaya başladı. Bu heyecanı, bu aşkı, bu sevgiyi, yılların umudunu da bilirsin. Orhan, bana anlatmıştı seni. Sen de bu aşk uğruna buralara gelmişsin…”
“Beni bırak sen, kendinden söz et.”
Bu çıkışı tuhafıma gitti ama ben bildiğimi, gerçek duygularımı anlatmaya devam ettim. Saat, yeni günden dakikalar almaya başlamıştı.
“Kusura bakma, sabah işe gideceğim, uyumam lazım,” dedi.
“Sahi, siz ne iş yapıyorsunuz?”
“Bir depoda hamallık! Beraber kaldığımız bir arkadaşım vardı. Yurtdışına kaçtı. Yatağı duruyor, sen orada yatabilirsin.”
O gece kafamı karıştıran şey, Timur’un hamal olarak çalışmasıydı. Duvar kâğıtları yer yer yırtılmış, havasız, rutubetli bir odada yattık. Ben yerde yattım, o da karyolanın üstünde… Karyola çok ses çıkartıyordu. Mübarek Timur, yatakta çok sık dönüyordu. Üstelik de horluyordu. O gece nasıl uyuduğumu bilmiyorum, ama kalktığımda Timur evde yoktu.
Yastığımın yanına bir kâğıt parçası üstüne; “Yorgun olduğunu bildiğim için seni uyandırmadım. Biraz dinlen. Mutfakta bir şeyler var, yiyebilirsin. Bugün erken geleceğim. Ben gelene kadar dışarı çıkma.” Bu sözler biraz canımı sıktı. Niye beni bıraktı gitti? Ne olurdu yani bugün işe gitmeseydi, benimle ilgilenseydi? Erken gelecek… Saat kaçta gelecek ki? Onu da yazmamış. Evi dolaştım. Mutfakta temizlenmesi gereken bulaşıklar vardı. Belki iki, belki de üç günden beri yıkanmamış bulaşıklar. Tavanlar, bölük pörçük kireçle boyanmıştı. Evde acayip bir koku vardı. Rutubet mi kokuyordu, bilmiyorum. Buzdolabını açar açmaz genzime bir küf kokusu doldu. Yemek yiyemedim. Pencereden dışarı baktım. Karşı apartmanda, bir daireden kadının biri vücudunun yarısını dışarı sarkıtmış, demir askılara tutturduğu bir ipe çamaşır seriyordu! Rengârenk giysileri ipte teşhir ediyordu. İpe asılan çamaşırlardan ev ahalisinin giyim zevklerini anlamak mümkündü. Kocasının yaşlı ve klasik tarzda giyindiği gömlek ve pantolonlardan anlaşılıyordu. Timur’un penceresinin önünde de o ipten vardı. “Demek burası böyleymiş,” dedim kendi kendime. Apartmanların mahyaları da çok ilginçti. Her apartmanın bir zirve noktası olduğunu da görüyorum. Bazı apartmanlar az katlı olmasına rağmen mahyasını daha yüksek ve dik tutmuştu! Bazıları ise apartmanın yüksek olmasına rağmen mahyaları apartmana yüksekliğiyle doğru orantılı değildi. Bu işte mütahitlerin bir cinliği vardı ama…
Çatlayacaktım. Evde dört dönüyordum. Ne zaman dışarı çıkıp bu insanlarla tanışacağım? Nereden geldiğimi, kimlerin selamını getirdiğimi bu insanlara ne zaman söyleyeceğim? Oturup dizlerinin dibine, oraları anlatıp, insanlarımızın beslediği o aşkı, o sevgiyi ne zaman duyuracağım bu insanlara… ?
Bir gün Kerkük’te, Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adında bir romanı elime geçmişti. Romanı bana getiren kişi tir tir titriyordu. Babası pek çok kez emniyet nezarethanesinde gecelemişti. Babası evde bu kitabı görür görmez; “Bir kitap yüzünden bizi perişan etme oğlum, parçalayıp yakmaya gönlün el vermiyorsa, bari evden uzaklaştır,” demiş. Arkadaşım babasının bu sözlerinden sonra kitabı bana getirmişti. Evde, gece yarısına kadar kitabı parçalayıp her bir beş sayfasını ayırdım. Diğer arkadaşların onu okuması için iç çamaşırımın arasında saklayıp götürürdüm. Bu beş sayfalık bölümleri okuyan diğerine verirdi. Böylece bir kitabı okumak belki günler, belki haftalar sürerdi! Bunu nasıl buradaki insanlara anlatırdım ki?!
