Полная версия
Dirilen İskelet
“Rastlantı… Haydi peki… Fakat baykuşun kahkahasında kulaklara uğursuzluk dolduran bir acılık vardır. Bundaki tatlı ahenk yüreğimi gıcıkladı. Bu, genç, güzel bir kadın gülüşüne benziyor.”
“Hadi doktor sen de… Sesinden bir kadının gençliği anlaşılsın, anladık. Lakin bir sesten sahibinin güzel olduğu manasını çıkarmak pek de gerçeğe uygun bir şey olmasa gerek. Ben yüzü güzel sesi çirkin, sesi güzel yüzü çirkin ne kadınlar bilirim. Her şeyden geçtik, bu zaman, böyle gecenin bir vaktinde mezarlıkta güzel bir kadının varlığını kabul etmek akla sığacak bir şey değildir. Şimdi bize gülse gülse ancak baykuşlar, cadılar güler.”
Yine o anda Jüpiter’in alev alev ışığı yandı. Bu defa iki arkadaş alevin çıktığı kaynağı iyice gördüler. Bu şimşek otuz beş kırk metre kadar ileride, camilerde büyükler için ayrılmış yüksekçe yer gibi sekiz on mezarı içine alan yüksek bir setin arkasından fışkırıyordu.
Doktor şimdi bu defa yürek çarpıntısı saklanmaz ve daha çekingen bir sesle:
“Artık bunun lamı cimi kalmadı.”
“Neyin?”
“Alev bir mezardan çıkıyor.”
“Evet, bunu inkâr edemem.”
“Yalnız kabul etmek para etmez, bu acayipliği açıklamak, yorumlamak lazım gelir.”
Her ikisi de şaşırmış, kararsız, birbirinden akla uygun bir açıklama beklerken yine aynı yönden hüzünlü iniltilerle titreyerek uzanan hüngürtüler gelmeye başladı. Ümitsizlik ve ızdırabın son perdelerinde çırpınan bir kalbin matemlerini dile getiren bir ağlama… Öyle içe dokunan bir ağlama ki, işitip de ağlamamak kabil değil…
Tayfur vücudunun en ince sinirlerine kadar ruhunu titreten bir üzüntü duydu. Semalara ait fakat cehennemde inleyenlerin ahlarından yankılar yapan bu müziğin büyüsü ile sarsıldı:
“Yooook, bu her türlü tahmin ve düşüncenin üstüne çıkıyor. Bu iniltilerle beraber kalbimde birbirine sarılmış yılanların burgulandıklarını hissediyorum. Bu ağlama bana tabiatüstü bir şey gibi geliyor. Lakin gece vakti şu ölüm diyarı dekorunun korkunçluğundan yararlanarak bize oyun yapanlar var. Bizimle eğleniyorlar.”
Doktor, göz ve kulakları sesin geldiği yöne dikili ve âdeta ürkmüş bir hâlde:
“Tabiatın üstünde bir hadiseye hiçbir ihtimal vermez misin? Mesela yüzde bir, iki…”
“Hayır…”
“En müspet ilim ve fen alanlarında henüz aydınlatılmayan karanlık noktalar var.”
“Ne demek istiyorsun? Sen, bu taşıdığımız ruh kafesinin bütün sırlarını görmüş, en ince damarlarını cımbızla karıştırmış bir fen adamı, aceleye getirerek açıklanması kabil olmayan bir olay karşısında hemen beni cadıların, hortlakların vücutlarına inanmaya mı çağırıyorsun?”
Ağlama hüzünlü dalgalarla gecenin karanlığı içinden süzülüp hâlâ geliyordu. Bir süre daha dinlediler.
Nihayet Tayfur dayanamayarak:
“Bu iniltiler hafakanla göğsümü tıkıyor. Ben gidip bu kahkahaların, bu ağlamaların çıktığı mezarı arayacağım.”
“Çocuk olma… Bekle…”
“Niçin bekleyeceğim? Neyi bekleyeceğim?”
“Diyelim ki, bu tabiatüstü değil de tabii bir iştir. Bizimle eğlenenler var. Fakat düşünelim ki, bizimle niçin eğlensinler?”
