bannerbanner
Dorian Gray’in Portresi
Dorian Gray’in Portresi

Полная версия

Dorian Gray’in Portresi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

Teyzesi başını sallayarak, “Her zamanki gibi geciktin Harry!” diye bağırdı.

Sudan bir bahane uydurdu ve teyzesinin yanındaki boş sandalyeye oturup yemekte kimlerin olduğuna baktı. Masanın ucunda oturan Dorian, yanaklarında memnuniyetten oluşan bir allıkla, utangaç bir şekilde onu başıyla selamladı. Karşısında Harley düşesi oturuyordu; kendisini tanıyan herkesçe sevilen ve günümüz tarihçileri tarafından düşes sıfatına malik olmayan kadınlar söz konusu olduğunda şişmanlık olarak tasvir edilen, heybetli bir yapıya sahip, iyi huylu, sevecen bir kadındı. Onun yanında, sağ tarafında, kamusal yaşamında önderinin izinden giden, özel hayatında ise en iyi aşçıları takip eden, iyi bilinen ve akılcı kabul edilen bir düstur doğrultusunda muhafazakârlarla yemek yiyip, liberallerle birlikte düşünen, radikal parlamenter Sir Thomas Burdon oturuyordu. Düşesin solundaki sandalyeyi hatırı sayılır bir cazibeye ve kültüre sahip olan, ne var ki, bir zamanlar Leydi Agatha’ya anlattığı üzere, otuz yaşına gelmeden söylenecek her şeyi söylediği için suskunluk gibi kötü bir alışkanlığın pençense düşen Treadley’den Bay Erskine işgal ediyordu. Lord Henry’nin yanında ise teyzesinin en eski dostlarından biri olan Bayan Vandeleur vardı; kadınlar arasındaki en kusursuz azize olmasına rağmen, öylesine rüküş bir hanımefendiydi ki, kötü ciltlenmiş ilahi kitaplarını hatırlatıyordu. Neyse ki kadının diğer tarafında Lord Faudel oturuyordu; bu adam oldukça zeki, orta yaşlarda, tam bir sıradanlık abidesiydi, Avam Kamarasındaki bakan sözleri kadar cüretkâr bir kafası vardı. Kadın onunla oldukça samimi bir şekilde konuşuyordu, bu yapılabilecek en büyük hataydı; nitekim bu hata, adamın bir defasında bizzat ifade ettiği gibi tüm iyi insanların kapıldığı ve hiçbirinin kendini kurtaramadığı bir hataydı.

Hoş bir ifadeyle masanın karşısından başını sallayan düşes, “Biz de zavallı Dartmoor’dan bahsediyorduk Lord Henry.” dedi. “Sence gerçekten bu muhteşem gençle evlenecek mi?”

“Sanıyorum, kadın ona evlilik teklif etmeyi kafasına koymuş düşes.”

“Bu korkunç bir şey!” dedi Leydi Agatha. “Gerçekten, birinin buna mâni olması lazım.”

Sir Thomas Burdon kibirli bir ifadeyle, “Güvenilir kaynaklardan öğrendiğime göre kadının babası bir Amerikan manifatura dükkânı işletiyormuş.” dedi.

“Amcam domuz konservecisi olduklarını söylemişti, Sir Thomas.”

Düşes “Manifaturacı demek!” dedi. Şaşkınlıkla ellerini havaya kaldırıp cümlenin yüklemini özellikle vurgulayarak “Amerikan manifaturası nedir ki?” diye sordu.

Kendisine bıldırcın eti alırken “Amerikan romanları.” diye cevap verdi Lord Henry.

Düşesin kafası karışmıştı.

Leydi Agatha “Ona aldırma canım.” diye fısıldadı. “Laf olsun diye konuşuyor.”

Radikal parlamento üyesi “Amerika keşfedildiğinde…” diye söze başlayıp birtakım sıkıcı bilgiler paylaşmaya başladı. Bir bahsin cılkını çıkarmaya çalışan her insan gibi o da dinleyicilerini bitap düşürüyordu.

Düşes iç geçirdi ve söze karışma ayrıcalığını kullandı. “Keşke hiç keşfedilmemiş olsaydı!” diye bağırdı. “Doğrusu, kızlarımız bugünlerde çok kısmetsiz. Bu tam anlamıyla haksızlık.”

