Полная версия
Dirilen İskelet
Sadi: “İşte iyi ya… Biz de bu budalalığın türünü anlayacağız. Yoksa şu mezarlardan karşımıza bir zevzek ölü çıkıp da onun bize ‘Buyurunuz şuraya. Birer kahve, sigara içelim de size güzel bir konferans vereyim.’ demeyeceğini gayet iyi biliyoruz.”
Şimdi Hamidiye köyüne doğru genişleyen ufuk gittikçe daha sırlarla dolu, hafif, rüyalı bir aydınlıkla açılıyor, yolculara ötede toplanıp bekleşen ruhlarla görüşmeye gidiyorlarmış gibi bir kuruntu geliyordu.
Sadi ani bir hareketle makinesinden yere atlayarak yavaşça, “Dikkat… Öndekiler bisikletlerden indiler. Galiba menzil burası. Bakalım ne yapacaklar?” dedi.
Arada aşağı yukarı iki yüz metreden fazla bir mesafe vardı. Fakat yol genişleyerek servilerin karaltısından kurtulmuş olduğu için Tayfur’la doktorun hareketleri seçiliyor, hafif ay ışığı arkadan vurduğundan öndekileri gösterdiği kadar geridekileri de onlardan saklıyordu.
Üç arkadaş aradaki mesafeyi koruyarak beklediler. İleridekiler karşı karşıya durmuş, bir şeyler konuşuyorlardı. Lakin mesafenin uzunluğundan hiçbir lakırtı işitilmiyordu.
Beş altı dakika konuştuktan sonra besbelli kararlarını verdiler. Makinelerini sırtlayınca sağ tarafa, yani Eyüp Mezarlığı’na daldılar.
Sadi: “Haydi kaçırmayalım. Öncülüğü yine bana veriniz. Daima servileri, mezar taşlarını siper alarak ilerleyelim.”
Nihat: “Yoldan mı ilerleyelim? Mezarlığın içinden mi?”
Sadi de bunu düşünüyordu. Hareket işareti vererek:
“Durmayalım. Onların mezarlığa girdikleri noktaya kadar yoldan gidelim. Başka türlü yapacak olursak o mezar taşı ormanlığı içinde beyleri gözden kaçırırız.”
Bisikletleri ellerinde yürüterek hızlıca ilerlemeye başladılar.
Sadi kaldırımların bozukluğu içinde sarsılan sesiyle diyordu ki:
“Onlar bizi uzaktan bu yol üzerinde görseler yolcu sanırlar. Fakat mezarlığın içinde kendimizi seçtirirsek tabii kuşkulanırlar.”
Nihat: “Nereden saptıklarına iyi dikkat ettiniz mi?”
Sadi: “Evet, evet… Çitlembik midir, meşe midir? Mezarlık sınırında bir top ağaç var. İşte tamam o hizadan girdiler.”
Üç dakika sürmedi. Top ağaca vardılar. Mezarlıkta yer az bir meyilden sonra birdenbire aşağı doğru dikleniyordu. Taşların gerilerinde siperlenerek ileriye baktılar. Ne bir mırıltı işittiler ne de önlerinde hareket eden bir karaltı gördüler.
Nihat ümitsizce, “Kaybettik mi?” dedi.
Küçük ayın ışığı bayırın çukuruna düştükçe sönüyor, hiçbir şey seçtirmez bir şekilde kararıyordu.
Sadi engin karanlığın bu yorgunluğunu gözleriyle delmeye uğraşarak karşılık verdi:
“Henüz işimizin ümit kesecek bir anında değiliz. Lakin zorluk başladı. Şimdi üçümüz enine bir çizgi üzerine açılarak kendimizi göstermemeye dikkat ede ede aşağı inelim. Onların karaltılarını gördüğümüz veya seslerini işittiğimiz zaman sinelim. O vakit yalnız birimiz yaklaşsın. İkimiz alargada dursun. Fakat dikkat ediyor musunuz? Önceleri batıya doğru giderken şimdi kuzeye döndük. Ay aydınlığı arkamızdan vururken şimdi yanımızdan geliyor. Onlardan korunmak daha da zorlaştı. Ona göre dikkat lazım…”
Üç delikanlı bisikletlerini omuzlayarak hırsız adımları ile yokuşu inmeye başladılar. Yazın kavurmuş olduğu kuru otların, dikenlerin, çalıların arasından sonbahar yeşilliği sürüyordu. Bağrında, çürüttüğü insan etiyle yağlanan toprağın ağır havasını servilerin, kekiklerin antiseptik kokuları hafifletiyor, fakat her soluk alışta ahirete ait bir koku ciğerleri sıkıyor ve daima kalpleri iki dünya sınırında gezinildiğini hatırlatan bir hüzünle eziyordu.