Peyami Safa’nın o romanına, her Türk gencinin hevesle, şevkle sarılması gerekirken, o esere yeterince değer verilmediğini ve Beyazıt Meydanı’nda yerlerde sergilenip ucuz fiyata satıldığını görünce kahroldum.
O gün Cumartesi idi. Timur eve daha erken geldi. Çok yorgun olduğu halinden belliydi… Akşam oldu. Ne zaman dışarı çıkacağımızı sormak isterken, “Niye geldin?” sorusu balyoz gibi kafama indi. Dayanamadım… Kendi kendime, “Topu topu iki gün oldu, iki gün bile değil yahu, bu soruyu kaç defa sordun? Üstelik adam gibi üç beş saat oturup konuşmadık ki!” diye içimden söyleniyordum ki, kafamdan geçenleri okur gibi konuşmaya başladı:
“Darılmıyorsun değil mi? Benim bunu sormamdaki neden, bizim orada kurduğumuz hayal ile buradaki gerçeklerin çok farklı olmasıdır. Biz oradayken hep; şimdi Türkiye’de herkes işini gücünü bırakmış, dünya Türklerinin geleceğiyle uğraşıyor, hele hele Kerkük meselesini, yediden yetmişe kadar herkes ezbere biliyor, zannederdik. Öyle değil mi? Bizim orada, Türk kamyon şoförlerine beslediğimiz sevgi ve yakınlığa karşı onların bize dağıttığı gülücüklerin arkasında yatan şey neymiş biliyor musun? O şoförler, bizi garip bir yaratık olarak gördükleri için öyle sırıtıp gülüyorlarmış… Bizim hayata bakış tarzımız; örf, âdet ve tarihimizi, bir gelenek mirası olan millî duygulara dayandırarak sürdürmektir. Daha doğrusu, hayatı millî duygularla eşleştiriyoruz. Oysa dünya, bu kıstaslara göre dönmüyor. Dünya tek bir eksende dönüyor: O da ‘çıkar’ ekseni! Bu çıkarlara kavuşmak için de türlü türlü entrikalara başvuruyorlar. Millî varlığı elde etmek için bilginin yanında gücün de olacak. Bileklere veya silaha dayalı bir güçten bahsetmiyorum. Güçlü olmak: Paranın yanında siyasî bir güce de sahip olmak, siyaseti de dünyada oynanan oyunun kurallarına göre kavrayıp uygulamaktır…”
Konuşmasını kestim:
“Ağabey, bizde bu fırsat yoktu ki…”
“Haklısın” dedi ve sustu.
Uzun bir sessizlikten sonra devam etti.
“Senin hissettiklerini anlıyorum. Belki biraz fazlası bende de vardı. Ama buraya geldikten sonra, gerçeklerle karşılaştıktan sonra, şunu anladım ki, dünyada tüm milletler hesaplarını bize göre yapıyor… Biz ise duygusallığı bir türlü bırakamıyoruz… Ya biz millî hissi yanlış anladık ya da bize yanlış anlatıldı…”
Sözünü tamamlamadan atıldım.
“Çünkü biz insanız. İnsanda duygu önemli bir olgudur…” dedim.
Başını salladı, daha konuşmadı. Sanki “Hâlâ bu kafada mısın?” der gibi geldi bana… Biraz sonra;
“Şimdi bunları bir tarafa bırakalım,” dedi. “Önemli olan, Pazartesi günü itibarıyla sana bir iş bulmak. Yoksa böyle boş boş dolaşmak mı istiyorsun?”
