Полная версия
Profesör Challenger’ın Tüm Maceraları
Kısmen Lord Roxton’un ilerlememizden önce keşifte bulunması kısmen de her iki adımda bir profesörlerimizden birinin yeni bir cins böcek veya çiçek görerek bir hayret nidası koyvermesinden dolayı, ağaçlıkları çok yavaş geçmiştik. Derenin sağından ilerleyerek açıklık bir alana vardığımızda, belki toplam iki üç mil yol katetmiştik. Çalılık bir yol, ileride karman çorman, kayalık bir alana doğru uzanıyordu. Bütün plato kocaman taş parçalarıyla doluydu. Belimize kadar ulaşan çalılıkların arasından yavaş yavaş bu kayalıklara doğru yürürken, alçak sesli ve ıslığa benzeyen tuhaf bir sesin farkına vardık. Devamlı titreşimiyle havaya yayılan bu ses, sanki hemen önümüzdeki bir yerlerden geliyor gibiydi. Lord John, elini kaldırıp bize durmamız için işaret etti ve eğilip seri hareketlerle koşarak kayalıklara ulaştı. Bunların üzerinden gizlice bakarken bir şaşkınlık hareketi yaptığını gördük. Sonra sanki bizi unutmuş gibi ayağa kalkarak gözlerini ileriye dikti. Gördükleri onu âdeta büyülemişti. Nihayet gelmemiz için bize el salladı. Bir yandan da dikkatli olmamız için işaret ediyordu. Bütün bu tavırlarından, önümüzde muhteşem fakat tehlikeli bir şeylerin olduğunu seziyordum.
Usulca yanına ilişerek kayaların üstünden baktık; gözetlediğimiz yer bir çukurdu ve belki de geçmiş dönemlerde küçük bir volkanın platodaki püskürtme ağzıydı. Çanak şeklindeki arazinin birkaç yüz metre ötesinde, etrafını sazlıklar çevirmiş, yeşil yeşil, köpüklü, leş gibi su birikintileri bulunuyordu. Zaten tekin olmayan bir yerdi burası. Ama bir de bölgenin sakinlerini hesaba katarsanız, Dante’nin “Yedi Cehennemi”nden bir sahneydi âdeta gördüğümüz. Pterodactyl’lerin yuvasıydı burası. Gözlerimizin önünde yüzlercesi toplanmıştı. Suyun kenarındaki alt kısım, yavrularla kaynıyordu. İğrenç anneleri ise kösele gibi sarımsı yumurtaların üzerinde kuluçkaya yatmışlardı. Bütün bu sürünen, kanat çırpan, berbat sürüngen yığınından yükselen sağır edici gürültü havayı doldurmuş, bir yandan da bataklık kokusu gibi ağır, pis bir koku midelerimizi ağzımıza getirmişti. Yaşayan bir hayvandan çok, ölü, kuru birer heykele benzeyen uzun, gri ve korkunç görünümlü erkeklerin her biri, kendine ait yüksek taşların üzerine tünemişti. Fıldır fıldır dönen kırmızı gözlerin ve ara sıra geçen bir yusufçuk böceği için “trak-trak” diye açılıp kapanan gagaların dışında, tamamen hareketsizdiler. Ön kollarını kıstırarak perdeli kanatlarını kapatmışlardı. Bu hâlleriyle âdeta örümcek ağı renginde iğrenç birer şal örtünmüş dev kocakarılara benziyorlardı. Omuzlarının üzerinden tümsek yapmış kafaları canavar gibiydi. İrili ufaklı en az bin tane berbat yaratık, önümüzdeki çukuru doldurmuştu.
Profesörler, prehistorik döneme ait yaşam koşullarını incelemek için ellerine geçen bu şansın etkisiyle öylesine büyülenmişlerdi ki memnuniyetle bütün bir gün orada kalabilirlerdi. Kayaların arasındaki, yaratıkların beslenme alışkanlıklarına dair kanıt oluşturan, oraya buraya saçılmış ölü balık ve kuşlara işaret ediyorlardı. Ayrıca Cambridge Green-sand gibi belli bazı yerlerde bu uçan ejderhalara ait sayısız kemik bulunmasının ardındaki esrar perdesini ortadan kaldırdıkları için de birbirlerini tebrik ettiklerini duyuyordum. Zira şimdi görüldüğü üzere, bu hayvanlar da penguenler gibi sürü hâlinde yaşıyorlardı.
