
Полная версия
Monte Kristo Kontu
Kendisini iki türlü öldürebilirdi: Mendilini pencere demirlerinden birine bağlayarak kendini asmak yahut da açlıktan ölmek. Birinci şekli iğrenç buldu. Gemilerin seren direklerine asılarak öldürülen korsan hikâyeleri ile korkutularak büyütülmüştü. Kendini asmak bu bakımdan şerefsiz bir ölümdü. İkinci şekli seçti ve aç kalmak suretiyle kendini öldürmeye yemin etti. Verilen yemeği pencereden atarım, onlar da yedim zannederler,diye düşündü.
O günden itibaren, günde iki defa yiyeceğini, önceleri neşe ile daha sonra düşünceli düşünceli, en sonra da pişmanlıkla sadece göğü seyredebildiği demir parmaklıklı küçük pencereden attı. Kendisine verilmekte olan yemeği ilk zamanlar iğrenç bulurdu. Fakat şimdi açlık yüzünden bu yemek gözlerine iştah açıcı görünüyor, kokusu burnuna çok hoş geliyordu. Bazen bir saat kötü bir et parçasını, yahut küflü ekmeği seyrediyordu. Fakat sonra ettiği yemini hatırlıyor, kendisinden nefret etme korkusu ile yeminine sadık kalıyordu. Nihayet öyle bir gün geldi ki yemeği pencereden atacak kuvveti kendinde bulamadı.
Ertesi gün artık gözleri bir şey görmüyor, kulakları da pek az işitiyordu. Zindancı onun son derece hasta olduğuna kanaat getirmişti. Dantés de kısa bir zaman sonra öleceğini umuyordu; içinde bir parça saadet olan büyük bir uyuşukluğa gömüldü. Midesindeki acılar dindi. Gözlerini kapadığı zaman beyaz ışıklar görmeye başladı…
Gece saat dokuza doğru, yanındaki duvardan birtakım sesler geldiğini duydu. Zindandaki çeşitli iğrenç hayvanların çıkardığı seslere öyle alışmıştı ki hiç rahatsız olmadan uyuyordu. Fakat bu sefer, açlıktan hisleri daha keskinleştiği için mi yoksa ses her zamankinden daha kuvvetli geldiği için mi yahut da hayatının bu en hassas devresinde her şey daha büyük bir önem kazandığı için mi her ne sebepten ise kafasını kaldırıp dinlemeye başladı. Büyük bir tırnak, kuvvetli bir diş yahut herhangi bir aletle yapılan düzenli bir kazıma sesi duydu. Ses üç saate yakın devam etti. Sonra bir ufalanma sesi geldi. Gürültü dindi.
Ses ertesi sabah tekrar başladı. O kadar iyi geliyordu ki hiç gayret sarf etmeden duyabiliyordu. Kendi kendine Artık bunun şüphe edilecek tarafı kalmadı, dedi. Ses gündüz de devam ettiğine göre kaçmaya hazırlanan bir mahkûm olmalı bu. Ah beraber olsaydık. Ona nasıl yardım ederdim!Sonra kafasında doğan bu ümidin üstünden kara bir bulut geçti. Ya ses yandaki bir hücreyi tamir eden işçilerden geliyorsa?Zindancıya sorarak sesin ne olduğunu anlamak kolaydı ama böyle bir soru da tehlikeli olurdu. O kadar hâlsiz ve sersemlemiş bir durumda idi ki doğru dürüst düşünemiyordu. Ancak bir şekilde aklı başına gelebilirdi; zindancının bırakmış olduğu çorbayı alarak içti. Kafası daha iyi işlemeye başladı.
Kendi kendine söylendi: “Başımı derde sokmadan bu işi anlamanın bir yolu var. Duvara vururum. Eğer öbür taraftaki bir işçi ise bir müddet durur, sesin nereden geldiğini düşünür, sonra tekrar işine döner. Fakat eğer bu işi yapan bir mahkûmsa korkar, işi bırakır ancak gece olduktan, herkesin uyuduğuna kanaat getirdikten sonra tekrar çalışmaya başlar.”
