bannerbanner
Monte Kristo Kontu
Monte Kristo Kontu

Полная версия

Monte Kristo Kontu

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 10

“Mösyö Noirtier’ye. Rue Coq Héron. Paris.”

Eğer bir yıldırım olsaydı, bundan daha ani yahut daha habersiz bir şekilde Villefort’ya çarpamazdı. Dantés’den alınmış kâğıtlara uzanmak üzere kalktığı sandalyesine çöktü. Kâğıtların arasından söz konusu olan zarfı aldı. Gittikçe rengi sararak anlatılmasına imkân olmayan bir korku ile zarfın üstündeki adresi mırıldandı: “Mösyö Noirtier, 13 Rue Coq Héron…”

“Evet efendim… Onu tanıyor musunuz?”

Villefort şiddetle “Hayır!” dedi. “Kralın sadık bir hizmetkârı fesatçıları tanımaz!”

Serbest olduğuna inandıktan sonra şimdi ilk geldiğinden daha çok korkmaya başlamış olan Dantés “Mektup bir fesatlıkla mı ilgili efendim?” diye sordu. “Fakat size daha önce de söylediğim gibi içinde yazılanlardan hiç haberim yok.”

Villefort, “Evet.” diye mırıldandı. “Fakat kime gönderildiğini biliyorsun.”

“Mektubu sahibine verebilmek için bilmeye mecburdum.”

Villefort mektubu okuyarak sordu: “Hiç kimseye gösterdin mi bu mektubu?”

“Hayır efendim. Yemin ederim!”

“Mösyö Noirtier’ye, Elba Adası’ndan bir mektup götürdüğünü kimse bilmiyor mu?”

“Mektubu bana verenden başka kimse bilmiyor efendim.”

Villefort mektubu okurken “Bu kadarı da artık çok fazla, çok fazla!” diye mırıldanıyordu. Sımsıkı kapanmış dudakları, titreyen elleri ve gözlerindeki parıltı Dantés’yi korkutuyordu.

Villefort, Mektupta yazılanları bilse, Noirtier’nin babam olduğunu öğrense mahvolurum, mahvolurum! diye düşünüyordu.

Villefort kendine hâkim olmak için müthiş bir gayret sarf etti. Sonra mümkün olduğu kadar sükûnetle Dantés’ye, “Şimdi görüyorum ki hakkındaki ithamlar çok ağır. İlk düşündüğüm gibi seni hemen serbest bırakmanın imkânı yok. Sana ne kadar yardım etmek istediğimi biliyorsun fakat seni bir müddet – mümkün olduğu kadar kısa bir müddet- için alıkoymam lazım. Hakkındaki başlıca delil bu mektuptur. Ve gördüğün gibi…” diyerek ocağa gitti. Mektubu ateşe attı. Kâğıtlar kül oluncaya kadar baktı. Sonra sözlerine devam etti: “Gördüğün gibi onu da ortadan kaldırdım.”

“Siz yalnız iyi değil, iyiliğin ta kendisisiniz efendim!”

“Artık bana tam manası ile güvenebileceğini anlamışsındır. Onun için söyleyeceklerimi dikkatle dinle. Geceye kadar burada kalacaksın. Seni başka biri de sorguya çekebilir. Eğer böyle birsey olursa mektup hariç, bana anlattığın şeyleri ona da anlatabilirsin. Yalnız mektubu ağzına almayacaksın.”

“Başüstüne efendim!”

“Sana mektuptan bahsedenler olursa inkâr et. Kesinlikle inkâr et; kurtulursun!”

“İnkâr ederim efendim, merak etmeyin.”

“Güzel.”

Villefort bir çıngırak ipini çekti. Polis komiseri içeri girdi. Villefort, Dantés’ye, “Komiseri takip edin.” dedi.

Dantés eğildi. Ona minnetle bakıp selamlayarak dışarı çıktı.

Kapı kapanır kapanmaz Villefort bütün kuvvetini kaybetti. Bayılır gibi koltuğuna yığıldı. “Tanrı’m!” diye söylendi. “Eğer savcı, Marsilya’da olsaydı mektubu görecek, ben de mahvolacaktım! Ah baba daima böyle benim saadetimi engelleyecek misin? Senin geçmişinle ömrüm boyunca mücadele etmek mecburiyetinde mi kalacağım?”