Bu sırada Summerlee’nin itiraz ettiği bir noktayı kanıtlamak üzere eğilerek başını kayalığın ötesine uzatan Challenger, az daha hepimizin felaketine neden oluyordu. Bir anda en yakın erkek, tiz, ıslık gibi keskin bir çığlık atıp, altı metreye ulaşan açılımıyla dev gibi perdeli kanatlarını çırparak gökyüzüne yükseldi. Yavrular ve dişiler suyun kenarında birbirlerine sokulurlarken, bütün bir nöbetçi grubu da birbiri peşi sıra havaya yükselmeye başladı. Dev gibi ve iğrenç görünümlü en az yüz yaratığın, makas gibi açılıp kapanan kanat darbeleriyle ıslıklar çıkararak, seri bir şekilde başımızın üzerinde uçması görülmeye değer bir manzaraydı. Ancak kısa bir zaman sonra bu görüntüyle çok fazla oyalanmamamız gerektiğini anlamıştık. Koca canavarlar ilk önce tehlikenin derecesini kestirmek ister gibi, kocaman bir halka şeklinde uçtular. Sonra halkayı gittikçe daraltarak alçaldıkça alçaldılar ve en nihayet bizi kuşatmaya aldılar. Artık etrafımızda ıslıklar çalan, arduvaz renkli, dev kanatların kuru, çıtırdayan seslerinin yarattığı curcuna, bana sanki yarış günündeki Hendon Havaalanı’nı anımsatmıştı.
“Ağaçlık alana kaçın ve birbirinizden ayrılmayın!” diye bağırdı Lord John tüfeğini kavrarken. “Bu canavarların niyeti kötü!”
Geri çekilmeye davrandığımız anda, halka etrafımızda kapandı, şimdi en yakınımızdaki kanatların ucu neredeyse yüzümüze değiyordu. Bunlara tüfeklerimizin dipçikleriyle darbeler indiriyorduk, ancak vuracak sertlikte bir yer bulamadığımızdan hayvanlar yaralanmıyorlardı bile. Bu esnada aniden halkanın içinden fırlayan keskin bir gaga üzerimize hamle yaptı. Arkasından bir daha ve bir daha… Hamleler yağmur gibi üzerimize yağıyordu. Summerlee bir çığlık kopararak dere gibi kan boşalan yüzünü elleriyle kapattı. Ben de ensemde bir dürtme hissederek şokun verdiği baş dönmesiyle arkama dönmeye davrandım. Challenger yere kapaklanmıştı, onu kaldırmak için durduğum anda arkamdan bir darbe daha alarak onun üzerine kapaklandım. Aynı anda Lord John’un fil avı tüfeğinin patlamasını duyarak başımı kaldırdığımda, yaratıklardan birinin kırık kanadıyla yerde debelendiğini gördüm. Kanlı, patlak gözleri ve ardına kadar açılmış gagasıyla, tükürüp köpükler saçan hâliyle bir Orta Çağ şeytanını andırıyordu. Hemcinsleri ani gürültünün tesiriyle yukarıya fırlamışlardı ve başımızın üzerinde dönüp duruyorlardı.
“Haydi!” diye bağırdı Lord John. “Kaçın! Canınızı kurtarmaya bakın!”
Sendeleyerek ağaçlara doğru koşmaya başladık. Zıpkınlar yine üzerimize saldırmaya koyulmuştu. Summerlee yere düşmüş, tozun toprağın arasında debeleniyordu. Onu çekiştirerek kurtardığımız gibi ağaçların arasına daldık. Burada emniyetteydik, çünkü dalların altında o koca kanatların açılması için yeterli alan yoktu. Bozguna uğramış ve hırpalanmış bir hâlde güç bela kampımıza doğru ilerlerken, çok yukarılarda, neredeyse yabani güvercinler kadar ufalmış gibi görünen canavarların, üzerimizde dönüp durarak ilerleyişimizi takip ettiklerini görebiliyorduk. Nihayet sık ağaçlı ormana eriştiğimizde kovalamacayı bırakarak gözden kayboldular.
