Полная версия
Sessiz Göç
– Goguş, görüyor musun? Bak, ne kadar çok tomurcuk var? Dallarda bu tomurcuklar kadar da elma olacak.
– Tomurcuk ne demek dede? Ben dallarda bir tane bile tomurcuk göremiyorum.
Dedesi, Goguş’un aslında tomurcukları gördüğünü ama tomurcuğu bilmediğini fark etti. Yaprakların arasında o ufak çekirdek kadar elmacıkları bulup, torununa gösterdi. Ama o elmacıklar, Goguş’un kışın yediği güzel ve tatlı elmalara hiç benzemiyordu. Goguş o tomurcuklardan koparıp birkaçını ağzına attı, ama bu tomurcuklarda hiç elma tadı yoktu… Goguş, sıcak yaz günlerinde o elma ağacının gölgesinde oturup dedesinin uzun ve bitip tükenmez masallarını dinlerdi.
Dedesi, Goguş susayıp su isteyince torununa sorardı:
– Elmaları da sulayacak mıyız?
Goguş hemen kabul ederdi.
– Haydi, sulayalım dede!
Günler geçtikçe elmalar büyüyordu. Goguş elmaların nasıl büyüdüğünü hiç anlayamıyordu. Elmalar ilk önce erik kadar, sonra ceviz kadar, daha sonra da Goguş’un yumruğu kadar oldular. Önce renkleri yeşil, tatları da ekşiydi. Ama günler geçtikçe, elmalar güneşe baka baka önce tatlanmaya, sonra da pembeleşmeye başladılar…
Artık zamanı gelmişti, elma ağacını tanımak mümkün değildi. O bembeyaz çiçeklere bürünen ağaç değişmiş, Goguş’un düşünde gördüğü ağaca benzer hale gelmişti. Ağacın dalları, artık iri iri elmalarla doluydu. Uzaktan bakınca, ışıklarla süslenmiş büyük bir Noel ağacına benziyordu. Rüzgâr esince ağacın elmayla yüklü dalları iki yana sallanıyor, tık, tık sesler çıkararak pencerenin camlarına dokunuyor ve geceleyin odada uyuyan Goguş’u korkutuyordu… Bahçenin kenarından gelip geçenler bu elmaları görünce hayran hayran bakıyor ve o elmalardan yemek istiyorlardı. Goguş, artık elma çiçeklerinin nasıl değişip kırmızı kırmızı elmalara dönüştüğünü öğrenmişti. Oysa şehirdeki çocuklar, bütün bunları büyüklerinden ya da kitaplardan öğreniyorlardı. Ama anlatılanlar görülenlere hiç benzemiyordu. Goguş bütün bu olanları izlerken dedesine yardım da ediyordu. Dedesiyle birlikte sık sık elma ağacını suluyor, dallarını okşuyor, seviyordu…
Dedesinin, başkalarına: “Goguş bana hep yardımcı oluyor,” demesinden çok hoşlanan Goguş, bir tırtıl gibi her işin ucundan tutuyor, bütün gün dedesine yardım ediyordu. Bahçede elma, erik, kiraz, kayısı, şeftali, ayva, armut… Çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Goguş bu ağaçlar içinden en çok armut ağaçlarını severdi. Bahçedeki iki armut ağacının ikisi de upuzundu, ikisinin de dalları gökyüzüne kadar uzanıyordu. Rüzgârlı havalarda, armut ağaçlarının yaprakları hışırdar, sanki o ağaçlar eğilerek birbirinin kulaklarına gizli bir neşeyle fısıldarlardı. Yaprakları küçük ve parlaktı. O ağaçların her ikisinde de ta güz bitimine kadar sarı sarı armutlar asılı dururdu. Kasabadaki elektrik direklerinde birçok lamba asılıydı, o lambalar da tıpkı bu ağaçların armutlarına benziyordu. Ama bu armutlar geceleyin sokakları aydınlatamıyorlardı. Ağaçlardaki sarı armutlar tıpkı güneş gibi parlarlardı. İlkbaharda armutlar çiçek açınca Goguş’un dedesi armut ağaçları ile söyleşirdi. Onların kulağına:
– Armut ver! Armut ver! diye fısıldardı.