“Sonradan saflığımıza gülmek için…”
Doktor sesini fısıltı derecesine indirerek:
“Ben bu olayda güldürücü hiçbir hâl göremiyorum. Gülmek, güldürmek için böyle vakitsiz peşimize takılıp da kim buralara gelir? Kimler bunu yapar? Böyle bizi korkutmaktan maksatları düşmanlıktan başka ne olabilir? Ve hangi silahlarla silahlanmış bulunuyorlar?”
Doktorun bu sözleri yabana atılacak gibi değildi. Tayfur düştüğü sinir krizleri içinde ne düşüneceğini bilemiyordu. Bununla beraber cebinden tabancayı çıkarıp tetiğe alarak:
“Dostum, bu gizli sesleri çıkaranlar hortlak veya insan olsunlar, mademki onları düşman sayıyorsun bu hakkını ben de teslim ederim. Sen de silahını tetiğe al. Her türlü ihtimale karşı hazırlıklı olalım.”
Ferhat da bu kumandaya derhâl itaat etti. Lakin mezardaki alaycı onların bu hazırlıklarına hemen kandilli kahkahasını salıverdi.
Tayfur titreyerek:
“Of… Karanlıkta açılan bu uğursuz ağzın gülmesine de ağlamasına da artık sinirlerim tahammül etmiyor. Haydi, yavaş yavaş, geri geri tepeye doğru çekilelim.”
Doktor gözleriyle karanlığı delmeye uğraşarak:
“Ağır ağır geri çekilmeye bizi bırakırlarsa…”
“Kimler?”
“Bu gülüp ağlayanlar…”
“Niçin bırakmasınlar?”
“İster cin ister insan olsun elbette bu garip tezahürde bir sebep var. Şakalarını kısa keserlerse teşekkür ederiz. Hoşa gitmeyen cilvelere kalkarlarsa hâlimiz bitiktir.”
“Birbirimizi yüreklendirecek yerde cesaret kıracak sözler söylüyorsun.”
“Hiçbir tehlike küçük görülüp gösterilmekle savulmaz. Biz şimdi onların yurtlarındayız. Etrafımızda insanca, şeytanca ne türlü pusular var, bilmiyoruz.”
Mezarlık, karanlık, ürkütücü, nereden ve kimden geldiği belli olmayan sesler… Mezarlardan çakan şimşekler… Alay edişler, matemler, hep bu korkutucu tezahürlerden zihinleri donan iki arkadaş kaçmak mı, kalmak mı, yoksa silahları ile bu düşmanlara karşı bir savaş açmak mı gerektiğini çabucak tayin edemediler.
Gerçeği anlayarak tehlikeden kurtulmak nasıl kabil olacaktı?
İki delikanlının korkuları şimdi gittikçe derinleşiyordu. İçlerinde karanlıktan ürken çocuklar gibi ince bir titreme vardı. Fakat bu korkularını açıktan açığa dile getirmeye sıkılıyorlardı. Bu mezarların arasında gerçekten dolaşan rahmani yahut şeytani ruhlar var mıydı? Ölü kemiklerini karıştırmakla bunları kızdırmış mı oldular? Belki bu öfkeli ruhlar, o çukurların içindeki dağılmış vücut kafeslerinin sahipleri idiler. Bu ruhlar kızınca iddia olunduğu gibi mezarlarına saygısızlık edenleri çarpıyorlar mıydı?
İki arkadaş böyle söylentileri, inançları hep masal diye dinlerlerken şahidi oldukları şu garip hâl karşısında şimdi halkın vücut verdiği bu hadiseleri, doğruya, yalana ihtimali olan bir teori suretinde muhakemeye uğraşıyorlardı.
Onların içinde kıvrandıkları bu zor hâle acır gibi en hassas, en titrek yürekten taşan bir ağlama, karanlığı delen ve ruha işleyen matemiyle ortalığı inletmeye başladı.
Tayfur’un sinirlerine saralanır gibi bir tırmalanış geldi. Kendini tutamadı:
“Oh Ferhat, onlar ruh ise biz insanız. Onlar ölü ise biz diriyiz. Bu görünmezlere oranla iki kat bir varlığa sahip bulunuyoruz. Yani hem ceset hem de ruh sahibiyiz. Şu karşımızda cilvelenen şeyler kuruntu olsun, gerçek olsun, uydurma olsun, niçin bu kadar korkuyoruz? Bir ölü dirilmez. Bu ilimce, fence, akılca ispat edilmiş bir hadise değildir. Fakat bir diri ölebilir. Bunun için bu ölüler biz dirileri öldürürlerse kendilerine benzetmiş olurlar. Ruh ruha yine onlarla kozumuzu pay edebiliriz.”