Kalktı. Artık ayakları titremiyor ve her şeyi görüyordu. Zindanın bir köşesine gitti. Rutubetin etkisiyle yerinden oynamış bir taşı duvardan çıkardı. Duvarın, sesi en iyi duyduğu tarafına üç defa vurdu.
Gürültü birdenbire kesildi. Dantés dikkatle dinledi. Bütün gün bir daha hiçbir gürültü olmadı. Büyük bir sevinçle. “Bu bir mahkûm!” dedi. Bütün canlılığını tekrar kazandı. O gece hiç uyumadı. Fakat hiçbir ses de duymadı.
Ertesi sabah, zindancının getirdiği yemeği yedi. Hürriyete kavuşmak için kendisi kadar istekli başka bir mahkûmun işine mâni olduğunu düşünemeyecek kadar ihtiyatlı olan öbür mahkûmun bu hâlinden dolayı öfkelenerek sesin tekrar başlamasını bekledi. Üç gün, dakikası dakikasına yetmiş iki saat geçti. Nihayet bir gece, zindancı son bir defa zindanları dolaştıktan sonra Dantés belki yüzüncü kere kulağını duvara yapıştırdı ve çok güçlükle fark edilecek bir ses duydu. Sükûnet bulmak için uzun uzun dolaştı. Aynı yere gelip tekrar kulağını duvara dayadı. Artık şüphesi kalmamıştı. Duvarın öbür tarafında bir şeyler oluyordu. Mahkûm, ilk teşebbüsünün tehlikesini fark etmiş olacaktı ki işine emniyetle devam edebilmek için bu sefer mesela bir keski yerine manivela filan kullanmaya başlamıştı.
Dantés bu yorulmak bilmez işçiye yardım etmeye karar verdi. Sesin geldiği duvarın önündeki yatağını öne çekti. Etrafta, kendisine faydalı olabilecek bir alet aradı. Hiçbir şey bulamadı. Ne bir bıçağı ne de madenî bir aleti vardı. Penceredeki demir parmaklığın sağlamlığından o kadar emindi ki onu yerinden oynatmaya çalışmakta bir fayda görmedi. Ancak toprak testiyi kırabilir ve onun sivri uçlu bir parçasını kullanabilirdi. Testiyi havaya kaldırıp bıraktı. Testi parça parça oldu.
Dantés, kırılan testinin sivri uçlu parçalarından iki üç tanesini alarak yatağının altına sakladı. Öbürlerini olduğu gibi bıraktı. Testinin kırılması o kadar tabii bir kaza idi ki zindancının oralı olmayacağı muhakkaktı.
Dantés’nin önünde koca bir gece vardı. Fakat karanlıkta çalışmak zor oluyordu. Çok geçmeden elindeki şekilsiz aletin sert taşa sürtüne sürtüne körleştiğini fark etti. Bu yüzden yatağını tekrar eski yerine itti. Ve sabahı bekledi. Bütün gece, tanımadığı mahkûmun yer altındaki çalışmasını dinledi.
Ertesi sabah zindancı geldiği zaman Dantés testinin elinden kaydığını ve yere düşerek parçalandığını söyledi. Zindancı söylenerek yeni bir testi getirmeye gitti. Parçaları toplamak zahmetine bile katlanmamıştı. Tekrar geldiği zaman Dantés’ye daha dikkatli olmasını söyledi ve gitti. O çıkar çıkmaz Dantés yatağını çekti ve geceki çalışmasının faydasızlığını gördü. Çünkü taşın etrafındaki kireçli harcı kazıyacağına, doğrudan doğruya taşı kazımaya çalışmıştı. Harcı kazıyabileceğini görünce kalbi sevinçle çarpmaya başladı. İş kolay değildi ama yarım saatte bir avuç dolusu harç kazıdı.
Üç gün sonra, taşın etrafındaki bütün harcı kazımıştı. Şimdi taşı çıkarmak lazımdı. Bu işi tırnakları ile becermeye çalıştı. Fakat imkânı yoktu. Manivela gibi kullanmak istediği testi parçaları kırıldı. Boşu boşuna bir saat uğraştıktan sonra büyük bir ızdırapla doğruldu. Daha işin başında iken vazgeçmek mecburiyetinde mi kalacaktı? Öbür mahkûm elinden geleni yaparken kendisi tembel tembel oturup bekleyecek miydi?
