Полная версия
Sessiz Göç
“Yusup Ağa! Maşallah senin oğlanlar böyle kış, kıyamet, zorluk görmemiş adamlar değil. Kaygılanma, nasip olursa yarın öbürgün çıkıp gelirler.”
“Allah esirgesin, aslan gibi oğullarım var. Onların kendi başların çaresine bakabileceklerini biliyorum. Ama onlar aceleyle yanlarına silah almayı da unutmuşlar. Böyle karlı, rüzgârlı gecelerde kurtlar adama düşmandır. Yollar izler de kaybolmuştur. İnşallah çocuklar yollarını kaybetmezler.”
Dedem her ne kadar komşularının yanında sır vermek istemese de, endişeleri ve endişelerinden dolayı yaşadığı korku her hareketinden belli oluyordu.
“Yusup Ağa, çocukların kurt gibiler maşallah. Yanlarında eşek de götürmemişler, iyi de yapmışlar. Yoksa eşek de onlara ayrı bir dert olurdu. Develerin içinde ner olursa kurt bile yaklaşmayı göze alamaz.”
Biraz sonra eşeğin acizliği, nerin cesurluğu hakkındaki efsaneleri anlatmaya başladılar…
Dedem, beni gece yarısından sonra kaldırıp “Kalk oğlum, döşeğine yat,” dedi. Ben oturduğum yerde uyuyup kalmışım. Komşular ise çoktan dağılmışlar.
***Kervan gideli beş beş gün olmuştu. Beşinci günün sonunda köyün ilerisinden çan sesleri duyuldu. Beş gündür zamanının çoğunu dışarıda geçiren dedem çan sesini duyar duymaz gür sesiyle bağırmaya başladı:
“Çıkın da kervanı karşılayın. Kadınlar yemek işlerine baksın. Develerin otunu suyunu hazırlayın. Ateşi yakın, evi ısıtın.”
Kervanın geldiği haberini alan komşular kollarını sıvazlayıp işe koyulmuşlardı bile. Etrafa doğrama10 çorbasının kokusu yayıldı. Kadınlar ise hamur yoğurup petir11 pişirmeye başladılar. Alevler tandırın içine sığmıyor, dışarıya taşıyordu. Bizim evin etrafı bayram yerini andırıyordu.
O sırada kervan geldi… Töre amcam ile Yağmır Pehlivan’ın bıyıkları buz tutmuştu. Töre amcamın eline nerin dizginleri öyle yapışmış ki sıcak suyla ayırdılar. Kervancılara sıcak yemek verip doyurdular. Onlar dinlendiler ve siyah radyoda çalan Türkmen aydımlarını dinledikten sonra, komşuların hâlâ dağılmadan kervanın başından geçenleri dinlemek için kendilerini beklediklerini anladılar. Töre amcam çayını yudumlayarak her zamanki rahatlığıyla söze başladı:
“Evet… O gün köyden çıktığımızda yerler post döşenmiş gibiydi. Ortalıkta kararıp duran tek bir şey bile yoktu, yolumuzu kaybettik. Allah’tan şu ner varmış yanımızda. Onu önden yürütüp, develeri de peşine taktık. Gökten yağmakta olan kar ise dinecek gibi değildi. Gözlerimizi açamadığımız için başımıza oyluklarımızı12 geçirip, Allah deyip devenin üstünde yatıyorduk. Ner ise yola devam ediyordu. Ben kafamı kaldırarak ‘Abdı Han, araba ne civarda idi?’ diye sordum. Abdı Han oyluktan kafasını çıkararak etrafına bakındı. O, Yahek dağındaki arabanın nerede olduğunu tahmin etmeseydi, bulunacak gibi değildi. Sonra o, arada bir ‘Seyitcemal diye bağırın. Arabanın bekçisi var. Yaklaştığımız zaman o bize cevap verecektir.’ deyip, oyluğunu tekrar kafasına geçirdi.
Arada bir ‘Seyitcemal’ diye bağırıp giderken kamyonu farkettik. Bizi görüp, arabadan inen kara yağız şöför şaşa kaldı. Şoför, Farsça bir şeyler mırıldandı. Sonra:
‘Abdı Han delirdin mi? Allah aşkına, arabanın yürüyemediği yoldan deve yürüyebilir mi? Siz de hemen donmadan geri dönün,’ diye bize baktı. Gurt amcam gula13 bakarak:
‘Biz Abdı Han’ın bir dediğini iki ettirmeyiz. Onun için de arabadaki yükü develere yüklemeli ve köye götürmeliyiz,’ dedi.