Bay Eskine, “Her şeye rağmen, Amerika belki de hiç keşfedilmemiştir.” dedi. “Bana kalırsa sadece yeri belli oldu.”

Düşes belli belirsiz, “Ah, ama ben oraya yerleşen tiplerden bazılarını gözlerimle gördüm.” diye cevapladı. “İtiraf etmeliyim ki, çoğu oldukça sevimli. Ayrıca çok da hoş giyiniyorlar. Kıyafetlerini hep Paris’ten alıyorlar. Keşke benim maddi gücüm de buna yetseydi.”

Humour’s’un bir kenara attığı kıyafetlerden müteşekkil koca bir gardıroba sahip olan Sir Thomas “İyi Amerikalılar öldüklerinde Paris’e gider, diye bir söz var.” diyerek güldü.

“Gerçekten mi?! Peki kötü Amerikalılar öldüklerinde nereye giderler?” diye sordu düşes.

Lord Henry “Onlar da Amerika’ya giderler.” diye homurdandı.

Sir Thomas’ın kaşları çatıldı. Leydi Agatha’ya hitaben “Korkarım yeğeniniz bu muhteşem ülkeye karşı ön yargılar besliyor.” dedi. “O ülkenin dört bir tarafını, mevzubahis konularda fazlasıyla medeni diyebileceğimiz idareciler tarafından bana tahsis edilen araçlarla gezdim. Sizi temin ederim, o ülkeyi ziyaret etmek insana çok şey öğretiyor.”

Bay Erskine, hâlinden hiç de memnun olmayan bir ifadeyle “Peki bilgimizi ve görgümüzü artırmak için Chicago’yu da görmemiz gerekiyor mu gerçekten?” diye sordu. “Böyle bir seyahati kaldıracağımı sanmıyorum.”

Sir Thomas elini şöyle bir sallayıp “Treadley’den Bay Erskine dünyayı kitap raflarında tutuyor. Benim gibi icraat adamları ise var olanlar hakkında yazılanları okumaktan ziyade, onları gözümüzle görmeyi yeğleriz. Amerikalılar oldukça ilginç insanlardır. Gayet mantıklılar. Bana kalırsa bu onların ayırt edici özelliği. Evet, Bay Erskine, onlar gerçekte de çok mantıklı insanlar. Sizi temin ederim, saçma atfedebileceğiniz hiçbir nitelikleri yok.”

Lord Henry “Bu çok korkunç!” diye haykırdı. “Kaba kuvvet katlanabileceğim bir şeydir, fakat kaba ve ham bir mantığa katlanamam. Kaba mantığa başvurmak yanlıştır. Zekâya yapılan bir hakarettir.”

Sir Thomas kızararak “Sizi anlamıyorum.” dedi.

Bay Erskine yüzünde bir gülümsemeyle “Ben anlıyorum Lord Henry.” diye mırıldandı.

Baronet “Paradokslar kendi içlerinde pekâlâ tutarlıdır.” diye cevabı yapıştırdı.

Bay Erskine, “Bu bir paradoks muydu?” diye sordu. “Hiç sanmıyorum. Belki de öyledir. Sonuçta, paradoksların yolu, gerçeğin yoludur. Gerçeği sınamak için onu gerilmiş ip üstünde yürürken görmeliyiz. Şayet hakikatler ip üzerinde cambazlık yapabiliyorsa onları yargılamamız mümkün olabilir.”

“Aman Tanrı’m!” dedi Leydi Agatha. “Siz erkekler nasıl tartışıyorsunuz öyle! Sizin nelerden bahsettiğinizi asla anlayamayacağım. Ah! Harry, sana çok gücendim. Neden Doğu Yakası’dan ayrılması için sevgili Bay Dorian Gray’in aklını çelmeye çalışıyorsun? Emin ol ki, orada el üstünde tutulacaktır. Piyano çalışına hayran olacaklardır.”

Lord Henry gülümseyerek, “Onun benim için çalmasını istiyorum!” diye bağırıp, masanın diğer ucuna baktı ve cümlesine karşılık olarak parıltılı bir bakış yakaladı.

Leydi Agatha “Fakat Whitechapel’dakiler5 çok mutsuz insanlar.” diye devam etti.