Birden aklına bir şey geldi. Gülümsedi. Zindancı her gün onun çorbasını maden saplı bir kapla getirirdi. Dantés bu maden sap için ömrünün on yılını vermeye hazırdı. Zindancı her zamanki gibi o gün de kâsesini bu maden saplı kaptan doldurdu. O gittikten sonra Dantés kâsesini masa ile kapının arasına bıraktı. Zindancı geldiği zaman kâseyi ezerek parçaladı. Bu sefer Dantés’ninsuçu yoktu. Kâsesini yere bırakmakla hata etmişti ama zindancının da yürürken önüne bakması lazım değil miydi? Adam biraz söylendi. Çorbayı koyacak başka bir kap aradı. Fakat zindanda bu işi görecek hiçbir şey yoktu.
Dantés, “Çorba kabını bırak.” dedi. “Yarın sabah geldiğin zaman alırsın.”
Bu fikir zindancının da hoşuna gitti. Şimdi bir kâse için yukarı çıkacak, inecek, tekrar çıkacaktı. Çorba kabını bıraktı. Dantés sevinçten titriyordu. Belki zindancı fikrini değiştirir, tekrar gelir diye bir saat bekledikten sonra yatağını çekti. Çorba kabının sapını manivela gibi kullanarak yerinden oynamış taşı çıkarmaya çalıştı. Bir saat sonra, yarım metreye yakın çapta bir çukur oluşacak şekilde taşı duvardan çekti. Elindeki aletten hiç olmazsa o gece için azami derecede faydalanmak gayesiyle hızlı hızlı çalışmaya devam etti.
Zindancı ertesi sabah masasının üstüne bir parça ekmek bıraktı.
Dantés, “Bana kâse getirmedin mi?” diye sordu.
Zindancı, “Hayır.” dedi. “Eline ne geçerse kırıyorsun. İlk önce testiyi kırdın sonra da kâseni. Çorbanı bu kaba koyacağım. Ondan iç.”
Dantés gözlerini tavana dikerek ellerini yorganın altında kavuşturdu. Ömründe hiçbir şeye karşı duymadığı minneti bu kaba karşı hissetti.
Kendi çalışmasının öbür mahkûmu durdurduğunu fark etmişti. Bu durum kendisinin durması için bir sebep değildi. Eğer komşusu ona gelmezse kendisi komşusuna giderdi. Bütün gün durmadan çalıştı. Akşama kadar duvardan en aşağı on avuç dolusu harç ve küçük taş çıkardı. Zindancının akşam ziyareti saati gelince işi bıraktı ve çorba kabının yamulmuş sapını mümkün olduğu kadar düzeltti.
Zindancı gider gitmez tekrar çalışmaya başladı. İki üç saat çalıştıktan sonra bir engelle karşılaştı. Eliyle yokladı. Bir kiriş, açtığı çukuru boydan boya kesiyordu. “Tanrı’m!” diye söylendi. “Sana o kadar uzun zamandır dua ettim ki nihayet bana merhamet ettiğini sanıyordum. Tanrı’m acı bana! Ümitsizlik içinde öldürme beni!”
Yer altından gelir gibi boğuk bir ses “Kim o bir solukta hem Tanrı’dan hem de ümitsizlikten bahseden?” dedi.
Dantés saçlarının diken diken olduğunu hissetti. Fakat cevap verdi: “Kimsen, bir daha konuş Tanrı aşkına!”
Ses, “Kimsin sen?” diye sordu.
Dantés cevap verdi: “Zavallı bir mahkûm!”
“Ne zamandan beri buradasın?”
“28 Şubat 1815’ten beri.”
“Suçun neydi?”
“Ben suçsuzum.”
“Neyle suçlandırdılar seni peki?”
“Napolyon’un dönmesi için fesat hazırlamakla.”
“Ne? Napolyon iktidarda değil mi artık?”
“1814’te Fontainebleau’da hükümdarlıktan feragat etti. Elba Adası’na sürüldü. Sen ne zamandan beri buradasın ki bunları bilmiyorsun?”
