Полная версия
Dirilen İskelet
Nihat Bey: “Ne oldu? Cami-i şerifin kutsallığını bozacak bir hâl mi ortaya çıktı?”
Meyzin gözlerini sulandıran bir hüzünle:
“Camiyi depo yapacaklarmış. Geldiler, çizmelerle gezdiler. Gittiler. O gece sabaha kadar okudum. Namaz kıldım. Dua ettim. Tanrı’ya ve bütün erenlere, evliyalara yalvardım. Bu yakarışlarım Tanrı katında kabul olundu. Çok şükür bir daha gözükmediler. Şimdi şikâyetim başka taraftan… Komşumuz olacak o Tayfur Bey midir Menfur Bey midir? Bu çocuk Firavun gibi Tanrı’ya ortaklığa kalkışıyor. Konağın damı üzerinde türlü türlü araçlar… Güya onlarla dünya yüzüne ne kadar yağmur düştüğünü ölçermiş. Hava yarın iyi mi olacak, fena mı anlarmış. Tanrı korusun, haşa hiç Tanrı işine karışılır mı? Beyin lalası Halil Ağa Müslüman bir adamdır. Gelir bazen benimle dertleşir. Beyin bu kâfirce davranışlarından yana yakıla şikâyet eder. O söylüyor. Tayfur damın üzerine araç koymuş, gökyüzü ile konuşuyormuş. Konakta bir odası varmış. İçeriye kimseyi koymazmış. Duvarlarda düğme gibi bir şeyler, teller, yuvarlaklar… Sonra bir masanın üzerinde yine teller, borular, semaver gibi araçlar, gramofon borusu, iri şekerci külahı gibi ağızları geniş birtakım nesneler… Bunların ortasına otururmuş. Kulaklarına ufak birer tekerlek yapıştırmış. Etrafı dinlermiş. Bu âlemin dört köşesinde ne oluyor ne bitiyor, hepsini işitirmiş. Bu hâl keramet sahibi kimselere mahsustur. Evliya işidir. Ne haddine birtakım abdestsiz, namazsız, temizlikten yoksun herifler, birtakım kâfirler ve kâfir mizaçlı insanlar, boruların önlerine oturup da kulaklarına araba beygirlerinin göz kapakları gibi tekerlekler koyarak gökleri dinlesinler. Tanrı’nın sırlarına ersinler. Bu küstahlar karınlarının gurultularını duyarlar da gökten ses geliyor sanırlar.”
Sadi Bey daha fazla susmaya dayanamayarak:
“Meyzin Efendi, bunlara telsiz telgraf, telsiz telefon diyorlar. Her millet bu yeni fenler için çalışıyor. Türk gençlerinin böyle şeylerle uğraşmaları neden kabahat olsun?”
Meyzin baba bir iki tövbe getirdikten sonra:
“Kabahattir. Günahtır. Tanrı’ya ortak koşmadır.”
“Neden?”
“Dinimiz telli telgrafı kabul etti mi ki telsizini makbul sayalım?”
“Medeni milletler neler yaratıyor, buluyorlarsa onları bilmek ve biz de onlara uymak zorundayız.”
Meyzin yine birkaç defa Tanrı’dan günahlarını bağışlamasını dileyerek:
“Hiçbir vakit kâfirlere uymak zorunda değiliz.”
“Görüyorsunuz ya onlar gökte uçuyorlar. Biz yerde kalırsak hâlimiz yaman olur.”
“Uçsunlar. Onlar kâfirdir. Çünkü uçmak küfürdür. Çünkü uçmak kuşlara, meleklere mahsustur. Bizim uçmamız istenmiş olsaydı Yaradan Hazretleri insanları kanatlı yaratırdı. Mademki Tanrı bizi uçmak için yaratmamış, ona inat uçmak, Tanrı’ya ortak çıkmaktır. Evet uçuyorlar. Görüyoruz, uçuyorlar ama şimdiye kadar kaç bin kâfirin korkunç düşüşlerle toprak üzerinde kafaları dağıldı. Beyinleri patladı. Gâvur inadı bu… İşte yine de uçuyorlar. Uçuyorlar ama bu ısrarın sonunda nasıl gazaba uğrayacakları, ne korkunç uğursuzluklarla karşılaşacakları belli değildir.”