Lord Henry omuzlarını silkerek, “Izdırap hariç her şeye sempati duyarım.” dedi. “Acıya yakınlık duymam. Çok tatsız, korkunç ve can sıkıcı bir şey. Çağımızdaki ızdıraba duyulan yakınlığın son derece hastalıklı bir tarafı var. İnsan renklere, güzelliklere, hayatın neşesine sempati beslemeli. Hayattaki cefalardan ne kadar az bahsedersek o kadar iyi.”

Vakur bir baş hareketiyle “Yine de Doğu Yakası sorunu çok mühim bir konu.” diyerek görüşünü paylaştı Sir Thomas.

“Kesinlikle öyle.” diye cevapladı genç lord. “Bu bir kölelik sorunudur ve bu sorunu köleleri eğlendirerek çözmeye çalışıyoruz.”

Siyasetçi adam ona sert bir bakış attı ve “Ne gibi bir değişim öneriyorsun o hâlde?” diye sordu.

Lord Henry güldü. “İngiltere’nin ikliminden başka hiçbir şeyini değiştirmeye niyetim yok.” diye cevap verdi. “Felsefi düşünceden gayet memnunum. Ancak on dokuzuncu yüzyıl aşırı sempati kurmamız yüzünden sıfırı tükettiğinden içinde bulunduğumuz durumu düzeltmek için bilime başvurmamız gerektiğini düşünüyorum. Duyguların üstünlüğü bizi yoldan çıkarmalarıdır ve bilimin üstünlüğü ise duygusal olmayışıdır.”

Bayan Vandeleur çekingen bir girişimde bulunarak “Ama çok ciddi sorumluluklarımız var.” dedi.

Leydi Agatha “Hem de çok ciddi.” diye tekrarladı.

Lord Henry Bay Erskine’e bakarak “İnsanlık kendini gereğinden fazla ciddiye alıyor. Bu insanların ilk günahı. Eğer mağara adamları gülmeyi bilselerdi, tarih farklı yazılmış olurdu.” dedi.

Düşes titrek sesiyle “Beni gerçekten rahatlatıyorsunuz.” dedi. “Doğu Yakası sorununa ilgi göstermediğim için teyzenizi her ziyaret edişimde kendimi çok suçlu hissediyordum. Bundan sonra, yüzüm kızarmadan onun yüzüne bakabileceğim.”

Lord Henry “Yüzümüzün kızarması çok çekicidir düşes.” dedi.

Kadın “Eğer gençseniz öyledir.” diye cevapladı. “Şayet benim gibi yaşlı bir hanımefendinin yüzü kızarıyorsa bu kötüye işarettir. Ah! Lord Henry, keşke yeniden genç olmanın bir yolunu gösterseniz.”

Lord bir an düşündü. Masanın karşısında oturan kadına bakarak “Geçmişinizde yaptığınız büyük bir hatayı hatırlayabiliyor musunuz düşes?” diye sordu.

“Korkarım, bir sürü!” diye haykırdı.

“O hâlde onları tekrar edin.” dedi ciddi bir ifadeyle. “İnsan yeniden genç olmak için sadece vaktiyle yaptığı ahmaklıkları tekrar etmelidir.”

Kadın “Ne muhteşem bir teori!” diye bağırdı. “Bunu mutlaka uygulamalıyım.”

Sir Thomas’ın gergin dudaklarından “Tehlikeli bir teori!” cümlesi döküldü. Leydi Agatha kafasını sağa sola sallıyordu fakat söylenenlerden duyduğu keyfe engel olamıyordu. Bay Erskine dinlemekle yetindi.

“Evet…” diye devam etti Lord Henry. “bu, hayatın muhteşem sırlarından birisi. Günümüzde çoğu insan, yerlerde sürünen sağduyu uğruna ölüp gidiyor ve ancak iş işten geçtiğinde asla pişman olmadığı yegâne şeyin yaptığı hatalar olduğunu idrak ediyor.”

Masadaki herkes güldü.