Deveciler yükleri hemen develere, biraz ağır olanlarını da nere yüklediler ve yola koyulduk. Seyitcemal: ‘Biz ne yapalım? Kamyonla bu dağların içinde kalalım mı?’ diye ağlamaklı konuştu.
Yağmır Pehlivan Seyitcemal’a bakarak gülümsedi ve: “Seni burada bırakıp gitmeyiz, merak etme. Bu Türkmene yakışır mı? Ayrıca bizim nerin, tek başına senin on arabana bedel olduğunu gözlerinle görmen lazım. Gel,’ dedi.
‘Teşekkür ederim ağalar! Size başka türlüsü yakışmazdı zaten,’ diye Seyitcemal yaltaklandı.
Ner, on altı tane yüklü deveyi peşine taktı, en önden gidiyordu. Bazı yerlerde çukurlardan savulup geçiyor, bazı yerlerde ise burnunu göğe tutup bir şey tespit etmeye çalışır gibi bir süre duruyor ve yoluna devam ediyordu. Şafağın sökmesine yakın Abdı Han:
‘Çocuklar, şu köyde bir tanıdığım var. Oraya gidip biraz dinlensek, karnımızı doyursak, en azından ısınırız. Ne dersiniz? Develer de dinlenmiş olurdu.’ dedi.
Abdı Han’ın dediği kulağımıza hoş geldi ve makul bulduk. Köye vardık ve Abdı Han’ın tanıdığı adamın evinin kapısına vurmaya başladık. Ne kadar vurduysak kapıyı açan olmadı. Abdı Han bana;
‘Töre, kapıya tekme at, aç. Yoksa dışarıda donarız.’ dedi.
Hemen omuzumla kapıya vurdum, açtım. Kibriti ateşleyip evin içine baktım. Bir tane eski kilim serilmiş. Evin ortasında ise bir soba kararıp duruyordu. Hemen odun aramaya çıktım, ama bulamadım. Odun bulamayınca evin arka tarafına geçtim. O sırada bir tane köpek korkudan ürpertici bir sesle bağırarak oradan kalkıp kaçtı. Benim de o an ödüm patlıyacaktı. Çabucak kendimi toparladım ve etrafa baktım. Köpeğin kalktığı yerin arka tarafında bir yığın odun gözüme ilişti. Odundan bir kucak alıp eve girdim. Yoldaşlarım bütün yükleri indirip, eve girmişlerdi. Ateş yakıp ibriği suyla doldurup çay koyduk. Islanmış ayak sargılarımızı ve ayakkabılarımızı kuruttuk. Ayakkabımı başımın altına koyup uyumuşum. Böyle tatlı uykuyu ancak benimle yola gidenler bilir…”
Töre amcam çaydanlığın içinde kalan son damlaları da bardağına doldurup, güldü ve sözüne devam etti.
“Ne kadar yattığımı bilmiyorum. ‘Töre, kalk bakalım. Çay hazır. Karnımızı doyuralım, yola koyulalım,’ diye seslenen Abdı Han’ın sesine zor uyandım. O sırada bir gul gelip konuşmaya başladı ve yüksek tonlu sesiyle yatanları da uyandırdı: ‘Siz kimsiniz? Buraya kimden izin alıp girdiniz?’ diye bağırmaya başladı.
O arada yan tarafına yaslanıp yatan Abdı Han’ı görüp: ‘Gözlerime inanamıyorum. Bu Abdı Han değil mi? Bağışlayın tanıyamamışım. Siz olduğnuzu bilememişim. Bilseydim…’
Abdı Han ev sahibi sözünü bile bitirmeden: Tanıyamazsan da misafir atandan büyüktür, diye söz var, bizim Türkmenlerde, böyle mertlik ne arasın bunlarda” diyerek mırıldandı.
