
Полная версия
Monte Kristo Kontu
Bir yazı kalemi alarak yazı yazmak için hazırlamış olduğu bir kumaşın üstüne sol eliyle birkaç satır yazdı. Dantés geri çekildi ve âdeta korkarak Faria’ya baktı.
“Hayret… Öbür yazıya ne kadar benziyor!”
“Demek ki ihbar mektubu sol elle yazılmış. Sol elle yazılmış bütün yazıların birbirine benzediğine dikkat etmişimdir. Şimdi gelelim ikinci soruya: Mercédés ile evlenmeni istemeyen kimse var mıydı?”
“Vardı. Onu seven Fernand adında bir Katalanyalı vardı.”
“Bu mektubu o yazabilir mi?”
“Hayır; o ancak beni bıçaklayabilirdi. Sonra mektupta yazılı olanların hiçbirini bilmiyordu ki o. Kimseye bahsetmemiştim bunlardan. Mercédés’e bile.”
“Fernand, Danglars’yı tanır mıydı?”
“Hayır… Evet evet… Şimdi hatırlıyorum. Evleneceğim günden iki gün önce onları meyhanenin çardağında beraber otururlarken gördüm. Danglars onunla samimi samimi konuşuyor, şakalaşıyordu. Fernand ise üzgün ve düşünceli idi. Yanlarında Caderousse adında, çok iyi tanıdığım bir terzi vardı ama Caderousse fitil gibi sarhoştu.”
“Şimdi bana teferruatlarla ilgili kesin bilgi vermen lazım.”
“Siz sorun bana; çünkü siz benim hayatımı benden çok daha açık olarak görüyorsunuz.”
“Tutuklanmandan sonra kim sorguya çekti seni?”
“Savcı yardımcısı.”
“Nasıl davrandı sana?”
“Çok iyi.”
“Her şeyi söyledin mi ona?”
“Evet.”
“Bu sorgunun herhangi bir safhasında, durumunda bir değişiklik oldu mu?”
“Evet. Bana Elba Adası’nda verilen mektubu okuduğu zaman, bahtsızlığımdan son derece üzülmüş bir hâl aldı.”
“Onun, senin bahtsızlığına üzülmüş olabileceğine emin misin?”
“Öyle sanıyorum. Çünkü bana gösterdiği yakınlığı kuvvetlendiricek bir şey yaptı. Mektubu gözlerimin önünde yakarak ‘Hakkındaki başlıca delil bu mektuptur. Gördüğün gibi onu da ortadan kaldırdım.’ dedi.”
“Bu, normal olmaktan uzak, çok asil bir hareket ama…”
“Öyle mi düşünüyorsunuz?”
“Eminim. Mektup kime yazılmıştı?”
“Mösyö Noirtier’ye. 13 Rue Coq Heron, Paris.”
“Savcı yardımcısının, bu mektubu yok etmekte şahsi bir çıkarı olamaz mı?”
“Mümkündür. Kendi menfaatim icabı olduğunu söyleyerek kimseye bu mektup hakkında bir şey söylemeyeceğime, bu adamın ismini ağzıma almayacağıma yemin ettirdi.”
Faria düşünerek “Noirtier… Noirtier…” diye söylendi. “Etruria kraliçesinin sarayında Noirtier adında birisini tanımıştım. İhtilal sırasında Girondin idi… Seni sorguya çeken savcı yardımcısının adı neydi?”
“Villefort.”
Faria kahkahalarla gülmeye başladı.
“Vah zavallı delikanlı! Bu adam sana yakınlık gösterdi değil mi?”
“Evet.”
“Mektubu gözlerinin önünde yaktı ve Noirtier adını ağzına almayacağına sana yemin ettirdi ha?”
“Evet.”
“Bu Noirtier’nin kim olduğunu biliyor musun?.. Savcı yardımcısının babası.”
Dantés, “Babası mı?.. Babası mı?..” diye söylenerek ayağa kalktı.
Yerinden fırlamasına mâni olmak ister gibi başını ellerinin arasına alan Faria tekrar etti: “Evet babası. Noirtier de Villefort.”
