bannerbanner
Sessiz Göç
Sessiz Göç

Полная версия

Sessiz Göç

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 5

“Bunlar da ‘Bu dünyada yaşıyoruz’ diyorlar,” herhalde diye düşündü Safuan. Kendisinden bir az genç olan bu çifte bakıp anlaşılmaz bir duygu geçti içinden, söylendi: “Hiç rahat yüzü görmemiştir bu zavallılar?”

Kendisi de bir köy çocuğuydu Safuan. Azıcık da olsa onların durumunu anlıyordu. Yaz-kış lastik ayakkabılarla hayvan otlatırlar, hastalanmaya bile zamanları olmazdı. Hayvanları doysun, sığırları zamanında sağılsın yeter… Hayatları boyunca bir köle gibi hayvanlara bakarlar, kışın karda, ilkbahar ve sonbaharda ise çamurda çalışırlardı. Ancak üç ay devam eden yaz mevsimini beklerler hep ve yazın da ot biçip odun hazırlamakla uğraşırlardı. Yaz mevsimi çok kısadır ve üstelik de sinek, sivrisinek, atsineği ve sığırkuyruğu…

Köylülerin hayatını küçümsemesi, gönlünün bir ağaç gövdesi gibi kuruduğu için miydi? Safuan bunu anlayamadı. Birden bir fıkra geldi aklına.

“… Tüm liderler ölmüş. Öbür dünyada hepsi de çamur içindeymiş. Stalin boynuna kadar çamura batmış. Lenin beline kadar, Andropov da diz kapağına kadar çamur içindeymiş. Sadece Brejnev topuğuna kadar çamura batmış. Diğerleri Brejnev’i böyle görünce: ‘Vay, sen de en az bizim kadar günahkârsın ama çamura batmamışsın,’ diye şaşırmışlar. Brejnev: ‘Susun,’ demiş, ben Kruşçev’ in kafasına basıyorum.’ ”

Safuan, “Ben de gönül bataklığımdan kurtulmak için bu köylü kadının kafasında durmaya çalışıyorum galiba,” diye düşündü.

Nihayet, bütün hazırlıklar tamamlandı. Yiyecekleri, tırpanları, dirgenleri at arabalarına yerleştirdiler.

“Ağabey, hangi arabaya oturacaksın?” diyen gençlere Safuan:

“Ben eskiden iyi at arabası sürerdim…” diye takıldı ve dünürünün arabasına bindi. Safuan babasız büyümüştü. Küçükken odun kesmeye ve ot biçmeye, arkadaşları gibi at ile gitmek istediğini hatırladı birden.

“Samiga yenge, haydi, arabaya bin, ” diye çirkin yaşlı kadını çağırdılar. Kadın önce Safuan’ın bindiği arabaya binmek istedi, sonra da diğer arabaya tırmıkları koyan eşine bakıp vazgeçti:

“Ben öbür arabaya bineceğim, siz devam edin,” dedi.

“Yoksa bu zavallı eşim beni kıskanır diye mi düşünüyor?” diye geçirdi içinden, gülümsedi Safuan.

Yaşlı kadın onun bu düşüncelerini anlamış gibi:

“Sağol, kardeş, bensiz ağabeyin canı sıkılacak ama, ben diğer arabaya bineyim,” dedi.

Avludakiler arabalara binerken Safuan, “simsiyah” kadının baldırlarına baktı. Teni simsiyahtı ve damarları da morarıp kalmışlardı. Bacakları korkunç görünüyordu. Dünürü Safuan’ın kadına baktığını farketti ve:

“Evet,” dedi, başını salladı. “Bazıları da ‘Güzelim’ diye bunu seviyor…”

Atları sürüp yola düştüler. Dünürünün arabası önde, Zabihulla’nın arabası arkadaydı. Safuan, tıkır tıkır giden at arabasında etrafı seyretmeye başladı. En son ne zaman böyle çiçekli ovalardan geçtiğini unutmuştu. Oysa araba camlarının arkasından dünya tamamen farklı görünüyordu, hoş kokuları kayboluyordu dünyanın.