Sonra kafasında hiç ümit etmediği bir ışık yandı. Dudaklarında bir gülümseme belirdi. Sıkıntı içindeki gözleri bu ışığa bakar gibi sabitleşti. “Evet…” diye söylendi. “Beni mahvedebilecek olan bu mektup ihya edebilir de. Haydi Villefort, davran!”

Mahkûmun binadan çıkmış olacağına kanaat getirdikten sonra başsavcı yardımcısı da nişanlısının evine gitmek üzere aceleyle odadan çıktı.

6

Polis komiseri ile iki tarafında birer jandarma olan Dantés, adliye sarayına açılan bir kapıdan, buraya giren herkese elde olmadan bir korku veren uzun, dar bir koridora girdiler.

Adliye sarayının bir tarafında savcılık, öbür tarafında da hapishane vardı. Aradaki kapılar ile bu binaların birinden ötekine geçilirdi. Birçok koridor katettikten sonra Dantés ile muhafızları demir bir kapının önüne geldiler. Kapı açılarak arkalarından kapandı. Dantés şimdi kirli ve ağır bir havayı soluyordu. Hapishanede idi…

Dantés, görünüşü kendisini pek korkutmayan oldukça temiz bir hücreye götürüldü. Hem Villefort’nun güven verici sözleri hâlâ kulaklarında idi. Çok geçmeden akşam oldu ve hücre karanlığa gömüldü. Dantés’nin gözleri bir şey göremez olunca kulakları daha iyi duymaya başladı. En hafif bir ses duyar duymaz kendisini serbest bırakmaya geliyorlar zannı ile ayağa kalkıyor, kapıya gidiyor fakat ses başka taraflarda kaybolunca gelip tekrar eski yerine oturuyordu.

Artık ümidini kaybetmeye başlıyordu ki gece saat ona doğru koridorda ayak sesleri duydu. Sesler hücre kapısının önünde kesildi. Kilitte bir anahtar döndü ve ağır kapı açıldı. İki meşale hücreyi aydınlattı. Dantés, dört jandarma gördü.

“Beni mi almaya geldiniz?” diye sordu.

“Evet.”

“Sizi savcı yardımcısı mı gönderdi?”

“Tabii!”

Jandarmaların Villefort tarafından gönderilmiş olması bahtsız delikanlının bütün endişesini dağıttı. Sükûnetle aralarına girdi. Sokakta onları bir polis arabası bekliyordu. Arabanın kapısı açıldı. Dantés daha ağzını açıp da bir şey söylemeye fırsat bulamadan arabanın kapısından içeri itildi. Gelgelelim karşı koymaya hiç niyeti yoktu. İki tarafında birer jandarma olduğu hâlde oturdu. Öbür iki jandarma da karşısına geçti. Araba meçhul hedefine doğru yola çıktı.

Durdukları zaman Dantés kendini limanda buldu. Önce iki jandarma indi sonra Dantés ve öbür jandarmalar. Jandarmalar Dantés’yi rıhtımda bir kayığa götürdüler, kendileri yine onun etrafında olmak üzere kayığın kıçına oturttular. Bir polis memuru da gelerek kayığın başına geçti. Kayık açıldı. Dört kürekçi hızlı hızlı kürek çekmeye başladı. Çok geçmeden de limandan çıktılar. Dantés jandarmalardan birine “Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sordu.

“Şimdi öğrenirsin.”

“Fakat…”

“Sana bilgi vermemiz yasaklandı.”

Dantés sustu. Yola ve karanlığa alışkın denizci gözleri ile gecenin, karanlığını delmeye çalışarak düşünceli bir hâlde sessizce bekledi. O sırada kürekçiler kürekleri bırakarak yelken açtılar. Dantés, jandarmaya ikinci defa bir şey sormamak için bütün isteksizliğine rağmen “Arkadaş…” dedi. “Tanrı aşkına bana acı da cevap ver. Bir komplo yüzünden haksız yere iftiraya uğradım. Ben devlete ve hükûmete bağlı bir Fransız vatandaşıyım. Beni nereye götürüyorsunuz? Söyleyin bana. Size gemicilik şerefim üzerine söz veririm; kaderime boyun eğip oturacağım.”