Bir ara seyrelen serviler, yine sıklaştı. Bazı nakışlı, yazılı taşlar upuzun toprağa gömülerek kaldırım meydana getirmiş, bazı büyük pehleli mezarları zemin, tamamıyla ve sanki bütün kimlikleriyle yutmak için hasretli bir sarılma ile kavrayıp kendine çekmişti.
Sıklaşan gölgeler küçük ayın ışığını şimdi büsbütün boğuyor gibiydi. Karaltılar daha da koyulaşarak, derinleşerek, acayip şekiller alarak büsbütün korkunçlaştı. Şimdi gözler, kulaklar, burunlar, zihinler hayat dışında birtakım duygularla doluyorlar, başka şeyler görüyorlar, işitiyorlar, kokluyorlar, düşünüyorlar… Böylece kendilerini sırlarla dolu bir âlemin eşiğinde buluyorlar gibiydi.
Üç genç sekiz on metrelik enine bir çizgi üzerine adımlarını terazileyerek, etrafı süzerek inmektelerken sağ uçta bulunan Feyzi’nin yürek çırpıntısından kasılmış bir sesle “Hişt… Hişt…” dediği işitildi.
Ortada giden Nihat sordu:
“Ne var?”
Feyzi: “Dinle, işitirsin.”
Nihat dinledi. Hart, hart, hart… Sanki yılan kadar iri bir kurdun büyük bir kütüğü kemirmesi gibi biteviye bir ses duydu.
5
Üçü de duydular. Bütün dikkatleriyle kulak verdiler, şimdi o hart hartlara arada bir homurtu gibi hiç de hoş olmayan bir ses daha karışıyordu. Hiçbir notaya gelmeyen, ne olduğu anlaşılmayan bu sesler gündüz ortasında işitilse belki kulaklara bu kadar kötü gelmez, insanı evhamlandırmazdı. Fakat gittikçe sönen bir ay, gittikçe çukurlaşan bir mezarlık, gizliliklerle korkunçlaşan karaltılar, bütün bu dekor içinde sinirler geriliyor, insanın üzerinde korkutucu, ürpertiler veren kötü bir etki yapıyordu.
Sadi öbür uçta, yani seslerin geldiği tarafa en uzak noktada bulunduğu için sordu:
“Ne oluyoruz?”
Nihat: “Acayip, korkunç sesler geliyor.”
Sadi: “Nereden?”
Nihat: “Geldiği yer belli değil Belki etrafımızdaki mezarlardan.”
Sadi: “Ölü ses vermez. Hele şu mezardaki kemiklerin dile geldiği görülmüş bir hadise değildir. Yürüyelim.”
Feyzi, çizgi yönündeki hareket noktasını bırakarak Nihat’ın yanına geldi:
“Ya cadılar, hortlaklar, bunlar sessiz yaratıklar mıdır?”
Sadi: “Böyle şeylere inanıyor musunuz?”
Feyzi: “İnanmıyorum ama şimdi içime bir şüphe girdi. Bu söylentileri hep toplasak ansiklopedilerden büyük ciltler meydana gelir. Bunların hepsi asılsız mıdır?”
Sadi: “Kuşkusuz.”
Feyzi: “Avrupalı bilim adamları içinde bile bunlara inananlar var. Bu ünlü adları benim kadar sen de bilirsin. Psikolojiye, manevi şeylere ve müspet ilimler dışında kalan tabiattaki bilinmeyen kuvvetlere dair yazılmış ciddi eserleri okumamışsan da işitmişsindir.”