Armutlar, her yıl Vasi dedenin söylediklerini anlıyormuş gibi bol bol armut verirlerdi. Armutların bereketli dallarında büyüyen meyveler toplamakla bitmezdi. Her iki ağaçta da iri, güzel, hem de çok tatlı armutlar olurdu. Bu armutlar, ısırınca insanın ağzında şeker gibi eriyiverirlerdi…
Vasi dede ilkbaharın sonlarına doğru torunuyla bahçeyi geziyordu. Bahçe cennetin bir köşesiydi sanki. İlk önce ağaçların olduğu yere gittiler. Vişne ağaçları artık yemyeşil ve çok güzeldiler. Bahçenin içi sürülmüş, temizlenmişti. Bahçede ne bir ot, ne bir çöp kalmıştı, her yer tertemizdi. İşçilerin bahçeyi bu hale getirinceye kadar ne çok zahmet çektikleri hemen belli oluyordu.
Vasi dede de o bahçeyi çok severdi. Ama onun asıl gururu meyve ağaçlarıydı. O meyve ağaçlarından birisi kapının tam önüne dikilmişti ve bu ağaç buram buram kokusuyla, güzelliğiyle sadece ev sahiplerine değil, mahallede yaşayanlara, sokaktan geçenlere de mutluluk verirdi. Çiçek açtığında kokusuyla bütün mahalleyi adeta sarhoş ederdi. Ağaçlar güzelce budanmıştı ve hepsi de çok bakımlıydı.
Vasi dede, torunuyla o ağaçtan bu ağaca geziyor, ağaçların her bir dalını sıvazlayarak seviyordu. Çünkü her fidanı kendi elleriyle dikmiş, onları vaktinde sulamış, onlara gözü gibi bakmıştı. Ağaçları, zarar verecek her şeyden korumuştu. Kayısı ve kiraz ağaçları öyle güzel meyveye durmuşlardı ki insan şaşırıp kalıyordu…
Vasi dedenin kiremit çatılı, ufacık, güzel evi, bahçenin tam ortasında duruyordu. Vasi dede o evi de çok severdi. Evin ortasında ise masa ve masanın etrafında da uzun iskemleler vardı. Çamur olmasın diye evin zemini tahta döşeme yapılmıştı. Evin etrafı parmaklı çitle ve çalılarla kaplıydı. Vasi dede, hava çok sıcak olduğunda ya da çok yorulduğunda bu küçük, şirin evin içinde otururdu. Akrabalarının ve misafirlerinin çoğu da bu evde oturup dinlenirler, Vasi dedenin ikram ettiği bir fincan kahveyi içerek dertlerini anlatır, sorularına cevap ararlardı.
Evin yanında zerdali, elma, armut, kiraz ve şeftali ağaçları vardı. Bahçede, kapının önündeki çiçekler ta ilkbahardan güze kadar açar, etrafa sevinç ve neşe saçarlardı. Leylak, lale, zambak, sümbül, papatya, karanfil, altıncık ve gülfatma… Bahçede her çeşit çiçek vardı. Kırmızı, beyaz, sarı ve mor güller, burcu burcu kokularıyla insanı adeta sarhoş ederdi. Bu çiçeklerden bazıları, güz mevsiminde, Meryem Ana’nın güzelliğini görmek için geç açarlardı. Güz çiçeklerinin güzelliği, yılın son renkli cömertliği olurdu.