“1811’den beri.”
Dantés ürperdi. Bu adam ondan dört yıl fazla bir zamandan beri buradaydı.
Sesin sahibi hızlı hızlı, “Kazdığın çukur ne derinlikte?” diye sordu.
“Yer hizasında.”
“Nasıl saklıyorsun?”
“Yatağımın arkasına düşüyor.”
“Hapishaneye girdiğinden beri kimse yatağını kımıldattı mı?”
“Hayır.”
“Hücrenin dışında ne var?”
“Bir dehliz var.”
“Nereye gidiyor bu dehliz?”
“Bir avluya.”
“Eyvah!”
“Ne oldu?”
“Yanılmışım. Planımdaki bir hata yanılttı beni. Bu yanlış çizgi beş metre fark etti. Kalenin duvarı diye senin duvarını deldim.”
“O duvar denize çıkar ama.”
“Ben de onu istiyordum. Denize atlayıp Daume yahut Tiboulen Adası’na yahut da doğrudan doğruya karaya yüzmeyi tasarlıyordum.”
“O kadar mesafeyi yüzebilir misin?”
“Tanrı bana o kuvveti verirdi ama şimdi hepsi bitti. Açtığın çukuru dikkatle ört. Artık kazma. Benden haber bekle.”
“Kim olduğunu söyler misin bana?”
“Ben… Ben yirmi yedi numaralı mahkûmum.”
“Bana güvenmiyor musun?”
Acı bir kahkaha duydu.
“Kaç yaşındasın sen? Sesin genç bir adamın sesine benziyor.”
“Yaşımı bilmiyorum. Çünkü buraya geldiğimden beri geçen zamanı hesaplamadım. 1815’te tutuklandığım zaman yirmi yaşımdaydım.”
“Yirmi yedi filan öyleyse. İnsan bu yaşta hain olamaz daha.”
Dantés, “Hayır!” diye bağırdı. “Parça parça doğrasalar ele vermem seni!”
“Yaşın bana güven veriyor. Geleceğim oraya. Bekle.”
“Ne zaman geleceksin?”
“Tehlikeyi bir düşüneyim de. Sana işaret veririm.”
“Gelmezlik etmezsin değil mi? Beraber kaçarız. Kaçamazsak da konuşuruz hiç olmazsa. Eğer gençsen senin arkadaşın olurum. Yaşlı isen oğlun olurum.”
“Pekâlâ. Yarına öyleyse.”
Dantés doğruldu. Taşı duvardaki yerine koydu. Yatağı önüne dayadı. O andan itibaren de kendini tamamıyla bu yeni saadete verdi. Artık bundan sonra yalnız kalmayacak, belki de hürriyetine kavuşacaktı.
O gece öbür mahkûmun, sessizliği ve karanlığı fırsat bilerek kendisi ile tekrar konuşacağını ümit etti fakat yanılmıştı. Bütüngece hiçbir ses duymadı. Ertesi sabah, zindancının sabah ziyaretinden sonra duvara üç defa vurulduğunu duydu.
“Sen misin?” diye sordu. “Buradayım.”
“Zindancın gitti mi?”
“Evet. Artık akşama kadar uğramaz. On iki saat serbestiz.”
Bir müddet sonra dökülen taş ve toprak sesleri duydu. Kazmaya başladığı geçidin dibinde bir delik açıldı. Bu delikten bir başın uzandığını gördü. Az sonra bir adam kendini delikten yukarı çekip hücreye girdi.
10
Dantés, uzun zamandan beri sabırsızlıkla beklediği arkadaşının boynuna sarıldı ve onu, iyice görebilmek için hafif bir ışığın girdiği pencereye doğru götürdü.
Mahkûm, saçları yaşlılıktan değil de ızdıraptan aklaşmış, oldukça kısa boylu bir adamdı. Delici gözleri; kalın, kırlaşmış kaşlarının altında kaybolmuş gibiydi. Hâlâ siyah olan sakalı göğsüne iniyordu. Bedeni ile değil de kafası ile çalışan insanlarda olduğu gibi ince yüzü kırış kırıştı. Elbisesi öyle feci bir şekilde yıpranmıştı ki ilk hâlini göz önüne getirmenin imkânı yoktu.