“Hayır, ağabey,” desem de bu insanlara içimi nasıl dökeceğimin ve duygularımı ne zaman anlatacağımın heyecanını bir türlü üzerimden atamıyordum…
Ben de bir firmada hamal olarak işe başladım. İyi ki annem, babam ve memleketteki dostlarım, çalıştığım yerde beni görmüyorlardı. En beteri de patronuma defalarca, “Ben Irak Türkmenlerindenim” dememe rağmen, onun bana sürekli “İran’lı” diye seslenişiydi… Kimi dükkân komşularına “Ben Kerküklüyüm,” dediğimde onlar hep “Kelkitli” anlarlardı. Ben onlara Türkmen’i, Kerkük’ü anlatana, kabul ettirene kadar, atı alan Üsküdar’ı geçmişti…
Haftalar, aylar böyle geçti. Her iki üç haftada bir iş yerim değişiyordu. Kimi firmalar iflas edip işçiyi kapı dışarı ediyordu. Kimisi de geçici işçi çalıştırıyordu. İstediği zaman da bize kapıyı gösteriyordu… Paramızı da kolay kolay alamıyorduk. Timur’a yük olmamak için, çalıştığım yerde bir hemşerimle beraber bir apartmanın bodrum katını kiraladık. Bu bodrum katın elektriği; borcundan dolayı kesilmişti. Arkadaşım, işi halletti. Araya bir kablo sokuşturdu ve elektrik problemimiz çözülüverdi. Tabiî ki elektriği kaçak olarak kullanmaya başladık. Sabahları işe çıkarken o kabloyu söküyor, akşam eve döndükten sonra tekrar bağlıyorduk…
Kaldığımız bodrum katı çok havasızdı, evde tahtakurusu, güve ve daha adını bilmediğim ve hiç görmediğim haşereler cirit atıyordu. İş yerinde vücudumuzu kaşımaktan doğru dürüst iş yapamıyorduk.
İstanbul’un meydanlarında, kaldırımlarında o kadar çok kitap; yerlere serilip satılıyordu ki, o kitapların önünde durup, Kerkük’teki günlerimi hatırlıyordum. Türkçe bir sayfa yazı bulsak dört elle sarılır, defalarca okur, birçok paragrafını da ezberlerdik. Oysa Türkçe kitaplar burada…
Kerkük’teyken, bir gün arkadaşımla beraber bir diş doktoruna gitmiştik. İkimizin dişlerinde de problem vardı. Kerkük’te, Doktor Fikret’in muayenehanesi idi. Doktor, benim dişlerime bakıp ilaç yazdıktan sonra, arkadaşımı muayene koltuğuna oturtmuştu. Hasta bekleme odasının yanında ufacık bir alan vardı, orada kitaplarla dolu bir dolap görmüştüm. Kitaplara göz attım, çoğu tıp mesleğiyle alakalı kitaplardı. İngilizce kitaplar da çoktu. Bunca kitabın arasında birkaç Türkçe kitaba gözüm takıldı. Doktor Fikret, Türkçe kitapları öyle kurnazca dizmişti ki, her beş on mesleki kitap arasına bir Türkçe kitap… Türkçe kitaplar, hep adlarını duyduğumuz ve kulaktan kulağa eserlerinin içeriğini öğrendiğimiz yazarların eserleriydi. En çok dikkatimi çeken de Ziya Gökalp’ın “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabı olmuştu. Kitabı hiç tereddüt etmeden aldım, belime soktum ve gömleğimi üzerine indirdim. Tekrar bekleme salonuna geçip yerime oturdum. Arkadaşımın muayenesi bitince ücretlerimizi ödeyip çıktık. Yolda arkadaşıma kitaptan hiç bahsetmedim. O gece yeni bir âleme tanık olmuştum… Yıllar sonra İstanbul’da Dr. Fikret ile karşılaştım. Utanarak o olayı anlattım. Tebessüm ederek: “Kitap çalan hırsız sayılmaz,” dedi ve beni affetti. Büyük bir vicdan rahatlığı duymuştum o an, üzerimden büyük bir yük kalkmıştı.
Burada günün büyük bölümünü çalışmakla geçiriyorduk, arkasından leş gibi yatağa bırakıyorduk kendimizi. Ne okuyabiliyor, ne de adam gibi oturup düşünebiliyorduk. Ekmek atlı biz yayan, çalış babam çalış… Memleket haberlerini eşten dosttan alıyorduk. Vefat eden bir kişinin haberini aldığımızda vefat edenin oğlu aramızda ise işte o zaman dayanılmaz bir acı başlıyordu yüreklerimizde. İnsanoğlunun anne babasına yapacağı son vazife; vefat ettiklerinde vefalı bir evlat gibi davranmak, onları gerektiği şekilde uğurlamak olmalıydı. Ne yazık ki, gurbet denilen şey buna mani oluyordu.
