Полная версия
Dirilen İskelet
“Bütün mezarlık varlıklarını size karşı ihtilale çağıran iskeletlerin yaman tehditlerinden nasıl kurtuldunuz?”
Doktor Ferhat geçirdikleri vartanın dehşetini anlatırcasına dudaklarını ısırıp başını sallayarak:
“Karşımızda cümbüşlenen manzara bir sinema şeridinden yansımıyordu. Çünkü böyle sesli bir makine henüz yapılmamıştır. Hayal de değildi. Gerçek hiç değildi. Çünkü her ikisini de olabilmek için lazım gelen zıt şartlardan birer bölüm vardı. Fakat insan kendini bir tehlike önünde görünce onun kuruntudan gelme bir şey olduğunu biraz anlasa bile yine de korkuya üstün gelemiyor. İşte Tayfur’un bayılması bundandı. Ben de ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Yürek çarpıntısından gittikçe duygularım bulanıyor, dimağıma bir duman çöküyordu. Ben de kendimden geçersem bizi kim ayıltacaktı? Karşımızda oynayan gerçek hayal, niteliği bakımından olumsuzdu. Lakin tehlike olumlu idi. Biz onlara kurşun attık, tesir ettiremedik. Fakat bu üç kefenli kahkahaları ile bizi öldürebilirlerdi.”
Feyzi: “Evet, evet… Sizin elinizde bir savunma çareniz vardı. Tabancalarınız… Silah ateşinin para etmediğini görünce hayal, gerçek her ne ise düşmanlarınıza karşı hayatınızı koruyamayacak bir âciz durumda kaldınız. Korkunuz arttı.”
Doktor Ferhat Bey yatağının yanındaki tütün iskemlesinden bir tutam sigara aldı. Misafirlerine birer tane fırlattıktan sonra bir de kendisi yakarak:
“Onların kurşundan etkilenmediklerini görünce tersine benim korkum hafifledi.”
Bu sözden hiçbir şey anlamayan misafirler birbirine bakışınca Ferhat:
“Yüzlerinizde şaşırmışlık ifadeleri görüyorum. Çünkü sözümü tuhaf buldunuz. Kurşundan yaralanıp ölmek için canlı olmak şarttır. Bu iskeletler ruhla hareket hâlinde değiller. Kurşun beden kafeslerinin bir tarafından girer öbür yanından çıkar. Bazı kemikleri zedelese bile bunlarda esas organlardan birinin zarara uğraması veya büyük bir damarın açılması ile bizim bildiğimiz suretteki fizyolojik ölümün meydana gelmesi mümkün değildir.”
Nihat son derece şaşırmış bir hâlde, meraklı bakışlarla Ferhat’ı süzerek:
“Demek bu iskeletlerin canlı olduklarını kabul etmiyorsunuz?”
Ferhat: “İskelet nasıl canlı olur a beyim? Şu sandalyenin, masanın, etajerin dirilmeleri ihtimali varsa iskelet de canlanabilir. İskeletler yalnız insan bedeninin kupkuru bir kafesidir. Geçmiş bir hizmetinden başka hayatla ilişiği yoktur.”
Nihat: “O hâlde bu gördükleriniz nasıl hareket ediyorlar, nasıl gülüp ağlayabiliyorlardı?”
Ferhat: “Meselenin karışıklığı, düğüm noktası işte burada.”
Feyzi: “Yine ulu orta inançsızlık gösteriyorsunuz. Siz hep maddecilik üzerine konuşuyorsunuz. Manevi bir kuvvetin, görünmez bir ruhun, bir iskelete girerek cilveleneceğine niçin ihtimal vermiyorsunuz?”
Ferhat: “Görünmez bir ruhun bir cismi harekete getirmesi yalnız masa başına toplanmış ispritizmcilerin inandıkları bir iştir. Yoksa bir ruh veya herhangi bir kuvvet gelsin, mezardan kemikleri toplasın, birbirine eklesin, bağlasın. Sonra bu kefenli çatıyı insanları korkutmak için ağlatsın. Güldürsün… Bunu ne maddecilik kabul eder ne manacılık. Ne akıl ne de fen…”
Feyzi: “Böyle akla, fenne uymayan kuvvetlerin bilinmezliği önünde hüküm vermek tehlikelidir. Her şey akılla muhakeme ve muvazene edilemez. Birçok hususlarda yanılan, kısır kalan idrakimizin ortaya attığı şeyleri gerçek sanmamalıyız.”