Nihat göz ucu ile Sadi’ye işaret ederek:
“Meyzin baba, sen Tayfur Bey’den şikâyet ediyordun. Sonra söz başka yönlere atladı. Yine esasa gelelim.”
Meyzin zihnini toparlamaya uğraşır gibi biraz düşünerek:
“Ha evet, bu netameli çocuktan söz ediyordum. Bu acayip yaratık ruhlarla da haberleşiyormuş. Bu ne küstahlık, bu ne delilik? Daha doğrusu ne yalan, ne martaval… Onun konuştuğu rahmani ruhlar değil kötü ruhlardır. O bey şeytanlarla görüşüyor. Görürsünüz, bu çocuk en sonunda çıldırır. Ahirete ait sırları açığa vurmak kutsal ruhlara yasaklanmıştır. Onlar dünya işlerine de hiç karışmazlar. Bu mübarekleri masa başına çağırıp da onlarla bu alçak dünyanın fesatlıklarına, dedikodularına dair konuşmalar yapmak iddiası iğrenç bir saçmalıktır. Masa başına gelenler, dirilerle birlikte şarap, konyak içenler şeytanlardır. Yüksek ruhlarla buluşma ermişlere, evliyalara mahsustur. Damlara teller germek, teneke borular, birtakım araçlar koymakla onlarla görüşülemez. Bu rahmanilere ancak tespih çekerek, ibadet ederek, zikirle, la ilahe illallah diye diye erişilebilir. Göklerin sırlarını bulmaya uğraşmak Tanrı’nın isteğine aykırı şeytanca bir harekettir. O sırlar bu dünya gözü ile görülmez. Eğer yüce Tanrı onları bize bildirmek isteseydi bize başka türlü göz, başka türlü duygu, başka türlü güçler verirdi. Behey budala, birkaç camdan meydana gelen dürbününü göklere çevir, arkasına geç, uğraş bakalım ne göreceksin? Aylar, güneşler, yıldızlar, birbirini izleyen yollar, yollar, konak yerleri… Git, git… Büyükayı yıldız kümesi, Küçükayı yıldız kümesi, gezegeni, duranı, bütün yıldızları, bütün uzayı gez dolaş, bakalım ucunu bucağını görebilir misin? Meyzinliğime bakıp da beni küçük görmeyiniz. Ben Cafer Halebi’nin yüksek kürsüsünde okumuş bir adamım. Tanrı’nın sırları bu dünyanın oyuncak dürbünleriyle görünür mü? Haşa, haşa, o nasıl Tanrı’dır ki yaratış sırları dürbünlerin parlak camları önünde bu ahmak insana boyun eğsin… Frenkler dürbünlerle göklere baktılar, baktılar da bize ne söylediler? Daima birbirini yalanlayan, çürüten martavallar okudular. Bunlar daima nifak içinde kalacaklar, hiçbir zaman ve hiçbir gerçek üzerine aralarında birleşme olmayacaktır.
Efendim, ziyaretimden maksat size ilahiyattan söz etmek değildir. Bu benim gücümün, yetkimin kat kat üstündedir. Biz daima okullarımızdaki yüksek bilimler derslerini Bedros’a verdik. Yanko’ya verdik. Mösyö Hofman’a, Mösyö Koklan’a verdik. Sonunda böyle olduk. Dinimizin kuralları gereğince bir Müslüman bildiklerini bilmeyen Müslümanlara öğretmekle görevlidir. Geçen ramazan Beyazıt Cami-i Şerifi’nde vaaz etmek istedim. Ağız açar açmaz beni derhâl çalyaka ettiler. ‘Dünya meselelerinden söz edecek değilsin. Cemaate yalnız İslam’ın kuruluşunu, dinin kurallarını öğretecek, anlatacaksın!’ dediler. Sonra gazetelerde okudum, gördüm ki, halk terbiyeyi gidip tiyatrolardan öğrenecekmiş. Tanrı korusun, Tanrı bağışlasın, tiyatrodan, Zuhuri’den, Karagöz’den edep öğrenmek…”
Sadi: “Hakkın var Hoca Efendi. Halk camilerden dine ait, dünyaya ait, eğitimle ilgili pek çok şey öğrenebilir. Nasıl ki bugün Avrupa’da Hristiyan ahaliye kiliselerde çok yararlı yenilikler aşılanıyor! Lakin bir şartla: Eski dedikodu vaaz sistemini bırakmalı. Vaizlerin kafaları yeni bilgiler, yüksek fikirlerle mücehhez olmalı. Kürsüye çıkar çıkmaz müspet bilimlere karşı atıp tutmakla, telsiz telgrafın, telefonun, uçağın, teleskopun, mikroskopun, tiyatronun, sinemanın kaçınılması gerekli şeytan buluşu şeyler olduklarını söylemekle halka ve özellikle İslam dinine hizmet edilmiş olmaz.”