Yine aynı noktada üç şimşek çaktı. Arkasından o zeklenen kahkahanın hevenkleri karanlığı titretti.
Tayfur artık kendini hiç tutamadı. Sanki uğradığı ani bir deliliğin saçmalıkları ile karanlığa haykırarak; “Kahkaha dirilerin hakkıdır. Ve belki de sen bir dirisin. Ölü, hayata karşı olan son sırıtışını donmuş dudaklarında sonsuz bir gerilişle mezara götürür. Ölü, hayatın bütün yalanlarına derin fakat sessiz güler. Ve dünyanın bütün felsefelerinden kuvvetli bu gülümsemesiyle gömülür. Toprağın üzerinde kalan bütün hısım akrabası ona ağlarken ölü yerin altında gülerek çürür. Her şey ölümlü, geçici, iskeletin dişlerinde taşlaşan bu gülümseme ölümsüzdür. Üç dört bin yıl sonra mezarlarından çıkarılan firavunların kemik kafaları bugün tahtlarından kovulan hükümdarların sonlarına hâlâ gülüyorlar. Senin ara sıra çaktırdığın şimşekten ben korkmam. Çünkü yıldırımdan eski zaman cahilleri korkarlar. Yeni zaman adamları yıldırımı yakalayıp hapsediyorlar. Hatta ondan küçük bir kutu içinde bir parça benim cebimde var. Nasıl şeysin? Ben de seni görmek isterim.” dedi.
Tayfur küçük projektörünü bütün o sırların, gizliliklerin cilvelendiği noktaya çevirdi. Elektrik ışığının aydınlattığı manzaranın dehşeti karşısında ikisinin de gözleri büyüdü. Ağızları açıldı. Boğazları kurudu. Sinirleri boşandı. Alevler, sesler çıkan uhrevi aile mezarlığının arkasından bembeyaz kefenlere bürünmüş, yalnız yüzleri meydanda, bir sıraya üç iskelet, öbür dünyadan bakan çukur gözleri, düşmüş burunları, etsiz, dudakları sade kuru dişlerle çevrilmiş ağızlarıyla gülüyorlardı.
Tayfur arkadaşının bileğinden tutup tıkana tıkana sıkarak:
“Hayalet mi bu? Ne görüyorum? Kefenler içinde dimdik üç ölü… Kafataslarının kara deliklerinden alaylı ve korkutucu bir şekilde bize bakıyorlar.”
Ferhat aynı şiddetle arkadaşının elini sıkarak onun korkusuna katıldığını anlattıktan sonra:
“Senin gördüklerini aynen ben de görüyorum. Hayal değil, gerçek değil. Ne olduğunu anlayamadığım ve hiçbir zaman da anlayamayacağımız dünya ile ahiret arasında bir acayiplik… Bu olsa olsa yalnız bir surette açıklanabilir.”
Tayfur artan titremelerle hâlâ doktorun bileğini sıkarak:
“Nasıl?”
“İkimiz de deliliğin eşiğinde dimağca bir karışıklığa uğramış olabiliriz. Şu gördüğümüz canlı ölüler… Akılları tam kimselere gözükmezler sanırım.”
Tayfur titremelerin diline de geçmesiyle kekeleyerek “Eğer delirmenin eşiğinde isem ben bu kapıdan içeri girip tam çıldırmak isterim.” dedi.
Tabancasını üç kefenli iskelete çevirerek, dan, dan, dan ateş etti.