Dünürü köydeki sorunlardan bahsetti:

“İl kaygısı, halk menfaati denen şey yok artık, bitti…”

Safuan, dünürüne baktı: “Bu sözler çoktan beri kendi cebini düşünenlerin bayrağına dönüştü, değeri kayboldu artık?” dedi. Sonra kimin arabasına oturduğunu düşündü. “İl kaygısı, halk menfaati!” Demek bu düşüncelerin hâlâ geçerli olduğu yerler var diye düşündü.

“İş için gidiyorsun küçük bir mevki sahibi rüşvet bekliyor senden, yoruyor seni. Göreve gelenler hırsızlığa başlıyorlar.”

“Memlekette benim gibi adamların olduğunu bilse ne diyecekti acaba?” diye içinden düşündü Safuan. “Ama işin diğer tarafı da var,” diye kendi kendine tartışmaya başladı. “Yüksek makamlarda tutunmak pek de kolay değildi.”

Safuan, yüksek makamlarda göreve gelmek için başarılı olmak ve her işi yapabilmek gerekmediğini anlayıp, taa Brejnev devrinde bilimsel çalışmaları bırakıp kamu dairelerine geçmek istediğini söylediğinde, annesi ona:

“Bilemiyorum, oğlum. Müdür olmak için koyunlar arasında kurt, kurtlar arasında koyun olabilmek gerekir,” diye şüphesini bildirmişti. Ancak annesi bilmiyordu ki, kurtlar arasında, kuyruğunu ayakları arasına sıkıştıran bir kurt değil, dişlerini kullanıp diğerlerini böğürtmeye hazır olabilmek önemliydi. Aksi halde Rusların: “Bu sefer kime karşı birleşiyoruz?” dedikleri duruma düşerdi insan. Kurban seçilen birini yeyip bitirdikten sonra, herkes kendi yoluna devam eder, başka bir zaman, bu kurbanın kendin olabileceği fikri de hep kafanda olur, her zaman bu korku ile yaşarsın…

İktidar, mal, mevki hırsı; bunlar ölümcül hastalıklar… Bu hastalığa yakalandı mı iflah olmaz insan. İktidarını ve mevkini ne zaman kaybedeceği belli olmadığı için en azından biraz kendi, çocukları, torunları için mal toplamak ister…

Safuan artık bunlara kafa yormuyordu. Zamanında her şeyi düşünmüş, kendi işlerini yoluna koymuştu. Tabii ki, işlerini kanunlara, nizama göre kurmuştu. Şimdi ise her şey saat gibi, tık tık çalışıyordu.

“Nasıl görmezler, hırsızlığı, yolsuzluğu nasıl görmezler?” diye devam etti dünürü. “Neden görmüyorlar? Herkesin cebindeki kuruşa kadar biliyorlar oysa. Ama haddini aşmazsan, toparlanıp kendine çeki düzen verirsen, gerekli kişilere yalakalalık edersen, en önemlisi de çaldığını paylaşabilirsen, elbette bir az da vazifeni yaparsan, görev süreni uzattırabilirsin…”

Büyük bir dikkatle, çiçekler, güller dolu ovayı seyrederek giden Safuan:

“Baksana dünür,” dedi. “Şu bitki sarına değil mi?”.

“Evet,” diye başını salladı dünürü. “Savaş yıllarında bizi açlıktan kurtaran sarına. Savaş yıllarında çok az rastlanıyordu, nerdeyse kaybolmak üzere idi, son senelerde yine çoğalmaya başladı.”

Dünürü, öfkeyle buraların tabiat harikası denebilecek doğal güzelliklerini, yabancı zenginlere satmak isteyen başkanlar hakkında söylenmeye başladı.

İlgisizliğinin sebebini, dünürünün yanlış anlamasını istemeyen Safuan, nihayet:

“Hayat arabası fazla hızlı gidip devrilmesin diye ‘Tekerleklere çomak sokulsun!’ emri göklerden gönderilmiş değil midir, dünür? Son zamanlarda böyle düşünmeye başladım,” dedi.

Dünürü mavi gözlerini Safuan’a dikti:

“Tekerleklere çomak sokanlar iyice çoğaldılar,” dedi. “Arabayı tamamen kırmalarından korkuyorum.”

“Sen, hiçbir şeyden korkmazsın!”