Jandarma cevap verdi: “Ancak gözleri bağlı yahut Marsilya Limanı’ndan hiç çıkmamış bir kimse nereye gittiğimizi anlamaz. Etrafına baksana bir!”

Dantés kalkarak kayığın gitmekte olduğu yöne baktı. Birkaç yüz metre ileride, kasvetli İf Kalesi’nin bulunduğu dik, siyah kayalık yükseliyordu.

Yüzlerce yıllık korkunç geleneği ile bu dehşet verici zindanın görünüşü Dantés’de, bir darağacının idam mahkûmu üzerindeki etkisini yarattı.

“Aman Tanrı’m, İf Kalesi!” dedi. “Niçin gidiyoruz oraya?”

Jandarma gülümsedi.

Dantés devam etti: “Hapsetmek için götürmüyorsunuz beni oraya değil mi? İf Kalesi, yalnız önemli, siyasi mahkûmların hapsedildiği bir devlet hapishanesidir. Ben böyle bir suç işlemedim ki. Beni hapsedecekler mi sahiden orada?”

“Galiba.”

“Fakat Mösyö de Villefort bana söz verdi ki…”

“Mösyö de Villelfort’nun sana ne söz verdiğini bilmiyorum. Bütün bildiğim İf Kalesi’ne gittiğimizdir. Hey dur, buraya gelin!”

Dantés kendini denize atmak istemişti fakat kendini havada bulur bulmaz dört kuvvetli kol onu geri çekti. Dantés hırstan kudurarak kayığın dibine düştü.

Jandarmalardan biri onu dizi ile döşemeye bastırarak “Bak arkadaş…” dedi. “Kıpırdayacak olursan kurşunu beynine yersin!”

Dantés bir karabinanın namlusunu şakağında hissetti.

Kısa bir zaman sonra Dantés kayığın bir şeye çarptığını hissetti ve baştan kara ettiklerini anladı. Jandarmalar onu kaldırdılar. Kayıktan çıkmasına yardım ettiler ve kayalığın tepesine yükselen basamaklara doğru sürüklediler. Dantés hiç karşı koymadı. Ağır ağır yürümesi karşı koymaktan değil, bütün hislerinin uyuşmuş olmasından ileri geliyordu. Hiçbir şey duymuyor, sarhoş gibi sendeliyordu. Kendisini kayığın döşemesinden kaldıran tekmeleri hissetmiş, ardından kapanan bir kapıdan geçtiğini görmüş fakat bütün bunları yoğun bir sis içindeymiş gibi hiç düşünmeden yapmıştı. Nihayet durdular. Onun artık kaçamayacağına kanaat getiren jandarmalar kendisini serbest bıraktılar.

On dakika kadar bekledikten sonra bir ses “Mahkûm beni takip etsin!” dedi. “Onu hücresine götüreceğim.”

Jandarmalardan biri Dantés’yi dürttü.

“Yürü!”

Dantés, rehberinin peşinde çıplak, rutubetli duvarları gözyaşları ile ıslanmış gibi, hemen hemen yer altında olan bir odaya girdi. Fitili pis kokulu bir yağda yüzen, sandalye üstündeki bir tür lamba bu korkunç yeri aydınlatıyordu. Dantés bu lambanın ışığında kirli elbiseli, aptal yüzlü, alt kademelerde bir zindancı olan rehberini gördü.

Adam, “Bu gece burada yatacaksın.” dedi. “Vakit geç oldu. Müdür uyuyor. Yarın, hakkındaki talimatı okuduktan sonra belki başka bir yere koyar seni. Al sana biraz ekmek vereyim. Testide su var. Şu köşedeki samanın üstünde de yatarsın. Görüyorsun ya bir mahkûm için ne lazımsa var burada. Tanrı rahatlık versin.”

Dantés’nin bir şey söylemesine fırsat vermeden lambayı alarak dışarı çıktı. Zifirî bir karanlık içinde kalan Dantés’nin üstüne kapıyı kitledi.