Lord Henry ortaya attığı fikirle istediği gibi oynuyor; onu evirip çeviriyor, havaya atıp tutuyor, şekilden şekile sokuyordu. Süsleyip parlattığı fikrine paradokslardan kanat takıyordu. O devam ettikçe, ahmaklığa övgü yükselerek bir felsefeye dönüşüyor; hazzın çılgın melodilerini yakalayıp, kolayca hayal edilebileceği gibi, üzeri şarap lekeleriyle dolu cübbesi ve başında sarmaşıktan tacıyla, şarap tanrısı Bacchus’un sarhoş rahibeleri misali hayatın kırlarında dans ediyor; kendisine ayak uyduramayan akıl hocası Silenus’u ayık olmakla itham edip onunla alay ediyordu. Gerçekler, onun karşısında korkmuş orman yaratıkları gibi kaçıştı. Beyaz ayakları, bilge Ömer Hayyam’ın yanındaki muazzam fıçının içindeki üzümleri ezdi; ta ki kaynayan üzüm suları yükselip, mor köpük dalgaları hâlinde çıplak bacaklarına erişene veya fıçının damlatan, sızdıran siyah kenarlarında kırmızı köpüklere dönüşene kadar. Olağanüstü bir doğaçlamaydı. Dorian Gray’in gözleri kendisine sabitlenmiş gibi hissediyordu ve dinleyicileri arasında tabiatını etkilemeyi umduğu birisinin olduğunu bilmek, nüktedan zekâsını ortaya çıkarıyor ve hayal gücüne renk katıyordu sanki. Zekiydi, sıra dışıydı ve mesuliyetlerden sıyrılmıştı. Dinleyicilerini büyüleyip kendilerinden kurtarmıştı ve onlar da güle oynaya onun kavalının peşinden gitmişti. Dorian Gray bakışlarını ondan alamamıştı, sanki bir büyünün tesirindeymiş gibi orada öylece oturmuştu, dudaklarında gülücükler birbirini izlemiş ve merak duygusu gittikçe kararan gözlerinde kara delik açmıştı sanki.

Sonunda, gerçeklik çağın üniformasına bürünmüş olarak, düşese arabasının geldiğini bildirmek için bir uşak kılığında odadan içeri girdi. Kadın alaycı bir acınma ifadesiyle ellerini ovuşturdu. “Ne fena!” diye bağırdı. “Gitmek zorundayım. Eşimi kulüpten alıp Willis’s Rooms’ta başkanlık edeceği saçma sapan bir toplantıya götürmem gerekiyor. Gecikirsem kesinlikle çok kızacak ve başımdaki bu şapkayla olay çıkarmak istemiyorum. Ziyadesiyle hassastır. Ağır bir kelam onu mahvedebilir. Hayır, gitmeliyim sevgili Agatha. Hoşça kalın Lord Henry. Çok tatlısınız ve insanı gerçekten baştan çıkarıyorsunuz. Fikirleriniz hakkında ne söyleyeceğimi gerçekten bilemiyorum. Bir akşam mutlaka bize yemeğe gelmelisiniz. Salı uygun mudur? Salı günü yapacağınız bir iş var mı?”

Lord Henry eğilerek “Sizin için herkesi ekebilirim düşes.” dedi.

“Ah! Çok hoşsunuz ve de çok kötüsünüz!” diye bağırdı. “Mutlaka bekliyorum.” dedi ve Leydi Agatha ile odadaki diğer hanımefendiler eşliğinde odadan çıktı.

Lord Henry tekrar yerine oturduğunda Bay Erskine dolanıp ona yakın bir sandalyeye oturdu ve elini lordun koluna attı.

“Sürekli kitaplardan bahsediyorsunuz.” dedi. “Neden bir kitap yazmıyorsunuz?”

“Kitap okumayı o kadar çok seviyorum ki Bay Erskine, kitap yazmaya kıyamıyorum. Kesinlikle bir roman yazmalıyım, bir Acem halısı kadar güzel ve hayalî bir kitap. Fakat İngiltere’de gazeteler, küçük el kitapları ve ansiklopedilerden başka bir şey okuyacak bir edebiyat kitlesi mevcut değil. Dünyadaki tüm halklar arasında İngilizler, güzel edebiyat algısından en yoksun olanıdır.”

“Korkarım haklısınız.” diye karşılık verdi Bay Erskine. “Geçmişte edebî hırslar beslerdim doğrusu, ama uzun süre önce bunlardan vazgeçtim. Şimdi ise sevgili genç dostum, sana böyle hitap etmemde bir sakınca yok umarım, sana yemekte söylediklerinde ciddi olup olmadığını sorabilir miyim?”