Meyzin derin derin göğüs geçirerek:
“Evlat sus, sizin gibi gençlerle bu konular üzerine sohbet etmek sevdasında değilim. Çünkü faydasız olduğunu bilirim. Ne kadar tartışırsak tartışalım ne ben sizi inandırabilirim ne de siz beni imanımdan döndürebilirsiniz. İnsan beşerdir. Bazen şaşırır. Bilmem nasıl oldu da söz istemeden bu yola döküldü. Demin de söylediğim gibi ziyaretimin sebebi başka idi. Tayfur Bey gökten düşen yağmurları ölçsün, karları tartsın, yarın hava güzel mi olacak, fena mı şeytanla görüşerek bilinmeyen âlemlerden haber versin, göklerle haberleşsin, belki Tanrı bu günahlarını bağışlar. Fakat mezarlığa saldırıda bulunmasın. İşlemekte olduğu bu günahı görüp de susmak elimden gelmiyor.”
Sadi: “Vay Tayfur Bey mezarlığa saldırıda mı bulunuyor?”
Hoca içini çekerek:
“Hayhay…”
“Nasıl? Ne suretle. Rica ederim Hoca Efendi, anlat…”
Meyzin zikreder gibi gözlerini yumdu. Başını sağa sola çırpındırarak:
“Gece mezarları karıştırıyorlar.”
“Meyzin baba, yanlış görmeyesin?”
“Yanlış değil evlat, yanlış değil. Vakit gece idi. Fakat kaç defa açık seçik gördüm. Tayfur o Ferhat adlı doktorla beraber konağın mezarlığa açılan küçük kapısından hırsız gibi çıkıyor. Mezar kovuklarını karıştırıyorlar. Dertleri, maksatları nedir? Anlayamadım. Müslümanlara bu dünyanın ne üstünde rahat kaldı ne altında…”
Üç delikanlı, artan meraklarının kıvılcımları gözlerinden saçılarak birbirleriyle bakıştılar. Bu gizli işin tuhaflığı gittikçe büyüyordu.
Meyzin göğsünden kopan ahlarla üzüntülü üzüntülü sözlerine devam etti:
“Birkaç defa niyetlendim. Karşılarına çıkıvererek bu yaptığınız şey dine, imana aykırıdır demek istedim. Lakin bilirim Tayfur Bey kibirli, kendini yükseklerde gören bir çocuktur. Zengindir. Sözü geçer, hükmü yürür. Onun yanında benim gibi bir meyzin parçasının ne önemi olur? Belki karşılık olarak sert bir davranışta bulunur. Kötü bir lakırtı söyler. Kalbimi kırar. Güttüğüm dava büyüktür. Ben de dayanamam. Karşılık veririm. Kendim hakarete uğramakla beraber ölüleri de saldırıdan kurtaramamış olurum korkusu ile sustum. Lakin bu suskunluk bana çok ağır geliyor. Düşündüm, taşındım, size başvurmayı daha uygun buldum.
Nihat Beyefendi, siz Tayfur’un hem komşusu hem de dostusunuz. İkiniz de bir yaşta gibisiniz. Deyimi hoş görünüz, zamane gençleri birbirlerini iyi anlarlar. Ben kulunuzu hiç söze katmadan ona öğüt veriniz. Fen adına, ilerleme, medenilik adına, her ne uğurda olursa olsun mezarlarla oynamak iyi değildir. Toprağın altına çekilmişleri bu dünya işlerine karıştırmaya, onlardan sır anlamaya uğraşmanın sonu, Tanrı korusun, pek fenaya varacağını bir güzel anlatınız.”