Günün ilk ışıkları hücreye hafif bir aydınlık serptiği sırada tekrar geldi. Aldığı talimata göre Dantés bu hücrede kalacaktı.

Dantés gece hücreye girdiği zamandan beri hiç kımıldamamış gibi olduğu yerde duruyordu. Bütün gece gözünü bir an yummamıştı. Zindancı ona doğru yürüdü. Dantés onu görmemiş gibiydi. Zindancı onun omzuna dokundu.

“Uyumadın mı sen?”

“Bilmiyorum.”

“Aç değil misin?”

“Bilmiyorum.”

“Bir şey istiyor musun?”

“Müdürü görmek istiyorum.”

“Bunun imkânı yok.”

“Niçin?”

“Çünkü hapishane kurallarına göre, mahkûmlar böyle bir istekte bulunamazlar.”

“Burada mahkûmlara ne gibi haklar tanınır?”

“Eğer parasını verirse daha iyi yiyecek, açık havada gezinti. Bazen de kitap.”

“Benim kitaba ihtiyacım yok. Gezmek de istemiyorum.

Vereceğiniz yiyecek yeter bana. Ben yalnız bir şey istiyorum:

Müdürü görmek.”

“Bana bak, böyle olmayacak şeylerle kafanı yorma, yoksa iki haftaya varmaz oynatırsın.”

“Öyle mi sanıyorsun?”

“Tabii! Delilik hep böyle başlar. Bu hücrede vaktiyle bir rahip vardı. Kendisini serbest bıraktığı takdirde müdüre bir milyon frank vereceğini söyler dururdu. Sonunda keçileri kaçırdı.”

“Ne yaptılar kendisini?”

“Zindana attılar.”

“Beni dinle. Ben ne rahibim ne de deliyim! Bir milyon frank da veremem. Fakat sana vereceğim bir mektubu Marsilya’ya gittiğin zaman Mercédés adında bir kıza iletirsen sana üç yüz frank veririm. Hatta mektup bile değil. Sadece iki üç satır.”

“Eğer bu iki üç satır üstümde yakalanırsa beni kovalarlar. Ben buradaki işimden senede bin frank kazanıyorum. Yemem içmem de buradan. Üç yüz frank kazanacağım diye bin frangı tehlikeye atmam için deli olmam lazım.”

“Eğer Mercédés’e bir mektup götürmeyi yahut ağızdan benim burada olduğumu söylemeyi reddedersen bir gün senin geleceğin saatte kapının arkasına saklanır ve şu sandalyeyi kafanda parçalarım!”

Zindancı geri çekilip müdafaa durumu alarak “Tehdit, değil mi?” dedi. “Rahip de böyle başlamıştı. Üç gün sonra sen de onun gibi çıldıracaksın. Bereket versin İf Kalesi’nde zindan çok.”

Dantés sandalyeyi kavradı.

Zindancı “Pekâlâ, pekâlâ!..” dedi. “Madem bu kadar ısrar ediyorsun, söylerim müdüre.”

“Ha şöyle!”

Sandalyeyi yere koyarak hakikaten delirmiş gibi çatılmış kaşlar ve bitkin bakışlarla üstüne oturdu.

Zindancı çıktı. Az sonra bir onbaşı dört askerle tekrar geldi.

“Müdür emretti; mahkûmu bunun altındaki kata indirin.” dedi.

Onbaşı, “Zindana mı?” diye sordu.

“Evet. Deli, delinin yanına yakışır.”

Askerler, büyük bir hissizliğe gömülen ve hiç karşı koymayan Dantés’yi yakaladılar. On beş basamak indiler. Bir hücre kapısı açıldı. Dantés kendi kendine “Doğru; deli, delinin yanına yakışır!” diye mırıldanarak içeri girdi.

7

Paris’te, Tuileries Sarayı’ndaki küçük çalışma odasında, sürgün bulunduğu Hartwell’den gelirken beraberinde getirdiği çok sevdiği ceviz masasının başında oturmuş olan Kral XVIII. Louis, pek önem vermeden ak saçlı, asil görünüşlü, elli yaşlarında bir adamı dinliyordu, bir taraftan da elindeki kitabın kenarına bazı notlar alıyordu. Bir aralık,

“Ne diyorsun Tanrı aşkına?” diye sordu.