Cadılar, hayaletler silah kurşunları karşısında erirler, dağılırlar, esîre karışırlarmış. Lakin bunlar ne kaçtı ne dağıldı ne de yerlerinden kıpırdadı. Sırıtkan, inatçı, çukur gözlerinin o değişmez korkutuculuğu ile hâlâ dimdik bakıyorlardı. Kurşunlar, etsiz, kalpsiz, damarsız kuru kemik vücutlarının bir tarafından girip öbür yanından çıktı mı? Yoksa kurşun geçirmeyen zırhlara çarpar gibi üzerlerinden akıp yerlere mi düştü? Bu belli değildi. Yalnız bu ölümlü olmayanlara kurşun tesir etmediği ve etmeyeceği anlaşıldı. Nefsinin korunması yolunda son şiddet, son çare, son silahını kullanıp da tehlike karşısında aczini anlayan bir zavallının ümitsizliği ve artık gel öldür, ne yapacaksan yap anlamında bir teslim oluşla Tayfur titrerken, üç komik vücudun öteki âleme ait bir ahenkle birleşen ve baykuşları ürpertecek en acı kahkahaları koptu.
Bedbaht delikanlı, Ferhat’ın kolları arasına düştü. Kendini kaybetti…
8
Ertesi günü Kırksekbanlar Mahallesi’nde tuhaf, heyecan verici, halkın dedikodusuna elverişli bir ortamda bir haber yayıldı. Türlü yorumlarla ağızdan ağıza dolaşıyor, her işiten bir “Hiiiyyy aman ya Rabbi!” ile küçük dilini yutarcasına nefesini içeri çekiyor, söz her budak arasında ballanarak dal budak salıvere salıvere mahalleden mahalleye, semtten semte yayılıyordu.
Tayfur Bey’le Doktor Ferhat büyü yapmak için gece mezarlıklardan ölü kemiği toplarlarken çarpılmışlar…
En büyük merak Sadi, Nihat, Feyzi’yi, bu üç delikanlıyı sarmıştı. Çünkü akıllar almayan, her türlü muhakemeleri şaşırtan ve gerçeğe benzemeyen, bununla birlikte gözlerinin önünde geçen o korkunç sinemaya hayretten, korkudan titreyerek seyirci olmuşlardı.
Tayfur kefenli iskeletlerin üzerlerine tabancasını boşaltıp da tıpkı “tir”de, yani nişan atma salonunda taneyi geyiğin alnı ortasına isabet ettirince hayvanın acı bir feryat koparması gibi o sırlarla dolu ölüler de kahkaha salıvermişlerdi. Bu nasıl olmuştu?
Tuhaflık, daha doğrusu uğursuzluk Tayfur’un bayılması ile sonuçlanınca Feyzi iki çenesi birbirine çarparak:
“Arkadaşlar, ukalalık istemem. Siz alabildiğine inançsızlık gösterebilirsiniz. Lakin ben gözlerimin önünde geçen bu mezarlık mucizesine inanmak zorundayım. Bu üç iskeletin ağlamalı, kahkahalı çağrıları, kışkırtıcılıkları üzerine bu mezarlığı dolduran bütün ölülerin üzerimize yürümeyeceklerini ne biliyorsunuz? İlk önce Tayfur bayılır. Sonra Ferhat çarpılır. Daha sonra bu tiyatronun son saf seyircileri, yani biz yengece döneriz. Bir merak yüzünden buraya kadar geldik. Göreceğimizi gördük. Daha ötesini merak etmek deliliktir. Ölüler sırlarını öğrenmeye gelenlerden hoşlanmazlar. Haydi bakalım, şuradan hemen sıvışalım. İmansız geldik, Allah’a şükür imanlı gidiyoruz.”
Sadi: “Bu zavallı gençleri bu acıklı hâl içinde bırakıp gitmek insanlık mıdır?”
Feyzi: “Mezarlığın uğursuzluğuna, öfkesine uğramış kimselerin içine karışıp da aynı uğursuzluğa tutulmak istemem. Onların buraya ne fikirle mezar karıştırmaya, kemik toplamaya geldiklerini biliyor musunuz?”
Sadi karşılık vermedi. Nihat da gözü aşağıda sessizce dinliyordu.