Sadi: “Azizim, bu meselenin burada tartışmasını yapacak değiliz. Bunu uygunsuz buluyorum. Ne vakit tabii tarih bilginleri hortlak efendiyi veya cadı hanımı yakalarlar, boyunlarına zinciri takarlar, hayvanat bahçesine getirirler, neden dolayı ve ne suretle hortladıklarının tarihçesini esaslı bir şekilde açıkça anlatarak kafeslerinin üzerine asarlarsa bunun bir gerçek olduğuna herkesle beraber ben de inanırım. Şimdi bu konunun sırası değil. Yürüyelim… Öndekileri kaybettik.”
Nihat: “Sahi… Nereye sıvıştı onlar? Hiç sesleri çıkmıyor.”
Feyzi: “Ya çarpıldılarsa?”
Sadi: “Böyle ahmakça söz istemem. O kadar zamandan beri buralara geliyorlar çarpılmadılar da bu gece mi ecinniye, hortlağa uğrayacaklar?”
Hart hartlar yine duyuldu.
Feyzi, Sadi’ye:
“İşitiyor musun?”
“İşitiyorum.”
“Bu acayip ses nedir? Nereden geliyor?”
“Aşağıdakilerin göremeyeceklerini bilsem şimdi elektrik feneriyle etrafı arardım.”
Nihat: “Olmaz. Hem aşağıdakileri kuşkulandırmış oluruz… Hem de…”
Delikanlı sözünü bitirmeden sustu. Sadi sordu:
“Ey hem de?”
Bu defa lakırtıyı Feyzi tamamlayarak:
“Hem de hortlağı kızdırmış oluruz. Çünkü onlar aydınlık sevmezler. Yarasa tabiatlıdırlar. Bir söylentiye göre de cadı, kocaman bir yarasa imiş.”
“Haminnenden iyi tabiat dersleri almışsın.”
Feyzi’nin kararsızlığı üzerinde durdular. Bir süre hart hartları dinlediler. Ses bazen duruyor, bazen yavaşlıyor, bazen artıyordu.
Sadi nihayet sordu:
“Feyzi gelmeyecek misin?”
“Bu sesler içime acayip bir korku getirdi. Bile bile çarpılmak istemem doğrusu…”
Sadi: “Nihat sen?”
Nihat: “Ben de biraz korkmuyor değilim. Fakat sen yürürsen eşlik ederim.”
Sadi: “Feyzi, biz Nihat’la gidiyoruz. Sen burada tek başına kal. Bakalım korkan mı çarpılacak? Korkmayan mı?”
Feyzi telaşla:
“Ben gitmeyince tabii sizi de bırakmam.”
Sadi: “Biz seni gitmeye zorlamadıktan sonra sen bizi kalmak için nasıl zorlayabilirsin?”
Feyzi: “Arkadaşlık böyle olur. Anca beraber kanca beraber…”
Yine sustular. Hafif bir rüzgâr servileri fısıldattı. Uzaktan kahkaha kuşu acı alaylarını gecenin sırları içine saçarak güldü. Güldü, güldü, sanki “Delikanlılar, korkmayınız. Burada ben varım. Çarpılırsanız yine böyle gülerim.” demek istiyordu.
Meşkuk hortlak yine homurdandı. Sadi birdenbire sinirlendi. Hemen yerden bir taş kavrayarak kanının bütün coşkunluğu ile sesin geldiği tarafa fırlattı.
Nihat ile Feyzi mezarlığın bütün kötü ruhlarına karşı savaş açmak demek olan bu son derece küstah hareketten fena hâlde şaşırarak, gözler taşın düştüğü noktaya takılı, çarpılmış gibi bir süre öylece durdular.
Sadi, kendisi de bu cüretinin sonucundan kopacak kıyameti anlamak ister bir merakla gözlerini karanlığa dikti. Eli tabancasında bekliyordu. Üçünün de meraktan, endişeden kırpılmayan gözlerinin önünde, biraz ileride bir karaltı kabardı. Hortlak zırtlak ne ise bu canlı bir şeydi. İşitilen sesin şimdi kesilmiş olmasına göre hart hartları yapan yaratığın bu olduğu anlaşılıyordu.