Lord Henry “Söylediklerimi tamamen unuttum.” diye güldü. “Çok kötü şeyler mi söyledim?”

“Gerçekten de çok kötü şeyler. Açıkçası sizin çok tehlikeli birisi olduğunuza kanaat getirdim ve sevgili düşesimize bir şey olursa baş sorumlu olarak hepimiz sizi göreceğiz. Fakat sizinle hayat hakkında konuşmayı çok isterim. Benim neslim sıkıcı bir nesildi. Bir gün, olur da Londra’dan bıkarsanız Treadley’ye gelin ve şans eseri elime geçen muhteşem Burgundy şarabı eşliğinde bana haz felsefenizi açıklayın.”

“Çok memnun olurum. Treadley ziyareti benim için bir ayrıcalıktır. Kusursuz bir misafirperverlik ve mükemmel bir kütüphaneye sahip bir yer.”

Yaşlı beyefendi nazik bir şekilde eğilerek “Sizinle birlikte tamam olacak bir yer.” diye karşılık verdi. “Artık çok değerli teyzenize veda etmeliyim. Athenaeum Oteli’nde beni bekliyorlar. Orada şu an uyku saatimiz.”

“Hepinizin de mi Bay Erskine?”

“Kırkımızın da, kırk sandalyede. Bir İngiliz edebiyat akademisi için prova yapıyoruz.”

Lord Henry güldü ve ayağa kalktı. “Ben parka gidiyorum!” diye bağırdı.

Kapıdan çıkarken, Dorian Gray onun koluna dokundu. “Sizinle gelmeme müsaade edin.” diye fısıldadı.

Lord Henry “Ama sizin Basil Hallward’a onu görmeye gideceğinize söz verdiğinizi sanıyordum.” diye karşılık verdi.

“Sizinle gelmeyi yeğlerim; evet, sizinle gelmem gerektiğine inanıyorum. Müsaade edin. Ayrıca yol boyunca benimle konuşacağınıza söz verin. Kimse sizin kadar güzel konuşmuyor.”

Lord Henry gülerek “Ah! Bugün için yeterince konuştum.” dedi. “Şimdi tek istediğim hayatı seyretmektir. Siz de gelip benimle birlikte seyredebilirsiniz, eğer dilerseniz.”

4. BÖLÜM

Bir ay sonra, bir ikindi vakti Dorian Gray, Lord Henry’nin Mayfair’deki evinin kütüphanesindeki gösterişli bir koltuğa kurulmuştu. Zeytin rengi uzun meşe kaplama panelleri, krem rengi frizleri ve kabartmalı alçı işleme tavanı, uzun saçaklı, üzerindeki ipek Acem kilimleri ile kiremit rengi keçe halısıyla, bu odanın kendine özgü oldukça etkileyici bir havası vardı. Atlas ağacından yapılmış küçük bir masanın üzerinde bir Clodion heykelciği duruyordu ve onun yanında ise Clovis Eve tarafından Valois’lı Margaret6 için ciltlenmiş ve üzeri kraliçenin arması için seçtiği yaldızlı papatyalarla süslenmiş Les Cent Nouvelles’in bir nüshası yer alıyordu. Şömine rafı üzerinde birkaç tane büyük, mavi Çin vazosu ve renkli laleler diziliydi, pencerenin küçük, kurşuni çerçevelerinden içeri Londra’ya özgü bir yaz gününün şeftali rengi ışıkları süzülüyordu.

Lord Henry daha gelmemişti. Prensip gereği -ki bu prensibe göre dakiklik zaman hırsızlığı ile aynı şeydi- her zaman geç kalırdı. Bitkin parmaklarıyla, kitap sandıklarından birinde bulduğu Manon Lescaut’nın özenle süslenmiş resimli bir baskısının sayfalarını çevirmekte olan gencin yüzü asıktı. Louis Quatorze marka saatten muntazam bir tekdüzelikle çıkan sesler onu rahatsız etmişti. Bir veya iki kez kalkıp gitmeyi düşündü.

En sonunda dışarıdan gelen bir ayak sesi duydu ve kapı açıldı. “Ne kadar da geciktin Harry!” diye homurdandı.