Meyzin sustu. Dalıp kendinden geçmiş gibi yine gözlerini yumdu. Üç genç inançlarına bağlı, saf adamın içten gelen üzüntüsü karşısında duygulandılar. Evet, Tayfur’un mezarlarla önemli bir işi olduğu esaslı bir şekilde anlaşılmış oluyordu.
Meyzin Efendi dalıp gittiği âlemden bir iki tekbir getirerek ayrıldı. Gözlerini açarak:
“Çocuklarım, mutekit olduğunuzu ve benimle eğlenmeyeceğinizi bilsem size önemli bir açıklamada bulunurdum.”
Sadi: “Baba efendi, çok şükür üçümüz de Müslüman’ız. Müslüman evladıyız. İmanımız kuvvetlidir. Mana âlemi ile eğlenen hafif mizaçlı kimseler değiliz. Zamanımız bilimine, fen ve tekniğe aykırı olmamak şartıyla ve bunlara saygı göstererek istediğinizi söyleyiniz. Bizi aydınlatmış ve memnun etmiş olursunuz. Bu madde dünyasının ötesinde bir de sırları çözülmemiş bir mana âlemi bulunduğunu inkâr edemeyiz. Size tuhaf bir şey söyleyeceğim. Bu bir tesadüf müdür yahut manevi bir şey midir, hangisinde karar kılınacağını bilmiyorum. Siz buraya gelmezden önce biz üçümüz de Tayfur Bey’in mezarlıklarda ne aradığını düşünüyor, bu gizli uğraşıyı çözmeye çalışıyorduk. Bunun üzerinde konuşup tartışıyorduk. Sizin aynı meseleye dair görüşmek üzere buraya gelmeniz tuhaf bir tesadüf değil midir?”
Meyzin Efendi derin bir hayretle:
“Tesadüf değil oğlum, tesadüf değil. Bu hâl bizi uyarmak için mana âleminin bu surette görünüşüdür. Çünkü buraya ben kendiliğimden gelmedim. Beni veliyullahtan bir zat gönderdi!”
Üç delikanlı, saflığını taşıran ihtiyar meyzinin bu son sözünü gözleriyle birbirine yorumlamak için yine bakıştılar. Nihayet Nihat sordu:
“Meyzin baba, sorumu affedersiniz, siz veliyullahla bir ilişkide mi bulunuyorsunuz?”
Bir onaylama süzgünlüğü ile başı göğsünün üstüne düşen ihtiyar:
“Eyvallah…”
“Onlar size fikir ve emirlerini ne gibi bir aracı ile bildirirler?”
“Mana âleminde…”
“Demek buraya böyle bir emirle geldiniz?”
“Evet… Bu mesele ile uğraştığınız sırada gelmem, işin mana ile olan ilgisini açıklamaya yetmez mi?”
“Gerçekten…”
Gençler hâlin tuhaflığı önünde bir süre düşündüler. Sadi sessizliği bozarak:
“Hangi veliyullah tarafından geliyorsunuz?”
“Komşumuz Bukağılı Dede Hazretleri tarafından.”
“Getirdiğiniz manevi emir nedir?”
“Dede Hazretleri dün gece mana âleminde ziyaretleriyle bu aciz kulu şereflendirdiler ve gönlünü şad ettiler.”
“Manaya ait emirleri nedir?”
“Pek öfkeli idiler. ‘Frenklere göre deneyler yapmak sevdası ile İslam mezarlarını abdestsiz, kirli elleriyle karıştıran o Tayfur’a ya kendin söyle yahut bir aracı ile söylet. Küstahlığında bundan ileri varmasın. Söz kâr etmezse gel bukağılarımı çöz.’ buyurdular.”
Meyzin bu sözleri o kadar büyük bir iman içtenliğiyle söylüyordu ki, rüyasında ihtiyarın böyle bir tebellüğe muhatap olduğuna gençlerin şüpheleri kalmadı. Adamcağızın saflığına saygı duyarak bu psikolojik meseleyi kurcalamaya kalkışmadılar.
Sadi: “Peki, başüstüne Meyzin Efendi, merak etmeyiniz. Elimizden geldiği kadar öğüt vererek Tayfur Bey’i uyarmaya çalışırız.”