Gul, Abdı Han’dan özür diledi. Ev sahibi eksiksiz ağırladı bizi. Biz ev sahibinden izin isteyip yine yola koyulduk. O günkü soğuk önceki günkünden beş beterdi. Soğuk elimizi, yüzümüzü bıçak kesmiş gibi acıtıyordu. Yolda da dağın içinden geçtiği için arada sırada develerin ayakları kayıyordu ve düşen develeri kaldırma, ağan yükü tekrar yükleme işi Yağmır Pehlivan’la bana düşüyordu.
Hem soğuktan, hem yorgunluktan Abdı Han iyice halsizleşti ve:
‘Çocuklar, bende hiç hal kalmadı. Önümüzde bir tane daha köy var. Orada dinlenelim. Zaten günün de yarıdan çoğu geçti. Kış günü bir avuç, çabucak da güneş batar,’ dedi.
Biz bir an önce işimizi bitirip, evimize gitmek istiyorduk. Bu sebepten Abdı Han’a, köye gitmek istemediğimizi, yükü hemencecik köyüne aşırmak istediğimizi, eğer isterse kendisinin köyde kalıp dinlenebileceğini söyledik.
Abdı Han ile Gurt amcam o köye gidip, bize yardım göndereceklerini söylediler. Gurt amcam bana: ‘Yükün sahibi burada, siz ondan ayrılıp nereye gideceksiniz?’ der gibi gözleriyle işaret yapıp Abdı Han’ı gösterdi. Ama biz yola devam etme konusunda ciddi idik. Han ile Gurt amcam köy taraftaki tepeyi aşıncaya kadar bekledik ve sonra hareketlendik. Ner ise benim çabalarıma da aldırış etmeden Abdı Han’ın gittiği köye doğru dönerek yol almaya başladı. Biz de mecburen onun peşine takıldık. Ner yürüyüşünü yavaşlattığı için diğer develer de yavaşladılar, artık ayakları da kaymıyordu. Biz de biraz rahatladık, ama mesafenin yakın olmasına rağmen köye varabileceğimize inancımız azaldı. Benim gözlerim kapanıyor ve gözlerime ekmekle çay gözüküyordu. Hatta yanıp duran ateşin sıcağı bedenimi ısıtıyor gibi oluyordu. Aniden Yazlı’nın ‘Töre ağabey yoldan çıktın, sıraya girsene!’ demesiyle kendime geldim. Hemen nere baktım, ner ise Yağmır Pehlivan’a doğru bakıyordu. O, donup kalmış gibiydi. ‘Yazlı, hadi çabuk ol. Pehlivan kendinde değil, getir onu buraya,’ diye bağırdım. Yağmır Pehlivan tamamen donmasa da vücudunu kımıldatamıyordu. Belimdeki kuşağı çözüp bir ucunu nerin havuduna, diğer ucunu da Yağmır Pehlivan’a bağladım.
Bütün ümidimiz ilk önce Allah, sonra da nerde idi. Ner bizi köye götürmezse bizim ulaşacağımız yoktu, iyice halsizleşmiştik. Azıklarımız da bittiğinden midemiz zil çalıyordu. Birden, ner ağzından köpük saçarak azıtmaya başladı.
‘Yazlı arkadaki develerin hepsi yerinde mi bir bak,’ dedim. O sırada Yağmır Pehlivan;
‘Töreee! Şu taraftaki kurtlara baksana. Onları, elinizdeki sopalarla korkutarak hemen kovun ve yardım edin, diye bağırın,’ dedi.
Telaşla etrafa baktım ama hiçbir şey göremedim. Korkarak: ‘Yazlı, sen görüyor musun kurtları?’ dedim.”
Yazlı: “Hayır, hiçbir şey görmüyorum. Yağmır Ağa’ya ne oldu acaba?! Yağmır ağabey, güzel sesinle ‘Kim bilir?’ türküsünü çağırsana. Belki Abdı Han’ın gönderdiği adamlar sesini duyup, bizi bulurlar. Onların, şu ana kadar bizim yanımıza gelmesi gerekirdi. Bu fırtınada bağırmazsak bizi bulamazlar,’ dedi.