Doktor Ferhat: “Aklımızla muhakeme etmezsek ne ile düşüneceğiz beyefendi? Ben hüküm vermiyorum. Böyle bir şeyi aklımın kabul etmediğini söylüyorum.”
Feyzi: “O hâlde tersini ispat etmelisiniz.”
Doktor Ferhat derin bir can sıkıntısı belirtileriyle ve kuvvetli bir sesle:
“Edeceğim!”
“Oh dinliyoruz. Hepimizi minnet altında bırakırsınız.”
“Fakat bugün değil… Şu saatte olamaz. Şu kolumuzun, bacağımızın incikliği geçsin. Olay yerine bir daha gideceğiz. O iskeletleri göreyim, karşımızda bir daha dirilsinler…”
“Çarpılmaktan korkmuyor musunuz? Bu defa hafif inciklerle kazayı atlattınız. Belki ikinci seferde büyük bir felakete uğrarsınız.”
“Bizi onlar çarpmadı. Kemik parçaları insan çarpamaz. Biz kendi ahmakça telaşımızdan ayıldık, bayıldık. Yerlere kapandık. Mezar taşlarına çarptık. Kaçarken bisikletten kaldırımlara yuvarlandık. Öyle tabiatüstü bir manzara ile karşılaşınca aklımızı, soğukkanlılığımızı kaybettik.”
“Siz kaçarken onlar arkanızdan koştular mı?”
“Hayır… Nereden göründülerse hep o noktada kaldılar. Onların ancak mezar seddinin arkasından sırıtabilen birer kukla olduklarını işte bundan anlıyorum. Fakat hareket ipleri kimin, kimlerin elindedir? İşte bu gerçeğe ermek için her şeyi göze aldıracağım.”
Tayfur: “Ölü, diri her kim iseler bizi korkutanlardan mutlaka intikam alacağız. Böyle aslı esası olmayan garipliklerden ürkerek kaçtığımıza hem şaşıyorum hem de pişmanlık duyuyorum. Biz boş inançların, sakat fikirlerin düşmanıyız. Çocukların, budalaların titreştikleri şeylerden biz de yürek çarpıntılarına uğrayalım; vallahi düşündükçe kendi kendimden utanıyorum! Cadı, hortlak, karakoncolos, çarşamba karısı ve daha böyle miniminilerden ak saçlılarına kadar bilgisiz kimseleri titreten türlü türlü adlar var. Bu hayalleri bugünkü fennin kuvvetli ışıkları tanıtmadı. Hele vilayetlerde, kasabalarda, köylerde mezarlık üzerine uydurulmuş ispatlı şahitli ne hikâyeler söyleniyor. Rumeli’den Romanya’ya, Macaristan’a, Lehistan’a, Rusya’ya, Almanya’nın doğusuna doğru uzanmış ve yüzyıllardan beri zihinleri altüst eden, bilginleri, bilgisizleri uğraştıran, ne varlığına ne de yokluğuna karar verilebilen bir vampir meselesi vardır. Vampiri görenler, ona ısırılanlar dopdolu… Hiçbir kasabalı göremezsin ki, atalarından biri böyle bir kazaya uğramamış olsun. Vampirler gece mezarlarından çıkarlar, yakalayabildikleri dirilerin boyunlarından ve karınlarından kanlarını emerlermiş. Birkaç yüzyıl önce Fransız papazları vampir olayları üzerine Sorbon’un onayladığı eserler yayımlamışlardır. Bu sayfalarda en inançsızların bile tüylerini ürpertecek neler vardır neler… Hayat faturasından bilimsel hayatta bir yeri olmayan bu yaratıklar kan emdikten sonra mezarlarına döner yatarlarmış. Asıl tuhafı bu emme, emilme işinin fizyolojik etkisindedir. Kan emen bu ölüler semirirler, yağlanırlar, kuvvetlenirlermiş. Emilen diriler ise günden güne sararıp solarak nihayet mezarlığa giderlermiş.