Dantés’nin kafasında bir şimşek çaktı ve o zamana kadar belirsiz ve karanlık bir şekilde kafasında yer etmiş olan şeyler, gün ışığına çıkmış gibi aydınlandı. Sorgu sırasında Villefort’nun tutumunda meydana gelen değişiklik, imha ettiği mektup, kendisine ettirdiği yemin, âdeta yalvaran sesi; hepsi tekrar Dantés’nin gözlerinin önüne geldi. İnleyerek sarhoş gibi bir an sendeledi. Sonra kendi hücresine giden geçide koştu. Bir taraftan “Yalnız kalıp bunların hepsini düşünmem lazım.” diye bağırıyordu.
Hücresine gidince kendini yatağına attı. Akşam, zindancı hücreye girdiği zaman Dantés’yi, gözleri sabit bir noktaya dikili, yüzü gerilmiş, bir heykel gibi sessiz ve hareketsiz buldu.
Göz açıp kapayacak kadar kısa bir an sürmüş gibi gelen bütün bu dalgınlık saatlerinde Dantés korkunç bir karara vararak dehşetli bir yemin etti.
Nihayet bir sesle kendine geldi. Faria, akşam yemeğini beraber yemeleri için onu hücresine davet ediyordu. Dantés onun peşinden öbür hücreye gitti. Yüzündeki sert, kesin ifade bir karara vardığını gösteriyordu. Faria gözlerini ona dikerek “Sana geçmişini aydınlatmak için yardım ettiğim için üzgünüm.” dedi.
“Niçin?”
“Çünkü sana, daha önce kalbinde yer etmemiş olan bir hissi aşıladım. İntikamı.”
Dantés gülümsedi.
“Başka şeylerden bahsedelim.”
Rahip ona bir müddet daha baktı, üzgün üzgün başını salladı, sonra Dantés’nin isteğine uyarak başka şeylerden bahsetmeye başladı.
Yaşlı mahkûm, bilgili konuşması ile kendisini dinleyenlerin ilgisini daima uyanık tutabilecek biri idi. Buna rağmen kendisinden hiç bahsetmiyor, hiç kendi bahtsızlığından konuşmuyordu. Dantés onun her sözünü hayranlıkla dinliyordu. Bir müddet sonra “Bildiklerinizi bir parça da bana öğretin.” dedi. “Hiç olmazsa benden sıkılmanızı önlemek için yapın bunu. Bana öyle geliyor ki benim gibi cahil ve basit biri ile arkadaşlık etmektense yalnız kalmayı tercih edersiniz.”
Faria gülümsedi.
“Bu doğru değil oğlum. İnsan bilgisi sınırlıdır. Sen de benim gibi matematik, fizik, tarih ve üç dört dil öğrenmiş olsaydın bildiklerimi sen de bilirdin. Bütün bildiklerimi iki yılda sana öğretebilirim.”
“İki yılda mı? Bütün bunları iki yılda öğrenebileceğime inanıyor musunuz?”
“Her şeyi öğrenmene lüzum yok. Esaslarını öğrenmen yeterli.”
Dantés’nin eğitimi için iki mahkûm o akşam bir program hazırladılar. Ertesi günden itibaren de bu programı tatbik etmeye başladılar. Dantés’nin müthiş hafızası; işlek, keskin bir zekâsı vardı. Kafasının matematiğe yatkın olması hesap işlerini kolaylıkla çözmesine faydalı oluyor, bütün denizciler gibi şiirden zevk alması öbür dersleri öğrenmesini kolaylaştırıyordu. Zaten İtalyanca ve Doğu’ya yaptığı yolculuklar dolayısıyla biraz da Yunanca biliyordu. Bu iki dilin yardımı ile kısa zamanda öbür dillerin yapısını da öğrendi. Altı ayda İspanyolca, İngilizce ve Almanca konuşmaya başladı. Günler geçiyordu… Fakat her geçen gün o kadar öğretici oluyordu ki bir sene sonunda Dantés bambaşka bir insan hâlini aldı.
Faria’ya gelince; Dantés ile olan bu meşguliyeti kendisini oyalamasına rağmen her geçen gün biraz daha durgunlaşıyordu. Kafası daima belirli bir düşüncenin etkisi altındaymış gibiydi. Zaman zaman dalıyor, farkında olmadan iç çekiyor, birdenbire kalkarak hücrede bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlıyordu. Bir gün yine böyle dolaşırken birdenbire durdu.