“Son derece üzgün olduğumu söylüyordum efendimiz. Güneyde bir fırtınanın kopmak üzere olduğuna inanmak için elimde bir sebep var.”

“Sana yanlış haber vermiş olacaklar dük. Orada havanın güzel olduğundan eminim.”

“Efendimiz, Fransız halkının sağduyusuna güvenmekte haklıdır. Ben de ümitsizce bir teşebbüsün muhtemel olduğundan korkmakta tamamıyla haksız değilim.”

“Kim yapacak bu teşebbüsü?”

“Bonapart yahut taraftarları.”

“Azizim Blacas, korkun çalışmama engel oluyor.”

“Sizin de kendinizi bu kadar emniyet içinde hissetmeniz benim uykularımı kaçırıyor efendimiz. Benim telaşım; doğruluğu belli olmayan, yersiz söylentiler değil; bana bunu haber vermek için Marsilya’dan yeni gelmiş zeki, güvenilir bir adamın sözlerine dayanıyor. Bana, ‘Kralı büyük bir tehlike bekliyor!’ deyince hemen size geldim efendimiz. Mösyö de Villefort’yu muhakkak görmeniz lazım.”

Kral, “Mösyö de Villefort mu?” dedi. “Marsilya’dan gelen o mu? Niye bunu bana hemen söylemedin?”

“Bu ismi bildiğinizi ummuyordum efendimiz.”

“Bilmez olur muyum? Villefort ciddi, şerefli, zeki ve bilhassa son derece hırslı bir gençtir. Babasını da tanıman lazım.”

“Babası mı?”

“Evet. Adı Noirtier’dir.”

“Noirtier de Girondin mı?”

“Tabii!”

“Efendimiz böyle bir adamın oğlunu emrinde mi çalıştırıyor?

“Blacas, dostum sen çok dar görüşlüsün. Sana Villefort’nun çok hırslı olduğunu söyledim. İhtirası uğuruna her şeyi; babasını bile feda eder.”

“Çağırayım, gelsin mi efendimiz?”

“Tabii, hemen.”

Dük, genç bir adam çevikliği ile hemen dışarı çıktı. Kısa bir zaman sonra da Villefort ile geri döndü. Kapı açılınca Villefort kendisini kral ile burun buruna buldu. Hemen durdu.

Kral, “Girin içeri Mösyö de Villefort.” dedi. “Girin içeri.”

Villefort eğilerek birkaç adım attı. Kralın sormasını bekledi.

XVIII. Louis, “Mösyö de Villefort…” dedi. “Dük, bana mühim bir şey söyleyeceğinizi haber verdi.”

“Dükün hakkı var efendimiz. İşlerim dolayısıyla öğrendiğim korkunç bir suikastı, doğrudan doğruya efendimizin tahtını hedef alan gerçek bir fırtınayı haber vermek için mümkün olduğu kadar süratle Paris’e geldim. Efendimiz, zorba üç gemiyi teçhiz etmiş olarak belki şu anda Elba Adası’ndan ayrılmış bulunuyor. Nereye gideceği belli değil. Fakat muhakkak ki ya Napoli’de ya Toskana’da yahut da bilhassa Fransa’da karaya çıkacaktır. Zorbanın İtalya ve Fransa’da taraftarlar bulduğundan muhakkak ki efendimizin haberleri vardır.”

Kral adamakıllı heyecanlanmış şekilde, “Evet biliyorum.” dedi. “Lütfen devam edin siz. Bütün bunları nasıl öğrendiniz?”

“Uzun zamandan beri her hareketini kolladığım ve Marsilya’dan ayrıldığım gün tutukladığım bir adamdan. Bonapart taraftarı olduğundan şüphelendiğim kavgacı bir gemici olan bu adam gizlice Elba Adası’na gitti. Mareşal ona, Paris’te, adını söyletmeye muvaffak olamadığım bir Bonapart taraftarına ağızdan söylenmek üzere bir haber verdi. Öğrendiğime göre zorbanın çok kısa bir zaman içinde dönüşüne taraftarlarını hazırlamak üzere Paris’teki Bonapart taraftarına talimat verecekti.”