En aşağı altmış beş yaşında gösteriyordu. Fakat hareketlerindeki canlılık, bu tahminin gerçek yaşından değil de mahkûmiyetten ötürü olduğunu kanıtlar gibiydi.
Adam, Dantés’nin gösterdiği içten yakınlığa sevindi. Ruhundaki buzlar bir an erir gibi oldu. Hürriyete kavuşacağı yerde kendisini başka bir hücrede bulmanın acı hayal kırıklığına rağmen ona oldukça sıcak bir yakınlık gösterdi.
“Bakalım bu deliği senin zindancından gizlemek mümkün mü?” dedi.
Taşı yerine koydu.
“Çok biçimsiz çıkarılmış bu taş. Doğru dürüst bir aletin yok muydu elinde?”
Dantés hayretle, “Sizin var mı?” diye sordu.
“Ben kendim yaptım. Törpü hariç, bana lazım olan her şey var. Keski, kerpeten ve bir de manivela.”
Ona tahta saplı, sağlam, keskin bir bıçak gösterdi.
“Bu bıçağı nasıl yaptınız?”
“Yatak demirinden. Buraya kadar olan on beş metrelik geçidi hep bununla kazdım.”
Dantés dehşetle “On beş metre mi?” diye haykırdı.
“Evet, fakat bütün emeğim boşa gitti. Senin hücrenin önündeki geçit, asker dolu. Hiçbir kaçış yolu yok burada. Tanrı’nın dediği olur, ne yapalım.”
Yaşlı adamın yüzü mütevekkil bir hâl aldı. Dantés, senelerce besleyip kuvvet verdiği bir ümitten böyle filozofça umudunu kesen adama hayret ve takdirle baktı.
“Kim olduğunuzu söylemeyecek misiniz bana?” diye sordu.
“Artık sana bir faydam dokunamayacağı hâlde yine de merak ediyorsan söyleyeyim. Ben Rahip Faria’yım. İf Kalesi’ne 1811’de getirildim. Daha önce üç yıl Fenestella Kalesi’nde hapistim. 1811’de Piedmont’tan Fransa’ya nakledildim.”
“Neden hapsettiler sizi?”
“Çünkü 1807’de, Napolyon’un 1811’de yürürlüğe koymak istediği projeyi uygulamayı düşündüm çünkü İtalya’yı aciz, zalim, küçük kötü yuvalarhâline getiren prenslikler yerine Makyavel’in istediği gibi tek bir büyük imparatorluk istiyordum. Çünkü beni mahvetmek için görüşlerimi anlar görünen taçlı bir delide, aradığım Sezar Borjiya’yı bulduğumu sanmıştım!”
Dantés bir insanın böyle şeyler için hayatını nasıl tehlikeye atabileceğini anlamadı. Zindancısının fikrini paylaşmaya başlayarak “Siz yoksa o… O hasta rahip misiniz?” diye sordu.
“Deli demek istiyorsun değil mi?”
Dantés gülümsedi.
“Cesaret edemedim.”
Faria acı acı gülerek “Evet.” dedi. “Ben, o deli sandıkları rahibim.”
Dantés bir an sustu. Sonra “Kaçma fikrinden vazgeçtiniz mi?” diye sordu.
“Artık buna imkân olmadığını görüyorum. Tanrı’nın arzusuna aykırı bir şeye teşebbüs etmek ona isyan etmek olur.”
“Niye ümidinizi kaybediyorsunuz? İlk teşebbüste başarılı olmayı istemek Tanrı’dan çok fazla lütuf beklemek olmaz mı? Niçin başka bir yöne yeni bir geçit kazılmasın?”