“Ah, nöbetçi olmasaydı!” diye bağırdı.
Dantés heyecanla “Kaçmak için bir çare mi buldunuz?” diye sordu.
“Evet ama nöbetçinin kör ve sağır olması lazım.”
Dantés, rahibi korkutan kararlı bir sesle “Gerekirse kör ve sağır olur!” dedi.
Faria bağırdı: “Hayır! Kan dökülmemeli!”
Dantés konu hakkında konuşmak istiyordu. Fakat Faria başını salladı ve bu hususta başka bir şey söylemedi. Üç ay daha geçti. Faria bir gün “Kuvvetli misin?” diye sordu.
Dantés cevap vermeden keskiyi aldı, ikiye büktü, sonra tekrar, düzeltti.
“Başka hiçbir çare kalmayıncaya kadar nöbetçiyi öldürmemeyi kabul ediyor musun?”
“Evet. Yemin ederim.”
“Öyleyse planımızı tatbik edebiliriz.”
“Ne kadar sürer?”
“En aşağı bir yıl. Planım şu.”
Çizdiği bir krokiyi gösterdi. Bu, kendilerine ait iki hücre ile aradaki geçidi gösteriyordu. Geçidin ortasından, bir nöbetçinin aşağı yukarı dolaştığı dehlizin altına çıkan bir tünel kazacaklardı. Sonra dehlizin zeminini döşeyen iri, yassı taşlardan birini yerinden oynatacaklardı. Bu taş nöbetçinin ağırlığına dayanamayacak ve asker, alttaki geçide yuvarlanacaktı. O zaman Dantés askeri yakalayarak bağlayacak, ağzını tıkayacak ve iki mahkûm dehlizdeki pencerelerin birine çıkıp ip merdivenin yardımı ile duvardan inerek kaçacaklardı.
Dantés, gözleri ışıldayarak ellerini çırptı. Plan o kadar basitti ki başarılı olmamasının imkânı yoktu. Aynı gün çalışmaya başladılar.
Bütün bu işler bir seneden fazla sürdü. Bu arada derslere de devam ediyorlardı. Bir buçuk sene sonra kazı bitti ve üstlerinde nöbetçinin ayak seslerini duymaya başladılar. Şimdi bütün yapacakları aysız, karanlık bir geceyi beklemekti. Döşeme taşının vaktinden önce düşmesine mâni olmak için temelde buldukları küçük bir kirişi de destek yaptılar. Dantés tam desteği koyma işini bitirmiş ki kendi hücresinde kalmış olan Faria’nın ızdırapla inlediğini duydu. Çabucak geri döndü. Rahip yere uzanmış yatıyordu. Yüzü bembeyazdı. Yumruklarını sıkmıştı. Alnında ter damlaları birikmişti.
Dantés, “Aman Tanrı’m!” dedi. “Ne oldu size?”
Faria, “Benim sonum geldi!” diye inledi. “Dinle beni. Kötü, belki de sonu feci olan bir hastalığa tutulmak üzereyim. Krizin yaklaştığını hissediyorum. Hapsedildiğim ilk sene de böyle bir kriz geçirmiştim. Bunun sadece bir ilacı vardır. Hücreme koş, yatağın ayağını kaldır. Ayağın içi boştur. Bu boşlukta, yarıya kadar kırmızı bir sıvı ile dolu küçük bir şişe bulacaksın. Getir bana o şişeyi. Hayır hayır! Zindancı beni burada görebilir. Bana yardım et de hâlâ biraz kuvvetim varken hücreme gideyim.”
Dantés, Faria’yı dikkatle yer altı geçidinden geçirerek hücresine götürdü. Yatağına yatırdı.
Buzlu sudan çıkmış gibi tirtir tireyen Faria “Teşekkür ederim.” dedi. “Kriz geliyor. Şimdi kataleptik bir nöbete tutulacağım. Adalelerim donacak. İrade ve hissim kaybolacak. Belki ağzım da köpüklenir, vücudum çırpınmalar içinde sertleşir, bağırırım. Eğer bağırırsam sesimi duymalarına mâni ol. Çünkü beni başka bir hücreye kaldırırlar ve sonsuza kadar ayrılırız. Eğer beni tamamıyla hareketsiz, ölü gibi soğumuş görürsen o zaman -ama ancak o zaman- kenetlenmiş dişlerimi bıçakla ayır ve o sıvıdan sekiz, on damla ağzıma akıt. Belki kurtulurum.”