“Nerede bu adam şimdi?”

“Hapiste efendimiz.”

Dük, “İşte Mösyö Dandre de geldi!” dedi.

Polis müdürü eşikte göründü. Sapsarı yüzünde korkudan iri iri açılmış gözleri ile titriyordu.

Kral, önünde oturduğu masayı hırsla iterek bağırdı: “Ne oluyorsunuz baron? Telaş içindesiniz. Bu telaşın, Mösyö de Villefort’nun söyledikleri ile bir ilişkisi var mı?”

Baron, “Efendimiz, efendimiz…” diye kekeledi.

“Konuş!”

Polis müdürü ümitsizlikle kralın ayaklarına kapanarak “Müthiş bir felaket efendimiz!” dedi. “Zorba, şubatın yirmi sekizinde Elba Adası’ndan ayrılmış, bir martta da Antibes civarındaki küçük bir limanda Fransa’ya ayak basmış.”

“Zorba, 1 Mart günü Paris’ten sadece iki yüz elli fersah mesadeki Antibes’de Fransa’ya ayak basıyor da sen bunu bugün, martın üçünde mi haber alıyorsun? İmkânı yok! Ya sana yanlış haber verdiler yahut da sen çıldırmışsın!”

“Maalesef dediklerim doğru efendimiz.”

Hırs ve korkudan ne söyleyeceğini şaşıran XVIII. Louis ayağa, fırladı.

“Fransa’da ha?” diye bağırdı. “Zorba, Fransa’da ha! Hani göz hapsinde idi. Ama kim bilir kimler onunla iş birliği yapıyorlar.”

Dük, “Aman efendimiz…” dedi. “Mösyö Dandre gibi bir insandan kimse şüphelenemez. Hepimizin gözleri kör oldu. O da bu genel körlüğe katıldı.”

Villefort, “Fakat…” dedi. Sonra hemen bitirdi cümlesini: “Bağışlayın efendimiz, kusurumu bağışlayın! Heyecanlandım.”

“Konuşun, açık konuşun. Bizi felaket konusunda ikaz eden tek insan siz oldunuz. Şimdi bunun çaresini bulmak için bize yardım edin.”

“Efendimiz, güneyde zorbadan nefret edilir. Provance ve Languedoc halkını onun aleyhinde ayaklandırmak zor olmasa gerek.”

Polis müdürü, “Muhakkak.” dedi. “Fakat zorba, Gap ve Sisteron üzerinden ilerliyor.”

Kral, “İlerliyor mu?” dedi. “Paris’e mi yürüyor demek istiyorsun?”

Polis müdürü, en açık bir onaylamadan farksız bir şekilde sustu.

Kral, “O takdirde size ihtiyacım yok, gidebilirsiniz.” dedi. “Bu durum karşısında ne yapılması gerektiğini harbiye nazırı düşünsün. Mösyö de Villefort, muhakkak ki bu uzun yolculuk sizi çok yormuştur. Gidin istirahat edin. Babanızda kalacaksınız, değil mi?”

Villefort bayılacağını hissetti.

“Hayır efendimiz.” dedi. “Rue de Tournon Madrid Otelinde kalacağım.”

Kral gülümsedi.

“Tabii. Mösyö Noirtier ile ihtilaf hâlinde olduğunuzu az daha unutuyordum. Krallık uğruna katlandığınız bir fedakârlık da budur. Bunun için sizi mükâfatlandırmam lazım.”

“Efendimiz, şahsıma karşı gösterdiğiniz teveccüh, hizmetlerimi kat kat karşılayan en büyük mükâfattır benim için.”

“Hizmetleriniz hiçbir zaman unutulmayacaktır.”

Kral, Saint Louis nişanının yanında taşıdığı legion d’honneur nişanını çıkararak Villefort’ya verdi.

“Bunu alın.”

Villefort’nun sevinç ve gururdan gözleri yaşardı. Nişanı alarak öptü.