Üç insan ve bu ne olduğu bilinmeyen hareketli karaltı karşı karşıya durdular. Sadi, aşağıdaki Ferhat’la Tayfur’u ürkütmemek için bu mezarlık canavarı tarafından hücuma uğramadıkça ateş etmemeye karar vermişti.
Üç arkadaş bu canlı karaltının ne olduğunu merak ettikleri gibi galiba o da gece yarısından sonra mezarlıkta bu ölü sessizliği içindeki yalnızlığını, bu bir köşeye çekilmede bulduğu rahatını bozanların kimler olduğunu anlamak için bakıyordu.
Hemen bir dakika süren ve iki tarafın birbirini seçemediği bu acıklı, meraklı yüzleşmeden sonra hortlak sanki “Ne benden size zarar gelsin ne de sizden bana!” filozofluğu ile ağır ağır yokuştan aşağı yürüdü. Kendisinin kötü bir yaratık olmadığını böylece anlattı.
Nihat: “Galiba mezarlığın serinliğini, otlarını, kekiklerini ahırın bozulmuş havasına, mahpusluğuna tercih eden bir öküz.”
Sadi avuçlarının içinde boğduğu bir kahkaha ile:
“Öküz değil koca kulaklı bir eşekti. Fark etmediniz mi?”
Feyzi, göğsünde birikmiş korkuyu birkaç puflama ile boşalttıktan sonra:
“Bunun bir öküz veya eşek olduğunu haydi kabul edelim. Ya o hart hartlar neydi?”
Sadi: “Hayvan hart hart yerden ot koparıyor. Burnuna toz, diken doldukça hızla nefes verip dışarı çıkarmak istiyordu. Seni bu kutsal yerde donunu ıslatacak kadar korkutan zavallı bir eşeğin işte bu kadar tabii hareketleriydi. Oh inekten korkan adama yalnız kahkaha kuşları değil mezarlıktaki ölüler bile güler.”
Mezarlık bayırı altında kaybolan karartının arkasından hâlâ gözlerini ayırmayan Feyzi:
“Uydurup benzetip söylüyorsunuz. O hayvan mıydı, ne idi? Yüzünü, kulağını nasıl fark ettiniz? Ben kör değilim ya… Hiçbir şey seçemedim.”
Sadi: “Ne olursa olsun o bizden korkup çekildi ya… Şimdi biz kendi işimize bakalım.”
Üçü de mezarlık bayırının bir dere gibi çukurlandığı vadiyi seçebildikleri kadar gözleye gözleye bir sıraya inmeye başladılar.
Feyzi: “Ah ah… Bu nihayetsiz karanlık Kâğıthane yoluna, Bahariye Dergâhı’na kadar uzanır. Göz önünden kaybettiğimiz Tayfur’la Ferhat’ı bu ölü mahşerinin içinde artık nerede bulacağız?..”
Sadi birdenbire:
“Sus, sus, bir ses işitiyorum.”
Şimdi üçü birden etrafa kulak kabarttılar. Evet, hafif bir inilti, mırıltı gibi bir şey duyuluyordu. Rüzgâr mıydı? Kuş mu? Yoksa başka bir hayvan mı?
Nihat: “Mezarlığı sessizlik, sakinlik yeri sanmak pek yanlış bir şeymiş. Kuruntu verici ne kadar acayip sesler duyuluyor.”
Sadi: “Çürüyen cesetlere üşüşen hayvanlar vardır. Sırtlanlar, porsuklar, dağ fareleri ve daha neler… Bu geniş imarette yiyecek aramaya gelirler. Tabiat hiçbir yeri boş ve hareketsiz bırakmaz.”
Feyzi: “Şimdi burada bir sırtlanla karşı karşıya gelmek hoş bir şey olmaz. Belki deminden rastladığımız şey bu türdendi. Belki bir mezarda ölü kemiriyordu.”
Sadi: “Hepimizin ceplerimizde dolu tabancalar var. Üç babayiğit bir porsukla baş edemezsek yuf bize…”
Nihat birdenbire haykırmak istedi:
“Gördünüz mü?”
Sadi: “Neyi?”
Nihat: “Şurada… Şurada… En karanlık noktada bir şey parladı, söndü.”
Feyzi: “Mezarlığa nur iniyor.”