‘Sözünü yeni bitirmişti ki, ner ön ayaklarıyla karı eşeleyerek ‘Benim olduğum yere kurt gelemez,’ der gibi öyle bir hareket yaptı ki biz biraz rahatladık. Kurtların, Yağmır Pehlivan’ın gözüne gözüne bakıp mı yoksa nerin heybetinden korkarak mı bize yaklaşamadıklarını anlayamadık. Kurtların yaklaşmadığını görünce biraz rahatlayan Yazlı’nın bir şeyler alarak ağzına attığını gördüm. ‘Allah Allah, bu bizden gizleyerek bir şey mi yiyor?’ diye düşünerek yavaşca arkasından vardım. O, benim geldiğimi görüp: ‘İşte şu devenin üstündeki yükte hurma var. Acıktığım için biraz almıştım,’ dedi.
Bunun üzerine Yağmır Pehlivan: ‘Hiç hâlim kalmadı. Git, al, getir. Yiyelim,’ dedi. Yazlı bu sözü bekliyormuş gibi hemen hurmaları avuçlarına doldurup geldi. Biz doğramaya14 saldırır gibi hurmaya saldırdık. Ondan sonra bedenimize yeni bir güç geldiğini hissettik. O sırada köy de gözüktü. Bacalardan çıkan dumanları görüp, ısınır gibi olduk. Bize yardım için gönderilen atlılar da önümüzden çıkıp geldiler.
‘Bize yardımınız böyle mi olacaktı? Bari siz biraz daha yatsaydınız sıcacık evinizde, kendimiz gelirdik. Zahmet oldu size,” diye Farslara kendi dillerinde biraz kinayeli konuştuk. Onlar da bize köyden çıkmanın hatalı olduğunu, dışarıda aç kurtların sürü halinde dolaşmakta olduklarını, bazen de köye bile saldırdıklarını söylediler. Konuşmalarından onların Abdı Han’ın sözünden geçemeyip yola çıktıklarını anladık. Onlar sadece biz üç tane Türkmenin on altı tane deveyi nasıl alıp geldiğimizi görüp, kendi aralarında bize duyurarak, ‘Bu Türkmenler verdiği sözün arkasında durmak için ölümü bile göze alırlar,’ diye aralarında Farsça konuştular.
Bizi kapının önünde Abdı Han ile Gurt amcam karşıladı. Onlar gururla bize bakıyorlardı. İçlerinden, ‘Görüyor musunuz bizim çocukları?! Hiçbir şeyi heder etmeden yükü sağ salim getirmişler,’ dedikleri gözlerinden okunuyordu.
Ev sahibi: ‘Siz içeriye girin. Yükleri bizimkiler indirir,” dedi etrafındakilere: “Hemen develeri ahırlara salın!”
Biz sıcacık eve girdik. Donmuş olan ellerimiz, ayaklarımız istediğimizi yapmıyordu. Abdı Han biz iyice ısındıktan sonra:
‘Çocuklar, haydi kendi elimizle Türkmen pilavı yapalım. Bunların yaptığı yemekten ben bir şey anlamadım,’ dedi ve kollarımızı sıvayıp yemek yapmaya giriştik.
Öyle uyumuşuz ki güneşin doğduğunun bile farkına varmamışız.
Evin penceresinden dışarı baktım. Güneş parlıyordu. Güneş ışıklarının donmuş karlardan yansımasıyla gözlerim kamaşıyordu. Ben sevinçten: ‘İnanılır gibi değil. Kış günü kırk türlü,” dedim.
Gurt amcam hemen: ‘Kırkı da karaktersiz demiş atalar. Hadi, şimdi emaneti yerine götürelim. Yerin donu çözülürse çamurda gitmek daha zor olur. Kışa iman olmaz,’ dedi.
Ev sahibi Gurt amcamla Abdı Han’a birer at; bizim de her birimize birer ekmek verdi; “Ekmek yoldaşınız olursa, zorluk çekmezsiniz,’ diyerek bizi yolcu etmeye gelen köylülerine: ‘Görüyor musunuz bu Türkmenleri?! Bunlar Zaloğlu Rüstem’in ta kendisidir,’ diye bize baktı. Biz onların gözünde âfeti, tufanı yenen kahramanlar idik. Biz başımızı dik tutup, biraz da böbürlenerek köylülerin meraklı bakışları arasında yola koyulduk.
Yağmır Pehlivan’ın keyfi yerindeydi. Kirpik isimli devenin üzerinde “Yok menin,” türküsünü söylüyordu.