Feyzi devam etti:
“Bu kefenli üç ahiret insanının kemikten yüzlerini gördük. Gülüp ağlamalarını işittik. Bu tezahürlerini fark etmemiz, gizli âlemlerine girişimiz bakalım onların hoşlarına gitti mi? Şimdi şuradan yavaşça sıvışmak isterken bu cüretimizden dolayı bizi çalyaka ederek ‘Efendiler nereye? Burada seyrettiklerinizi başkalarına anlatmaya mı gidiyorsunuz? Hayır, bu olamaz. Sırlarımıza erenler burada kalırlar.’ demeyecekleri ne belli? İşte görüyoruz ki, dünyanın altında da üstünde de ihtilal var. Bu kadar yüzyıllardan beridir sessiz, şikâyetsiz gömüldükleri yerlerde çürüyen ölüler galiba dünya kuruldu kurulalı yürürlükte olan kanunlara karşı çıkmak için başkaldırıyorlar. Ahiretin bu beyaz orduları dünyanın yeşillerinden, kızıllarından çok daha dehşetli…”
İki arkadaşı, Feyzi’nin bu saçma sapan görünen fakat gerçekte birçok noktaları günün olaylarına uyan diskurunu14 dinledikleri sırada o yüksekçe mezarlığın arkasından dikilen iskeletler kaybolmuştu. Doktor Ferhat mezarlığın gece uğursuzluğundan bir an önce kurtulmak için bazı organlarını ovarak, bazılarını silkerek, arkadaşını ayıltmaya uğraşırken ve Tayfur da azıcık kendine gelip de söylenen sözlere karşılık vermeye başlarken tıpkı eski cadılı haile sahnelerinde görüldüğü gibi yine aynı noktadan üç nöbet alev taşmış ve üç kemik kafa Tayfur’un ayrılıp gittiğine razı olmayacaklarını anlatır bir ısrarla yine o mezarlığın yüksekçe bölümünün arkasından boylu boylarınca gözükerek kahkahaya ve sonra ağlamaya başlayınca Feyzi “Tayfur’la Ferhat, bu iki maceracı cüretlerinin cezasını çekiyorlar. Üzerlerine ölülerin öfkelerini çektiler. Bu açıklığa karşı ahmakça ısrar edip de aynı hâle uğramak istemem. Onlara yardımda bulunmak insanlığı ile burada kalıp da mezarlık insanlarıyla kontra gidecekseniz size Allah’a ısmarladık. Ben kurtuluşu, iyiliği hemen buradan ayrılmakta buluyorum.” demişti.
Bu akılalmaz, fennî kafaların ciddiliklerine sığmaz, anlatılması, açıklanması kabil olmayan olay karşısında ne diyeceklerini şaşıran Sadi ile Nihat da Feyzi’nin mantığını kabul etmek zorunda kalmışlar, bunun üzerine hemen mezarlığı terk etmişlerdi.
Büyük yola çıkıp da bacaklarının bütün kuvvetlerini pedallarına vererek kaçarlarken Feyzi:
“Oh çok şükür hele, çarpılmadan mezarlığın uğursuzluğundan kaçıyoruz. Lakin henüz kendi kendimize geçmiş olsun demeye korkuyorum. Çünkü henüz geçirmedik. Arkamızdan kefenli bir sürü iskelet koşuyor sanıyorum. Olay yerinden uzaklaşıyoruz ama iki tarafımız mezarlık… Hâlâ onların malikânesindeyiz. O mübarekler için bulundukları yerden uzaklaşmak hiçbir şey değildir. İsterlerse şimdi bizi derhâl enselerler.”
Sadi: “Büyük bir kalpsizlikte bulunduk. İnsanlık değil bu. Ben hâlâ bu fikirdeyim. İki insanı, kendi soyumuzdan iki zavallıyı o kadar acıklı, tehlikeli bir durumda bırakıp kaçmak mertliğe yakışmaz.”
Feyzi: “Kalaydın ne yapabilecektin? İşte gördün ya bunlara kurşun kâr etmiyor. Hiç zarar vermeden yağmur tanesi gibi üzerlerinden akıp gidiyor. İnanılmaz bir hadiseye şahit olduk. Fakat biliyorum sen hâlâ inançlı değilsin. Dua bilmezsin. Aşır okuyamazsın. Öfkeye kapılmış bu ölüleri hangi kuvvetle kaçıracaksın? Bana sorarsan bu kefenlileri haklı buluyorum. Çünkü beylerin ne maksatla kemik karıştırdıklarını biliyor musun?”
Nihat: “Biz onların bu tuhaf, anlaşılması zor maksatlarını öğrenmek için buraya geldik. Fakat hiçbir şey anlayamadan gidiyoruz.”