Derenin kenarında mola verdiğimizde zedelenmiş dizini yıkayan Challenger:
“Çok ilginç ve ikna edici bir deneyim.” dedi. “Azgın bir pterodactyl’in davranış metotları hakkında çok detaylı bilgiler edindik, Summerlee.”
Ben ensemdeki berbat yarayı sararken, Summerlee de alnında açılmış bir yaradan akan kanları siliyordu. Lord John’un ceketinin omuz kısmı parçalanmıştı ama yaratığın dişleri eti şöyle bir sıyırmıştı sadece.
“Şuna dikkatinizi çekmek isterim ki…” dedi Challenger. “Genç arkadaşımızın bir gaga darbesi aldığı kesin. Bununla beraber Lord John’un ceketi ancak bir ısırmayla parçalanabilirdi. Bana yapılan saldırıda ise başıma kanat darbeleri aldım. Dolayısıyla canavarların çeşitli saldırı metotları açısından kayda değer bir gözlem oldu bu.”
“Neredeyse canımızı teslim ediyorduk!” dedi Lord John, son derece ciddi olarak. “Ve böyle berbat pislikler tarafından tüketilmekten daha rezil bir ölüm düşünemiyorum. Ateş ettiğim için üzgünüm ama Tanrı aşkına başka şansımız yoktu!”
“Eğer etmeseydin şimdi burada olmayacaktık.” dedim emin bir ifadeyle.
“Belki bir zararı olmaz.” diye yanıtladı. “Bunca ağacın arasında devrilip kırılan ağaçlar da silah sesine benzer sesler çıkarıyordur mutlaka. Şimdi, siz de eğer benimle aynı fikirdeyseniz, bir gün için yeterince heyecan yaşadık derim ben. Şu anda yapacağımız en iyi iş, bir an önce kampa dönüp yardım çantasındaki fenol asitle yaralarımızı temizlemek olacaktır. Kim bilir bu canavarlar iğrenç çenelerinde ne gibi zehirler taşıyordu.”
Yine de herhâlde dünya var olalı beri kimse böylesi bir gün yaşamamıştır. Her an sürprizlerle karşı karşıyaydık. Derenin yönünü takip ederek, sonunda ormanda daha önce gördüğümüz açıklığa ulaşıp kampımızın dikenli barikatının da yerinde durduğunu görünce, artık maceramızın sona erdiğini düşünmüştük. Ancak dinlenmeden önce halletmemiz gereken sorunlar vardı şimdi ortada. Challenger Kalesi’nin kapısına dokunulmamış, duvarları yıkılmamıştı ama görüldüğü kadarıyla yokluğumuz sırasında güçlü kuvvetli bir yaratığın ziyaretine maruz kalmıştı. Yaratığın nasıl bir şey olduğunu gösterecek hiçbir ayak izi yoktu ve kampa nasıl girip çıktığını gösteren tek işaret, dev ginkgo ağacının aşağı sarkmış dallarıydı. Malzemelerimizin durumuna bakılırsa, kötü niyetli yaratık, kuvvetini gösteren pek çok kanıt bırakmıştı. Bütün eşyalarımız darmadağın edilerek oraya buraya saçılmış ve bir et konservesi, içindekini çıkarmak için parça parça edilmişti. Bir fişek sandığı, kibrit çöpü gibi ufalanmış, hemen yanı başındaki pirinç muhafazalardan biri de lime lime edilmişti. Belli belirsiz bir korkunun ağırlığı tekrar üzerimize çökmüştü ve ürkek gözlerle, her bir köşesinde bilinmedik dehşetler barındırabilecek karanlık gölgeleri taradık. O anda Zambo’nun bizi selamlayan sesini duymak ne kadar da rahatlatmıştı hepimizi. Platonun ucuna giderek karşı tepede oturmuş sırıtırken bulduk onu.
“Her şey yolunda Afandi Challenger, her şey yolunda!” diye bağırdı. “Ben burada kalmak. Siz korkmamak. Siz beni her istediğinizde burada bulmak.”