“Yeni bir geçit mi? Sen açtığım bu geçidin nasıl meydana geldiğini biliyor musun? Aletleri yapmak için tam dört sene uğraştığımı biliyor musun? Granit gibi bir toprağı tam iki sene kazıp temizlediğimi biliyor musun? Kımıldatmada bile başarılı olacağımı sanmadığım taşları yerlerinden çıkardığımı biliyor musun? Bütün bu taş ve toprağı bir yere yığmak için bir merdiven duvarını deldiğimi ve şimdi duvarda bir avuç toz bile koyacak yer kalmadığını biliyor musun? Ve nihayet, tam işin sonuna geldiğimi düşündüğüm ve kendimde ancak işi bitirebilecek kadar kuvvet kaldığını hissettiğim bir sırada bütün bu çalışmaların heba olduğunu anladığımı biliyor musun? Yok, hayır, Tanrı benim buradan kurtulmamı istemediği için; hürriyetimi elde etmek üzere artık hiçbir şey yapmayacağım.”
Dantés, bir arkadaş bulmuş olma sevincinin, onun bütün üzüntüsünü paylaşmasına mâni olduğunu belli etmemek için başını önüne eğdi.
Faria devam etti: “On iki senelik hapishane hayatım boyunca dikkatle tarihteki bütün meşhur kaçışları düşündüm. Başarılı firarlar son derece nadirdir ve en ince teferruatına kadar düşünülmüş, sabırla hazırlanılmıştır. Bundan sonra bir fırsat kollayacağız. Eğer o fırsat gelirse istifade etmeye bakacağız.”
Dantés iç çekti.
“Siz bekleyebilirsiniz. Uzun çalışmalarınız sizi meşgul edebilmiş. Zihninizi işgal edecek işiniz olmadığı zamanlar da sizi teselli eden ümitleriniz varmış.”
“Ümit benim tek meşgalem değildi.”
“Başka ne yaptınız?”
“Yazı yazarım.”
“Kâğıt, kalem, mürekkep veriyorlar mı?”
“Hayır. Ben yapıyorum bunları.”
Dantés hayretle sordu: “Kâğıdınızı, kaleminizi, mürekkebinizi siz mi yapıyorsunuz?”
“Evet.”
Dantés ona hayranlıkla baktı. Fakat dediklerine inanmak çok zordu. Faria onun bu tereddüdünü sezdi.
“Hücreme gelirsen; hayatım boyunca yaptığım inceleme ve çalışmalarımın, bütün düşüncelerimin mahsulü olan kitabı sana gösterebilirim.” dedi. “Adı ‘İtalya’da Kurulabilecek Umumi Bir Krallık Hakkında Risale’dir.”
“Burada mı yazdınız?”
“Evet. İki gömleğe mal oldu bana. Kumaşı parşömen gibi düz ve katı yapan bir terkip keşfettim. Bize ara sıra verdikleri koca balıkların başlarındaki kıkırdaklardan da nefis yazı kalemleri yapıyorum.”
“Ya mürekkep? Mürekkebi nasıl yapıyorsunuz?”
“Hücremde vaktiyle bir ocak varmış. Ben gelmeden bir süre önce körletilmiş. Fakat uzun zaman kullanılmış olacak ki içi bir kurum tabakası ile kaplıydı. Pazar günleri bana verdikleri şarabın birazının içinde bir parça kurum eritiyorum. Mükemmel mürekkep oluyor. Yazının belirli bir yerine dikkati çekmek istediğim zaman da bir parmağımı hafifçe deliyorum ve o kısmı kanımla yazıyorum.”
“Bütün bunları ne zaman görebilirim?”
“Ne zaman istersen.”
“Şimdi.”
“Takip et beni.”
Dönüp yer altı geçidinde kayboldu. Dantés de onu takip etti.
İnsana pek zorluk vermeden aşağı doğru bükülen yer altı geçidini geçtikten sonra, geçidin, rahibin hücresine açılan öbür başına geldiler. Dantés hücreye girer girmez dikkatle etrafını inceledi. Hiçbir fevkaladeliği yoktu.
Rahibe, “Hazinelerinizi çok merak ediyorum.” dedi.
Faria gidip ocağın ağzındaki taşı kaldırdı. Dantés’ye bahsettiği şeyler burada duruyordu.
“Önce neyi görmek istersin?” diye sordu.
“İtalya’daki krallık hakkında yazdıklarınızı.”