“Belki mi?”
Tam o sırada Faria “İmdat imdat!” diye bağırdı. “Öl… Ölü…”
Kriz öyle ani ve öyle şiddetli gelmişti ki Faria sözünü tamamlamaya imkân bulamadı. Gözleri büyüdü, ağzı çarpıldı, yanakları morardı, kıvrıldı, ağzı köpürdü ve bağırdı. Dantés Faria’nın dediğini yaparak bir battaniye ile bu feryatları boğmaya çalıştı. Krizin bu faslı iki saat sürdü. Son bir çırpınmayla vücudu buz gibi soğudu, beyazlaştı ve katılaştı. Dantés bıçağını alarak Faria’nın kenetlenmiş dişlerini dikkatle araladı. Ağzına on damla kırmızı sıvıdan damlattı. Beklemeye başladı.
Aradan bir saat geçti. Faria’da en ufak bir kımıldama yoktu. Dantés başını elleri arasına almış ona bakıyordu. Nihayet rahibin yanakları hafifçe pembeleşti. Hep açık olan gözlerine bir canlılık geldi. Hafifçe inleyerek kımıldadı.
Dantés, “Kurtuldunuz kurtuldunuz!” diye bağırdı.
Faria daha konuşamıyordu. Fakat belli bir endişe ile elini kapıya doğru uzattı. Dantés dinledi ve zindancının yaklaşmakta olan ayak seslerini duydu. Hemen fırladı yerinden. Geçide girerek taşı yerleştirdi ve kendi hücresine döndü. Hemen ardından kapı açıldı. Zindancı onu her zamanki gibi yatağının üstünde oturur buldu. Zindancının ayak sesleri dehlizde kaybolur kaybolmaz Dantés ağzına bir lokma bir şey koymadan Faria’nın hücresine döndü.
Rahibin aklı başına gelmişti. Fakat hâlâ bitkin bir hâlde yatıyordu.
“Seni bir daha görebileceğimi sanmıyordum.” dedi.
“Niçin göremeyesiniz? Öleceğinizi mi sanmıştınız?”
“Hayır. Kaçman için her şey hazırdı. Kaçacağını umuyordum.”
Dantés hırsla kıpkırmızı oldu.
“Siz olmadan mı?” diye bağırdı. “Bunu yapabileceğime inanıyor muydunuz?”
“Yanıldığımı şimdi anladım. Ohhh öyle bitkin, öyle perişanım ki!..”
Dantés Faria’nın yanına oturup elini ellerine alarak
“Kuvvetiniz yerine gelecek.” dedi.
Faria başını salladı.
“Bundan önceki kriz yarım saat sürmüştü. Krizden sonra da açlık duymuş ve yardımsız kalmıştım. Hâlbuki şimdi kolumu bile kımıldatamıyorum. Üçüncü bir kriz beni ya öldürür yahut da felç bırakır.”
“Hayır hayır üzülmeyin, ölmeyeceksiniz. Üçüncü bir kriz gelse bile siz burada olmayacaksınız ve biz, sizi burada olduğu gibi yine kurtaracağız. Hatta buradan daha iyi şartlar içinde. Çünkü mümkün olan en iyi tıbbi bakımı göreceksiniz.”
Yaşlı adam, “Kendini aldatma dostum.” dedi. “Şu geçirdiğim kriz, benim ömrüm boyunca hapishaneden çıkamamama sebep olacak. Çünkü ben artık hiçbir zaman yüzemem. Bu kola artık ebediyen felç indi. Yalnız şu an için değil; ebediyen. İnan bana, daha krizi geçirdiğim andan beri böyle bir neticeyi bekliyordum. Çünkü bütün ailemde vardır bu hastalık. Büyükbabam da babam da üçüncü krizde öldüler. Meşhur Doktor Cabanis bana bu ilacı verirken benim de sonumun onlar gibi olacağını söyledi.”