Bahar geldi mi, elma, armut, kiraz, zerdali, şeftali… Bütün ağaçlar çiçek açar, bu büyülü çiçekler köyü beyaz bir gelinlik gibi kuşatırdı! Gagauzların, Bulgarların, Moldovanların evleri, sanki bu beyaz çiçekler arasına saklanırdı. Bu uçsuz bucaksız çiçek denizi içinde, akşamları köydeki evlerin sadece pencere gözleri parlardı. Evler bu çiçek deryasının büyüsü bozulmasın diye sessizce dururlar, kıpırdamaya korkarlardı adeta. Ancak zalim rüzgâr ikide bir hırçınlaşıp uğuldar, bu ilkbahar gelinliğinin duvağını savururdu. Rüzgâr, bu beyaz köpüklü denizi andıran bahçeleri dağıtır, ağaçların duvaklarını yolar, o gelinlerin bembeyaz saçlarını, takılarını, süslerini, saçlarını dağıtır ve büyülü kokularını dört bir yana savururdu…
Köydeki her evin, her ailenin, her bahçenin ayrı bir sesi, ayrı bir kokusu vardı. Sadece evlerin yanında yer alan ahırlardaki hayvanların kokusunu tahmin etmek çok zordu. Çünkü her ahırın ayrı ayrı sakinleri vardı. Bu sakinler at, eşek, inek, domuz, koyun ya da keçiydi. Bu hayvanların sesleri birbirine karışınca ineklerin iri sesleri, kuzuların, oğlakların ince seslerine karışır ve bir hayvanlar senfonisi başlardı… Kuşların sesi de bu seslere karışarak gökyüzünü doldururdu. Leylekler damın üstündeki yuvalarında “Tak tak!” takırdar, güvercinler saçak boylarına dizilip gugurdarlardı. Horoz kendi sesiyle hepsini bastırmayı ister; ama öfkeli hindinin karşısına çıkamazdı. Ördekler suyun içinde yüzerek bağırırlar, ama kime bağırdıkları belli olmazdı. Hepsi de gevezedir, akşama kadar “Vrak! vrak! vrak!” öterler. Köydeki bütün evler, bütün bahçeler çeşit çeşit canlılarla, türlü türlü seslerle, rengârenk çiçeklerle, farklı kokularla doluydu…
***Bu bahçeler, bu köy kokusu, rüzgâr esince kır kokularıyla karışıp tazelenir, ama unutmayın, o kır kokularını hissetmek daha ana evinden, ana eşiğinden başlar. Ana evi ki, bu dünyadaki en güzel evdir… İşte bu ev, ana evin!… Uzun boylu, kıvırcık saçlı gür üzüm asmaları, bu evi ta sokaktan itibaren sarar, sarmalar… Evden biraz uzaklaşınca serin sulu pınarın yanından geçip bir daracık patikaya düşersin. Bu patika seni sürülmemiş bir tarlaya çıkarır. Hep traktörlerin, biçerdöverlerin ve türlü makinelerin hırıltısını duyarsın. Çiftçilerin sesleri gelir kulağına. Çiftçiler ki, kendi alın terleriyle başkalarını da doyurur. Onların içinde senin de ağabeyin, kardeşin, amcan, dayın, enişten ya da başka bir akraban vardır. Bu köyde ise sana hiç de yabancı olmayan deden, ninen, halan ya da teyzen, kardeşlerin veya dostun, akraban, komşun yaşar. Dünyadaki tüm insanlar akrabalarının arasında doğar ve yaşar. Bu hayvanların, bu kuşların, bu seslerin, bu ağaçların, bu çiçeklerin, bu yeşilliklerin arasında da hayattan feyz alır… Bütün bunlar insanın tüm hayatı boyunca onu sarar, kuşatır, olgunlaştırır… İnsan daha doğuştan alışır bunlara, alışır ve daha sonra köyden, vatanından ayrı yerde, gurbet illerde yaşayamaz olur…
Sadece ana evinde, sadece kendi köyünde çocukluğunla, küçüklüğünle buluşursun. Sadece ana evinde çocukluktan kalan elbiselerin, ayakkabıların, kızak ve başka oyuncakların vardır. Sadece bir cevize, bir elmalı şekere, bir sakıza sevinirsin. Şimdi Audi’ye, Mersedes’e sevinemiyorsun. Şimdi nerede ana evinin, ana koynunun büyüsü? Bir an bile unutulmaz o anlar. Her sabah bir kısa gömlekle yalınayak çıkardın eşiklerin üstüne… İlk önce sen selamlamak isterdin doğan güneşi. Kalaylı bir tepsi gibi parlayan sabah güneşini görmeni bu ağaçlar engellerdi. O ağaçlar nasıl da dallarını, kollarını uzatıp evin üstüne kapanmıştılar. Hele bir ağaç vardı ki, sanki başka yer bulamamıştı da yapraklarıyla evin bacasına sarılmıştı.
Bu köyün manzarasını güzün seyretmek ne kadar da güzeldi. Asmalara üzüm salkımları asılı dururdu. Kara, üzümler, beyaz üzümler, kehribar gibi sarı üzümler… Üzümler ki, güneşin ışığını, rengini alırlar, şekerin, balın tadını alırlar ve görenlerin ağızlarını sulandırırlardı.