Sadi: “Bu Frenklerin feu follet10 dedikleri şeydir. Yalnız mezarlıklarda olmaz. Süprüntülüklerde de olur. Bataklıklarda da… Hayvanlara ve bitkilere ait maddelerin çürüdükleri yerlerde fosfor hidrojenden yükselen ani bir ışıktır.”
Nihat parmağı ile işaret ederek:
“İşte, işte bir daha oldu. Ve sönmedi. Hâlâ devam ediyor.”
Bu defa parlayan şeyi Sadi ile Feyzi de gördüler. Elektrik ışığına benzeyen temiz bir aydınlık sütunu çukurda, mezarların arasında dolaşıyordu.
Sadi bunu görünce:
“Ha… Bu Frenklerin feu follet dedikleri şey değil. Bu âdeta bizim Tayfur’la Ferhat’ın elektrik fenerleri… Mezarlıktaki araştırmaları her ne türdense işte bu çukurda ona başladılar. Müjde, beyleri yakaladık! Aman ses etmeyiniz. Merak ettiğimiz sırra bu gece ereceğiz. Yavaş yavaş siz arkamdan geliniz. Dur dediğim noktada durunuz. Hortlaktan, çarpılmaktan korkmayınız. Bakın, onlara hiçbir şey olmamış. Biz niçin orta oyununun ‘ahta petası’ gibi çarpılalım? Hem biz onlar gibi uhrevi mahfazalarını karıştırarak ölüleri gücendirecek, cadıları kızdıracak bir maksatla gelmedik. Aman aman… Yokuştan aşağı adımlarınızı hesaplı atınız. Omuzlarımızdaki bisikletlerin ağırlığı altında kayarak, düşerek varlığımızı onlara hissettirmeyelim.”
Şimdi dengeli adımlarla ve nefeslerini bile ağır ağır alarak büyük bir dikkatle iniyorlar, indikçe aşağıda iki kişinin konuşması yukarıya vuruyordu.
Seslerin yarı açıklık peyda ettiği bir noktaya kadar yaklaştılar. Ve âdeta bir tiyatronun paradisinden sahneyi seyrediyorlarmış gibi uygun, balkonumsu bir yere geldiler. Mezar taşlarının arkasına saklandılar. Önlerindeki pek meraklı tiyatro sahnesinin bu gizli seyircileri göz ve kulaklarını bütün dikkat ve hayretleriyle mezarlık sırlarının ilk bölümüne verdiler.
6
Gözleri önüne açılan manzara gerçekten insanın sinirlerine fenalık, vücuduna ürpermeler getirecek müthiş bir muamma niteliğindeydi. Tayfur ile Ferhat, pehlesi kırık bir sandık gibi devrilmiş, yanı açık bir mezarın önüne karşı karşıya çömelmişler… Elektrik fenerlerinden birinin ışığını mezarın kovuğuna vermişler, ötekini dışarıya… Önlerinde bir yığın ölü kemiğini karıştırıp karıştırıp bir şeyler konuşuyorlar. Aralarındaki açıklık kelimelerin onda ikisini, üçünü eritiyor. Bununla beraber manalarındaki gizlilik ve kapalılıktan vazgeçilirse cümlelerin çoğu işitiliyor, yalnız kesin bir şey anlamak mümkün değil…
Mezar taşlarının arasında elektrik ışığı ile birbirine karışan alaca gölgeler içinde şeytanca bir görünüşü olan Tayfur, önündeki kemik yığınının bir kısmını avuçlayarak:
“İnsan yarasa iken vücut ve dimağın yavaş yavaş gelişmesi, olgunlaşması uçuculuğunu sürdürseydi şimdi hep cennet kuşları gibi uçacaktık. Yarasa, kuyruğunu iki yandan kaplayan ince deriyi hem dümen hem de paraşüt olarak kullanır. Pilotların henüz niçin bundan örnek almadıklarına şaşıyorum. Yarasa, memeli ve kanatlıdır. Tayyarecilik gelişe gelişe insanın vücuduna takılır iki kanat ile bir kuyruktan ibaret bir şekilde basitleşecektir. Ve çocuklarımız yürümeye başladıkları zaman uçmayı da öğrenecekler, kuş yavruları gibi neşeli neşeli cıvıldayarak damdan dama havalanacaklardır. (elindeki kemikleri oynatarak) Asıl maksadım el parmakları ile ayak parmakları arasındaki farkı göstermektir. Bilirsin ya, yarasanın kanadı fevkalade büyümüş bir eldir. Parmaklarının arasındaki perde, kanadı meydana getiriyor.”