“Doktor yanılmış olabilir. Kolunuzdaki felce gelince; hiç önemi yok. Sizi sırtıma alır öyle yüzerim.”
“Sen denizci ve iyi bir yüzücüsün oğlum. Eminim ki sırtında böyle bir yük olan kimsenin elli kulaçtan fazla yüzemeyeceğini bilirsin. Hayır, ben burada kalıp kurtuluşumu bekleyeceğim; o da artık ölümden başka bir şey olamaz. Sen kaç, kurtul. Gençsin. Sıhhatli ve kuvvetlisin. Beni düşünme.”
“Öyleyse ben de kalırım.”
Kalktı. Yaşlı adamın üstüne eğildi.
“İsa hakkı için yemin ederim ki siz hayatta oldukça buradan bir yere gitmeyeceğim.”
Faria bu asil yürekli, doğru sözlü gence baktı, onun en içten inanç ifadesinin ışıldadığı yüzünde, ağzından çıkan sözlerin samimiyetini okudu.
“Öyle olsun peki.” dedi. “Teşekkür ederim.”
Sonra, genç adamın elini tutarak devam etti:
“Belki ileride bu fedakârlığının mükâfatını görürsün. Şimdi mademki buradan ayrılmıyoruz, dehlizin altındaki tüneli doldurmamız lazrm. Nöbetçi gezinirken bastığı yerin altının boş olduğunu fark edebilir. Bu da bizim suçumuzun meydana çıkmasına ve ayrılmamıza sebep olur. Haydi git şimdi orayı doldur. Gerekirse bütün gece çalış ve yarın sabah, zindancı gitmeden gelme. O zaman sana önemli bir şey söyleyeceğim.”
Dantés dostunun elini sıktı. Saygı ve bağlılıkla yanından ayrıldı.
11
Dantés ertesi sabah, Faria’nın hücresine girdiği zaman, onu sağlam sol elinde bir kâğıt parçası ile sakin sakin oturur hâlde buldu. Faria hiçbir şey söylemeden kâğıdı Dantés’ye gösterdi.
Dantés, “Nedir bu?” diye sordu.
Rahip gülümseyerek cevap verdi: “Dikkatle bak bakayım.”
“Baktım. Garip bir mürekkeple ve Gotik harflerle üstüne bir şeyler yazılmış yarısı yanmış bir kâğıt.”
“Benim hazinem işte bu kâğıt parçası dostum. Bugünden itibaren bu hazinenin yarısı senindir.”
Dantés soğuk soğuk terlediğini hissetti. Faria’yı tanıdığından beri kendisinden başka herkesin onu hapishanede deli sanmasına sebep olan meşhur hazineden bahsetmemeye çalışmıştı.
Faria gülümsedi.
“Tüylerinin ürpermesinden ne düşündüğünü anlıyorum. Fakat merak etme, ben deli değilim. Bu hazine sahiden var ve eğer kader ona sahip olmanı diliyorsa sahip olacaksın. Herkes beni deli sandığı için kimse sözlerime kulak vermek istemedi fakat sen pekâlâ deli olmadığımı biliyorsun. Onun için beni dinle, inanıp inanmamak konusunda sonra karar ver.”
Dantés, “Geçirdiğiniz kriz sizi yorgun düşürdü.” dedi. “Biraz dinlenmek istemez misiniz? Hikâyenizi yarın dinlerim. Bugün istirahat edin.” dedi.
Sonra gülümseyerek ilave etti: “Hem bu durumda, hazinenin bizim için pek acelesi de yok, değil mi?”
“Var var. Yarın üçüncü bir kriz geçirmeyeceğim ne malum. Görüyorum bana inanmıyorsun. Bir delil istiyorsan bugüne kadar kimseye göstermediğim şu kâğıdı oku.”
Dantés, yaşlı adamın deliliğine inanmak istemeyerek “Yarın.” dedi.
“Hazine meselesini yarın konuşuruz. Fakat şu kâğıdı şimdi oku.”
“Susun… Ayak sesleri var. Biri geliyor. Gitmem lazım. Hoşça kalın.”