Bu ev, bu kapılar, bu üzümler, bu kırlar, bu serin pınar, bu salkım söğütler, bu çiçekler, bu dedenin masalları, bu annenin türküleri, bu köyün âdetleri, gelenekleri, bu… Bunlar senin ana ocağın, ana toprağın, ana yurdun. Unutma! Bu kutsal yere dönmemek mümkün mü?! Hem başka yolu da yok! Nasıl olsun ki! Çünkü sen bu köyde, bu evde ilk sözünü söyledin, ilk adımını attın, okula ilk burada gittin, annene, babana ilk karneni burada getirdin. Bu evde, bu köyde seni tanırlar, bilirler. Yalnız evdekiler, akrabalar değil, komşular da, yabancılar da bilir, tanır seni. Akrabalar, köylüler büyütürler burada insanı. Elinden gelen ne varsa yaparlar. Sen ne zaman iyi, güzel bir iş yapsan sevinirler, gururlanırlar; ne zaman kötü bir iş yapsan gücenirler, üzülürler. Sadece ana ocağında, memlekette değil, uzak illerde, uzak diyarlarda da sizin ilerlemenizi akrabalar, köylüler hep uzaktan seyrediyorlar. Çünkü vatandan daha kıymetli bir şey yok. Belki de o yüzden her insan kendisini akrabalarına, komşularına iyi göstermek için hep çalışmalı…
***Sıcak yaz da geldi geçti. Serin sonbahar işe koyuldu. Eylül ayı… Birden hava karardı. Tabiatın beti benzi attı, yeşillikler sarardı… Bir ay daha geçti. Güneş artık arada bir göstermeye başladı o sıcak yüzünü. Yer gök kızardı. Her yer tan yeri gibi kızıl bir renge büründü. Belliydi, bu güzden, bu kızıllıklardan kurtuluş yok. Sadece ağaçların, çiçeklerin yaprakları yanmazdı güzün, gökyüzündeki bulutlar da yanardı. Sarı yapraklar, tıpkı kıvılcımlar gibi bütün dünyayı kapladı. Rüzgâr, yaprakları, kâh koparıyor, kâh çukurlar içine yığıyor, kâh kırlara, bayırlara savuruyor, renkli bir kilim dört yana dağıtıyor. Bulutları da yapraklar gibi örseleyip sürüklüyor rüzgâr. Bulutlar sanki kendilerine gökte yer bulamamış gibi sağa sola kaçışıyorlar. Deli rüzgâr, göğün en yükseğinde bile bulur bulutları. Bulutlar büyük bir korkuyla gece gündüz ağlarlar, durmadan yaş dökerler bu mevsim.
Yalnız bazı günler hava sanki gülümser, güneş parlak yüzüyle şöyle bir bakar dünyaya ama sonra yine uzun bir uykuya dalar, sönüp gider. Sonra bulutlar yine hasta bir kadının taranmamış saçları gibi, bütün gökyüzüne yayılırlar. Gölgeleri yeryüzünü kaplar ve gene gece gündüz ağlarlar, tıpkı bir ananın hasta çocuğunun başında ağladığı gibi.
Kış yaklaştıkça, güneş yeryüzünden uzaklaştıkça, tabiat önce sararır, sonra kararır, zindan gibi koyu bir siyahlık çöker. Tabiat artık sırtındaki rengârenk elbiselerden soyunur. Havanın nefesi günden güne soğur. Tabiatın başına, zülüflerine kırağı düşer. Havanın bakışı donuktur. O zaman sadece, yaşlı çamlar ve taze çam fidanları çıkarmaz yeşil elbiselerini. Çamlar, uzaktan tabiatın ne kadar derin bir uykuya hazırlandığını seyrederler. Onlar da uyurlar kışın, ama elbiselerini soyunmazlar. Çünkü utangaçtır çam ağaçları.
Üzülmeyin çocuklar! Ağlamayın! Tabiat ölmedi. Ölmez! O, dokuz ay çalıştıktan sonra tıpkı biz insanlar gibi yoruldu. Dinlenmek için sonbaharın gelişiyle beraber o da uyumaya başladı. Biz nasıl uyuyoruz akşamdan sabaha kadar. Hadi biz ona ninniler söyleyelim. Annelerimiz bize nasıl ninni söylerdi?