Tiz bir sesle “Korkarım Harry demeyecektiniz, Bay Gray.” diye karşılık verdi.

Hemen bakışlarını çevirdi ve ayağa kalktı. “Affedesiniz. Sanmıştım ki…”

“Eşimin geldiğini sanmıştınız. Fakat sadece hanımı burada. Kendimi tanıtmama müsaade edin. Ben sizi fotoğraflarınız sayesinde gayet iyi tanıyorum. Zannedersem eşimde onlardan on yedi tane filan var.”

“On yedi değildir, Leydi Henry?”

“Peki, on sekiz olsun o hâlde. Ayrıca geçen akşam operada sizi onun yanında gördüm.” Kadınının yüzünde gergin bir gülümseme vardı ve “Beni sakın unutma!” ifadesini taşıyan, müphem bakışlarıyla genç adamı izliyordu. Kıyafetleri her daim sanki öfkeyle tasarlanmış ve zorla giydirilmiş gibi görünen bu kadın, meraklı bir mizaca sahipti. Her zaman birilerine âşık olur ve tutkuları asla karşılık bulamadığı için hep kendi kuruntularıyla kalırdı. Sürekli güzel görünmeye çalışır ama sadece pasaklı olmayı başarırdı. Adı Victoria’ydı ve kilise ziyaretleri hususunda çok takıntılıydı.

“Sanırım Lohengrin Operası’ndan bahsediyorsunuz Leydi Henry?”

“Evet, pek değerli Lohengrin’deydi. Wagner’in müziklerini diğer herkesten daha çok severim. Müziğin sesi o kadar yüksek oluyor ki, diğer insanlar söylediklerinizi duymadan tüm etkinlik boyunca konuşabiliyorsunuz. Bence bu muhteşem bir avantaj, sizce de öyle değil mi Bay Gray?”

Kadın ince dudaklarından aynı kısa ve keskin tonda bir kahkaha attı ve parmaklarıyla kaplumbağa kabuğu saplı uzun zarf bıçağıyla oynamaya başladı.

Dorian gülerek başını salladı:

“Korkarım ben böyle düşünmüyorum Leydi Henry. Ben müzik esnasında asla konuşmam; en azından iyi müzik çalınırken. Şayet kötü müzik çalınırsa o müziği muhabbetle bastırmak elbette insanın boynunun borcudur.”

“Ah! Bu Harry’nin fikirlerinden birisi, öyle değil mi Bay Gray? Harry’nin fikirlerini, onun arkadaşlarının ağzından çok sık duyarım. Bu fikirlerden sadece bu şekilde haberdar oluyorum. Ancak iyi müzikten hoşlanmadığımı düşünmemelisiniz. İyi müziğe hayranımdır, ama ondan korkarım da aynı zamanda. Beni çok duygusallaştırır. Oldum olası piyanistlere âdeta taparım; Harry’nin söylediğine göre bazen ikisine birden. Fakat hangi vasıfları beni bu hâle sokuyor bilmiyorum. Belki de ecnebi kökenli oldukları içindir. Nitekim hepsi öyle, değil mi? Hatta İngiltere’de doğanlar bile bir süre sonra ecnebileşiyorlar, değil mi? Gerçekten çok akıllılar ve sanat için övünç kaynağıdırlar. Sanatı tüm dünyaya ait kılıyorlar? Daha önce hiçbir partime katılmamıştınız değil mi Bay Gray? Mutlaka gelmelisiniz. Orkidelere bütçem yetmiyor fakat ecnebilerden paramı esirgemiyorum. İnsanın evini gerçekten renklendiriyorlar. İşte Harry de geldi! Harry, sana bir şey sormak için geldim buraya; sorumu unuttum ve burada Bay Gray’e rastladım. Müzik hakkında çok hoş bir sohbet ettik. Aynı fikirleri paylaşıyormuşuz. Hayır, sanırım fikirlerimiz hiç uyuşmuyor. Ancak kendisi oldukça kibardı. Onu gördüğüme çok memnun oldum.”

Hilal şeklindeki, koyu renkli kaşlarını kaldırıp her ikisine birden memnun bir tebessümle bakarak, “Çok etkilendim sevgilim, gerçekten etkilendim.” dedi Lord Henry. “Geciktiğim için çok üzgünüm Dorian. Eski bir sırma parçası bulmak için Wardour Caddesi’ne gittim ve orada saatlerce pazarlık etmek zorunda kaldım. Bugünlerde insanlar her şeyin ücretini çok iyi biliyor ancak hiçbir şeyin kıymetini bilmiyorlar.”