Dostunun deliliğine kendisini inandırmaktan başka bir şeye yaramayacak olan bir hikâyeyi dinlemektense oradan kaçmayı daha iyi bularak bir yılanın sürat ve çevikliği ile yer altı geçidinde kayboldu. Faria’nın deliliğine inanmak mecburiyetinde kalacağı o korkunç anı mümkün olduğu kadar geriye atmak için o gün bir daha hücresinden çıkmadı.Fakat zindancı gelip gittikten sonra Dantés’nin dönmediğini gören Faria, onun hücresine gitmeye çalıştı. Dantés, felçli kol ve bacağını sürüyerek geçitte ilerlemeye çalışan yaşlı adamın iniltilerini duyunca titredi. Faria’nın yalnız başına hücreye gelmesine imkân olmadığı için ona yardımetti.
Faria içten bir gülümseme ile “Elimden kurtulamayacaksın.” dedi. “Benim cömertliğimden kaçacağını sanmıştın ama kaçamayacaksın. Şimdi dinle beni.”
Başka çare olmadığını gören Dantés onu yatağa oturttu. Kendisi de sandalyeyi çekip karşısına oturdu. Faria anlatmaya başladı:
“Bildiğin gibi ben bir zamanlar Spada sülalesinin son vârisi Kont Spada’nın kâtibi ve yakın arkadaşı idim. Dünyada saadet olarak ne tattıysam bu çok kıymetli kişiye borçluyum. Kendisi zengin değildi fakat mensup olduğu ailenin zenginliği bir zamanlar dillere destan olmuştu. Herhangi bir kimsenin servetinin büyüklüğü anlatılmak istenildiği zaman ‘Spada’lar gibi zengin’ derlerdi. Kont Spada’nın sarayı benim cennetimdi. Onun yeğenlerine ders verirdim. Fakat yeğenleri öldüler. Onlar ölünce hayatta yapayalnız kalan efendime minnet borcumu, onun her isteğini yerine getirmek suretiyle ödemeye çalıştım.
Sarayda her yere girer çıkardım. Kontu daima eski kitapları incelerken ve ailesinden kalan tozlu evrakları karıştırırken görüyordum. Bir gün ona, bu lüzumsuz uğraş ile sabahlara kadar yorulduğunu, ondan sonra da sıkıntı ve strese kapıldığını söyleyerek bu hâlinden kendisine şikâyet ettim. Acı acı gülümsedi ve Roma şehri tarihine dair bir kitabı açtı. Kitapta, Papa VI. Alexander’ınhayatından bahseden on ikinci fasılda, hiç unutamadığım şu satırları gördüm:
Büyük Romagna Savaşları bitti. Zaferini tamamlayan Sezar Borjiya’nın bütün İtalya’yı satın alabilmek için çok paraya ihtiyacı vardı. Son fikir değişikliklerinden ötürü kendisi için hâlâ dehşet verici olan Fransa Kralı XII. Louis’den kurtulmak için papanın da paraya ihtiyacı vardı. Bu bakımdan, o günlerin bunalmış ve fakirleşmiş İtalya’sında gittikçe daha zor bir hâl almakla beraber bazı kârlı spekülasyonlar yapmak lazımdı.
Mukaddes pederin bir fikri vardı. İki yeni kardinal atayacaktı. Roma’nın en büyük ve en zengin iki adamını seçmek suretiyle bu teşebbüsü son derece kârlı bir hâle sokabilirdi. Önce bu iki adamın, hâlen sahip oldukları mevkileri ve unvanları satar, sonra yeni iki kardinale bahşedeceği şerefler karşılığında onlardan çok yüksek, paralar isteyebilirdi. Üçüncü bir husus vardı ki o da daha sonra gelecekti.
Papa ve Sezar Borjiya, bu iki kişinin, papalık idaresinde tek başına en yüksek dört makama sahip olan Giovanni Rospigliosi ile Roma’nın en zengin ve en asil kişilerinden biri olan Caesar Spada olmasını tercih ettiler. Sezar Borjiya sonra, bunlardan boşalacak makamları satın alacak olanları buldu. Netice itibarıyla Rospigilosi ile Spada kardinal olmak için para öderlerken sekiz kişi de onlardan boşalan makamlara gelmek için para ödediler. Spekülatörlerin kasalarına sekiz yüz bin altın girdi.