– Tatlı uykular sana tabiat! Uyu rahat rahat! Biz seni hiç uyandırmayacağız! Ee! Ee! E! Biz de artık susacağız, hiç konuşmayacağız. Sen rahat uyu, dinlen. Ee! Ee! e!..
Bir kış sabahı Goguş erkenden kalktı. Dışarı çıkınca gözlerine inanamadı. Akşam dışarıda yağmur çiseliyordu ama şimdi!?
Kapıya çıktığında pırıl pırıl yanan güneşi gördü ama güneş hiç ısıtmıyordu. Yerler bembeyaz karla kaplıydı. Karlar öyle parlıyordu ki güneş ışığı Goguş’un gözlerine yansıyordu. Kara bakamıyordu Goguş. Bütün tabiat bembeyaz bir örtüye bürünmüştü. Dışarıda hava dingindi, hiç rüzgâr yoktu ama soğuktu. O lekesiz beyazlık, o pırıl pırıl güneş insanı sarhoş ediyordu… Dışarıda kuş izlerinden başka hiçbir iz yoktu. Kuş izleri ise karın üzerindeki yıldızlar gibiydi… Goguş, büyük bir şaşkınlıkla, hiç kıpırdamadan kapının önünde durdu. Her tarafın, bütün dünyanın gözleri kamaştıran bembeyaz bir yorganla örtündüğünü gördü.
Goguş birkaç yıllık hayatında böyle bir güzellik daha görmemişti. Dışarı çıkmak istedi, ama eşiğe gelir gelmez durdu. Bu büyülü güzelliği bozmaktan, bu bembeyaz karları lastik ayakkabılarıyla kirletmekten korktu belki de… Çevrede hiçbir ses yoktu. Goguş bu güzelliği seyrediyor, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmak istemiyordu. O anda sokaktan bir adam geçti. Karlar o adamın ayakları altında gırç gırç sesler çıkarıyordu, adeta kar ağlıyordu. Goguş o beyazlığı, o temizliği kimsenin çiğnemesini, kimsenin kirletmesini istemiyordu. Birden bire her taraf kuş sesleriyle doldu. Bir sürü serçe uçarak dallara kondu. Anlamak çok zordu bu serçeleri. Seviniyorlar mıydı? Yoksa üzülüyorlar mı? Büyük bir şamata kopardılar. Daldan dala uçup konuyorlar, sanki kim daha hızlı uçuyor diye yarışıyorlardı. Zil çaldığında daha öğretmen sınıfa gelmeden önce çocuklar da böyle şımarırlardı. Kapı açılıp öğretmen içeri girince de hepsi susardı. Kuşlar da birden sustular. Sanki öğretmenleri gelmişti. Aşağıdaki ağacın dallarına, nereden geldiyse saksağan gelip kondu. Saksağan, hiç kimseyi beklemeden, hiç kimseye sormadan, hiçbir yere bakmadan, kâğıttan okur gibi okumaya; sanki nasihat etmeye başladı. Sanki bu güzelliği, kışın bu ilk karını kutluyor gibi ötüyordu. Saksağan, bu güzelliği herkesin görmesi, duyması için, söylediklerini her tarafa döne döne sürekli tekrarlıyordu. Serçeler hep beraber cıvıldaşıyor, saksağanın sesini bastırıyorlardı. Saksağan, buna çok öfkelendi. Uçup birkaç metre aşağıdaki ağaca kondu. Serçelerin yanına varıp onlara sert sert baktı, serçeleri sessiz olmaları için uyardı, azarladı.