Onun dürüst, siyah yüzü, önümüzde uzanan muazzam manzaranın bizi kısmen Amazon’un uzantısına alıp götürmesi, bir anda aklımızı başımıza getirmişti. Bir kez daha anlamıştık ki gerçekten yirminci yüzyılda ve bu garip topraklar üzerindeydik. Yoksa bir büyünün etkisiyle yeni oluşmakta olan bir gezegenin başlangıç aşamasına, en deli zamanlarına götürülmüş filan değildik. Ta ufuktaki mor ışığın, şimdi üzerinde buharlı gemilerin gidip geldiği ve insanların günlük, alelade şeyler konuştuğu Amazon’a dek ulaştığını düşünebilmek öylesine zordu ki bizim için. Bu tarih öncesi yaratıkların dolaştığı topraklarda kısılıp kalmışken, normal hayatın gerçeklerinden tamamen kopmuştuk.
Bu olağanüstü günden aklımda kalan bir şey daha var ve bu mektubu onunla bitirmek istiyorum. Belli ki yaralarının etkisiyle sinirleri bozulmuş iki profesör, bize saldıran yaratıkların genus pterodactylus’a mı yoksa dimorphodon cinsine mi ait olduğu konusunda anlaşmazlığa düşmüşler ve yine bir sürü bilimsel lafa dalmışlardı. Onların ağız dalaşına bulaşmamak için yanlarından biraz uzaklaşıp, devrilmiş bir ağacın gövdesine oturmuş sigara içerken Lord John yanıma geldi.
“Aklıma geldi de Malone, şu canavarların olduğu yeri hatırlıyor musun?”
“Hem de nasıl…”
“Bir nevi volkanik çukurdu, değil mi?”
“Aynen.” dedim.
“Toprağı fark ettin mi?”
“Kayalıktı.”
“Peki, suyun etrafında, sazlıkların olduğu yerde?”
“Mavimtırak bir topraktı. Sanki killi toprak gibi.”
“Kesinlikle! Mavi kil dolu volkanik bir çanak.”
“Ee, ne olmuş?” dedim.
“Hiç, yok bir şey…” diyerek tartışan profesörlerin seslerinin sürekli bir atışmaya dönüştüğü alana doğru ağır ağır geri döndü.
Summerlee’nin tiz, keskin sesi, Challenger’ın zengin, bas sesine karışıyor ve sesler bir yükselip bir alçalıyordu. Eğer Lord John’un o gece kendi kendine, “Mavi kil, volkanik bir ağızda mavi kil!” diye mırıldanıp durduğunu duymasaydım, daha önceki söylediklerini çoktan unutup gidecektim. Derin bir uykuya dalarken duyduğum son sözler bunlar olmuştu.
11. BÖLÜM
“Bu Kez Kahraman Ben Olmuştum”
Lord John, bu korkunç yaratıkların ısırıklarıyla herhangi bir zehir taşıyabileceklerini düşünmekte haklıymış. Plato üzerindeki ilk maceramızın ertesi sabahında Summerlee’yle ben acı içinde ve ateşle kıvranırken, Challenger’ın dizi de öyle feci şişmişti ki topallayarak yürümekte bile güçlük çekiyordu. Bu yüzden bütün gün kampta kaldık. Bu esnada Lord John da yegâne savunmamızı oluşturan dikenli çalılardan duvarların kalınlığını ve yüksekliğini arttırmıştı. Biz de elimizden geldiğince ona yardım ettik. O gün, hatırladığım kadarıyla, içimde sanki sürekli izleniyormuşuz gibi bir hisse kapılmıştım ancak bu ne yönden veya kim tarafından yapılıyor olabilirdi, bilemiyordum.
Önsezim o kadar kuvvetliydi ki sonunda bundan Profesör Challenger’a da bahsettim, ama o, bunu ateşin verdiği zihinsel heyecana bağladı. Tekrar tekrar, aniden durup dönerek muhakkak bir şeyler görecekmişim gibi etrafımı kolaçan ediyordum. Ancak görebildiğim, sadece oluşturduğumuz çitin karanlık yumağı veya üzerimize eğilmiş ağaçların kasvetli, mağaramsı kuytu köşeleriydi. Buna rağmen her an üzerimize atılacakmışçasına yanı başımıza kadar sokulmuş, her hareketimizi izleyen habis bir tehlikenin varlığı duygusu gittikçe daha da büyüyordu içimde. Aklıma yerlilerin batıl inancı Curupuri geldi -ormanın esrarengiz, korkunç ruhu- ve onun dehşetli varlığının, bölgesine tecavüz eden, en uzak köşelerine kadar sokulan kişileri gazabına uğrattığına kolaylıkla inanabilirdim şimdi.