Meyzin Efendi kendi kendini dinlemeye gelen Bukağılı’nın ruhunu arar gibi açık pencereden ay ışığının gümüş örtüsü altında sırlarla dolu uyuyan mezarlığa bakarak:
“Oğullarım, dikkat ediniz. Tayfur Bey bu kâfirce işinde ısrar edecek olursa sonunun dehşetini göreceksiniz.”
Üç genç, Bukağılı Dede’nin böyle bir tebliğ ile meyzine görünmesini bir keramet saymaktan, yani rüyayı gösterenden ziyade görenin pek samimi inancından meydana gelme ruhsal subjektif bir şey olduğuna inanıyorlardı. Lakin kendilerini büyük bir çekicilikle uğraştıran bu mesele üzerine meyzinin de bu suretle başvurması meraklarını bütün bütün tutuşturuyordu.
3
Kararları gereğince ertesi akşam Sadi ile Feyzi, Nihat’ın evinde toplandılar. Üç bisiklet avluda alesta duruyordu.
Üç genç, her biri bir pencere önünde, gözler Tayfur’un sokak kapısına dikili, büyük bir müjdeci habere bağlanır gibi uzun, sıkıntılı, sabır ve tahammülü yakan bekleyiş saatleri geçirdiler.
Konağın kapısı açılmıyor değildi. Lakin beklediklerinden başkaları girip çıkıyorlardı.
Bir gece, iki gece, üç gece, dört gece hep böyle… Gece ilerledikçe karşıki kapıyı gözetlemek için üçünden biri pencere önünde gözcü kalarak nöbetleşe uyuyorlardı.
Nihayet beşinci gece Feyzi pencere önünde nöbet beklerken sevinçle arkadaşlarını uyandırarak:
“Kalkınız, kalkınız. Müjde… Doktor Ferhat bisikletle geldi. İşte konağa giriyor.”
Bu uyandırma üzerine üçü de yangın haberi alan itfaiye erleri gibi hızla yerlerinden fırladılar. Acele hazırlanarak bisikletlerinin başına indiler.
Hepsinin cebinde dolu tabancaları ve makinelerindekilerden başka birer elektrik fenerleri vardı. Şimdi üçü de araladıkları kapıdan birer küçük çarpıntı ile karşıki konağı gözetliyorlardı. Nihat’ın hesabına göre Doktor Ferhat bu gece alışılmışın dışına çıkmış, bir saat geç gelmişti.
İçeride de epey durdular. Acaba niçin çıkmıyorlardı? Yoksa bir engel çıkmış, bu gece gizliliklerle dolu yolculuktan vaz mı geçmişlerdi?
Üç arkadaş bu endişede iken konak kapısının iri kanatlarından biri menteşeleri üzerinde gıcırdayarak açıldı. Tayfur önde, Doktor Ferhat arkada, bisikletlerini ellerinde yürüterek sokağa çıktılar. Kısa külotları, diz çorapları, sırtlarında koca çantaları yine sırlı geziye doğru yollanacaklarını gösteriyordu.
Saat biri geçiyordu. Bisikletlerinin fenerlerini yakmadılar. Ufukları kapalı dar sokakların havasında henüz görünmeyen küçük ayın hafif aydınlığı gecenin koyu karanlığını kırarak ortalığa şafağımsı bir aydınlık serpiyordu.
Meraklı yolun yolcuları bisikletlerine atlamadılar. Caddeye çıkmadılar. Arka yollardan konuşa konuşa telaşsızca gidiyorlardı.
Kırk beş elli adım ara verdikten sonra izleyiciler de yola düzüldüler.
İki arkadaşının ortasında yürüyen Sadi:
“Arkadaşlar, bu kovalamamızda gayet önemli davranmak gerekmektedir. Yani dikkatli demek istiyorum.”
Feyzi: “Şüphesiz.”
Sadi: “Sallapati bir iş yapmayalım.”
Nihat: “Bir plan içinde hareket edelim. Meselenin en önemli tarafı, onlara kendimizi göstermemek, izlendiklerini sezdirmemektir.”
Feyzi: “Bunun için ne yapmalıyız?”
Sadi: “Onur meselesini bir yana bırakalım. İçimizde en iyi bisiklete binen kimdir?”
Feyzi: “Üçümüz de fena binmeyiz. Lakin senin her ikimize üstünlüğünü inkâr edecek kadar da vicdansız değiliz.”