Doktor Ferhat: “Şimdi bu teoriyi bırak. İşimizi görelim. Yine mezarlardan aradıklarımızı bulamadan sabahı edeceğiz. Ölülerin ruhları artık beni rahatsız etmeye başladı.”
Tayfur: “Rica ederim dinle. Birkaç kelime, birkaç cümle ile sözümü bitireceğim. Sonra da asıl önemli işimizi göreceğiz. Bu dünya dediğimiz yuvarlak, bir cennet değil, belki ona çıkış yeridir. Çünkü cennet olan yıldızlarda insanların uçması gerekir. Yani güneşin etrafında dolaşan gezegenlerde… Biz bu mezarların içinde cennet, cehennem arıyoruz. Hâlbuki tabiat yaradılıştan beri yürürlükte olan değişmez büyük kanunlarını her birey hakkında ayrıntısız uygular. Günah içinde sönen dünyalar en çok dövülmüş kızıl nar hâlinde maddi, manevi bozulmuşluktan, çürümüşlükten kurtulup temizlendikten sonra tekrar hayata doğar. İhtiyarlığın sonu ölüm ve cifedir.11 Hayatın öncesi de ateştir…”
Sadi usulcacık arkadaşlarına:
“Ne saçma sapan şeyler.”
Nihat: “Peki ama bu garip felsefeyi tevsik eder gibi elinde tuttuğu ölü kemikleri ne oluyor?”
Feyzi: “Bu tuhaf felsefeden dem vurmak için konağı bırakıp da gece yarısı mezar başına gelmekte ne mana var?”
Nihat: “Biraz sabredersek belki her şeyi anlarız. İfadelerine göre insan kemikleri karıştırmaktaki maksatlarına henüz girişmediler.”
Sadi: “Öyle fen adamlarımız, ediplerimiz, filozoflarımız vardır ki, benzerleri ne Hint’te çıkar ne Çin’de… Aman aman dinleyelim.”
Tayfur avucundaki kemiklerden iki küçüğünü ayırarak:
“İşte selamlar arasındaki orantı. Bunları düzgün bir hâle sokmak ne zor bir şey…”
Ferhat kemiklere bakarak:
“Bu orantı topuk kemiği ile bilek kemiğinin ucundan başlar, son selama kadar devam eder. Bunun için bize aynı ölünün parmakları lazım.”
“Ohhh bu mümkün mü monşer? Çürüyen cesetlerin kemikleri birbirine karışır.”
“Fakat son kemiği toprak oluncaya kadar şeklini, kimliğini korur.”
“Biliyor musun, yarın kıyamette bir mezardan yalnız bin Mehmet adlı çıkacağını söylerler. Böyle binlerce Ahmet’in, Mehmet’in içinden yalnız birisinin kemikleriyle uğraşmak…”
“Kaç zamandır ellerimizle mezar kaza kaza tırnaklarımızın arasını ölü toprağı ile doldurduk. Sana bir şey teklif edeceğim ama…”
“Nedir?”
“Taze bir ölü üzerinde bir deney yapsak…”
“Hiçbir dehşetten çekinmem. Fakat bunun çok sakıncaları var. Önce senin taze ölü dediğin kaç günlük bir şeydir biliyor musun? Haftalık, on beş günlük, belki de bir aylık… Şu toprak yığınlarının altında bunun en tazesini nasıl ayırt edebileceğiz? İkincisi burada musluklar, mermer teşrih masaları, antiseptik eczalar, gerekli araçlar yok. Üçüncüsü, yakalanırsak kanun gereğince cezaya çarpılırız. Biz işimizi kuru kemik üzerinde bitirmeye bakalım.”
Kemikleri karıştırarak bir süre düşündüler. Doktor Ferhat gözlüğünü düzelterek bir kemik muayene ettikten sonra:
“Faturamızın kaydına, ufakların mevcuduna bak. Bu kemikler işimizi görecek mi anlayalım.”