Faria on santimetre eninde, otuz beş santimetre uzunluğunda; hepsi numaralı ve yazılı üç dört kumaş tomarı çıkardı. Yazı, Dantés’nin, Provanslı olduğu için, çok iyi anladığı İtalyanca ile yazılmıştı.
Faria, “İşte bunlar.” dedi. “Yirmi sekizinci tabakanın altına son kelimesini yazalı ancak bir hafta oldu. Bütün bu iş için iki gömlekle bütün mendillerimi kullandım. Eğer bir gün kurtulursam ve eğer İtalya’da bunu basmaya cesaret edecek birini bulursam meşhur olurum.”
Dantés’ye, yaptığı yazı kalemlerini gösterdi. Faria’nın bunları nasıl bir aletle bu kadar düzenli kesebildiğini anlamak için Dantés etrafına baktı.
Faria, “Bıçağı arıyorsun, değil mi?” diye sordu. “İşte. Bu benim şaheserimdir. Eski bir demir şamdandan yaptım.”
Bıçak, ustura gibi keskindi. Faria devam etti: “Geceleri çalışabilmek için lambam bile var.”
“Onu nasıl yaptınız?”
“Yemek için verdikleri etin yağını ayırıp eritiyorum. Böylece bir çeşit kandil yağı meydana getiriyorum.”
Dantés’ye lambasını gösterdi.
“Peki kibriti nereden buluyorsunuz?”
“Cilt hastalığım varmış gibi yaptım. Kükürt istedim. Verdiler.”
Dantés elindekileri masanın üstüne koydu Rahibin zekâsı ve azmi karşısında bunalarak başını önüne eğdi.
Faria, “Hepsi bu kadar değil.” dedi. “Bütün servetimi aynı yerde saklamak akıllıca bir hareket olmazdı. Bunu kapayalım.”
Taşı yerine koydular. Rahip, taşın üstüne toz serperek ayağı ile bastırdı. Sonra giderek yatağını çekti. Yatağın ardında, bir taşla çok iyi bir şekilde kapatılmış bir delikte, yedi buçuk ile on metre arasındaki bir uzunlukta ip bir merdiven vardı. Dantés merdiveni kontrol etti ve son derece sağlam buldu.
“Bu fevkalade merdiveni yapmak için ipi nereden buldunuz?” diye sordu.
“İlk olarak birçok gömleğimi, sonra da Fenestella’daki üç senelik mahkûmiyetim sırasında yatak çarşaflarının ipliklerini sökmek suretiyle onu yaptım. İf Kalesi’ne nakledilirken bir kolayını bulup iplikleri de yanıma aldım. İşime burada devam ettim.”
“Peki zindancılar çarşafların dikişsiz olduğunu fark etmiyorlar mıydı?”
“Sonra bu iğne ile tutturuyordum.”
Dantés’ye uzun, keskin ve ucunda hâlâ iplik olan bir balık kılçığı gösterdi.
“Önceleri demir çubukları söküp pencereden kaçmayı düşündüm. Bu pencere senin hücrendekinden genişçedir. Kaçacağım zaman biraz daha genişletebilirdim de. Fakat pencere bir iç avluya açılıyordu. Tehlikesi yüzünden bundan vazgeçtim fakat belki beklenmedik bir fırsat çıkar diye ip merdiveni sakladım.”
Dantés, ip merdiveni inceler gibi görünürken başka bir şey düşünüyordu: Bir türlü anlayamadığı kendi bahtsızlığının içyüzünü, o kadar zeki, marifetli ve anlayışlı olan bu adam aydınlatamaz mıydı acaba.
Faria gülümseyerek “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
“Bana hayatınızı anlattığınızı fakat sizin, benim hayatım hakkında daha bir şey bilmediğinizi düşünüyordum.”
“Senin kısa ömründe çok mühim olan ne olabilir delikanlı?”
“Hiç olmazsa büyük bir bahtsızlık var. Hiç hak etmediğim ve bazen yaptığım gibi bundan dolayı Tanrı’ya isyan etmeyi değil de buna insanların sebep olduğunu düşünmeyi istediğim bir bahtsızlık.”
Rahip, gizli yeri örtüp yatağı eski yerine iterek “Anlat bana öyleyse hayatını.” dedi.