Üç delikanlı böyle enine boyuna konuşa konuşa fakat hiçbir yönden meselenin ucunu kulpunu bulamayıp sabaha karşı yorgun, bitkin bir hâlde eve düştüler. Yatak yorgan aramadan her biri bir tarafa serildi. Olayın heyecanı ile dimağları uyuşmuş gibiydi. Yorgunluk her şeye üstün geldi. Gençlik uyku besinini almak için direndi. Daldılar…
Gözlerini açtıkları vakit odayı güneşin ışığı ve sıcaklığı ile dolmuş buldular. Şimdi kıpışık bakışlarla birbirlerinden soruyorlardı:
O geceki macera ne idi? Rüya mı? Hayal mi? Efsane mi? Birisi bunlara büyü mü yaptı? Esrar mı içirdi? Haşhaş mı yedirdi?
Hiçbir deyime, yoruma gelmez bir rüya, hiçbir gerçeğe bağlanmaz bir macera… Fakat yalan değil… Hâlâ, hâlâ derin bir uykudan sonra bu gece olayı bütün izlenimleriyle, bütün dehşetiyle zihinlerinde yaşıyordu. Şöyle gözlerini yumunca kefenli iskeletleri görüyorlar, kahkahalarını, ağlamalarını işitiyorlardı.
Sadi: “Biz olayın seyircisi idik. Üzerimize bir uğursuzluk sıçratmadan hele kurtulduk. Fakat asıl macera sahipleri ne hâlde? Öldüler mi? Döndüler mi? Tayfur’un konağına birini yollayıp da gerçeği anlasak…”
Nihat, ihtiyar uşak İshak Ağa’yı bilgi almaya gönderdi.
Feyzi: “Sadi, sen aklını beğenmiş bir adamsın. Çok şeye inanmazsın. Söyle bakalım, şu gördüğün hâle ne dersin?”
Sadi: “Gayritabii bir olay derim.”
Feyzi: “Gayritabii diyorsun ama gözlerimizin önünde geçti.”
Sadi: “İspritizmacıların da gösterdikleri akla, fenne uymaz birçok gariplikler var.”
Feyzi: “Sen bana şunu söyle ki, açıkça gözlerimizin önünde geçen bir olayı sırf akla, fenne uymadığı için inkâr mı edeceğiz?”
Sadi: “Kardeşim, ölü mezardan kalkıp gülmez. Ağlamaz da… O gördüklerimiz takır takır iskeletti. Bilirsin ki, gülmek için kalp lazım, ciğer lazım, gırtlak lazım. Hasılı bütün takımıyla bir ağız, bir ses cihazı lazım. Daha doğrusu hayat lazım…”
Feyzi: “Sade kemikten çatılmış bu üç yaratık karşımızda gülüp ağlamadılar mı?”
Sadi: “Evet.”
Feyzi: “Ya bu üç kurukafanın gösterdikleri mucizeyi kesinlikle inkâr edeceksin ya da tasdik. ‘Evet, işittim. İskelettiler, güldüler, ama ölü gülmez.’ gibi saçma bir lakırtıyı kabul etmem.”
Sadi: “Dahası var.”
Feyzi: “Nedir?”
Sadi: “Gördün ya, iskeletlerin bürünmüş oldukları kefenler yepyeni ve sakız gibi beyazdı.”
Feyzi: “Evet.”
Sadi: “Peki, bir ölü etleri tamamıyla çürüyüp dökülünceye kadar mezarda yatar da kefeni o çürümeden hiç etkilenmeden böyle deliksiz, lekesiz, bembeyaz nasıl kalır?”
Feyzi: “Sen yargılamalarını hep akla, mantığa, fenne, tabiata uydurarak yürütmek istiyorsun. Hiç tabiatüstü olaylara yanaşmıyorsun. Azizim, olağanüstü bir hâl karşısındayız.”
Sadi: “Benim fikrimce tabiatüstü diye bir şey olamaz. İnsanlar akıl erdiremedikleri şeylere böyle derler. Onlar tabiat kanunu dışında meydana geliyor sandıkları garipliklere bu adı verirler. Hâlbuki tabiat kanunu dışında hiçbir şey olmaz, meydana gelmez.”