Şimdi gelelim spekülasyonun üçüncü kısmına. Papa, minnetlerinin hakiki borcunu ödemek ve Roma’da yerleşmek için Kardinal Rospigliosi ile Kardinal Spada’nın servetlerini topladıklarına kanaat getirdikten sonra Sezar Borjiya ile beraber, onları akşam yemeğine davet etti. Bu davet mukaddes peder ile oğlu arasında ihtilafa sebep oldu. Sezar, en yakın arkadaşlarının tasarrufunda olan tertiplerden birini kullanmak fikrinde idi. Bazı kimselere bir dolabı açtırdıkları meşhur anahtar vardı. Bu anahtarın sapında, ihmal neticesi meydana gelmiş küçük bir sivrilik bulunuyordu. Dolabın kilidi zor açılırdı. Dolabı açması istenilen kimse bu yüzden anahtarı biraz zorlayınca sivri kısım eline batar, ertesi gün de o kişi ölürdü. Sonra sezarın bazı kimselerin elini sıkacağı zaman parmağına taktığı arslan başlı yüzük vardı. Tokalaşma esnasında arslan başı adamın avcuna batar, yirmi dört saat sonra da o adam ölürdü.
Bu bakımdan Sezar kardinallerden ya dolabı açmalarını istemeyi yahut da içten bir hareketle onların ellerini sıkmayı teklif etti. Fakat VI. Alexander şu cevabı verdi: ‘Bu kıymetli kardinallere bir yemeği çok görmeyelim. Hem hazımsızlığın hemen kendini belli ettiğini unutuyorsun. Hâlbuki senin yöntemin ancak ertesi gün yahut iki gün sonra netice verir.’
Sezar, babasının sözlerini mantıklı bularak kendi teklifinden vazgeçti ve iki kardinal yemeğe davet edildi. Sofra, kardinallerin bahsini çok duydukları papaya ait Sen Pietro in Vincoli civarındaki bir bağda hazırlanmıştı.
Yeni makamının gururu ile dolu olan Rospigliosi midesini bu ziyafete hazırladı. Yüzüne en sevimli gülümsemesini yerleştirdi. Geleceği parlak genç bir yüzbaşı olan yeğeninden başka kimseyi sevmeyen ve akıllı bir adam olan Spada ise eline bir kâğıt kalem alarak vasiyetnamesini yazdı. Sonra kendisini bağ civarında beklemesi için yeğenine haber gönderdi fakat, haberi götüren adam, genç yüzbaşıyı bulamadı. Spada, Papalık makamının bu çeşit davetlerini bilirdi. Hristiyanlık, uygarlaştırıcı tesirini Roma’ya getirdiğinden beri artık herhangi zorba bir hükümdarın gönderdiği yüzbaşı ‘Sezar sizin ölmenizi istiyor!’ değil; papanın gönderdiği bir elçi, tatlı bir tebessümle ‘Mukaddes peder sizin kendisi ile yemek yemenizi istiyor.’ diyordu.
Spada bağa geldiği zaman papa kendisini bekliyordu. Spada’nın gözüne ilk çarpan, Sezar Borjiya’nın son derece içten dikkati altındaki yeğeni oldu. Spada’nın rengi sarardı. Sezar ona her türlü tedbiri aldığını, tuzağın çok iyi hazırlandığını ifade eden alaycı bir bakış fırlattı.
Ziyafet başladı. Spada yeğenine ancak ‘Sana gönderdiğim haberi aldın mı?’ diye sorabildi. Yeğen, almadığını söyledi. Sorunun anlamını çok iyi anladı ama geç kalınmıştı. Çünkü uşağın getirdiği nefis bir şarabı az önce içmişti. Spada’nın şarabını başka bir şişeden koydular. Bir saat sonra bir doktor ikisinin de yedikleri mantardan zehirlendiklerini bildiriyordu. Spada bağ kapısının eşiğinde öldü. Yeğeni de kendi evinin kapısında, karısına, onun anlayamadığı bir işaret yaparken son nefesini verdi.