Safuan’ın dünürü ilginç bir adamdı. İsmi cismine o kadar uygundu ki: Adilgerey.

Adilgerey, hayatı boyunca başkanlara muhalefet etti, onlarla hiç geçinemedi. Yanlış gördüğü her şeyi başkanların gözlerinin içine bakarak söyler; doğru kabul ettiklerini yapmaktan hiç çekinmezdi. Başkanlar önce ona biraz tahammül eder, sonra da işten çıkarırlardı. Onun müdürlük yaptığı dönemde işler çok iyi giderdi, o görevinden ayrılınca da her şey aksamaya başlardı. İşler yolunda gitmeyince onu yine işin başına çağırırlar, o da gelip yoluna koyardı her şeyi. Son zamanlarda okul müdürlüğü yapıyordu. Birkaç defa müdürlük görevinden almışlar, ama yalvar yakar tekrar göreve dönmesini rica etmişlerdi.

Dünürü önceki gün anlatmıştı:

“Beni en son göreve çağırdıklarında çekinmeden sordum: ‘Bu sefer neyi beceremediniz, neye ihtiyacınız var?’ ‘Okulun çatısını yaptırmak için ayrılan para yeterli değil,’ dediler. Bir hayırsever buldum, yaptırdık. Kazan dairesini de tamir ettirdim. Bu arada okula küçük bir ekmek fırını kurdum. Eski öğrencilerim arasından yüksek mevkilerde çalışanlar çok, onlar yardım ettiler.

Okulun çiftliği var, sürüleri, arıları… Çiftlik sayesinde, bu sene öğrencilere sene boyunca bedava yemek verildi, fakir öğrencilere kitap, defter, elbise alabilecek kadar paramız oldu…”

Safuan, onun dün dediklerini hatırladı, “Memleket vicdansızların eline kalmış demek doğru olmaz, yapabilirim, çalışırım diyenler de az değil, işte: Adilgerey,” diye düşündü.

Safuan, Adilgerey ile gerçekten de gurur duyuyordu. Değer verdiği, saygı duyduğu nadir insanlar arasında ilk başta Adilgerey vardı. Milletvekili adayı olduğunda, arkası güçlü, zengin, hayâsız rakiplerini Adilgerey sayesinde kolayca alt edebilmişti. Seçim çalışmaları için gittikleri her köyde: “Adilgerey teklif ettiği için, Safuan’ı seçiyoruz,” diyordu halk.

Safuan, seçim sırasında verdiği sözleri yerine getirebilmiş miydi? Dünürü onun verdiği sözleri yerine getirememesinin nedenini anlıyor muydu acaba?

Safuan, kafasını ağrıtan bu düşüncelerden yoruldu ve arkadaki arabaya binip gelen yoksul çifte dönüp baktı. Zabihulla çok ilginç biriydi. Çocuklar gibi kahkahalı gülmeye başladığında, ona katılmaktan başka çare kalmıyordu. Şimdi de çirkin karısı ona bağırarak bir şeyler anlatıyor, o da kafasını arkaya atarak kahkahalarla gülüyordu. Karısı ona ne anlatıyordu acaba? Safuan, o kadının anlattıklarını dinlemek, kahkahalarla gülmek istedi.

Adam birden dizginleri çekip atı durdurdu, arabadan inip dağın eteğine doğru koşarak gitti. “Adam orada ne gördü acaba?” diye baktı Safuan. Adam bir demet papatya ve gelincik toplayıp arabaya doğru koştu. Şaşırdı Safuan: “Yoksa bunlar gerçekten birbirlerine âşık mı?” diye sordu kendi kendine ve gülümsedi.

Onun şaşkın bakışlarını izleyen Adilgerey’in yüzüne hafif bir tebessüm kondu. Adilgerey, bu kurnaz tebessümü ile: “Aşk sadece kısa etekli, kırmızı tırnaklı sekreter ile hep ‘Ben’ diyen, ‘Ben Muhametemin’ diye böbürlenen şişman müdürler arasında mı oluyor?” demek istedi.