Kral, “Şimdi gidin.” dedi. “Kralların hafızası zayıf olur, eğer sizi unutacak olursam kendinizi hatırlatmaktan çekinmeyin.”

Villefort, polis müdürü ile Tuileries’den çıkarken polis müdürü, “Şahane bir başlangıç Mösyö de Villefort.” dedi. “İstikbaliniz artık teminat altındadır.”

Villefort, Acaba ne kadar sonra?diye düşünüyordu.

8

Olaylar birbirini kovaladı. Napolyon’un Elba Adası’ndan bir mucizeyi andıran dönüşü herkesin malumudur. Geçmişte bir benzeri olmayan bu olay, belki gelecekte de tek kalacaktır.

XVIII. Louis bu darbeyi bertaraf edemedi. Yeniden kuruluşunu ancak tamamlayan krallık, sağlam olmayan temelleri üzerinde sallandı ve Napolyon’un tek bir hamlesi, eski kinlerle yeni fikirlerin şekilsiz bir karışmasından başka bir şey olmayan bütün yapıyı çökertmek için yeterli oldu. Villefort bu yüzden, kralın sadece faydasız değil hatta tehlikeli minnettarlığından başka bir şey elde edemedi. Eğer babası Mösyö Noirtier, Yüz Gün sarayında büyük nüfuz sahibi olmasaydı Napolyon muhakkak onu işinden uzaklaştırırdı.

Villefort işinden olmadı ama evlenmesi, gelecek mesut günlere ertelendi. Eğer Napolyon iktidarda kalsaydı Villefort kendisine başka bir eş arayacaktı. Nitekim babası aramaya başlamıştı bile. Aksi hâlde ikinci bir restorasyon, Kral Louis’yi tekrar tahta çıkardığı takdirde Mösyö de Saint Méran’nun nüfuzu bir misli daha artacak, onun kızı ile evlenmek Villefort için her zamankinden çok daha faydalı olacaktı.

Dantés’ye gelince; hâlâ hapisteydi. Karanlıklarına gömülmüş olduğu zindanında, XVIII. Louis’nin düşüşünden, imparatorluğun çöküşünden habersiz yaşıyordu.

İmparatorluğun, Yüz Gün denen kısa canlanışı sırasında Mösyö Morrel üç defa Villefort’yu ziyarete gelmiş; Dantés’nin serbest bırakılması için ısrar etmişti. Her seferinde de Villefort onu vaatlerle, ümitlerle oyalamıştı. Morrel, genç dostu için ne yapmak mümkünse yapmıştı. Onu kurtarabilmek için İkinci Restorasyon Döneminde göstereceği gayretler ise kendisini tehlikeye atmaktan başka bir şey ifade etmezdi.

XVIII. Louis tekrar tahta çıktığı zaman Villefort, boş olan Toulouse savcılığını istedi. İsteği yerine getirildi. İki hafta sonra da saraydaki mevkisi eskisinden çok daha fazla kuvvetlenmiş olan Marki de Saint Méran’nun kızı ile evlendi.

Napolyon’un kısa iktidarı sırasında Danglars çok korktu. Dantés’nin intikam hisleri ile dolu, tehdit eder bir şekilde her an karşısına dikilmesini bekledi. Bu yüzden Mösyö Morrel’e istifasını vererek bir İspanyol tüccarın yanına girdi. Madrid’e gitti. Bir daha da kendisinden bir haber alınamadı.

Siyasi durum Fernand’yu pek ilgilendirmedi. Dantés ortalıkta yoktu. Onun da istediği buydu. Dantés’nin neden ortadan kaybolduğunu sorup soruşturmadı bile. Bu arada imparatorluk, askerlerine başvurdu. Eli silah tutan herkes imparatorun emrine koştu. Fernand, kendi yokken rakibinin çıkagelmesi ve sevdiği kadınla evlenmesi ihtimalinin korkunç düşüncesi içinde Mercédés’i geride bırakarak diğerleri ile beraber gitti.

Fernand’nun Mercédés’e bağlılığı, yalandan da olsa onun ızdırabına gösterdiği ilgi, asil bir kalpte meydana getirmesi muhakkak olan minnet hissini uyandırdı. Mercédés arkadaş olarak Fernand’yu daima sevmişti. Şimdi bu sevgisine bir de minnet eklenmişti. Fernand askere -eğer Dantés bu arada ortaya çıkmazsa- Mercédés’in bir gün kendisinin olacağı ümidi ile gitti.