Sadi: “O hâlde bisikletlere binince ben otuz metre kadar ileriden gitmeliyim. Siz birbirinizden ayrılmayarak bu mesafe içinde arkamdan gelmelisiniz.”
Nihat: “Neye iyi o?”
Sadi: “Önce üçümüz birlikte kovalayacak olursak çabuk görülürüz. Arkalarından bisikletliler geldiğini hissederlerse belki kuşkulanırlar. Sırlarına eremeyiz. Bir bisikletli öndekileri daima görüş mesafesi içinde bulundurmakla beraber kendini onların gözlerinden koruyabilir. İkincisi şimdi önümüzdekiler hangi yollardan hangi sur kapısına gidecekler, bunu bilmiyoruz. İstanbul’un kenar mahallelerindeki o dar, dolambaçlı sıçan yollarını düşününüz. Birbirine yakın üç eğri büğrü köşe dönerek önümüzden kaybolurlarsa belki artık onları bulamayız. Bizim o semtlerde dolaştığımız yok. Oralarda ömrümüzde hiç geçmediğimiz sokaklar var. Bunun için ben size öncülük edeceğim. Benim işaretlerime göre hareket edersiniz. Gerekirse üçümüz birleşir ve yine ararız.”
Öndekiler hâlâ yayan gidiyorlardı. Kendi planına göre Sadi ilerledi. Ötekiler uygun bir ara bırakmak için gerilediler. Tayfur’la doktor arka sokaklardan yürüye yürüye caminin köşesinden eski Saraçhane Caddesi’ne çıktılar. Parka doğru ilerliyorlardı.
Birdenbire cadde genişleyip mesafe açılınca hâlâ hüzünlü fakat yirmi dakika öncesine oranla artan ay ışığında öndekilerin gözlerinden gizlenmenin güçleştiğini gören Sadi, sokak başında bekledi. Araya epey bir mesafe bıraktıktan sonra arkalarına düştü.
Onlar tramvay yolunu izleyerek Deve Hanı’na doğru gidiyorlardı. Fatih Camisi hizasını geçtiler. Yan sokaktan Edirnekapı Caddesi’ne çıktılar. Hemen makinelerine atladılar. Sadi adım adım öndekileri izleyerek dönüp dönüp elleriyle arkadakilere de işaret ediyordu. Arkadaşlarına acele etmeleri için bir emir verdi. Onlar da caddeye ve sonra bisikletlere fırladılar. Üç bölüme ayrılan bu beş genç hemen in cin olmayan bu tenha cadde üzerinden, kaldırım taşlarının vücutlarına verdiği devamlı titremelerle sarsıla sarsıla uçuyorlardı.
Beyoğlu Caddesi’nden geçerseniz yüksek, sağlam yapıların yüzlerinde memleketin uğradığı sürekli felaketlerden bir iz, bir yıkıklık eseri göremezsiniz. Bu uğursuzlukların, sıkıntıların ağırlığı altında inleyen, çöken, biten İstanbul’dur.7
Yüzlerinden rüzgârdan başka bir yardım elinin silindiği yoksulluk pudrası altında kağşamış bu barakacıklar, aralarına karışan mezarlık parmaklıklarıyla sıralanarak sarkan saçakları, dökülmüş kafesleri ve sakat, kambur, bel vermiş durumları ile caddenin iki tarafını dolduruyordu. Memleketteki beslenme zorluğu ve ticaretin iflasını, kaşeksiye8 uğrayarak küçülen dükkâncıklardan anlamak pek kolaydı.
Zincirlikuyu’yu geçtiler. Öndekiler kovalandıklarını anlamadan, arkalarına dönüp bakmadan bacaklarının bütün kuvvetlerini pedallara vererek koşuyorlardı. Fakat Çukurbostan duvarının ortasına doğru gelince birdenbire durdular. Sadi, sol taraftaki çeşmeye yirmi otuz adım kala sokağın hafif kıvrıntısından yararlanarak sağ tarafa sindi. İşaret vererek arkadakileri de durdurdu.
Makinelerinden birine bir sakatlık arız olmuş olmalı ki, birkaç dakika onu tamire uğraştıktan sonra yine bindiler. Yola düzüldüler.