Adilgerey’in otlağı çok güzel bir yerdeydi. Safuan, dünürünün çocukları, yiyecekleri, içecekleri, diğer malzemeleri arabadan indirirken onlara dönüp ikide bir: “Siz olmasanız, bu ovanın güzelliği bir hiçtir?” diye söylemesinin sebebini düşündü.

Zabihulla, balık tutmayı severmiş. Tabiata susayan köylüler onun etrafına toplandı. O arabanın alt tarafındaki sandıktan bir ağ çıkardı. Yan taraftaki pırıl pırıl akan ırmağı gösterip, etrafındakilere bir şeyler anlattı. Zabihulla şakacı, güzel konuşan, ama çenesi düşük biriydi. Karısı Samiga ise sessiz, çalışkan… Gelir gelmez bütün yiyecekleri yerleştirdi. Yağı, peyniri, yoğurdu pınarın gölge bir yerine, soğuk suların kenarına bıraktı. Eti yıkayıp kazana doldurdu, ekmekleri de farelerin ulaşamayacağı bir ağacın dalına astı. Hiç konuşmuyordu Samiga, etraftakileri dinliyordu.

“Samiga yenge, senin bu orduya başkomutan olman gerek,” diye takıldılar ona.

“Doğru, böyle becerikli bir başkomutan boşu boşuna harcanıyor bu otun tezeğin arasında,” diye düşündü Safuan da…

İnsanın nefes alışından onun hâlini, neler düşündüğünü ve ne istediğini iyi bilen Zabihulla, bir dikenin yaprağını koparıp Safuan’a uzattı:

“Ağabey, bunu şapkanın içine koy, başının ağrısını keser,” dedi.

Pek önemsemeyerek baktığı bu “baykuşların” bu ovada aniden ipleri ele almaları, gittiği her yerde ilgi odağı olmaya alışmış Safuan’ın sinirine dokundu:

“Eh, ne de olsa, bu onların dünyası,” diyerek kabullendi sonra.

Bu arada Samiga, neşesiz, sıkılgan bir şekilde duran Safuan’а:

“Аğabey, bak ilerde yabani çilek çoktur, bize Akdağ’ın ikramı, bir tadına bakın, buyurun,” dedi. “ Torunlarınıza da toplayıp götürmek isterseniz, işte bir güzel sepet de var…”

Nihayet, tırpanları alıp ot biçmek için toplandılar, sıraya dizildiler. Safuan kendine uzun saplı, büyük bir tırpan almak istedi. Samiga ona hafif tırpan uzattı:

“Bunu al ağabey, o tırpanın sapı sana uygun değil.”

Biçilecek yer, eğimli bir yamaçtı. Sıraya dizilip tırpanları sallayarak yamaçtan aşağı doğru inmeye başladılar. Safuan da tırpanı alıp onların yanına geldi. Önünde rengârenk çiçekli bir kilim gibi uzayan otlara hayran hayran baktı bir süre. Önce bu güzelliği tırpanlamaya cesaret edemedi, seyretti biraz. Sonra tırpanı salladı. Tırpanı otların dibine doğru daldırınca, hoş kokulu çiçekler topluca hışırdayıp, ayakları altına serildi.

Tırpanın en keskini Safuan’a düşmüştü. Eski gücünden bir şey kaybetmediğini düşünüp tırpanı sallamaya devam etti. Kolları, ayakları, bütün bedeni, çok eskiden kazandığı bu hüneri hiç unutmamıştı. O, dul kalan annesine yardım etmek için daha çok küçükken tırpan sallamayı, ot biçmeyi öğrenen bir çocuktu.

Önce küçük bir yamacın otlarını biçtiler. Bir süre sonra, yıl boyunca kalemden ağır bir şey kaldırmayan Safuan, tırpan ile ot biçmenin bir oyun olmadığını anladı.

Gençler, hepsi aynı anda hızlı hızlı tırpan sallayıp:

“Ağabey, ayağına dikkat et!” deyip onun yanından geçip gidiyorlardı.

Safuan’ın bu kez biçilecek alanı fazla uzun, sonu yokmuş gibi hissetti. Alnından su gibi akan ter gözlerini acıtıyor, terini silmek için bir dakika bile durmuyordu. Kulakları çınladı, gözü kararmaya başladı ama o yorulduğunu belli etmek istemiyordu. Ancak, zihnindeki bir düşünce, örümcek ağına takılan sinek gibi vızıldıyordu: “Burada yıkılıp kalmadan bu işi nasıl bitirebilirim?”