Mercédés yalnız kalmıştı. Onu gözleri yaş içinde bazen güney güneşinin müthiş sıcağı altında hareketsiz dururken bazen kıyıda oturmuş denizin ezelî iniltilerini dinleye dinleye ümitsiz bir bekleyişin ızdırapları içinde kıvranacağına bu sularda kaybolup gitmenin daha hayırlı olacağını düşünerek küçük Katalan köyünde durmadan dolaşırken görüyorlardı. Kendini öldürmekten korkuyordu. Böyle bir şey yapmaması dinî inançlarından ötürü idi.

İmparator düşünce Dantés’nin babası bütün ümitlerini kaybetti. Oğlundan ayrılışından beş ay sonra Mercédés’in kollarında son nefesini verdi. Mösyö Morrel, yaşlı adamın cenazesini kaldırdı ve onun hastayken aldığı küçük borçları ödedi. Bütün bunlar cesaret isteyen işlerdi. Çünkü güney kaynıyordu. Dantés gibi tehlikeli bir Bonapart taraftarının babasına yardım etmek, o adam ölüm döşeğinde bile olsa çok tehlikeliydi.

9

Dantés, bir zindana atılıp unutulan mahkûmların katlandığı bütün ızdırap devrelerini geçirdi. Bu devrelere, ümit edenlerin ve masumluğuna inananların gururu ile başladı. Sonraları masum oluşundan bile şüphe etmeye başladı. Daha sonra gurur da kayboldu ve önce Tanrı’ya değil de insanlara yalvarmaya başladı. Daha altta, daha karanlık bile olsa olduğu yerden alınıp başka bir hücreye konulması için yalvardı. Kendi aleyhine dahi olsa bir değişiklik, ona bir müddet için oyalanma imkânı verecekti. Kendisine kitap verilmesi, açık havada dolaşmasına müsaade edilmesi için yalvardı. İstediklerinin hiçbiri yapılmadı. Fakat o istemeye devam etti.

Nihayet insanlardan ümidini kesince Tanrı’ya yöneldi. Annesinin öğrettiği duaları hatırladı ve bu dualarda daha önce fark etmediği manalar buldu. Çünkü mesut bir adamın duası, Tanrı’ya hitap edeceği yüksek dilin manasını ona izah eden üzüntülü günler gelinceye kadar, karmakarışık kelimelerden ibarettir.

Ateşli dualarına rağmen hapisten kurtulamadı. Ruhu karardı. Gözleri dumanlandı. Kafası yalnız bir düşünce ile doldu: Ortada hiçbir sebep yokken saadeti bozulmuştu.

Ümitsizliği zamanla yerini hiddete bıraktı. Zindancısını korkudan titreten bir şekilde bağırıp küfrederek kendini zindanının duvarlarına çarpmaya başladı. Villefort’nun kendisine gösterdiği ihbar mektubu aklına geldi. Bu mektuptaki her satır ateşten kelimeler hâlinde gözlerinin önünde yanmaya başladı. Kendisini şimdi içinde bulunduğu cehenneme atanın Tanrı’nın gazabı değil, insanların nefreti olduğunu kabullendi. Bu insanları, ateş püsküren hayal gücünün yaratabildiği bütün işkencelere mahkûm etti. Fakat işkenceden sonra gelecek olan ölüm, bir hissizlik sağlayacağı için tasarladığı en zalimce işkenceleri dahi onlar için az buluyordu.

Ölümün insanları ızdıraptan kurtaracağı düşüncesi, onda kendini öldürme fikrini uyandırdı. Kendini bu fikre verince teselli buldu. Ölüm perisinin ağır ağır yaklaşması ile bütün üzüntü ve ızdırabı zindanından uzaklaşmaya başladı. Hayatını, eski bir elbise gibi istediği zaman tutup bir kenara fırlatabileceği kanaatine varınca zindan daha tahammül edilir bir hâl aldı.

На страницу:
3 из 10