“Yarimin mezarına uçup yeteyimYar yar deyip bu dünyaden geçeyimÖmrüzaya yıldızı gibi batayımSenden başka sahibim yok.Yok menin eeeey! Yok menin…”Onun seslendirdiği türküyü sedece biz değil, Kirpik de gözlerini süzerek dinliyor gibiydi. Biz uzaktan kecebenin15 başını çekenleri andırıyorduk. Develer iyice dinlendiği için hızlı yol alıyorduk.”
…Töre amcamı dinleyen komşularımız tek kulaktılar sanki. Onlar devecilerle Abdı Han’ın yükünü beraber getiriyormuş gibi, havanın gevşediğini duyunca rahat nefes alarak” Allah’a şükür!” deyip mırıldandılar. Töre amcam ise mendiliyle terini silerken evin köşesinde yastığına yan gelip yaslanarak yatan Yazlı ağabeyi görünce: “Haydi gel, Yazlı, tek ben anlatmıyayım. Sen devam et,” dedi.
Yazlı ağabey gülümseyerek: “Bana anlatacak bir şey bırakmadın. En güzel yerlerini sen anlattın,” dedi ve yerinden doğrularak bağdaş kurup oturdu.
“Devecilik kolay iş değil. Sadece kış ayları değil, yılın diğer mevsimlerinde de kendine göre zorlukları var. Ama daha zoru kış ve yaz aylarında oluyormuş. Ben size birkaç yıl evvel başımızdan geçeni anlatmak istiyorum. Töre Bey lafına daha sonra devam eder,” dedi; oturanlara baktı. Onların dinlemek istediklerini gözlerinden okuyarak anlatmaya başladı:
“Biz kavurucu, sıcak yaz aylarının birinde Artık Bay’ın yükünü alarak yola koyulduk. O seferde sen yoktun Töre Bey. Hastalanmıştın, gelmemiştin. O seferde ‘İt Gıran Çölü’nde giderken çok büyük bir tufan oldu ki, insan, ‘Yer ile gök kavga mı etti acaba?’ diye düşünüyordu. Gözünü açsan içi kumla doluyordu. Yolumuz gözükmediği için çaresiz develeri yelin tersine çöktürdük. Kendimiz ise oyluğumuzu kafamıza geçirip develerin arasına girip yattık. Bütün gece esen tozlu rüzgâr ertesi sabaha kadar devam etti. Sabah parlayıp doğan güneş, akşamki olayı unutturuyordu. Oylukların üstünü kum bastığı için, başımızdan zor çıkarttık. Develer de ayağa zor kalktılar. Yükümüzü kumun altından çıkartarak develere yükledik.
Kervanbaşı Mülkaman Ağa bize su verdi ve: ‘Çocuklar, yolumuz çok uzun. Şu görünen dağa varmamız lazım. Siz pek bir şey yemeyin. Suyumuz iyice azaldı. Aksi halde suyumuz biter ve susuz kalırız. Gayret edelim çocuklar,’ deyip, bize yol göstererek hareketlendi. Peşimizi bırakmayan Alacabars isimli köpeğimiz de iyice susamıştı.
Bunu farkeden Mülkaman Ağa: ‘Şu ağızsız dilsiz hayvana da acıyın. Herkes kendi suyundan bir yudum da şu köpeğe versin,’ dedi. Kervanbaşının dediğini yaptık. Dilini çıkartarak gelen Aalacabars, teşekkür eder gibi kuyruğunu sallayıp, bizimle yola koyuldu. Kervandakilerin büyüğü olan Merdan Ağa bana: ‘Yazlı, sen yola dikkat ederim dersen, hataba başımı koyarak biraz gözlerimi dinlendireceğim,’ dedi.
Ben de: ‘Rahatına bak, Merdan Ağa dikkat ederim,’ dedim.
Kum tepeler, nehrin dalgalarını andırıyordu. Sıcaktan her yer suyla örtülmüş gibiydi. Böyle durumlarda çöle yabancı olanların öldüklerini de duymuştuk. Biz ise Mülkaman Ağa’nın söyelediği dağın tepesini bellemiştik. O sırada Alacabars yan taraftaki tepeliğe doğru gitti. Ner de onun arkasından oraya doğru yöneldi. Nerin yularından tutup zor durdurduk. Köpek ise gözden kayboldu. Merdan Ağa kafasını kaldırarak: ‘Ne oldu, yol kesiciler mi var?’ diye telaşla sordu.