Apartmanların bodrumunda yaşamaktan dolayı, rutubet denen melanet bazılarımızın göğsüne yaman saldırırdı. Bodrumdaki ev, güneşin ne olduğunu bilmiyor, güneş onun kapısından, penceresinden hiç geçmiyordu. Bu nedenle türlü türlü hastalıklara yakalanıyorduk. Hastalıklar, kimi yakalasa onu hemen yere sererdi. Nefes darlığı, öksürük ve türlü hastalıklar feci şekilde yatağa deviriyordu insanı. Beraber kaldığımız arkadaşım grip salgınına yakalandı. İlk günlerde hastalığı ihmal etti. “Ne olacak ki, biraz üşütmüşüm,” diye geçiştirmeye çalıştı. Onun bu davranışının asıl nedenini biliyordum; parasızlık. Muayene ve ilaç fiyatlarının yüksek olması her hastanın kâbusu haline gelmişti.
Arkadaşım: “Bir atkı ve bir yün kaşkol yeter!” dedi ve çalışmaya devam!..
Ne yapsın? İşe gitmediğin gün yevmiyen kesilir!
Birkaç gün sonra, arkadaşın öksürüğü iyice arttı. İş yerinde kolileri taşıyamaz oldu. Patron durumu gördü, ama umursamadı. “Akşam bir sıcak çorba içersen, turp gibi olursun,” diyerek geçiştirdi.
Arkadaşım hastalığa yakalanalı beş gün olmuştu. O sabah uykudan kalktığımda; karşıdaki yer yatağında yatan arkadaşımın tir tir titrediğini gördüm. Önceleri uyandırmaya çalıştım. Beni duymuyordu bile! İş yerinde göğüs hastalıkları tedavisi ile ünlü Zeytinburnu’nda bulunan Rum Hastanesinin adı geçmişti bir keresinde. Hemen bir taksi çağırdım ve arkadaşımı oraya götürdüm. Heyhat! Fiş kesmeden, para ödemeden hiçbir hastaya bakmıyorlar! Şükür ki, üzerimde yeteri kadar para vardı. İçeri aldılar. Doktor muayenesini yaptıktan sonra; hastanın kontrol altında tutulması için hastanede birkaç gün kalması gerektiğini söyledi. Hastane masraflarını sordum, maaşımızın birkaç katına bedel bir rakam söylediler. İşin daha da garibi, hasta yanında ona yardım edecek bir refakatçi kalırsa ondan da ayrı ücret alınıyormuş.
Arkadaşımı tek başına hastanede bıraktım, işime döndüm. Patrondan iyi bir azar da işittim, ama olsun, arkadaşım için değerdi.
Akşam hastaneye gittim, görüşmek için izin vermediler. Durumu kötüymüş. Çaresizlikten eve döndüm. O gece yalnızdım. Gözlerim odanın tavanına ilişti. Göğsümün daraldığını hissettim.
İçimden bir ses: “Gözünü sevdiğim Kerkük, sen neredesin?” diyordu.
Bağırmaya başladım…
TÜRKMENSAHRA-İRAN
KERVANDA NER OLURSA
Berdi Salur
Aktaran: Pena Toylıyev
Ner3, diğer develer arasında hemen farkedilirdi, heybetli boynu diğerlerinden daha yüksek ama sırtı biraz alçak, küreği ise genişti. Büyük gözleri biraz korkulu görünür; sallanan koyu kahverengi tüyleri ise ona başka bir güzellik katardı. Boynu uzun, kafası ise hayli büyük olduğundan ona herkes yular takamazdı…. Ama o da kendinden yaman olanı bilir, Töre amcam ile Yazlı ağabeyim yuları alıp nerin yanına varınca, başını onların önüne eğer ve yular takılırken hiç sesini çıkarmazdı.