Saksağan, Goguş’u görünce ona doğru dönüp kuyruğunu sağa sola sallayarak etrafta gördüklerini anlatmaya başladı. Goguş’u, bütün bu güzellikleri kendisinin yaptığına inandırmak istiyordu. Goguş’u inandırmak için türlü türlü yollar denedi, “Gak, gak,” öttü, çalıştı, didindi, ama boşuna…
IRAK
İSTANBUL’DA BİR KERKÜKLÜ
Kemal Beyatlı
“İstanbul Fatih’te, rutubetli bir bodrum katında yaşayan Kerküklü dostuma”
Biz dünyaya gelir gelmez, Türkiye’ye sevdalanırdık. İlk aşkımız Türkiye’yi sevmekle başlardı hayat. “Oraları görmek kısmet olur mu?” diye hasret çekerdik hep. Bizim topraklar ile Türkiye topraklarının bir olduğunu, kurnazca bir oyun sonucu araya bir kırmızı çizgi çekildiğini ve adına da sınır denildiğini bilir ve bu kırmızı çizginin ardındaki Türkiye’yi özlerdik. Oraları görmek başka bir sevda, başka bir arzu, başka bir umuttu… Hele İstanbul! İstanbul’u görmek, bambaşka bir heves, bambaşka bir aşktı.
Oradaki havayı bir teneffüs etsek… Sokaklarında bir gezip, dolaşsak… Bir şehir ki, iki kıtaya yayılmış, her tarafı surlarla kaplanmış, tarih boyunca birçok komutanın rüyalarına girmiş, sonunda da Türklerin olmuş… İstanbul’un ne denli büyük ve muazzam, tılsımlarla dolu bir şehir olduğunu hayal edip dururduk.
İstanbul’da, kimlerle görüşmek için can atmazdık ki! Bırakın ünlüleri, medyatik kişileri, futbolcuları… Bir bilseniz, orada yolda yürüyen insanlarla bile selamlaşıp, yanaklarımızı sonuna kadar gererek güler yüzle: “Ben geldim,” demek; içimizin ta en derin hücrelerinden, daha içten, gülen bir yüzle; “Abi ben geldim,” “Abla ben geldim,” demek; umutların zirvesinde oturan bir umuttu bizim için. Irak’ta yaşadığımız işkencelerin ana sebebi bu aşktı; bu sevgiydi. Bu, gözle görünmez bir bağlılıktı. Kerkük’te birçok Türkmen’in zindanlara atılması, ağır işkencelere tâbi tutulması, hatta idam sehpasına çıkarılmasının ana nedeni de bu aşktı.
Türkiye’den Irak’a veya Körfez ülkelerine mal götüren kamyonlara, tırlara kollarımızı olabildiğince kaldırıp el sallar, akşamları da evde herkese anlatırdık:
“Bugün Türk kamyonlarını gördüm, Türk şoförlere el salladım, onlar da bana el salladı…”
“Seninki de bir şey mi, ben mola verirlerken Türk şoförlerin yanına gittim. Onlarla konuştum bile…”
Diğeri böbürlenerek cevap verirdi. Bir de koynundan bir Türk gazetesi çıkarıp:
“Bakın, bakın Türk şoförler bana gazete bile verdiler,” diyerek ortalığı kızıştırırdı.
Bir diğeri:
“Bana da Barış Manço’nun resmini verdiler,” derdi. Muhabbet böyle uzayıp giderdi.
Baas rejimi, Türkçe basılmış her şeyi yasaklamıştı. Kamyon ve tır şoförlerinin verdikleri yırtık pırtık gazete kâğıtları, sanatçıların resimleri kaç Türkmen’in başına belâ oldu. Bu yüzden tutuklananlar oldu, aileler Kerkük’ü terk etmeye zorlandı, Irak’ın güneyine, sürgüne gönderildiler. Baas rejimi, Türkmenleri baskı ve zorla Irak’ın güneyine göç ettirerek, Türkiye sınırlarından olabildiğince uzaklaştırmak istiyordu. Belki de amaçları, bizleri Misak-i Milli sınırları dışına çıkartmaktı…
Türkiye semalarında dolaşan havanın, es kaza Kerkük semalarına gelmesi ve Türkmenlerin o havayı teneffüs etmesi bile, Irak yönetimine büyük bir endişe; büyük bir korku verirdi! Belki korku denilen şey de buydu.
Evkaf Caddesi’nde terzilik yaparak geçimini sağlayan Abdülhadi ve arkadaşlarının, yedişer yıl hüküm giymelerinin nedeni, adamcağızın dükkânında Türkçe gazete parçaları bulundurmasıydı. Abdülhadi, sıradan bir müşteri kılığında, dükkânına gelip sipariş veren, gözleri dört dönen ve etrafı süzen adamın, bir şeylerin peşinde olduğunu sonradan anlamıştı. Bu sebepten Abdülhadi Vedüd, Fatih Şakir ve birçokları, yedi yıl hapiste yattılar. Fatih Şakir’in mahpushanede sağ ayağının kangren olması, akabinde kesilmesi ve aylarca askeri hastanede yatması bile onun affedilip mahpushaneden çıkarılmasına yetmedi. Fatih Şakir yatalak bir şekilde mahpushanede can verdi. Fatih Şakir de o aşk uğruna ölenlerdendi.