Çukurbostan’ı geride bıraktılar. Yine sol taraftaki çeşmenin önünden yukarı kale kapısına doğru hızlandılar.
Cadde enli, az meyilli ve iki tarafı dolambaçsızdı. Öndekilerin nazarlarından gizlenmenin güçleştiğini gören Sadi çeşmenin karşı köşesine saklandı ve arkadaşlarına yaklaşma işareti verdi. Nihat’la Feyzi hemen yetiştiler.
Sadi: “Şimdi işin en zor kısmına geldik. Onlar kale kapısını bulmayınca biz bu köşeyi terk edemeyiz. Çünkü görülürüz.”
Nihat: “Onlar kapıdan çıkınca hemen arkalarından yetişemezsek önümüze açılan dört yol ağzından hangisine gittiklerini nasıl anlayacağız?”
Sadi: “Eğer Sur Caddesi’nden Topkapı’ya doğru giderlerse pek uzun bir mesafeye kadar kendilerini uzaktan görmek kabildir. Eyüp tarafına saldırırlarsa yine gözlerimizin önünden pek çabuk kaybolamazlar. Hamidiye köyüne uzanan mezarlık caddesine dalarlarsa yine gözlerimizin önünden çarçabuk kaçamazlar. Fakat orta kahvenin yanından inen dördüncü mezarlık yoluna kaçarlarsa kendilerini pek kolay göremeyiz. Ama öteki üç yolda vücutlarından eser sezemezsek o çarpık yöne gittiklerini anlarız.”
Sadi hem acele acele konuşarak fikirlerini bildiriyor hem de gözlerini ileriye uçan bisikletlerden hiç ayırmıyordu.
Öndekiler kapının tonozuna yaklaşmak üzereyken Sadi:
“Haydi şimdi uçmalıyız. Birbirimizden ayrı gitmeye de lüzum yok.”
Gerçekten üçü uzun bir çizgi üzerinde bir sıraya uçtular. Öndekiler kapının siyah çerçevesi içinde kaybolduktan az sonra onlar da yetiştiler. Kale kapısını dış sura bağlayan, kaldırımı iri minder büyüklüğünde taşlardan döşenmiş kuru köprüden dört yol ağzına aktılar.
Hemen birer birer yolları bütün dikkatleriyle gözden geçirmeye başladılar. Feyzi elini Hamidiye köyüne giden sağdan ikinci yola uzatarak:
“İşte, işte… Omuz omuza kaldırımların çukurlarına gire çıka dalgalanarak gidiyorlar.”
4
Yolun iki tarafında ormanlık gibi dikilen sık mezar taşlarında, gençlere ayakta bakan hassas, sinirli birer ölü görünüşü vardı. Dirilerin bile ölü hâlini aldıkları gecenin bu sakin sessizliğinde huzurlarını bozmaya gelenlerin kim olduklarını anlamaya uğraşıyorlar sanılıyordu.
Feyzi: “Ne korkunç oluyor. Gece yarısı böyle uçsuz bucaksız büyük mezarlıklardan hiç geçmemiştim. Yüz binlerce ölünün içinde birkaç diri ne kadar yabancı, ne kadar zayıf, ne kadar ürkek kalıyor.”
Nihat: “Şu mezarların içinde yığın yığın çürüyen kemiklerden başka bir şey olmadığını bilmiyor musun? Öndekilere baksana, hiç ürküyorlar mı?”
Feyzi: “Onların biri filozof, öbürü doktor. Bu imansızlara kemik nedir diye sorarsanız size bunun fosfat ve klorür döşo, karbonat döşo ve benzeri şeylerden meydana geldiğini söyleyeceklerdir.”
Nihat: “Yalan mı? Mesele başka türlü ise bizi inandır.”
Feyzi: “Ben ne cami vaiziyim ne filozofum ne de doktor. Kimyager de değilim. Kimsenin inançlarını değiştirmekle, düzeltmekle de görevli sayılmam. Herkes zihninin varabileceği kadar düşünür. Aklının erdiğine inanır. Fakat şu tepelerden denizlere kadar inen bu sonsuz mezarlıklarda ölümün yüzyıllardan beri toplanmış bir manası, bir heybeti var. Sessiz dişleriyle cesetleri yutan bu çukurların üzerine insanların kuruntusu öyle korkunç tuhaflıklar yığmıştır ki, mezarlık deyince yüreğinde soğuk bir ürperme, bir korku duymayan insan bulunmaz. Halkın cadıları, hortlakları hep buralardan çıkar. Cinleri, perileri, inançsızları, saygısızları çarpmak için hep buralarda dolaşır.”