Feyzi: “Tabiat kanunu dışında hiçbir şey olamayacağına bu kadar kesinlikle emin olduktan sonra o üç kurukafanın önünden titreyerek bizimle beraber, nah kuyruk, niye kaçtın? Mademki tabiatça ölünün diriye saldırması imkânsızmış, niçin yanlarına giderek bunun yanlış bir görüşten başka bir şey olmadığını ispata yanaşmadın?”
Sadi: “Ölünün mezardan çıkması, dile gelmesi tamamıyla tabiat kanunlarına aykırıdır. Fakat mademki bu imkânsız şey karşımızda olağan şekle girdi, mutlak bunda bir şeytanlık var. Onlar bize korkutucu gözüktüler. Böyle şeytanca bir bilinmezliğin üzerine gitmekte büyük bir tehlike olabilir. Bununla beraber fikrime uyarak bana cesaret veren birkaç kişi daha olsaydı belki üzerlerine yürümekten de çekinmezdim.”
İshak Ağa, Tayfur’un konağından şu haberi getirdi:
“Beyler gece yarısı bisikletlerle gitmişler. Ortalık ağarırken bir kira arabası ile eve dönmüşler. Fakat aman ya Rabbi, ne hâlde bir dönüş!.. Birinin bacağı kırılmış, ötekinin kolu… Konağa doktorlar, çıkıkçılar girip çıkıyorlar. Birçok hatırlı kişiler geçmiş olsuna geliyorlar. Beyler büyük bir uğursuzluğa uğramışlar. Fakat işin içyüzü her ne kadar gizli tutuluyorsa da ihtiyar meyzin gerçeği ezan gibi mahallenin kulağına okumuş. Abdestsiz ellerle mezarda kemikleri karıştırılan bütün ölüler bu tecavüzden korunmalarını rica etmek üzere Bukağılı Dede Hazretleri’ne başvurmuşlar. Hazret de mana âleminde meyzine görünerek sandukaya bağlı bukağıyı çözmesini emretmiş. Meyzin aldığı emri derhâl yerine getirdikten sonra mescitte açıkça ‘Dedenin zincirlerini çözdüm. Bu gece çıkacak olayı bekleyiniz. Tayfur’la Doktor Ferhat konağa sağ dönmeyeceklerdir.’ demiş. Bu haber verişten sonra iki gencin konağa kırık dökük lakin hayatta olarak geri dönüşlerini öğrenince meyzin Bukağılı’nın evliyaca sabrına şaşmış. Bu geceki felaketin ilk manevi bir haber veriş olduğunu ve bu kâfirce atılganlığın tekrarlanması hâlinde cezanın son şiddete varacağını anlatmış…
Hep bu lakırtılara seksen şişirme, türlü tuhaflıklar karışarak olay ortada çalkalanıyormuş…”
Sadi: “Bakınız, üç iskeletten sonra meseleye bir de evliya girdi. Rüyada meyzine görünmüş. Bukağımı çöz demiş. Meyzin baba her şekilde rüya görebilir. Fakat dikkat etmişsinizdir ya, dede hazretlerinin bukağısı sandukanın parmaklığına bağlanmıştır. Hazretin mezardaki kutsal ayağı serbesttir. Manevi uçuşlarına bu zincir parçası engel olamaz. Demir halkalarla bir evliyanın değil, herhangi bir ölünün ruhu dahi hapsedilemez. Bu apaçık bir gerçekken kürek mahkûmu gibi dedenin sandukasını zincire vurmaktan batıni yahut zahirî ne mana çıkarılır? O evliya ki, gerektikçe ahirete ait mahfazasını terk etmek istediği vakit meyzin gibi bir dirinin yardımına muhtaç kalıyor. Bu aciz, onun evliyalık şanına nasıl yaraştırılır? Meyzin efendiden sormalı. Dedeyi tekrar zincire vurdu mu? Yoksa salma mı bıraktı? Bu önemli hususu anlamak, çarpılmaya hak kazanmış mahalle günahkârlarının selametleri bakımından mutlaka lazımdır.”