Dirilerin kanına susamış bu korkunç düşmana karşı kasaba halkı savaş ilan ederek geceleri mezarlıkları bekler, vampiri yakalayınca göğsünü açıp yüreğini kopardıktan sonra cesedi özenle yakarlarmış. Çünkü iyi yanmazsa ceset yine dirilirmiş… Yaygaraları ile yüzyılları dolduran bu söylentiler hep yalan mı? Mezarlıklardan tutulup yürekleri sökülerek yakılanlar acaba hangi yaratıklardır? Herkesin adını işitip kendini görmediği bu acayip şeylerden niçin müzelerde birer örnek yok? Hortlak, vampir ne şekildedir? Üç ağızlı, iki burunlu, yüz dişli, kanatlı mıdır? Kaç ayak üzerine yürür? Canlı yaratıklar türünden hangisine mensuptur? Bir ölü hortladıktan sonra kozaya giren tırtıllar gibi mezarında nasıl şeklini değiştirir? Erkeği, dişisi olur mu? Çiftleşirler mi? Tutulup yakılmazsa sonsuzluğa kadar yaşar mı? Karıncaya, örümceğe, en ufak böceklere dair ciltler dolduran natüralistler, vakit vakit mezarlıkları, kasabaları altüst eden bu müthiş canavardan niçin birkaç satırcıkla bile söz etmiyorlar? Müspet ilim ve fenlerin bu susuşuna karşı gelme her gün yeni yeni yorumlarla yürüyor. Taze taze olaylarla yüreklerimiz titretiliyor. Bu garip inanç yalnız Doğu’da değil, dünyanın her tarafına yayılmıştır. Avrupa dillerinde revenant ve fantome, esprit, spectre ve daha böyle bir sürü kelime vardır ki, göze görülen fakat elle tutulamayan acayiplikleri ifade ederler. Fennin tetkik cımbızı ile tutulamayan, bu aslı vücudu olmadan zihinde yaratılan şeyler üzerine ciltler ciltler doldurulmuş ve belki bugün konu, aydın kimseler arasında eskisinden pek fazla hararetli bir tartışma dönemine girmiştir. Bugünkü ispritizmacılar bu hayallerin, hayaletlerin fotoğraflarını almak derecesinde iddialarında ilerleme göstermişlerdir. Karanlıkları delmeye uğraşan fennin yeni meşalelerine karşı bu karanlık şeyler bütün inatları ile belki daha yüzyıllar boyunca ve belki de sonsuzluğa kadar sebat göstereceklerdir. Çünkü medeni, vahşi memleketlerin viraneleri, yıkıntıları, kaleleri, surları, hanları, hamamları, şatoları, ormanları, dereleri, dağları, vadileri, mezarlıkları, hayat kanunları dışında yaşayan bu yaratıklarla doludur. Ve bunları bu kökleştikleri yerlerden silip süpürmek hiçbir fennin, hiçbir dehanın haddi değildir.
Küçüklüğünüzden beri dedenizden, büyükananızdan, teyzenizden, halanızdan, amcanızdan az mı cadı, peri hikâyesi dinlediniz? En güvenilir, en ciddi, ağırbaşlı, en saygıya değer kimseler bunlarla kaç defa karşı karşıya geldiklerini veyahut gizliliklerle dolu cilvelerine uğradıklarını size anlatmadılar mı? Bunların iyiliklerini görenler az, kötülüklerine uğrayanlar çoktur. Bu yaratıklarla geçinmesi zordur. Çünkü çabuk incinirler. Fakat neden bilmem yine de insanların bulundukları yere sokulurlar. Bazı medeni milletler gibi beğendikleri evleri parasız işgal ederler. Artık o evin cephesine ‘Tekin değildir!’ levhası asılır. Gidip de onlarla bir arada oturmak artık kimin haddine?.. Geceleri evde gürültüler patırtılar olur. Boş odalarda koşuşurlar. Taşlıkta, mutfakta, kuyu başında tıkır tıkır nalınlarla gezinirler. Pat, küt, gacır gucur kapıları açarlar, kaparlar. Bazı eşyayı karmakarışık dağıtırlar. Kendilerine mahsus işaretlerle ev sahiplerinden kurban, şerbet isterler.