İyi ki, en arkada kalan o değildi. Birkaç adım arkasından tırpanını aheste aheste sallayarak otları biçip gelen Samiga vardı. O hiç acele etmiyor, ara sıra durup masat ile tırpanının ağzını düzeltiyor, bazen de eğilip yabani çilek toplayıp yiyordu… Safuan en geride kalmadığı için daha hevesli çalışıyor, kollarındaki tüm gücü tırpana veriyordu. Çok hızlı tırpan sallayan gençler sıranın başına varmışlar, oradaki ağacın gölgesinde oturmuş sigara içiyorlardı. Sağ olsunlar!

Tırpanın ağzını bilemek bahanesiyle biraz dinlenmek mümkün diye düşündü. Bir yandan tırpanını bilerken geriye dönüp biçilen yerlere baktı. Kendi biçtiği yerler; kör bir makasla acemi bir berberin tıraş ettiği çocuğun başına benziyordu. Otların kökü bazı yerlerde uzun, bazı yerlerde kısa kalmıştı.

Canı burnuna gelse de, Safuan sıranın sonuna varabildi sonunda. Hatta yere oturmamak için bir süre dayandı. Çok yorulduğu belli olmadığı için sevindi. Samiga ise çok geride kalmıştı, “Yorulmuş,” diye düşündü.

Biraz ayran içip, etrafa bakındı, rahatladı. Sonra, az önce otlarını biçip geldiği yerlere bir daha baktı ve yanıldığını anladı.

Samiga yorulduğu için değil, Safuan mahcup olmasın diye arkada kalıyormuş. İyice baktığında ise, önce kendi biçtiği bölgeyi çok geniş olarak götürdüğünü, yorulunca da yavaş yavaş biçtiği alanı daralttığını anladı. Samiga tek başına iki kişilik yeri biçerek geliyordu. Hatta Safuan’ın beceriksizliğinden dolayı biçemeyip bıraktığı otları biçmek de Samiga’ya kalmıştı.

Samiga sıranın başına ulaşınca, tırpana dayanıp terini sildi ve o an Safuan’la göz göze geldi. Samiga, Safuan’ın “Affedin” der gibi sakin bir şekilde gülümsemesinden etkilenmişti sanki. Safuan’ın bu gülüşü onun işini de yapan Samiga’ya bir teşekkür müydü?

Samiga’nın da iyi niyetli gülümsemesi, akıllıca bakışı, Safuan’a çok sevimli göründü. O, uzun zamandır kimsenin gözüne bu şekilde bakmamıştı. Samiga’nın gözlerinde parlayan çok küçük ışıltıları dahi fark etti.

Bu arada, bakır kazana kepçe ile vurarak ot biçenleri yemeğe çağırdılar.

Öyle yemeğinden sonra, biraz kımız içen Safuan’ın, tüm bedeni çözüldü adeta. “Kımız gerçekten de eklemleri gevşetiyormuş,” diye düşündü. Safuan otların üstüne uzandı, gözkapaklarına söz geçiremez oldu ve birden uyku bastırdı. Parmağını kıpırdatacak hali kalmamıştı, garip bir haz alıyordu bu yorgunluktan. Bir sevgilisinin “Nirvana” dediği hâldeydi. Kayın ağacının serin gölgesinde içi geçti, uykuya daldı. Yanı başında tırmıkların dişlerini tamir eden dünürünün çalıştığını hissediyor; onun çıkardığı sesleri duyuyordu.

Hanımının, bugün nedense başka insanlardan geri kalışının sebebini tırpanın körlüğüne yoran ve bundan dolayı kendisini suçlu sayan Zabihulla, bütün tırpanları toplayıp örsün yanına gitti ve tırpanların ağzını çekiçleyip eğelemeye başladı. O, örsün üzerindeki tırpanlara çekiçle vurdukça ahenkli bir ses yayılıyordu ovaya. Demirin o ahenkli sesi, Safuan’ı çok eski ve güzel hatıralara götürüyordu. Irmak kenarından gelen gençlerin neşeli sesleri, kadınların yüksek sesle konuşmalarına karışıyordu.