Maple White Ülkesi’ndeki o üçüncü gecemizde, zihinlerimizde korku dolu bir izlenim bırakan bir deneyim yaşadık. Sığınağımızın duvarlarını geçilmez yapmak için var gücüyle çalışmış olan Lord John’a ne kadar teşekkür etsek azdı. Hepimiz ağır ağır sönmeye yüz tutan ateşin etrafında uykuya dalmıştık. Birden, hayatımda şimdiye dek duymadığım derecede dehşetli bir dizi canhıraş haykırış ve bağırtı herkesi uykusundan uyandırdı, daha doğrusu havaya sıçrattı. Bu kıyamet gürültüsü gibi sesi neye benzetebileceğimi bilemiyorum. Gürültü, kampın hemen ötesinde, yüz metre kadar ilerisindeki bir noktadan yükselmişti. En az bir trenin düdüğü kadar kulak yırtan bir sesti bu fakat treninki daha net ve mekanik bir sestir. Bu ise çok daha kalın ve en ufak zerresine kadar ızdırapla ve korkuyla inleyen bir sesti. Ellerimizi kulaklarımıza götürerek kendimizi sinirlerimizin boşalmasına neden olabilecek etkiden korumaya çalıştık. Vücudumu soğuk bir ter kaplamış ve feryadın etkisiyle içim gitmişti âdeta. Bütün eziyet çeken ruhların sonsuz şikâyeti vardı sanki bu seste; bütün kederleri o tek çığlıkta odaklanmış, hepsi bu korkunç, acı çeken çığlığa sığmıştı sanki. Sonra bu tiz çığlığa kalın, daha aralıklı, daha göğüsten gelen, sanki hırıltılı bir gülüşe benzeyen bir ses eklendi.
Eşlik ettiği haykırışla iğrenç bir tezat oluşturan, gırtlaktan gelen neşeli bir homurtuydu bu. Bu korkunç düet, üç dört dakika kadar sürdü, bu sırada da bütün yapraklar ürküntüyle uçup giden kuşların çıkardığı hışırtıyla sarsıldı. Sonra hepsi başladığı gibi aniden bitti. Uzunca bir zaman korkunç bir sükûnet içinde oturup kaldık. Lord John kalkarak ateşin üzerine bir demet kuru dal fırlattı. Çıkan kırmızı parlaklık, arkadaşlarımın dikkatle gerilmiş suratlarını aydınlatmış ve başımızın üzerinde duran koca dalların üzerinde titrekçe oynaşmıştı.
“Neydi bu?” diye fısıldadım.
“Sabahleyin öğreneceğiz.” dedi Lord John. “Bize yakındı. Açıklık alandan daha uzakta olamaz.”
“Prehistorik bir trajediye kulak kabartma ayrıcalığını yaşadık; Jura Dönemi’ne ait bir gölün etrafındaki sazlıkların arasında büyük bir canavarın, kendinden daha küçük olan başka bir tanesini haklamasıydı bu.” dedi Challenger, sesinde şimdiye dek hiç duymadığım bir kasvetle. “İnsan, yaratılış kademesinin sonlarında yer almakta şanslıymış. Çünkü cesaretinin ve alet edevatının başa çıkamayacağı güçler hâkimdi yeryüzüne eski çağlarda. Bu gece terör estiren böylesine bir güce karşı sapanları, mızrakları veya okları ne işe yarayabilirdi ki? Hatta modern bir tüfekle bile böyle bir canavarla başa çıkmak zor olurdu.”
“Ben herhâlde küçük dostumu destekleyeceğim.” dedi Lord John, Express’ini okşayarak. “Fakat hayvanın başabaş bir mücadele çıkaracağı kesin.”