Töre amcam; “Bu nere, yük yükleneceği zaman hiç “ık” demeye gerek yok, kendisi gelir ve yükün yükleneceği yere çöker. Bu hayvanın dizini aldığımız görülmemiştir, yani bazı develer ağır yüke dayanamaz, yük yüklenirken kalkar ve yükü yükletmemek için sahibine eziyet verir. Bu nedenle devenin ön ayakları bükülerek hayvan yerinden kalkamayacak şekilde ip ile bağlanır. Çavralar4 buna devenin dizini almak derler. Bizim ner ise çok akıllı olduğu için yük yüklenirken sahibini asla sinirlendirmez. Yükün varsa yükleyip yularını başına sarıp bıraksan, peşindeki develeri de alır gidilecek yere kadar kendisi gider. Yokuşlardan yavaş yavaş iner çıkar. Yeğenim Yazlı, bu nerin üstündeki yüke kafasını koyup, salıncakta yatar gibi yatar uyurdu. Bu ner dönülecek yerden kendisi döner, mola verilecek yeri de kendisi bulur. Yükü indirince develeri peşine takıp otlamaya gider ve çabucak da döner; yük yükletmek için hazır bekler. Kervandan tesadüfen bir şey düşse, bizim ner hemen anlar ve durur. Bir eşyanın düştüğünü sahibine bildirir. Bu ner, sadece yük taşımaz, bizim vefalı bir arkadaşımızdır. Rahmetli babam anlatmıştı; bizim Salırlar atalardan gelen göreneğe göre, bir hayvan, at veya deve sahibine vefalı olur, onun yanında hayatını sürdürürse ya da sahibini savaşta kurtarırsa, hayvan öldükten sonra onun kellesinin derisini yüzüp sahibine köpün5 ederlermiş. Bu ner sahibine çok vefalıdır,” diyerek nerin huyundan, akıllılığından kıvançla bahsederdi.
***… 1335’in kışı çok sert geçiyordu. Tükürsen tükürüğün yere değmeden donardı. Esen soğuk rüzgâr gökten düşen karı o tarafa bu tarafa öyle savuruyordu ki, karın gökten mi yağdığı, yoksa daha önce yağan karların mı savrulduğu anlaşılmıyordu. Soğuktan dolayı, bütün canlıları yer yutmuş gibiydi. Dışarıda rüzgârın sesinden başka ses seda yoktu.
Ben kavurmalı çorba ile karnımı iyice doyurup, bir miktar ekmeği de yanıma alıp dışarı çıktım. Develerin yanına doğru gittim. Önlerine atılan yandağın6 yanında geviş getirerek duran develere bakınca, onların bu can alıcı soğukta dışarıda kalmalarına üzüldüm. Yerde yatan ner, benden ekmek istiyormuş gibi geldi. Hemen ekmeğimi bölerek nerin sarkık dudaklarına doğru uzattım. Ner ekmeği yedi ve bana teşekkür eder gibi başını salladı. Ben elimdeki ekmeği koltuğuma soktum ve iki elimi açıp başka yok dercesine avuçlarımı gösterdim. Ellerimi birbirine sürterek, “Gitmezsem olmayacak, çok soğuk,” dedim. Çizmeli ayaklarımı dizime kadar çıkan karlardan zorlukla çıkartıp, eve doğru gittim. O sırada; “Kardeş, Yusup Ağa evde mi?” diye soran kalın sesle irkildim. Boylu poslu, yaşı kırkı geçmiş bir adamdı. Soruyu tekrarladı. Ben soruya cevap veremeden dedem evin kapısından: “Sen buralara gelir miydin Abdı Han?! Bu dondurucu soğukta, yolunu mu kaybettin? Hadi içeriye gel, bekleme dışarıda,” diye seslenerek adamı eve davet etti. Misafir eve girdikten sonra sobaya yaklaşarak ellerini ısıttı ve:
“Valla, Yusup Ağa, bir ricam var, işim biraz acil. Kaybedecek vakit yok,” dedi.
Dedem: “Bizden bitecek bir işse lafı olmaz Abdı Han. Neymiş bu iş, söyle bakalım?” dedi.