Bazı aşağılıkları çöplükten, pislikten hoşlanırlar. Geceleri oralara süprüntü dökmek maazallah çok tehlikelidir. Bazıları temiz ve titiz mizaçlıdır. Bulundukları yerler silinip süpürülmezse bunu kendilerine karşı saygısızlık sayar, tembelleri cezalandırmak için çarparlar. Çengele çevirirler. Daha zararlıları, daha sokulganları vardır. Bunlar evin bir köşesinde oturmakla yetinmezler. Ağrı, sızı, türlü dert hâlinde ihtiyarların vücutlarına yerleşirler. Aşk, sevda ateşi saldırışı ile gençlerin damarlarına, delilerin dimağlarına dolarlar. Bunlar için barınma kanunu, adliye, icra daireleri para etmez.
Cin biliminde uzman hüddam ehline başvurulur. Bu musallatların Müslümanları, gâvuru, Yahudi’si, Çingene’si vardır. Dinlerine ve cinslerine göre hoca, papaz, haham, falcı, sihirbaz Çingeneler çağrılır. Müslüman olanlar hep Arapça biliyor olmalılar ki, işgal ettikleri vücutlardan daima o dille çıkarılmalarına uğraşılır. Pabucu, sarığı büyük, cübbeli, sürmeli püfçüler gelir. Her cümlesi ‘uhruc’ ile başlayan uzun bir dua okur. Hoca bu cin mikroplarının hastadan intikal suretiyle kendi vücuduna üşüşmelerinden korktuğu için titrer, öfkelenir, haykırır, türlü hâller gösterir. Bu tehlikeli nefes için ücreti fazla ister. Ve görüşmek üzere onları ayrıca kendi evine çağırır. Fikirlerini anlar. Kaç yüz kuruşa yerleştikleri yeri bırakacaklarını sorar.
Bu hastalıklardaki en fena karışıklık gâvur perisinin Müslüman vücuduna girmesidir. Maazallah böyle bir afet olunca hocanın öd ağacı ile papazın günlük tütsüsü birbirine karışır. Bu iki duman arasında hasta sararır, solar. Sıfırı tüketir. Bilginlerin, okumuşların korkutucu söylentilerine bakılırsa cami, türbe, kilise, havra, tavan arasından bodruma kadar evlerimiz, vücutlarımız bunların gelip çatmalarından korunmuş değildir. Gece üzerlerine uğramamak için destursuz adım atmamalı. Daima dört yana okuyup üfleyip gezmeli, pencereden dışarıya bakmamalı, bir şey fırlatmamalı ve her kımıldanışta bu gözlere görünmezlerin kötülüklerinden titremeli, sakınmalı… Mademki mesele bu kadar nazik ve tehlikelidir, acaba niçin hüddam aracılığı ile bir yolu bulunup da hırçın yaratıklarla bir antlaşma imzalanamıyor? Dünya yüzündeki sınırlarımız ayrılmıyor? Nereleri onların, nereleri bizim, anlaşılsın… Bu çarpanlar bizim konakta da kaynayıp taşıyorlarmış. Görenler çok. Burada doğdum, büyüdüm. Fakat henüz güzel yüzlerini görme mutluluğuna eremedim. Evin içinde kimin kalçasına sızı girse, kimin bir tarafı seyirse, kim bir uğursuzluğa uğrasa onlardan, hep onlardan bilinir. Geçenlerde ansızın bir kedimiz öldü. Hayvanın ölümü onların üzerlerine siymiş olmasına bağlandı. Ben ya bir iyilik veya bir kötülüklerine uğramak için dolaşırım. Ve ne kadar cin, peri tüzüğüne aykırı hareketler varsa on kat sunturlusuna giderim. Bilmem neden bana aldırmıyorlar? Kocakarılar önünde sonunda, onların mutlaka bir fenalığını çekeceğimi söylüyorlar.”