Summerlee elini kaldırdı:
“Susun!” diye haykırdı. “Bir şeyler duydum, eminim…”
Ölüm sessizliğinin ortasında derin ve düzenli bir “pat pat” sesi yükseliyordu şimdi. Bir hayvanın yürüyüşüydü bu. Yumuşak ritimli ama kuvvetlice ayak sesleri toprağa dikkatlice basıyordu. Yavaş yavaş kampın etrafına yaklaştı ve girişin yanında durakladı. Zayıf, ıslıksı bir ses yükselip alçalıyordu; yaratığın soluk alıp verme sesiydi bu. Gecenin bu kâbusuyla aramızdaki tek korunak, derme çatma bir çitti sadece. Her birimiz tüfeğimizi kavramıştık ve Lord John da çitte bir boşluk açmak için ufakça bir çalılığı çekip çıkarmıştı.
“Aman Tanrı’m!” diye fısıldadı. “Görebiliyorum galiba onu.”
Eğilerek omzunun üzerindeki açıklıktan dışarı bir göz attım. Evet, ben de görebiliyordum onu. Ağacın karanlık gölgesi içinde daha da koyu, yeni yeni şekillenen, belli belirsiz siyah bir şeydi. Her hâliyle vahşi ve tehdit dolu, çömelmiş bir şekil… Yüksekliği bir attan daha fazla değildi fakat karanlığın içindeki kaba hatları müthiş bir cüsseye ve kuvvete işaret ediyordu. Bir motorun egzoz borusundan çıkan sese benzeyen ıslıksı ve gür ses, canavar gibi bir organizmayı haber veriyordu. Bir an hareket edince, sanki korkunç bir çift yeşilimsi göz görmüşüm gibi gelmişti bana. Sanki bize doğru sürünüp ilerliyormuş gibi huzursuz edici bir hışırtı duyuluyordu.
“Galiba sıçrayacak!” dedim tüfeğimi kaldırarak.
“Ateş etme! Ateş etme!” diye fısıldadı Lord John. “Sessiz ormandaki silah patlaması kilometrelerce öteden duyulur. Son kozun olarak sakla bunu.”
“Eğer çiti aşarsa işimiz bitiktir.” dedi Summerlee çatlak sesinde heyecanın yol açtığı bir gülüşle.
“Hayır, çiti aşmamalı!” diye sesini yükseltti Lord John. “Fakat silahını son çare olarak sakla. Belki bu ahbabımızın bir çaresine bakabilirim. Ne olursa olsun bir deneyeceğim.”
Şimdiye kadar bir insanın yaptığı en cesurca hareketti bu gördüğüm. Ateşe doğru eğilerek yanan bir dal parçasını kaptığı gibi, çitin çıkışında yaptığı kapıdan dışarıya kaydırdı. Yaratık korkunç bir hırıltıyla ileriye doğru seyirtti. Lord John duraksamadı bile; aksine hızlı ve hafif adımlarla onun üzerine koşarak alevler içindeki çırayı hayvanın yüzüne doğru savurdu. Bir an için korkunç bir maskeye benzeyen yüzü seçebildim: Dev bir kurbağanın derisine benzer siğil siğil, cüzzamlı bir deri ve etrafı taze kanla dolu vıcık vıcık, gevşek bir ağız…
Bir saniye sonra çalılıklardan gelen bir çatırtı duyulmuş ve korkunç ziyaretçimiz ortadan kaybolmuştu.
Lord John gülerek: “Ateşe karşı koyamayacağını düşündüm.” dedi, içeri gelip elindeki dalı, çalı demetinin arasına fırlatıp atarken.
Hepimiz bir ağızdan, “Kendini böyle tehlikeye atmamalıydın!” diye bağırmıştık.
“Yapacak başka bir şey yoktu. Eğer aramıza dalsaydı onu indirelim derken birbirimizi vururduk. Beri yandan çitten ateş ederek onu yaralasaydık bile saniyesinde üzerimize atılırdı ki ateş ederek yerimizi belli etmemizi saymıyorum bile. Bana kalırsa kendimizi bu işten iyi sıyırdık. Peki, neydi bu acaba?”