‘Hayır, Merdan Ağa. Köpek yoldan ayrıldı koşup gitti. Ner de onun peşine takılıp gitmek istedi. Durdurduk. Ben bir bakayım, Alacabars ne görmüş?’ deyip, nerin üzerinden indim. Ben iner inmez köpek döndü. Ellerimle onun sırtını okşadım. Onun tüylerinin ıslanmış olduğunu far-kettim ve: ‘Mülkaman Ağa, Merdan ağa, bu civarda su var ki köpeğin sırtı su olmuş, bakın!’ diye bağırdım.
Köpeğin gittiği tarafa koştuk. Gerçekten de su vardı. Hemen ağzımızı suya dayadık. Susamış olan develerimizi de suya doyurduk. Aslında ner ile köpek, orada suyun olduğunu sezmiş olmalılar. İşte yoldaşın köpek ile ner olursa onlar insanı her türlü zorluktan kurtarırlarmış. Onlar vefalı birer arkadaştır. Benim, Töre Bey’in bu ayazlı kışta nerin başımızı kurtardığı konusundaki sohbetini, yaz aylarında da nerin ve köpeğin bizi kurtardığını anlatan sohbete çevirmem boşuna değildi. Yani asil hayvanların her yerde her zaman insanların dostu olduğunu söylemek istiyorum. Ama bu kış, nerin bizi kurtarışı başkaydı. Sözüne devam edebilirsin Töre Bey, benim sözüm bitti.”
“…Komşular, biz yola devam ederken arkada bir devenin böğürmeyisle ona doğru koştuk. Devenin ayağı buzu delip suya girmiş, hayvan ayağını çıkartamıyor, bağırıyordu. Bütün gücümüzle çektik ama devenin ayağını çıkartamadık. Yağmır Pehlivan, baltayla devenin ayağının etrafındaki buzları kırdı. Hayvanın ayağını tekrar çektiğimizde çıkardık. Gidip develerin arasına sokuldu, ama bazı yerleri su olmuş ve oraları da donmuştu. Deve titriyordu. Bizim de giysilerimiz su olduğundan buz tutmuştu. Buzdan çıkan devenin yükünü nere yükledik. Artık hiç halimiz kalmamıştı. Ellerimiz ve ayaklarımız da donmuştu. Yükünü indirerek boşalttığımız havudu yakıp ısınalım derken tepelerin arkasından atlılar göründü. Yanımıza gelip: ‘Töre Bey, Yazlı, Yagmır Pehlivan sağ salim geliyor musunuz?’ dediler. ‘Sizden beklediğim de budur Beşim, Gurbangeldi, Batır, Beğmırat, Recep.”diye onlarla teker teker tokalaşıp, hal hatır sorduktan sonra köye doğru gittik. İçimiz rahatlamıştı. Biraz yürrüdükten sonra tepeyi aşınca köyün bir ucu göründü. Köylüler bizi dört gözle bekliyorlarmış. Onlar toycu görmüş gibi etrafımızı kaplıyarak köye doğru yürüdüler. Bizi karşılayan Abdı Han’a yüklerini teslim ettik. Yanımızda asasına yaslanıp duran Tağan ağa: “Bizden öncekiler boşuna dememiş ‘Kervanda ner olursa, yük yerde kalmaz,’ diye. Kamyonun yapamadığı işi yapan nere maşşallah!’ dedi.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Baça: Afganistan Farsçasında delikanlı.
2
Hristiyan kültürünü, inancını yansıtan resimler, figürler.
3
Ner: Yetişkin erkek deve.
4
Çavra: Konar- göçer, göçebe.
5
Köpün: Kefen.
6
Yandak: Dikenli bir bitki.
7
Çayçorba: Bir tür yemek.
8
Aydım: Türkmen halk türküsü.
9
Bağşı: Türkmenlerde türkünün bir çeşidi.
10
Doğrama:Bir tür et yemeği.
11
Petir: Yufka ekmeği.
12
Oyluk: Keçeden yapılan giyecek.
13
Gul: Burada Fars anlamında.
14
Doğrama:Bir tür et yemeği.
15
Kecebe: Gelini baba evinden koca evine taşıyan devenin süslü hali.