Komik ve apansız gülümsemesiyle ortamdaki tuhaf sessizliği bozarak “Korkarım gitmem gerek!” diye bağırdı Leydi Henry. “Araba gezintisinde düşese eşlik edeceğime söz verdim. Hoşça kalın Bay Gray. Hoşça kal Harry. Sanırım akşam yemeğini dışarıda yiyeceksin? Ki ben de öyle yapacağım. Belki seninle Leydi Thornbury’nin evinde görüşürüz.”

Lord Henry, tüm gece yağmurda kalmış bir cennet kuşu edasıyla süzülerek odadan ayrılan ve geride frangipani çiçeği parfümünün egzotik kokusunu bırakan kadının arkasından kapıyı kapatırken “Belki de sevgilim.” dedi. Sonra bir sigara yakıp kendini kanepeye attı.

Birkaç nefes çektikten sonra “Saman sarısı saçları olan bir kadınla asla evlenme Dorian.” dedi.

“Neden Harry?”

“Çünkü çok hassas olurlar.”

“Ama ben hassas insanları severim.”

“En iyisi sen hiç evlenme Dorian. Erkekler, yorgun düştükleri, kadınlar ise meraklı oldukları için evlenirler. Her iki taraf da hayal kırıklığına uğrar.”

“Evlenmemin pek muhtemel olduğunu düşünmüyorum Harry. Evlenemeyecek kadar âşığım. Bu da senin aforizmalarından birisi. Söylediğin her şey gibi bunu da hayata geçiriyorum.”

Lord Henry, kısa bir duraksamanın ardından “Kime âşıksın?” diye sordu.

Yüzü kızaran Dorian Gray, “Bir aktrise.” dedi.

Lord Henry omuzlarını silkti:

“Bu, çok sık rastladığımız bir açılış sahnesi!”

“Onu görsen böyle konuşmazdın Harry.”

“Kim bu kadın?”

“İsmi Sibyl Vane.”

“Bu ismi daha önce hiç duymadım.”

“Kimse duymadı. Ama bir gün herkes duyacak. O bir dâhi.”

“Sevgili genç dostum, dâhi kadın yoktur. Kadınlar süs için yaratılmış bir cinstir. Hiçbir zaman söyleyecek bir şeyleri yoktur ama çok alımlı konuşurlar. Erkekler aklın ahlak karşısındaki zaferini temsil ederken, kadınlar da maddenin akıl karşısındaki zaferini simgelerler.”

“Harry, bunu nasıl söylersin?!”

“Sevgili Dorian, hakikat bu. Şu an kadınları analiz etmekteyim, dolayısıyla bunu bilmeliyim. Bu konu zannettiğim kadar çetrefilli değil. En nihayetinde, kanaatimce sadece iki tür kadın mevcut; sade ve boyalı kadınlar. Sade kadınlar ziyadesiyle faydalıdırlar. İtibar sahibi bir insan olarak nam salmak istiyorsan onları şehirde bir yemeğe çıkarman yeterli. Diğer gruptaki kadınlar ise çok çekicidirler. Bununla birlikte, bir kusurları vardır. O da genç görünmek gayretiyle boyanmalarıdır. Büyükannelerimiz şaşaalı sohbetler yapabilmek için boyanırlardı. Ruj ve neşe, geçmişte el ele yürürdü. Artık bundan eser kalmadı. Bir kadın öz kızından on yaş daha genç görünmeyi başardığında ziyadesiyle tatmin oluyor. Sohbet hususunda ise Londra’da konuşmaya değer sadece beş kadın kaldı ve bunlardan ikisi pek muhterem sosyete topluluğuna giremiyor. Her neyse, sen şu dehadan bahset bana. Ne zamandır tanıyorsun bu kadını?”

“Ah! Harry, fikirlerin beni korkutuyor.”

“Sen bunları boş ver. Bu kadınla ne zaman tanıştın?”

“Yaklaşık üç hafta önce.”

“Peki, onunla nerede karşılaştın?”