“Yusup Ağa, bu kapıya işimin hallolacağı ümidiyle geldim. Dükkanın malzemelerini getirirken kamyon arızalandı. Orasını burasını kurcaladım ama çalışmadı. Kamyondaki yükü Yahek Dağı’ndan bu gece indirmezsek, eşkiyalar yarına kadar bırakmazlar. Yükün yanında sadece şoför kaldı. Devecileri toplayıp, yükü köye getirmemiz gerek.”
“Bu soğukta, bu ayazda… Nasıl olur bilmem ki? Senin de işini bitirmezsek ayıp olur. Develeri toplayıp, çocuklar yola koyuluncaya kadar da hava kararır. Nasıl yapsak acaba?” diye dedem bazı sözleri sesli, bazılarını da sessiz düşündü. Aniden Abdı Han’a bakarak:
“Yükü köye getirmek için kaç tane deve lazım olur?” diye sordu.
“On beş, on altı deve yeter Yusup Ağa.”
“Bu havada develere yükü yükleyebilirsek, getirmemiz en az iki gün sürer. Neyse, lafı fazla uzatmaya gerek yok. Töreee, Guuurt, Yazlıııı, dışarı çıkın! Develeri hazırlayın, urganları da alın,” diye emir verici, azimli sesi ile etrafındaki kubbeli evlere bakarak bağırdı.
Gurt dedem, Töre amcam ve Yazlı ağabeyim gelip misafirle selamlaştılar, hal hatır soruştuktan sonra dedem onlara:
“Abdı Han’ın bizden bir ricası var. Siz develeri alın. Vakit kaybetmeden yola koyulun. Yağmır Pehlivan’a da söyleyin, o da develerinden üç tanesini alsın ve sizinle gelsin. Giysilerinizin kalınlığına dikkat edin, yol azıklarınızı çokça alın! ‘Tok başa belâ gelmez’ demiş atalarımız. Üşüyecek olursanız çayçorba7 yeyin, soğuk yanınıza bile yaklaşmaz,” dedi.
Dedemin lafını ikiletmemek için, “Bu soğukta bizi bırak, develer bile gidemez,” diyemeden aceleyle çizmelerini ayaklarına geçirdiler, ayak bezlerini sarıp, bulabildikleri kalın giysileri üzerlerine giydiler ve develerini nerin peşine takıp yola koyuldular.
Develerin boyunundaki çan sesleri, onlar uzaklaştıkça rüzgâr sesine karışarak kayboldu.
“Berdimıraaat!”
Bu sesle kendime geldim. Dedemin bana da bir şeyler söyleyeceği ses tonundan belliydi. “Allah’ım, beni bu soğuk havada uzak yerlere göndermesin,” dedim içimden.
“Efendim dede?”
“Oğlum koş, Beki dayına söyle. Bu gece konser erken başlayacak. Komşuları erkenden toplayıp gelsin.
Karanlıktan ne kadar korksam da “Hayır,” diyemedim. Çaresizce babannemin yüzüne baktım. O, “Sen gidedur, ben peşinden gelirim,” diye işaret edince biraz rahatlayıp, dışarı çıktım.
Evimizdeki siyah radyonun etrafında toplanmış komşulara çay yetiştirmeye çalışıyordum. Çaylar sanki kuyuya dökülüyor gibiydi. Hemen bitiyordu. Komşular dinledikleri aydımların8, türkülerin zevkinden ya da günün yorgunluğundan çayı terliye terliye içiyorlardı. Radyoda dedemin en sevdiği bağşılardan9 Oraz Salır’ın “Gelemen” türküsü çalıyordu.
“Ey ağalar Diyarbekir yurdundanGayıbana şehrinize gelemen.”Bağşının mülayim sesi evin içinde yankılanıyordu. Dedemin yüzü epeyce endişeli görünüyordu. Aslında Oraz Salır’ın bu türküsünü her duyduğunda kafasını sallayıp, gözlerini süzer, türküyü zevkle dinlerdi. Bugün dedemin aklı fikri develerle giden oğullarında idi. Komşularımız da dedemin durumundan haberdar olduklarından, konser bittiğinde evlerine dağılmadılar. Ordan burdan laf açıp dedemin dikkatini başka yöne çekmeye, endişesini dağıtmaya çalıştılar, ama olmadı. Dedeme moral vermeye çalıştılar.