“Aysuvak’ın dönmesini bekliyoruz,” dedi Samiga, kendisine çocuklarını soran Mestüre’ye. “Geçen gün telefonla konuştuk. Orada kalmasına istiyorlarmış.” Aysuvak: “Yanımda komutanım duruyor. Ne yapayım, anne?” dedi…

“ ‘Ağabeyin Çeçenistan’dan dönünceye kadar dişlerimi sıkmaktan ağzımda dişim kalmadı. Senden mektup beklemekten de gözlerim yolda kaldı,’ dedim. ‘Denizaltında asker Aysuvak, bir giriyorlar denizin dibine, altı ay boyunca ne haber, ne mektup… İçime dert oldu. ‘Başka bir iş bulunur elbet, dön oğlum!’ dedim. Razı oldu, beni dinledi, sağ olsun.”

“Oğullarınız size çekmiş, çalışkanlar, akıllılar maşallah yenge. İş bulurlar, boşta kalmazlar,” diye onu teselli etti Mestüre.

“Şimdi Aynur ile İlnur askere gitmeye hazırlanıyorlar. Geçen gün askerlik şubesine gittim. ‘Çocuklarımı birbirinden ayırmayın!’ dedim. ‘Hayır, ikizler birbirinden ayrılmayacak diye bir kanun var, endişe etme,’ dediler. İkisi birlikte olurlarsa zorlanmazlar diye avunuyorum işte.”

“Bu ne kadar kaygı, bu ne kadar hasret!” Safuan, Samiga’nın sofranın başında herkesin önündekilere baktığını, bütün yemekleri herkesin uzanıp alabileceği mesafeye koyduğunu hatırladı. Düşünmeye başladı, daldı.

“Neden, tüm memleketin yükü, hasreti Samiga’nın omuzlarına yüklenmişti? Ya başkaları…? Hiçbir iş yapamayan çocuklarına, askerlikten kaçan oğullarına kocaman kocaman lüks villalar inşa ettiriyorlar. Samiga! Neden sizin askerliğini yapan ve vatan borcunu namusuyla yerine getiren oğullarınız için başlarını sokacak bir ev yapmıyorlar? Nerede adalet? Samiga’nın da bu dünyada azıcık da olsa rahat bir hayat yaşamaya hakkı yok muydu?”

Safuan, mecliste konuşuyordu, yumruğuyla kürsüye vurdu, bağırdı. Sesi etrafta yankılandı, tüm binaya yayıldı. Salonda oturan şişman beyler birbirine bakıp:

“Samiga da kim? Nerede yaşıyor Samiga?” diye şaşırdılar.

Büyük kürsüde, Samiga’nın menfaatlerini korumaya cesaret etmesine, bu söylediklerinin bir temenniye, bir gönül talebine dönüşmesinden çok etkilenen Safuan’ın, gözleri yaşardı; göz yaşları yanağından çenesine doğru süzülüp akıyordu…

Safuan uyandığında, baş ucundaki küçücük bir buluttan yağmur yağıyordu. Hatta, gök gürültüsü vardı. Safuan, bir yandan güneş parladığı halde bu yıldırım gürültüsüne şaşırdı, yeni doğmuş, dünyaya ilk kez gelmiş bir bebek gibi bir süre hiç kıpırdaman bekledi. Yağmur damlalarının, gök kuşağının tüm renklerinde ışıldayıp döne döne yere inişi, eşsiz bir manzaraydı.

Safuan, çok eskiden de burada böylece uzanmış olduğunu hissetti. Bu akça kayının dalındaki sallanan yaprağı tanıyordu sanki. O, buradaki her şeyi daha önce de görmüştü, işte bu kuşun bülbüle benzeyen ötüşünü de, at sineğinin vızıldayıp uçmasını da çok önceden duymuştu. Duyduğu bu sesler, gördüğü bu manzaralar, onun zihnine yıllar önce kaydedilmişti. Ama o, önceleri bu güzelliklerden uzak kaldığını, bu güzellikleri fark edemediğini düşündü. Şimdi nedense, Safuan gördüklerinin, duyduklarının bir parçasına dönüşmüş, onlarla bütünleşmişti: İlerideki otun tüylü yaprağında titreyen inci gibi damlada, dev ağaçlarda, mavi gökte mağrurca kanatlanıp uçan kuşlarda kendi ruhu da vardı. O, dünyanın içindeydi, dünya da onun içinde…