“Sana anlatacağım Harry, ama bu konuda şaka yapmanı istemiyorum. En nihayetinde, seninle tanışmamış olsaydım tüm bunlar gerçekleşmeyecekti. Hayattaki her şeyi bilmeyi isteyen coşkun bir tutku aşıladın bana. Seninle tanıştıktan sonra, günler boyunca sanki damarlarımda bir şey geziniyormuş gibi hissettim. Önceleri, parkta7 dolaşırken veya Picadilly’ye inerken yanımdan geçen herkesin yüzüne bakar ve bu insanları nasıl bir hayat sürdüklerine dair delice bir meraka kapılırdım. Bazıları beni çok etkilemişti. Diğerleri ise içime korkular salmıştı. Havada tatlı bir zehir vardı. Hayattaki tüm heyecanlara karşı tutkular beslerdim… Sonra, bir akşam saat yedi sularında, bir tür macera arayışı içerisinde dışarı çıkmaya karar verdim. Senin bir seferinde tarif ettiğin gibi sayısız insanları, sefil günahkârları ve muhteşem günahlarıyla şu gri renkli, muazzam Londra’mızın benim için muhakkak bir şeyler sakladığına dair içimde bir his vardı. Aklımdan binlerce şey geçti. Sırf tehlikenin kendisi keyiflenmeme neden olmuştu. Beraber ilk kez yemek yediğimiz o muhteşem akşamda söylediğin, ‘Hayatın gerçek sırrı güzelliği aramaktır.’ sözünü hatırladım. Ne beklediğimi bilmiyordum, ama dışarı çıktım ve doğuya doğru ilerledim, bir süre sonra pis sokaklardan ve yeşillikten yoksun simsiyah meydanlardan oluşan bir labirentte yolumu kaybettim. Saat sekiz buçuk sularında titrek ışıklı gaz lambaları altında, estetikten yoksun oyun afişlerinin asılı olduğu, küçük ve gülünç bir tiyatronun yanından geçtim. Hayatımda gördüğüm en enteresan yeleği giyen gudubet bir Yahudi girişte durmuş, iğrenç bir sigara içiyordu. Yağlı saç bukleleri ve kirli tişörtünün tam ortasında parıldayan kocaman bir mücevheri vardı. Beni gördüğünde, ‘Bir loca tutun lordum.’ dedi ve tam bir yalaka edasıyla şapkasını çıkardı. Onda beni eğlendiren bir şeyler vardı Harry. Tam bir ucubeydi. Biliyorum bana güleceksin ama bir sahne locası tutmak için ona çeyrek altın8 ödedim. O gün neden öyle yaptığımı şu an kestiremiyorum; ayrıca sevgili Harry, bunu yapmamış olsaydım, hayatımın en muhteşem aşkını kaçırmış olacaktım. Bak, gülüyorsun. Korkunç birisin!”

“Gülmüyorum Dorian, en azından sana gülmüyorum ama hayatımın en muhteşem aşkı da dememelisin. Hayatımın ilk aşkı demelisin. Sen her zaman sevilecek ve her daim aşka âşık olacaksın. Tutkulu aşk, yapacak işi olmayan insanlara tanınmış bir ayrıcalıktır. Bir ülkedeki işe yaramazlar güruhunun tek işlevi budur. Korkma. Seni bu hayatta çok seçkin şeyler bekliyor. Bu sadece bir başlangıç.”

Dorian Gray öfkeli bir şekilde “Benim bu kadar sığ biri olduğumu mu düşünüyorsun?” diye bağırdı.

“Hayır, bence çok derin bir karaktere sahipsin.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Sevgili genç dostum, hayatlarında yalnızca bir kez âşık olan kişiler gerçekten sığ kişilerdir. Onların sadakat ve adanmışlık dedikleri şeye ben alışkanlığın miskinliği veya hayal gücü yetmezliği diyorum. Zekâ için durağanlık ne ise duygusal bir hayat için sadakat de odur; tam anlamıyla başarısızlığın tasdikidir. Sadakat!.. Bir gün bunu incelemem gerek. Sadakatte sahipliğe yönelik bir tutku var. Eğer başkalarının almasından korkmasaydık, sahip olduğumuz birçok şeyi atıp kurtulurduk. Ama sözünü bölmek istemem. Hikâyene devam et.”

На страницу:
4 из 5