İkisi baş başa eğilerek “selam-ı evvel, selam-ı sani, selam-ı intihai” gibi anlaşılmaz birtakım deyimlerle ince bir hesaba giriştiler. Her ne ise sayı bir türlü düzgün gelmiyor, daima yerden kemik alıyorlar, avuçlarındaki kemiklere uydurmaya çalışıyorlardı. Onlar böyle ölü kemikleriyle satranç oynar gibi uğraşırken Sadi:
“Hep bu gördüklerimden, işittiklerimden bir şey anladımsa Arap olayım.”
Nihat: “Bunlar ispritizma falan derken büyücülüğe mi başladılar acaba?”
Feyzi: “Ben başka türlü hissediyorum. Zaten böyle bir şeyler de duymuştum.”
Nihat: “Ne duymuştun?”
Feyzi: “Bu kale burçlarından birinin altında Konstantin zamanında gömülmüş tılsımlı bir define varmış.”
Sadi: “Bu masalı Rumlara duyur da başımıza bir iş çıkarsınlar.”
Feyzi: “Ne işi çıkacak? Rumlar Yanya’da Tepedelenli Ali Paşa’nın elli milyonluk definesini arayıp durmuyorlar mı?”
Nihat: “O tılsımlı define ile bu ölü kemiklerin ilişkisi?”
Feyzi: “Tılsımlı define için bir ölü eli lazımmış.”
Sadi: “Eğer Tayfur’la Ferhat böyle aptalca avami hayallerin arkasından geziyorlarsa yuf onların gençliğine, modernliğine…”
Aşağıdaki manzara yine yukarıdakilerin sözlerini boğazlarında bıraktı. Tayfur elini mezar kovuğuna sokarak iki tarafı yumru, koskoca bir uyluk kemiği çıkardı. Ferhat’a uzatarak:
“İşte sana bir azm-ı fahz.”12
Doktor yerden aynı cinsten bir uzun kemik daha kaldırdı. İkisini birbiriyle ölçtüler. Ve sonra sordu:
“Acaba bu iki azm-ı fahz aynı insanın mı?”
“Bu benimki daha kalın, daha uzun, daha iri. Bu oldukça taze… Seninki ağarmış, büzülmeye yüz tutmuş.”
“Haydi deneyelim. Hangisi daha sağlam, anlaşılır.”
Maç talimi yapar gibi iki kemiği birbirine çarptılar. Üçüncü çarpışmada doktorun azm-ı fahzı kırıldı. Sağlam çıkanı boylu boyunca çantaya koydular.
Yine önlerindeki uhrevi mahfazanın kovuğuna el daldırdılar. Çıkardıkları kemikleri ortaya döktüler.
Doktor: “Küçük parmak kemiklerinden sonra topuk kemiğine kadar olan kısmın üzüntüsünü ne yapacaksın?”
Tayfur: “Yanlar, kaburgalar için bir kederimiz yok ya?”
Doktor elini mezara sokup çıkararak “İşte bir köprücük kemiği.” dedi.
Bu sırada siyah, yoğun bir bulut küçük ayı tamamıyla yuttu. Mezarlık, yüreğe bilinmez nasıl bir uğursuzluk dolduran karanlığa boğuldu. Doktorla Tayfur’un bulunduğu yere bakınca otuz beş kırk metre kadar aşağıdan ufak bir şimşek çaktı. Bir iki saniye mezar taşları gündüz gibi aydınlandı. İki arkadaşın yüzlerinde ve kemik yığınının üzerinde ani bir ışık oynadı, söndü. Yine her şey karardı. Aynı zamanda bir hışıltı da oldu. Gecenin sonsuz karanlığı içinde dalgalanıp uzanan baykuşun kahkahası da bu uğursuzluğa dem tuttu.
Doktor elindeki köprücük kemiğini yere fırlatarak hafif bir yürek çırpıntısı ile:
“Bu nedir?”
Tayfur hayretle etrafı gözden geçirip dinleyerek:
“Korkuyor musun?”
“Korkmuyorum. Fakat görüp işittiğimiz şeyin bir hayalet olmadığına eminim.”
“Azizim, hayalet gerçeğe çok benzediği zamanlarda insanı aldatır. Belki de korkutur.”