Bilginlerimiz tereddütle birbirlerine baktılar. Summerlee piposunu yakarken, “Şahsen bu yaratığı kesin olarak bir sınıflamaya sokamayacağım.” dedi.
“Kendini bağlamamakla gayet yerinde bir bilimsel davranış gösteriyorsun.” dedi Challenger, tenezzül buyururmuş gibi bir sesle. “Ben de şahsen bu gece karşı karşıya kaldığımız yaratığın kesinlikle bir tür etobur dinozor olduğunu söylemekten öteye gidemeyeceğim. Zaten daha önce de platoda böyle bir yaşamın varlığına dair beklentilerim vardı.”
“Şunu da göz önüne almalıyız ki bilgisi bize hiç ulaşmamış birçok prehistorik canlı türü de var. Bu sebeple, rastladığımız her canlıya bir ad yakıştırabileceğimizi varsaymak acelecilik olacaktır.” diye ekledi Summerlee.
“Aynen! Yapabileceğimiz en iyi iş, kabaca bir sınıflandırma olacaktır. Yarın toplayacağımız ilave kanıtlar bir tanımlama yapmak için bize yardımcı olabilir.”
“Ancak nöbetçimiz olmadan olmaz.” dedi Lord John kararlılıkla. “Böyle bir ortamda bu riski göze alamayız. Bundan sonra herkes iki saat nöbet tutacak.”
“O hâlde pipomu içerek ilk nöbeti ben alıyorum.” dedi Summerlee.
Ve bundan sonra da nöbetçi olmadan kendimizi güvende hissetmedik.
Sabahleyin, bizi gece yarısı uykularımızdan uyandıran korkunç velvelenin kaynağını bulmakta pek zorluk çekmemiştik. İguanodon’ları gördüğümüz açıklık alan, korkunç bir vahşet sahnesine bürünmüştü. Ortalıktaki kan gölünden ve yeşilliğin ötesine berisine saçılmış bir sürü kocaman et parçasından, ilk önce birkaç tane hayvanın parçalandığını zannetmiştik. Ancak kalıntıları yakından inceleyince, bütün bu et ve kanın daha önce gördüğümüz hantal yaratıklardan sadece bir tekine ait olduğunu keşfettik. Hayvan kelimenin tam anlamıyla parça parça edilmişti, belki de kendinden çok daha büyük bir hayvan tarafından değil ama çok çok daha vahşi, gaddar bir canavar tarafından.
Bizim iki profesör şimdi oturmuş, kalıntıları parça parça incelerlerken hararetli bir tartışmaya dalmışlardı. Parça etlerin üzerinde diş izleri ve kocaman pençe izleri görünüyordu.
Challenger, dizinde kocaman, beyazımsı bir et parçasıyla oturmuş:
“Buradaki belirtiler, mağaralarımızın kalıntılarında rastladığımız kılıç dişli kaplanın belirtileriyle uyuşuyor ancak yine de peşin hükümlü olmamamız gerek. Zira bizim gördüğümüz yaratık kesinlikle daha iri ve sürüngen cinsi bir şeydi. Şahsen ben buna allosaurus deme taraftarıyım.” dedi.
“Veya megalosaurus.” dedi Summerlee.
“Kesinlikle! Etobur dinozorların herhangi birisi kolaylıkla bu kategoriye girebilir. Bunların arasındaki hayvanların bir kısmı, şimdiye dek dünyanın başına musallat olmuş hayvanların en beteridir. Veya bir müzenin sahip olma şansına erişebileceği en nadide hayvanlardır da diyebiliriz.” dedi ve kendi yaptığı benzetmeye gevrek gevrek güldü.
Çok kıt bir espri anlayışına sahip olmasına rağmen, kendi ağzından çıkan en ufak bir nükte bile beraberinde gürültülü bir kahkaha getirmekten hiç geri kalmıyordu.
“Ne kadar az gürültü yaparsak o kadar iyi olur.” dedi Lord Roxton kısaca. “Eğer bu ahbap çavuş, kahvaltısı için geri dönüp de bizi burada yakalarsa gülecek pek bir şeyimiz kalmayacak. Ha, bir de iguanodon’un arkasındaki şu leke de ne ola ki?”