Dantés ona; bir defa Hindistan’a, iki üç defa da Yakın Doğu’ya yaptığı seyahatler çerçevesi içindeki hayat hikâyesini anlattı. Nihayet son seyahatine gelerek Kaptan Leclére’nin ölümünü; onun ölmeden önce Elba Adası’na götürmesini istediği paketi; Elba Adası’nda mareşalin Paris’te Mösyö Noirtier’ye götürülmek üzere kendisine verdiği mektubu; Marsilya’ya gelişini; babasını ziyaretini; Mercédés’e olan aşkını; düğün ziyafetini; tutuklanmasını; sorguya çekilişini; adliye sarayında kısa bir zaman için alıkonuluşunu ve nihayet İf Kalesi’ne getirilişini anlattı. Bundan sonrasını, hatta ne zamandan beri tutuklu olduğunu bile bilmiyordu.
Sözlerini bitirdiği zaman Faria düşünceli düşünceli uzun zaman sustu. Sonra “Bir hukuk düsturu vardır…” dedi. “ ‘Suçluyu bulmak istiyorsan her şeyden önce cinayetin kime faydası dokunabileceğini bul.’ der. Bunun gibi, senin ortadan yok oluşun da kime faydalı olabilir?”
“Hiç kimseye. Ben mühim bir kimse değilim ki!”
“Öyle söyleme. Her şey birbirine bağlıdır. Sen Firavun’un kaptanı olacaktın değil mi?”
“Evet.”
“Güzel bir kızla da evlenmek üzere idin?”
“Evet.”
“İlk olarak senin Firavun’un kaptanı olmanı istemeyen kimse var mıydı?”
“Hayır. Bütün mürettebat beni severdi. Eğer kaptanlarını kendileri seçebilselerdi eminim ki beni seçerlerdi. Bütün gemide, beni sevmemesi için bir sebep gösterebilecek yalnız bir kişi vardı. Onunla bir defa kavga etmiştik. Bu anlaşmazlığı ortadan kaldırmak için düello teklif etmiştim. Ama kabul etmemişti.”
“Tamam… Neydi bu adamın ismi?”
“Danglars. Geminin kâtibi idi.”
“Eğer geminin kaptanı olsaydın onu gemide tutar mıydın?”
“Elimde olsaydı tutmazdım. Tuttuğu hesaplarda hatalar vardı.”
“Peki. Kaptan Leclére ile olan son konuşma sırasında yanınızda başka kimse var mıydı?”
“Hayır, yalnızdık.”
“Biri bu konuşmaları duymuş olabilir mi?”
“Zannediyorum kapı açıktı. Durun durun… Evet, Kaptan Leclére bana paketi verdiği sırada Danglars kapının önünden geçti.”
“Galiba doğru yoldayız. Elba Adası’na çıktığın zaman yanına kimseyi aldın mı?”
“Hayır.”
“Oradan aldığın mektubu ne yaptın?”
“Evrakı mı sakladığım çantaya koydum.”
“Çantan yanında mıydı?”
“Hayır, gemide idi. Gemiye döndükten sonra çantaya koydum.”
“Adadan dönüp çantaya koyuncaya kadar ne yaptın mektubu?”
“Elimde taşıdım.”
“Yani gemiye döndüğün zaman elinde bir mektup olduğunu herkes gördü, değil mi?”
“Evet.”
“Danglars da?”
“Evet.”
“Şimdi beni iyi dinle ve hafızanı toplayarak hatırlamaya çalış; ihbar mektubunda ne dendiğini söyleyebilir misin bana?”
“Tabii. Üç defa okudum. Her kelimesi kafama kazınmıştır.”
Kelimesi kelimesine ihbar mektubunu okudu.
Rahip, omuz silkti.
“Gün gibi aşikâr. Bunu yazanın kim olduğunu daha o zaman tahmin etmemek için çok temiz kalpli olmak lazım. Danglars’nın el yazısı nasıldır?”
“Güzel bir yazısı vardır.”
“İhbar mektubu nasıl yazılmıştı?”
“Geriye doğru yatık bir yazı ile.”
“Bir dakika!”