“Bunun bir hayalet olmadığını tekrar ediyorum. Çünkü benim görüp işittiğimi sen de işittin.”
“Evet…”
“Kulağa ve göze ait bir birsamın13 aynı anda ikimizde de birden meydana gelmesi pek az, binde bir rastlanır bir hadise sayılır.”
“Hayalet değilse belki bir feu follet’tir.”
“Feu follet bir noktada parlar, söner ve ses vermez.”
“Aman doktor, sen de kocakarılaşma. Mezarların korkunçluğu halk içindir. Bu kuruntulu korkudan şairler, ressamlar, müzisyenler sanat için pay çıkarırlar. Hep bu güzel sanatlar kupkuru maddeler üzerine işlemez. Onlar mezarlara gizlilikle dolu, sırlı bir nitelik verirler. Ölüleri söyletirler. Bu dünyanın insanlarına öbür dünyadan da panoramalar gösterirler. Şu etrafımızdaki çukurlar da hep şu önümüzdekine benzemiyorlar mı? İçlerinde kuru kemik yığınından başka ne var? Bunlardan ruhlar, cadılar, hortlaklar çıkaran hep halkın şairleşmesidir. İnsanlığın büyük çocukları da gerçek miniminiler gibi masalı severler. Dinle karışmış garip hikâyeler, laklaka onların en tatlı zihin besinleridir.”
Birdenbire yine o küçük şimşek çaktı. Ve bu defaki aydınlığı epey sürekli oldu.
Tayfur: “Hava bulutlandı. Galiba yağacak. Bu sahici şimşek olmalı…”
Doktor: “Gerçek şimşek değil bu… Başka bir şey… Hiç gök gürlemesi işitilmiyor. Hem dikkat etmiyor musun? Mezarlığın her tarafı aydınlanmıyor. Parıltı yalnız bizim tarafa doğru vuruyor. Ve kuzeyden geliyor.”
“Bu ne olabilir?”
“Bilmem.”
“Herhâlde tabiatın üstünde bir hadise değil, insanlara ait bir şey.”
“Yabancı donanmalarının havada gezinen projektör sütunları olmasın?”
“Işık Kâğıthane Deresi yönünden geliyor. Orada yabancı donanmasını düşünmek tuhaf olmaz mı?”
“Şimşek uçaklardan gelmesin?”
“Onların motor gürültüleri iki saatlik yoldan duyulur. Öyle bir şey işitmiyoruz.”
Bu sırada yine alev birbiri ardınca iki defa tutuştu. Mezarlığın bir bölümünü gündüz etti, söndü.
Bu tabii bir hadise değil, tabiat dışı bir şeydi. Beylere şaşkınlıkla karışık hafif bir korku geldi. Gözlerinin önünde bir şeyler oluyor, fakat bunun ne olduğunu anlayamıyorlardı.
7
Doktor, kimler tarafından işitilmekten korktuğu bilinmez tuhaf bir davranışla yavaşça:
“Elektrik fenerlerini söndürelim. Parıltının kaynağını o zaman daha kolay anlayabiliriz.”
Fenerleri söndürdüler. Beklediler. Hiçbir şey parlamadı.
Doktor: “Acayip şey… Bu şimşek sanki bizimle eğleniyor.”
Tayfur: “Ne o doktor, sesin titriyor. Oh, mesela korkuyor musun?”
“Korkmuyorum. Kızıyorum.”
“Niçin?”
“Etraftan bizimle eğlenenler olmasın diye.”
“Kim eğlenecek? Bu vakit buralarda kim bulunur?”
“Kim bilir? Elin işsiz güçsüz haytaları çok…”
Hemen o anda gevrek, ahenkli, billur bir çağlayan şıkırtısıyla uzun, sürekli bir kahkaha duyuldu.
İki arkadaş karanlıkta bir süre birbirinin göz bebeklerini arayarak bakıştılar. Sonra:
Doktor: “O ne?”
Tayfur: “Kahkaha kuşu…”
“Kahkaha kuşu gülmek için bu kadar uygun bir zamanı seçmeyi bilmez.”
“Bazen insanı hayretlere düşüren böyle tuhaf rastlantılar olur.”