Safuan, “Yoksa hâlâ rüyada mıyım?” diye elini alnına koydu, telaşla doğruldu, etrafına baktı. O anda dünyanın yine eskisi gibi döndüğünü hissetti. Tüm varlıklar, dünya, tekrar eski haline döndü, damarlarındaki kan yeniden akmaya başladı.

O uyurken bir su molası verecek kadar ot biçenlerin, tırpanlarını omuzlarına koyup ıslak otlar arasından kendisine doğru geldiklerini fark etti. Bu rüya değildi, gerçekti. Uyanmıştı ama bal kokusunu andıran o büyülü kokuyu hâlâ hissediyordu. Aniden bu güzel dünyada, Zabihulla ile Samiga’nın samimi gülüşmeleri yankılandı. Bu mucizenin hiçbir zaman kaybolmayacağını anladı.

GAGAUZ YERİ

MEVSİMLER

Kusursuz Vasileoğlo

Çeviren: Lokman Baran

“İşte geldi sonbahar,Sarıya boyandı tüm dallar.Cevizler, meşeler, kavaklar,Sepet sepet yaprak döktülerHavada sarı, kızıl yapraklarBir kuş gibi uçarlar, uçarlar…Ve yapraklar uçuşurkenBağırır köyde çocuklar.”V. Kusursuz

Çocuk bahçesinde dünyadan habersiz, neşeyle oynayan Goguş, babasının her zamankinden daha erken geldiğine şaşırmıştı. Çaresizce, oyunu bırakıp babasının elinden tutarak eve gelen Goguş, sanki başka bir eve gelmiş gibi şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Evdeki bütün eşyaların yeri değişmişti, her şey darmadağınıktı. Duvarlardaki ikonalar2, aynalar, resimler, halılar… ne varsa sökülüp yere indirilmiş, duvarlar çırılçıplak kalmıştı. Evdeki tüm eşyaları bohçalara, karton kutulara, çuvallara ve sandıklara doldurmuşlardı. Goguş, oyuncaklarını göremeyince annesine sordu:

– Anneciğim, benim atım ve traktörüm nerede?

– Evladım, oyuncakların kırılmasın diye onları güzelce paketleyip bir kutunun içine koydum. Sabahleyin bir kamyon gelecek ve biz uzaklardaki köyümüze gideceğiz.

– Köyümüz neresi anne, nereye gideceğiz?

– Vasi dedenin yanına gideceğiz. Onun köpeği, kedisi, tavuğu ve horozu var… Üstelik sana ceviz, elma, armut hazırlamış. Vasi dedene gitmek istemez misin?

– Hey! Hem de çok isterim!

Goguş, o zaman üç, üç buçuk yaşındaydı. Amcasının oğlu Todi’yi de köye geldiklerinde görmüştü. Todi, sokakta bir yığın sonbahar yaprağının üstünde oturmuş, o yaprakları avuç avuç yukarıya atıyordu. Todi’nin babası ise eşyaların taşınmasına yardım ediyordu. Goguş daha ilk günden Todi’yi çok sevmiş, onunla hemen dost olmuş ve o günden sonra Todi’den hiç ayrılmak istememişti.

Todi ve Goguş, her akşamüstü, güneş batarken, kıpkızıl gökyüzünde, alev alev yanan bulutların içinde uçup giden turnaları seyrediyorlardı. Turnaların sesini duyar duymaz, saatlerce gökyüzüne doğru bakarlardı. Gökyüzünde katar katar uçan turnaların sesleri uzak ufuklarda kaybolunca, Goguş ve Todi turna sesine benzer sesler çıkarırlar, göç eden turnalara seslenirlerdi.