Omuz bölgesine yakın bir yerlerde, pütürlü derinin üzerinde asfalt izine benzeyen, tuhaf, yuvarlak bir siyah leke vardı. Summerlee iki gün önce yavrulardan birinin üzerinde benzer bir işaret gördüğünü söylediyse de hiçbirimiz bunun ne olduğunu çıkaramamıştık. Challenger bir şey söylememişti ama şişinmiş, kibirli hâlinden isterse bunun ne olduğunu söyleyebileceği anlaşılıyordu. Nihayet Lord John görüşünün ne olduğunu doğrudan sordu.
“Eğer Sayın Lord Majesteleri ağzımı açmama izin verirlerse duygularımı belli etmekten memnunluk duyacağım.” dedi Challenger, alaylı bir ifadeyle lafı dolandırarak. “Ne yazık ki benim, majestelerinin alışık olduğu tarzda iş görme huyum yok. Doğrusu zararsız bir latifeye gülmek için sizden izin almam gerektiğini bilmiyordum.”
Alıngan arkadaşımız ancak kendisinden özür dilendiğini duyduktan sonra gönlünün alınmasına razı olmuştu. Rencide olmuş duyguları nihayet teskin edilebildiğinde, oturduğu devrilmiş ağaçtan hepimize, her zamanki alışkanlığıyla, sanki bin kişilik sınıfa çok önemli sırlar açıklar gibi bir hava takınarak, uzunca bir söylev çekti.
“Lekeler hakkında, arkadaşım ve meslektaşım Summerlee’nin fikrine katılıyorum. Yani lekeler bence de asfalttan kaynaklanıyor.” dedi. “Bu plato, tabiatı gereği oldukça volkanik olduğundan ve asfaltın da plutonik etkilerle olan ilişkisinden yola çıkarak, bu maddenin etrafta sıvı hâlde serbestçe bulunabileceğinden hiç şüphem yok. Tabii, yaratık da kolaylıkla bu maddeye bulaşmış olabilir. Kabaca bildiğimiz kadarıyla bu plato herhangi bir İngiliz vilayeti büyüklüğünde. Bu tecrit edilmiş alanda, soyları çoğunlukla tükenmiş olan çeşitli hayvanlar uzun seneler birlikte yaşamışlar. Şimdiye kadar kontrolsüz olarak çoğalan etobur yaratıkların, besin kaynaklarını tüketmiş olmaları veya et yeme alışkanlıklarını değiştirmiş olmaları veya açlıktan ölüp gitmiş olmaları gerektiği çok açık gibi geliyor bana. Fakat gördüğümüz kadarıyla durum böyle olmamış. Doğanın dengesinin bir şekilde korunarak bu yırtıcı hayvanların sayısının kısıtlı kaldığına hükmedebiliriz. Sonuç olarak çözmemiz gereken en ilginç problemlerden biri, bu kısıtlamayı neyin meydana getirdiği; bunu bulmalı ve nasıl işlediğini öğrenmeliyiz. Ümit ediyorum ki yakın bir gelecekte etobur yaratıkları daha yakından inceleme fırsatımız doğacaktır.”
“Bense böyle bir şeyin bir daha hiç olmamasını ümit ediyorum.” diye konuştum.
Profesör, sanki arsız öğrencilerinden birisi yersiz bir laf edivermiş gibi, koca kaşlarını sadece şöyle bir kaldırdı.
“Belki Profesör Summerlee de konu hakkında bazı gözlemlerde bulunmak istiyordur.” dedi.
Ve hemen arkasından iki bilim adamı, doğum oranındaki bir değişmenin, besin kaynaklarının tükenmesiyle meydana gelebilecek hayat mücadelesi şartlarında bir kısıtlama getirip getirmeyeceğine dair hafif bir bilimsel müzakereye koyuldular.
O sabah kendimizi pterodactyl bataklığından sakınarak, platonun ufak bir bölümünü dolaştık. Bu sefer derenin batısını takip etmek yerine güneyine doğru ilerliyorduk. Bu yönde, bölge hâlâ sık ağaçlarla kaplıydı; ayrıca bir sürü yeni sürgün, yürümeyi bir hayli yavaşlatıyordu.