10
Doktor Ferhat, Tayfur’un bu uzun diskurunu cigara dumanlarına boğarak dinledikten sonra:
“Her şey inanca bağlıdır. Kendini hasta sanan hastalanır. Kuruntu fena şeyler doğurur. Halkın gerçekle arası iyi değildir. Daima beslenmesini manasız inançlarda, masalımsı şeylerde arar. Fen, bilim esaslarından kuvvet almamış, kültürle ilgili bir eğitim görmemiş, deneylere dayanan muhakemelere alışmamış dimağlar için cinleri, perileri, ruhları, cadıları kaldırırsak pek yavanlaşan hayatın şiirselliği kalmaz. Mesela dünyadan sonra bir öteki dünya yani ahiretin olması, cehennem korkusu ile beraber yine inanç sahipleri için ne büyük bir tesellidir. Halk yalın kat hayattan hoşlanmaz. Daima ölümün, karanlığın ötesinde bir şeyler olmalı. Üzerinde yaşadığımız bu hayat sahnesinin etrafı da sırlarla sarılmış bulunmalı. Her şeyi bize gösteren gündüz açıklığı makbul değildir. Gördüğümüz bu âlemin içinde göremediğimiz bir başka âlemin bulunduğu kuruntusu ile oyalanmalıyız. Ruhla vücut gibi her şey iki kat olmalı. Madde hâlinde olmayan hiçbir vücut düşünülemediği için eskiden ruhları da elle tutulur, gözle görülür bir cisim hâlinde tasavvur ederlermiş. Voltaire nükteli bir tenkitle der ki: ‘Hiç belli olmayan bu ikiye bölünmüş, ayrılmış vücuda bir derece tayini kabil olamadığından ruhlar gitgide her türlü maddilikten büsbütün tecrit edildi. Fakat geride sağlam olarak ne kaldığı da belli değildir.’
Voltaire’in dediği cisim olmayan ruh bugün ispritizmacıların ellerinde yine cisimleniyor. Magnezyum ışığı yardımı ile objektife giriyor, plağa alınıyor. Sonra camın üzerinde biraz ölüye, biraz diriye benzer, şiş suratlı, pat burunlu, iri baygın gözlü, yüzünün çizgileri ve organları belirsiz, yamru yumru bir şey, lakin her hâlde bir cisim görüyoruz. Bu hangi mezardan kalkıp lütfen adesenin15 önüne kadar geliyor? Ruhun çürüyen kalıbı, çağrıyı kabul etmek için derhâl nasıl cesetleniyor? Hep bunlar bu işi sanat edinenlerin hokkabazlığı ile oluyor. Ölmek her gün yüzlercesini gördüğümüz bir tabiat emri. Fakat dirilip mezardan çıkmak, yine insanlar arasına karışarak türlü aracılarla onlarla görüşmek çok merak edilecek bir hadise… İşte psikolog adını alanlardan birtakım şarlatanlar insanların bu meraklarından hayrete değer bir iş çıkarmanın yolunu buluyorlar.
Eğer ispritizmacıların ölüleri diriliyorlarsa cadıların gömüldükleri yerlerden kalkmalarına niçin o kadar şiddetle karşı koyuyoruz? İkisi de aynı hadise değil mi? Biz inanırsak onlar cüretlerinde o kadar ilerleyeceklerdir ki, bir gece gazinoda otururken bir medyum gelip de ‘Köşe başındaki mezarlıkta rahmetli babanızın ruhu görüşmek için sizi bekliyor.’ dediği vakit bu çağrıya hiç şaşmayacağız.