Geceleri kulağımızı transistorlu radyolara dayayarak, Türkiye Radyosundan Yurttan Sesler Korosunu dinlerdik. Yaz aylarında damda yatarken, pırıl pırıl yıldızları seyrederdik. “Bu yıldızlar acaba İstanbul’un hangi evinin üzerinde,” diye düşünürdük. Kerkük ile İstanbul arasında yıldızlar birer iletişim aracı olurdu. Yıldızlar çöpçatanlık yapardı, Kerkük ile İstanbul arasında. Bu hayal, bu kurgu, her gencin kafasındaydı, zihnindeydi.
İstanbul bir hayal ülkesiydi bizim gençler için. Beyaz atlı prensi dört gözle bekleyip dururlar ve hiç göremedikleri o sevgiliyi görmek için can atarlardı…
***Yıl 1991… Körfez savaşı patlak verdi. Savaş, Ortadoğu’da birçok dengeyi bozdu. İşte İstanbul’u görme fırsatı doğdu. O büyük aşkın vuslat zamanı geldi. Aşık ve maşuk artık yan yana, diz dize oturacaklar, dertleşeceklerdi. Biri diğerine: “Nerede kaldın?” diye sitem edip soracak; diğeri ise “Senden, gel diye bir işaret alamadım ki!” diyecek. Yıllarca süren ayrılığın acısını birbirlerine anlatacaklardı…
1991’in Mart ayında, Irak’ın birçok şehrinde otorite boşluğu doğdu. Halk ayaklandı, Baas rejimi ayaklanmayı bastırmak için orduyu kullanarak, askerleri halkın üzerine sürdü. Çok kayıplar oldu. O günlerde ben de Kerkük’ten çıkıp İstanbul’un yolunu tuttum. Büyük aşkımı görmek için yasadışı yollara başvurup, kaçakçılara para vererek yollara düştüm.“Fırsat bu fırsat,” dedim. O aşk canlandı kalbimde. O büyük hayal gerçek olacaktı. O umut yeşerdi artık, meyvesini alma zamanı gelmişti.
Otobüsle, Derecik, Hakkâri, Van ve diğer birçok şehirden geçerken, zihnimde hep bir türkü dolaşıyor ve o türkü, aralıksız yankılanıyordu kulaklarımda.
“Burası Muş’tur, yolu yokuştur,Giden gelmiyor, acep ne iştir?”Muş neresiydi acaba? Bu türkü niçin bu kadar acılı, dertli söyleniyordu? Türk şairlerin ezbere bildiğim şiirleri geldi aklıma. Birden Faruk Nafiz Çamlıbel’in kızına yazdığı nasihat şiirinin bir dörtlüğü döküldü dudaklarımdan.
“Ömrünün dört faslı var,Üçü kış, biri bahar.Çalış ki görmesin kar,Sendeki nisan kızım.”Belki de bu dörtlüğü hatırlamamın nedeni nisan ayında olmamızdı. Otobüsün camından dışarı baktım, Türkiye’nin, göz alabildiğine uzanan yemyeşil ovalarını, heybetle yükselen dağlarını, o güzelliklerini seyrettim uzun uzun. Otobüste, kimsenin bana aldırış etmemesi dikkatimi çekti. Herkes kendi halindeydi. Kimi yatmış, kimi gazete okuyordu… Gözüm gazete okuyan birine ilişti. Az kalsın gidip:
“Ağabey, bu gazeteyi ben de okuyabilirim. Ben bunu okumak için nelere katlandım, neler çektim. Bizler bu gazeteleri okumaktan dolayı mahkemelere çıkartıldık. Bu sebeple cezaevlerine atıldık. Sen öyle bacak bacak üstüne atıp bu gazeteye hor bakma, sayfalarını yavaşça katla,’ demek istiyordum…
Muavin yolculara su ikram ederken yanımdan geçiyordu. Göz göze geldiğimizde, ona gülümseyerek; “Ben seni tanıyorum, ben Kerkük’ ten geldim. Hani kendi hayalimde, kendi dünyamda sana selam verirdim. Sen de selamımı alırdın. Sohbet ederdik. Burada oturan yolcularla da tanışıklığım var. Hepsiyle, hemen hemen hepsiyle konuşmuşluğum vardır,” demek istiyordum.