Güneş batarken tutuşan ufuklarda sadece bulutlar değil turna sürüleri de kıpkırmızı görünürdü. Goguş ve Todi, çoğu zaman turnalar gözden kaybolana kadar gözlerini ufuklara diker, onları seyrederlerdi…

Vasi dede, sevgili torunu, oğlu ve gelini için çok önceden hazırlığını yapmıştı. Goguş, bütün kış boyunca dedesinin yetiştirdiği tatlı elmaları, şirin armutları, güzel cevizleri yiyip boy verdi, büyüdü… Goguş dört yaşına bastığı gün, komşu ve akraba çocukları onun doğum gününü kutlamak için toplandılar. Annesi doğum günü için türlü türlü pastalar, yemekler hazırladı. Dedesi de büyük bir sepetin içinden taze bir elma çıkarıp:

– Evladım, bu elmaları senin doğum günün için saklamıştım. Senin de tıpkı bu elmalar gibi güzel olmanı istiyorum! Bak bu güzel elma geçen sonbahardan kaldı. Zamanı gelince, bahçemizdeki elma ağacında yeni elmalar yetişecek. O elmalar olgunlaştığında onlardan da yiyeceksin.

– Elmalar ne zaman büyüyecekler dedeciğim.

– Önce ilkbahar gelecek, elma ağaçları çiçek açacak. Sonra da o çiçekler büyüyecek ve kocaman kocaman elma olacaklar…

Vasi dedenin bahçesinde sadece elma ağacı değil, başka meyve ağaçları da vardı. Elma ağacının birisi evin yanında, tam pencerenin önündeydi. O elma ağacının dallarına çoğu zaman sürü sürü kuşlar konardı. Goguş pencereden bu kuşları seyrederken içi içine sığmazdı. Kuşların adlarını bilmese de, elma ağacının üzerindeki kuşları gördüğünde onlar gibi kanat çalıp uçmak isterdi…

Birkaç ay sonra güneş parlamaya, karlar erimeye başladı. Karların erimesiyle birlikte dört bir yanda çimenler yeşermeye başladı. Turnalar da gittikleri sıcak ülkelerden geriye dönüyorlardı. Her yer kuşlarla doluydu. Kuşlar sanki birbirleri ile yarışırcasına ötüşüyorlardı. Elma ağacının tepesinde bu kuşlardan ikisinin yuvası vardı. Bu kuşlar her gün yuvalarına çöpler, kumlar ve yünler taşıyorlardı. Karakargalar da havada uçuşuyorlar, “Gaaak! “Gaaak!” sesleri ile ortalığı inletiyorlardı.

Goguş, bir gece o elma ağacını rüyasında gördü. Çiçek açmış elma ağacının dallarında iri iri elmalar vardı. Elini uzatıp kırmızı yanaklı elmalardan koparacağı sırada, kapı gıcırtıyla açıldı. Dedesi onu uyandırmak için gelmişti. Dedesinin sesini duyunca, düşlerine giren o iri elmaları koparamadan uyandı.

O sabah, güneş daha doğar doğmaz yaz mevsimiymiş gibi her yeri ısıtmıştı. Gökyüzü pırıl pırıl, masmaviydi. Gökte bir tane bile bulut yoktu. Goguş, dedesiyle beraber dışarı çıktığı zaman bembeyaz çiçeklerle bezenmiş, telli duvaklı bir geline benzeyen elma ağacını gördü. İçine sonsuz bir sevinç doldu. Aslında elma ağacının güzelliğine değil, bu güzellikten sonra büyüyecek olan elmalara seviniyordu. Çünkü Goguş elma yemeyi çok seviyordu. Birden o sabah daha uyanmadan gördüğü rüyayı hatırladı. Dikkatlice elma ağacını seyretti. Ağaca, rüyasındaki gibi iri elmalar var mı diye bakıyordu, ama bembeyaz çiçeğe duran elma ağacında bir tane bile elma yoktu.

Birkaç gün sonra elma ağacı çiçeklerini döktü. O çiçekçilerin yerinde ufacık, kiraz büyüklüğünde elmacıklar oluşmuştu… Elma ağacının dallarında ufacık ufacık tomurcuklar oluşmaya başlamıştı, ama elmalar hala görünmüyordu. Dedesi, Goguş’a sürekli bilgi veriyor, elmaların nasıl büyüyeceğini anlatıyordu:

На страницу:
2 из 5