Sezar ve papa, Spada’nın evrakını gözden geçirmek bahanesi ile vasiyetnameyi elde etmeye çalıştılar fakat vasiyetname olarak Spada bir kâğıdın üstüne yalnız şunları yazmıştı: ‘Sevgili yeğenime kasalarım ve kitaplarımla beraber, kendisini çok seven amcasından bir hatıra olarak saklayacağı ümidi ile altın köşeli dua kitabımı bırakıyorum.’ Spada’nın vârisleri her tarafı aradılar, dua kitabına hayran oldular, eşyaları götürdüler fakat Spada gibi zengin bir adamın bu kadar sefil bir amca olmasına hayret ettiler çünkü hazine hiçbir yerde yoktu. Sezar ile babası da aradılar, her yeri karıştırdılar, sorup soruşturdular. Fakat onlar da bir şey bulamadılar. Spada yalnız iki sarayla bir bağ bırakmıştı. Bunlar da papa ile oğlunun aç gözlerini tatmin etmekten uzak olduğu için ailede kaldı.
Aylar ve yıllar geçti. Papa ile oğlunun ölümünden sonra, Spada Ailesi’nin eskiden olduğu gibi gene lüks içinde yaşayacağı sanıldı fakat öyle olmadı.Şöyle böyle bir hayat sürdüler ve karanlık konu, esrar içinde gömülü kaldı. Genel düşünce, babasından daha kurnaz olan sezarın iki serveti de babasından kaçırdığı idi. İki servet de diyorum. Çünkü hiçbir tedbir almamış olan Kardinal Rospigliosi tamamıyla soyulmuştu.”
Faria gülümseyerek “Buraya kadar hikâyede hiçbir mantıksızlık yok, değil mi?” dedi.
Dantés, “Kesinlikle.” dedi. “Üstelik çok da ilgi çekici. Devam edin lütfen.”
“Devam ediyorum:Spada Ailesi zamanla kendilerini bu hâle alıştırdılar. Yeni yetişenlerden kimi asker kimi de diplomat, din adamı, banker oldu. Kimi zenginleşti kimi elde, avuçta kalanı da kaybetti.”
Faria, “Şimdi…” dedi. “Ailenin son ferdine, kendisine kâtiplik ettiğim Kont Spada’ya geliyorum. Meşhur din kitabı ailede kalmıştı. Son sahibi de Kont Spada idi çünkü ele geçen tek vasiyetnamedeki o garip ibare, kitabı, ailenin âdeta batıl bir ihtirasla sakladığı kutsal bir emanet hâline getirmişti.”
Ben bu hazineden Borjiya’ların da Spada’ların da faydalanmadıklarından bunun, Arap masallarındaki, bir perinin başında beklediği toprak kâseler içindeki servetler gibi sahipsiz olarak durduğundan emindim. Her yeri aradım, defalarca ailenin son üç yüz yıl içindeki gelir ve giderlerini hesap ettim fakat ne ben bir şey öğrenebildim ne de Kont Spada fakirlikten kurtuldu.
Kontum ölürken bana, içinde meşhur dua kitabı da olan beş bin ciltlik kitaplığını ve her sene onun adına dinî bir ayin yapılması ve ailesinin bir tarihini yazmam şartı ile bin kron bıraktı.
1807 yılında, Kont Spada’nın ölümünden on beş gün sonra ve tutuklanmamdan bir ay önce, saray bir yabancıya satıldığı, ben de Roma’dan ayrılıp Floransa’ya yerleşmek üzere hazırlandığım için belki bininci defa evrakları düzenliyordum. Hem yorulmuş hem de yediğim ağır öğle yemeğinden ötürü uykum gelmişti. Başım düştü. Uyuyakalmışım. Saat öğleden sonra üçtü.
Saat altıyı vururken uyandım. Her taraf karanlıktı. Işık getirmelerini söylemek üzere zili çaldım. Fakat gelen olmadı. Bunun üzerine elime bir mum alarak ocaktaki kordan ucunu yakmak üzere bir kâğıt parçası aramaya başladım. Karanlıkta yanlışlıkla kıymetli bir evrakı alırım diye korkuyordum. Aklıma, yanımdaki masanın üstünde duran meşhur dua kitabının arasında gördüğüm, sahifeyi işaretlemek için yüz yıllar önce konduğu muhakkak olan ve ailenin de bir çeşit saygı hissi ile yerinde bıraktığı eski, sararmış kâğıt geldi. El yordamı ile kâğıdı buldum, kıvırdım ve bir ucunu ocaktaki kor ile yaktım.