Nihat: “İşte açıkça söylüyorsun. Halkın bu mezarlıklara yığdığı kuruntu diyorsun. Sonra kendin bu kuruntudan ürküyorsun.”
Feyzi: “Bu çukurların içinde, eriyen ve eriyecek bütün varlıkların sırları gömülü… Mezar deyince en kâfir, en inançsız, inkârcı kimselerin bile yürekleri titrer diyorum sana…”
Nihat: “Ben mezarlardan halk gibi korkuya kapılarak titremem. Ha insan kemiği, ha hayvan kemiği… Kurban Bayramı’nda etini yedikten sonra kemiklerini bahçeye gömdüğünüz koçun mezarından niye korkmuyorsun?”
“Ben kuru lafa önem vermem.”
“Kuru laf değil. Duygumu söylüyorum.”
“Gerçekten bu ölüm tarlasından korkmuyorsan sana şimdi şuradan geniş bir mezar kovuğu göstereyim. Gir içine yat. Yoksa bana karşı başka türlü iddianı ispat edemezsin.”
“Her nerede olursa olsun yere kazılmış bir çukurun içine girip de topraklara bulanmak hoşuma gitmez.”
Biraz önden giden Sadi:
“Lafa bir son veriniz. Biz buraya böyle iddialar için değil başka maksatla geldik. Öndekileri gözden kaybedeceğiz. Buraların öyle bir akustik hâli var ki… Küçük bir lakırtı büyüyor, dalgalanıp gidiyor. Seslerimizi öndekilere işittirirsek iş falso olur.”
Soldaki çeşmeyi, sağdaki mezarcı kulübesini geçmişler, su terazisinin önüne gelmişlerdi. Birer büyük sandığa benzeyen pehleleri9 çarpılmış eski biçim mezarlar istifsiz, düzensiz bir yığıntı ile iki tarafı dolduruyordu, eski düz duruşlarını kaybetmiş bazı taşlar fısıldaşan iki insan gibi baş başa vermişlerdi.
Henüz yükselmemiş olan ay, eşyayı asıllarının birkaç katı büyütüyor, servileri yerlere uzanmış korkunç birer gulyabani yapıyor, fesli, kavuklu taşların yere düşürdüğü acayip gölgeleriyle mezarlığın dehşet veren bir karikatürünü çiziyordu.
Üç delikanlı gölgeleri birer deve kadar tümseklenen bisikletlerinin üzerinde yolun elverişli taraflarını arayarak, taştan taşa hoplayarak nefes nefese gidiyorlar. Gittikçe diriler şehrinden uzaklaşıp ölüler yurduna dalıyorlar. Mezarların derinliklerindeki gizlilik, sessizliklerindeki heybet artıyor. Sanki adım adım başka bir âleme yaklaşıyorlar. Başka bir yaradılışa katılıyorlar. Gezegenlerden birine yükseliyorlar.
Feyzi birdenbire:
“Nereye giriyoruz Allah aşkına?”
Sadi: “Öndekilerin gittikleri yere…”
Feyzi: “Onlar hangi sırra ermeye koşuyorlar?”
Sadi: “Bilmem. Şimdi öğreneceğiz.”
Feyzi: “Biz bu işe tuhaf bir merakla eğlence şeklinde başladık. Fakat böyle vakitsiz bu ölüm tarlalarının içinde dolaşıp ahiretin kokusunu aldıkça çocukluk ettiğimizi anlıyorum.”
Nihat: “Neden?”
Feyzi: “Kardeşim bu mezarlar dirilere birer kucak kemikten başka hiçbir sır vermezler. Şimdiye kadar bu gizliliğin arkasından koşanlar boşuna yorulmuşlardır. Belki kimyagerler bir gün altının nelerden meydana geldiğini ispat ederler. Fakat hiçbir fen adamı, hiçbir kimse ölüye ahiretin sırlarını söyletemez. Tayfur’la Ferhat budalalık ediyorlar, olmayacak bir şeyin ardından koşuyorlar.”