Biz zannederdik ki, İstanbul’a vardığımızda herkes bizi tanıyacak, oradaki insanlar bize kucak açıp, çiçeklerle karşılayacak. Yürüdüğümüz sokaklarda, caddelerde herkes bizi parmakla gösterecek: “Bakın bakın, işte Kerküklü kardeşimiz geldi,’’ diyecekler. Kahvelerde çay yudumlarken konu sadece biz olacağız. Kimse bizden başkasını konuşmayacak…
Yıllar önce, 50’li, 60’lı, hatta 70’li yıllarda Türkiye’deki üniversitelere okumaya gidenler, yaz tatilinde Kerkük’e döndüklerinde bize pek değişik bir şey söylemezlerdi. Biz ise tam tersine öğrencilere gıptayla bakardık; “Vay be! Bunlar Türkiye’yi, İstanbul’u görmüş adamlar,’’ derdik. O öğrencilerden bazıları özel araba ile gelirlerdi. Arabalarıyla Kerkük’te gezerlerdi. O arabalar, caddelerde 34 numaralı plaka ile dolaşırken herkesin gözü o plakaya dikilirdi. Sanki kutsal binek, “Burak” yeryüzüne inmişti! Büyük bir heyecanla o arabayı seyrederdi herkes. Öğrenci ise, hiç oralı olmazdı, havalı havalı direksiyonu çevirip ne sağa, ne de sola bakardı. Biz de hasret dolu bir bekleyiş içinde dikilip kalırdık yolda.
Otobüste, yolcuların tamamı kendi âleminde, kendi hülyalarına dalmış uzun bir boşluğa bakıyorlardı. Otobüsün tekerlekleri zaman zaman yolcuların hülyalarını çiğniyordu. Otobüs kâh bir çukura dalıyor, kâh bir tümsekten geçiyor; herkesi sarsıyordu. O anda yolcuların hülyaları da paramparça oluyordu.
Ankara’dan geçtik. Ne büyük başkentmiş Ankara. Kimleri ağırlamadı ki, hangi hükümdarlar bu yollardan geçmedi ki? Ben, şimdi o hükümdarlar kadar başı dik geçiyordum Ankara’dan. Ankara’yı fethetmiş gibi başımı biraz daha yukarı kaldırıyordum. Ne bahtı açık bir insanmışım ben! Ankara’yı da gördüm! İstanbul, ah İstanbul! İşte ben geldim. Aç kollarını, görmek için rüyalara daldığım İstanbul. Her gece rüyalarımda, kollarını açıp beni çağırdığını duyardım. Ama gelemezdim, bir sürü canavar yolumu keserdi. Zebaniler gibi beni ateşe atmak isterlerdi. Rüyalarımdaki buluşmamıza bile engel oluyorlardı. İstanbul, senin için ne canlar feda oldu bilsen… Bitti artık. Her şey bitti. Şimdi özgürce senin yollarına düştüm, bekle, geliyorum…
Otobüsün tekerleğini ne kadar küçük yapmışlar. Ne biçim mühendis bunlar? Tekerlek dediğin, her döndüğünde şehirlerden şehirlere, kıtalara varmalı. Bu mühendisler, galiba aşkın ne olduğunu bilmiyorlar, çırpınan gönüllerin hâlinden anlamıyorlar. Bu yüzden de tekerlekleri ufacık ufacık yapmışlar. Tekerleğin çapı beş yüz metre hatta bin metre olmalı. Her döndüğünde yüzlerce kilometreyi devirmeli. Yoksa İstanbul’a geç ulaşırım. İstanbul üzülür. İstanbul’daki insanlar üzülürler. Onlar beni bekliyorlar. Yıllardır, birbirimize hasret kalmışız. Bu kadar üzüntü ve bekleyişe artık son verilmesi gerekir.