Eğer dünya ile ahiretin arası bir mezar çukurundan ibaretse bu hiçbir şey değil… Biz bilgisiz, saf insanlar daima olmayacak şeylerin olmasını isteriz. Tabiatın başlangıçtan beri yürürlükte olan ve sonsuzluğa kadar sürecek olan kanunları içindeki akıl ve muhakemeyi durduran hadiselere şaşmayı bilmeyiz. Uzayın genişliği, sayılmayacak kadar çok sayıda yıldızların hareketleri, güneşlerden gelen ışınların hayat verici etkileri, her çevreye göre organlaşan hayatın sayıya gelmez şekillerde çeşitliliği… Bunlardaki büyüklüğü, gücü, düzeni, geometriyi görmezler. Şaşmak için isterler ki, hep bu kanunlar tabii akışlarının dışında, tabii akışlarına aykırı hareket etsinler. İsterler ki, ölü kellesini koltuğunun altına alarak gezinsin. İsterler ki, ay bir balon gibi dünyanın yüzüne inerek tekrar yükselsin. İsterler ki, bir deve insan doğursun. İsterler ki, bir kadın bir kaplumbağa dünyaya getirsin. Su boğmasın. Ateş yakmasın. Denizin üstünde karada yürüyor gibi ayaklarımızla tıpış tıpış gezilsin. Çaresiz bir hasta bir nefeste ayağa kalksın…”
Bütün bu sözleri o ana kadar derin bir sessizlikle dinleyen Sadi, gözlerinin zeki bakışı ile doktora dönerek:
“Beyefendi, bütün bu açıklamalarınızdan memnun oldum, yararlandım. Fakat bizim asıl merak ettiğimiz noktanın da lütfen bir açıklamasını yapar mısınız? Bunu sizden özellikle rica ederiz.”
Tayfur sorar gibi bir davranışla söze karışarak:
“Merak buyurduğunuz nokta nedir?”
“Eğer bu hususun sizce bir gizliliği varsa cesaretimi affedersiniz.”
“Lütfen açık söyleyiniz de anlayayım.”
“Gece yarıları bu kadar külfet ve zahmetlere girerek sur dışı mezarlıklarında kemik karıştırmaktan maksadınız nedir?”
Tayfur, doktorun yüzüne baktı. Bu sorunun karşılığını dosdoğru vermekte bir sakınca olup olmadığını birer ince gülümseme ile birbirinden sordular. Nihayet ev sahibi:
“Efendim, bu meseleye dışarıdan bakılırsa pek merak verici bir şekilde görülüyor. Oysa bu aslında ne büyük bir sırdır ne de o kadar meraka değer bir şey…”
“Eğer açığa vurulmasında bir sakınca yoksa gerçekten açıklamanızla bizi… Nasıl söyleyeyim, bir büyük meraktan değil âdeta çok büyük bir sıkıntıdan kurtarmış olacaksınız.”
Tayfur küçük bir gülümseme ile:
“Efendim, ben evimde ve dışarıda her ne yapsam bu, mahalleliye merak olur ve her hareketim ayıplanır, kabahat sayılır. Bazı kimselerin âleme uymayan birtakım merakları hatta delilikleri olabilir. Bunları ayıplamak pek ayıp bir şeydir.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Alesta: Harekete hazır. (e.n.)
2
Fertik: “Kaç, uzaklaş, tamam, bitti.” anlamlarında kullanılan bir seslenme sözü. (e.n.)
3
Pejo: Peugeot. (e.n.)
4
Manoir (Fr.): Küçük şato, konak. (e.n.)
5
Spiritizm: İspritizma; ruhun ölmediğine inanan, gereğinde ölülerin ruhlarıyla ilişki kurulabileceğini ileri süren inanış. (e.n.)
6
Meyzin: Müezzin. (e.n.)
7
Bugünkü Fatih kastediliyor. (e.n.)
8
Kaşeksi: Kötü beslenme, süreğen veya kötücül bir hastalığın seyri sırasında oluşan ileri derecede zayıflık, bitkinlik ve çöküntü durumu. (e.n.)
9
Pehle: Mezar sandukalarının yan taşlarına verilen isim. (e.n.)
10
Feu follet (Fr.): Hafif alev, saman alevi. (e.n.)
11
Cife: Leş. (e.n.)
12
Azm-ı fahz: Uyluk kemiği. (e.n.)
13
Birsam: Sanrı, halüsinasyon. (e.n.)
14
Diskur: Söylev, nutuk. (e.n.)
15
Adese: Mercek. (e.n.)