Tartışma böyle uzamakta iken Nihat Bey kart dö vizitinin üzerine “Dün geceki sırlarla dolu maceranızın tuhaf bir surette seyircisi olduk. Meraktan ölüyoruz. Ziyaretimizin kabulüne imkân varsa rahatsız etmeye hazırız.” cümlelerini yazdıktan sonra ev sahibi olarak bu yazdıklarını iki arkadaşına gösterdi:
“Ne dersiniz? Bu kartı Tayfur’a göndereceğim. Kabul edilirsek belki merakımızın halline yarayacak bazı şeyler öğrenmiş oluruz.”
Nihat’ın bu fikri uygun görüldü. Kart gönderildi.
9
Biraz sonra, “Buyursunlar.” karşılığı geldi. Üç arkadaş eski usul mimarlığımızın son örneklerinden bu tekke tarzındaki evin yağhane direkleri üzerine tutturulmuş geniş avlusuna girdiler. Genç bir uşağın kılavuzluğu ile uzun merdivenlerden çıktılar. Geniş sofalardan geçtiler. Konağın birçok bölümü tekrar şık camlıklarla bölünmüş, fazla pencereler kapatılmış, tavanlar değiştirilmiş, boyalar, ıstampalar, kâğıtlarla duvarlar tazelendirilmiş. Her taraf genç esvabı giymiş kocakarılar gibi yeni usulde döşenmiş.
Misafirler hastaların yattığı mabeyin odasına alındı. Tayfur’la Ferhat karşı karşıya iki ceviz karyolaya uzanmışlardı. Vücutlarında çarpılma, yüzlerinde büyük bir ızdırap eseri yoktu. Fakat henüz betleri benizleri yerine gelmemiş ve gözlerinden derin bir şaşkınlıkla karışık korku durgunluğu hâlâ silinmemişti. Hâlâ dimağları geniş odanın loş havasında sırıtan üç iskeletle uğraşır gibiydi.
Ferhat’ın sargılı kolu görünüyor, Tayfur’un kazaya uğramış bacağı yorganın altında duruyor, fazla olarak alnı da gazlı bezlerle sarılı bulunuyordu.
Misafirler hastaların yüzlerini görmeye elverişli üç koltukluya yerleştikten sonra Nihat geniş bir memnunluk gülümsemesiyle:
“Sizi çok iyi gördüm. Felaket mi diyeyim? Uğursuzluk mu? Uğraştığınız garip macera hakkında o kadar konuştular, o kadar büyütülmüş, şişirilmiş söylentiler dolaştı ki, sizi lakırtı edemeyecek bir hâlde bulacağımızı sandık.”
Tayfur yorgun, ezik bir gülümseme ile karşılık vererek:
“Bilirsiniz, mahallenin eskiden beri bize karşı bir kötü niyeti vardır. Tamamen çarpılmadığımız için birçokları üzgün… Eyüp ölüleri bizi işte bu kadar çarpabildiler. Bilmem öfkelerini yenemeyerek bu gece oradan buraya kadar gelmeye üşenmeyip de kırgınlıklarını tamamlarlarsa o da kısmetimize…”
Sadi: “Beyefendi, mahallenin tutucularını, fenne, tekniğe inanmayan bazı kişilerini o kadar kızdırıyorsunuz ki, delisinden evliyasına kadar hepsi fena hâlde size karşı… Ve en son size karşı çıkan büyük varlıktan haberiniz var mı?”
Tayfur: “Duyduk. Duyduk… Bize karşı çıkması için dedenin bukağısını çözmüşler.”
Doktor Ferhat yüzünü buruştura buruştura bağlı kolunu aşağı yukarı oynatarak:
“Emekleri pek de boşa gitmedi. Mezarlıklara çok seferlerimiz var. Dün geceye gelinceye kadar iskeletlerin tehditlerine, uğursuzluklarına hiç uğramamıştık.”
Feyzi: “Bu mucize karşısında henüz hiçbiriniz nefsinizi düzeltememişsiniz. Fence ve manaca ne olduğunu, niteliğini ve özelliğini açıklayamadığınız bir hadiseden hiçbir korku eseri göstermeden, hafif bir eda ile söz ediyorsunuz.”
Ve sonra delikanlı kaç zamandır düştükleri merakı, başladıkları izlemeyi ve nihayet dün gece şahidi oldukları tabiatüstü tezahürleri, korkularını, kaçışlarını bütün ayrıntıları ile anlattı. Ve sonra sordu: