bannerbanner
Dorian Gray’in Portresi
Dorian Gray’in Portresi

Полная версия

Dorian Gray’in Portresi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

Lord Henry kendini hasır bir sandalyenin üzerine attı ve Dorian Gray’i izledi. Hallward’ın eserini uzaktan süzmek için ara sıra geriye doğru birkaç adım atması sayılmazsa sükûneti bozan sadece fırçanın tuval üzerindeki vuruşları ve sürtünmeleriydi. Kapı aralığından süzülen ışık hüzmeleri içindeki altın rengindeki tozlar dans ediyorlardı. Yoğun gül rayihaları her şeye hükmediyorlardı sanki.

Yaklaşık on beş dakika sonra Hallward resim yapmayı bıraktı, kaşlarını çatmış bir şekilde kocaman fırçasının ucunu ısırırken, uzun uzun Dorian Gray’i süzdü ve ardından yine uzun uzun resme baktı. “Neredeyse bitti!” diye bağırdı en sonunda ve eğilerek, tuvalin sol tarafına parlak kırmızı renkte harflerle adını yazdı.

Lord Henry yaklaştı ve resmi inceledi. Hiç şüphesiz muhteşem bir sanat ürünüydü ve modele benzerliği de fevkaladeydi.

“Sevgili dostum, seni en samimi şekilde tebrik ediyorum.” dedi. “Günümüzün en güzel portresi bu. Bay Gray, gelin ve kendinize bakın.”

Delikanlı, sanki bir rüyadan uyanmışçasına ayağa kalktı.

Platformdan aşağı inerken “Gerçekten bitti mi?” diye mırıldandı.

“Neredeyse bitti.” dedi ressam. “Bugün gerçekten muhteşem bir şekilde poz verdin. Sana gerçekten minnettarım.”

Lord Henry “Bu tamamen benim sayemde.” diye araya girdi. “Öyle değil mi Bay Gray?”

Dorian karşılık vermedi, umursamaz bir şekilde resme doğru yürüyüp yüzünü ona döndü. Portreyi görünce geriye doğru çekildi ve bir anlığına, yanakları keyiften kızardı. Sanki kendisini ilk defa görüyormuş gibi, gözlerini neşe dolu bir ifade kapladı. Duygusuz bir hâlde ve merak içinde durduğu yerden, Hallward’ın kendisiyle konuştuğunu zorlukla algılıyor ama kelimelerinin anlamlarını idrak edemiyordu. Kendi güzellik algısı, ona vahiy gibi geldi. Daha önce hiç böyle bir şey hissetmemişti. Basil Hallward’ın iltifatları ona arkadaşlığın cana yakın abartıları gibi gelmişti sadece. O söylenenleri dinlemiş, gülmüş ve unutmuştu. Onlar, onun mahiyetine hiç etki etmemişti. Sonra gençliğe yaptığı alışılmamış övgüler ve gençliğin ne kadar kısa olduğuyla ilgili ürkütücü uyarılarıyla Lord Henry Wotton çıkagelmişti. Bu sözler onu heyecanlandırmıştı, şimdiyse kendi güzelliğinin gölgesine bakarken, kelimenin tam manasıyla hakikat onu baştan aşağı çarpmıştı. Evet, bir gün gelecek, yüzü kuruyup kırışacak, gözlerindeki renk solacak, suretinin zarafeti çökecek ve çirkinleşecekti. Dudaklarındaki kırmızılık ve saçlarının altın sarısı uçup gidecekti. Onun ruhunu meydana getiren yaşam, bir gün vücudunu mağlup edecekti. Gün gelecek ürkütücü, çirkin ve incelikten yoksun bir hâle bürünecekti.

Bu düşünceler içindeyken, içine can yakıcı, şiddetli bir sancı bıçak gibi saplanmış, yaradılışındaki narin kişiliğinin her zerresini sızlatmıştı. Gözleri yoğun bir ametist moruna dönüşmüş ve gözyaşlarıyla buğulanmıştı. Buzdan bir el kalbini kavramış gibi hissetti.

“Beğenmedin mi?” diye bağırdı Hallward en sonunda, delikanlının sessizliğine kırılmıştı, bu hâline anlam verememişti.

“Tabii ki beğendi.” dedi Lord Henry. “Kim beğenmez ki? Modern sanatın en görkemli eserlerinden biri bu. Bu resim için sana istediğin fiyatı ödemeye hazırım. Buna sahip olmalıyım.”

“Resim bana ait değil Harry.”

“Kime ait peki?”

“Dorian’a tabii ki.” diye cevap verdi ressam.

“Çok şanslı bir delikanlı.”

“Ne kadar hazin!” diye mırıldandı Dorian Gray. Gözleri kendi tablosuna sabitlenmişti. “Ne kadar hazin! İhtiyarlayacak, korkunç ve ürkütücü bir hâle bürüneceğim. Ama bu resim her daim genç kalacak. Hiçbir zaman bu haziran gününden daha yaşlı olmayacak. Keşke tam aksi olsaydı! Keşke ben her daim genç kalsaydım ve resim ihtiyarlasaydı! Bu uğurda… Bu uğurda her şeyimi veririm! Evet, bunun için dünyada veremeyeceğim hiçbir şey yok. Ruhumu dahi satardım bu uğurda!”

“Böyle bir anlaşma senin pek işine yaramazdı Basil!” diye bağırdı Lord Henry gülerek. “Eserin için büyük talihsizlik olurdu.”

“Buna şiddetle itiraz ederdim zaten, Harry.” dedi Hallward.

Dorian Gray döndü ve ona baktı. “Eminim yapardın Basil. Sanatına arkadaşlarından daha fazla değer veriyorsun. Yeşil, bronz bir heykelden daha fazla anlam taşımıyorum senin için. En fazla onun kadar, bana kalırsa.”

Ressam hayretle bakakaldı. Hiç de Dorian’ın sözleri değildi bunlar. Ne olmuştu? Bir hayli öfkeli görünüyordu. Yüzüne kan hücum etmiş ve yanakları kıpkırmızı olmuştu.

“Evet!” diye devam etti. “Senin o fildişi Hermes’in veya gümüş Faun’un kadar değerim yok gözünde. Onları her daim seveceksin. Peki, beni ne zamana kadar seveceksin? İlk kırışıklık yüzümde belirinceye kadar sanırım. Artık anlıyorum ki, bir kişi güzelliğini kaybettiği zaman, kim olursa olsun, her şeyini kaybetmiş oluyor. Senin resmin işte bunu öğretti bana. Lord Henry Wotton tamamen haklı. Gençlik sahip olmaya değer tek şey. İhtiyarlamaya başladığımı fark ettiğimde kendimi öldürmem lazım!”

Hallward’ın yüzü bembeyaz oldu ve delikanlının elini tuttu. “Dorian! Dorian!” diye bağırdı. “Lütfen böyle söyleme. Daha önce senin gibi bir arkadaşım hiç olmadı, bundan sonra da asla olmayacak. Sen bu dünyevi şeyleri kıskanmıyorsun değil mi? Bunların herhangi birinden daha zarif olan sen!”

“Ben güzelliği ölümsüz olan her şeyi kıskanıyorum. Beni resmettiğin portreyi kıskanıyorum. Benim kaybetmek zorunda olduğuma o niye sahip olsun ki? Gelip geçen her an benden bir şeyler götürürken ona bir şeyler katıyor. Ah, keşke tam aksi olsaydı! Değişen resim olsaydı da ben her zaman şu an olduğum gibi kalsaydım! Bu resmi neden yaptın ki? Gün gelecek benimle alay edecek… Fena hâlde alay edecek!” Gözlerini sıcak gözyaşları doldurdu; ellerini çekti ve kendini divanın üstüne atıp sanki dua ediyormuş gibi yüzünü yastıklara gömdü.

Acı acı “Bunun müsebbibi sensin Harry!” dedi ressam.

Lord Henry omuzlarını silkti. “Gerçek Dorian Gray bu; hepsi o kadar.”

“Hayır değil!”

“Şayet değilse benim elimden ne gelir?”

Ressam “Senden rica ettiğimde gidebilirdin!” diye mırıldandı.

“Benden istediğinde burada kaldım.” diye cevap verdi Lord Henry.

“Harry, en iyi iki dostumla aynı anda bozuşamam, ama ikiniz bir olup şimdiye kadar yaptığım en iyi eserden nefret etmeme sebep oldunuz ve ben de bu eseri yok edeceğim. Tuval ve boyalardan başka bir şey değil bu en nihayetinde. Üçümüzün de hayatını etkilemesine ve mahvetmesine müsaade etmeyeceğim.”

Dorian Gray altın sarısı başını yastıkların arasından kaldırdı ve uzun perdeli camın altında duran çam ağacından yapılmış resim masasına doğru ilerlerken donuk bir yüz ve yaşlı gözlerle ressama baktı. Orada ne yapıyordu? Parmakları teneke tüpler ve kuru fırçalar arasında geziniyor, bir şeyler arıyordu. Evet, uzun palet bıçağını arıyordu, esnek çelikten yapılmış o ince bıçağı… Sonunda buldu. Tuvali paramparça edecekti.

Hıçkırıklarını içinde tutan delikanlı kanepeden sıçradı ve Hallward’a doğru hızla ilerledi, elindeki bıçağı atölyenin en köşesine fırlattı. “Hayır Basil, yapma!” diye haykırdı. “Bu bir cinayet olur!”

Şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra, soğuk bir ifadeyle “Sonunda çalışmamı beğenmen beni çok sevindirdi Dorian.” dedi ressam. “Beğeneceğini hiç düşünmemiştim.”

“Beğenmek mi? Ona âşık oldum Basil. Bu benliğimin bir parçası resmen. Bunu hissedebiliyorum.”

“Peki, o zaman, kurur kurumaz, verniklenip, çerçeveletip evine göndereceğim. Ondan sonra kendinle istediğini yapabilirsin.” Ardından odayı boydan boya yürüdü ve çay istemek için çıngırağı çaldı. “Çay içersin değil mi Dorian? Sen tabii ki Harry? Yoksa sen böyle basit hazlara karşı mısın?”

“Basit hazlara hayranım.” dedi Lord Henry. “Onlar komplekslerin son sığınağıdır. Fakat sahne haricinde, dekorları sevmem. Ne kadar tuhaf adamlarsınız, ikiniz de! İnsanı rasyonel canlılar olarak tanımlayanın kim olduğunu merak ediyorum. Şimdiye kadar yapılmış en ham tanımlama. İnsan birçok şeydir, fakat rasyonel değildir. Aslına bakarsan iyi ki de değil; bununla birlikte, keşke siz ikiniz bu resim için tartışmasanız. Doğrudan bana verseydin çok iyi olacaktı Basil. Bu sersem çocuğun onu istediği pek söylenemez ama ben gerçekten çok istiyorum.”

“Eğer resmi benden başkasının almasına izin verirsen Basil, seni asla affetmem!” diye haykırdı Dorian Gray “Ve insanların bana sersem çocuk demelerine de göz yummam.”

“Resmin senin olduğunu biliyorsun Dorian. Daha ortada yokken sana vermiştim onu.”

“Ayrıca biraz sersemce davrandığınızı da biliyorsunuz Bay Gray ve oldukça genç biri olduğunuzun hatırlatılmasına da itirazınız olduğunu sanmıyorum.”

“Bu sabah kesin bir şekilde itiraz etmeliydim Lord Henry.”

“Ah, bu sabah! Bu sabahtan beri epey yaşlandınız.”

Kapı vuruldu ve elinde dolu bir tepsiyle uşak içeri girip tepsiyi küçük bir Japon masasının üstüne bıraktı. Bardakların ve çay tabaklarının şangırtısının yanı sıra oluklu Gürcü semaverinin ıslığı duyuluyordu. Genç bir uşak iki büyük porselen tabak getirdi. Dorian Gray masaya doğru ilerledi ve çay doldurdu. Diğer ikisi baygın bir edayla masaya yürüdü ve kapakların altında neler olduğuna baktı.

“Hadi bu akşam tiyatroya gidelim.” dedi Lord Henry. “Muhakkak bir yerlerde bir şeyler vardır. White’ta3 birine yemek sözüm var, kendisi sadece eski bir arkadaşım; hasta olduğumu söyleyen veya sonradan ortaya çıkan bir iş nedeniyle gelemeyeceğimi bildiren bir not gönderebilirim. Sanırım ikincisi daha hoş bir bahane: Samimiyetin tüm sürprizini taşıyor.”

“Etkinlikler için giyinmek çok sıkıcı bir iş.” diye homurdandı Hallward. “Ayrıca bu giysiler insanın üstünde çok korkunç duruyorlar.”

Lord Henry dalgın bir şekilde “Evet.” diye cevapladı. “On dokuzuncu yüzyıl kıyafetleri mide bulandırıcı. Çok kasvetli, çok can sıkıcılar. Modern çağda hayata gerçekten renk katan tek unsur günahlar.”

“Dorian’ın önünde böyle şeyler söylememelisin Harry.”

“Hangi Dorian’ın önünde? Bize çay dolduran Dorian mı yoksa portredeki mi?”

“Her ikisinin de.”

“Sizinle birlikte tiyatroya gelmeyi çok isterim Lord Henry.” dedi genç adam.

“O hâlde gelmelisiniz ve geleceksiniz, Basil ya sen?”

“Doğrusu ben gelemem. Gelmemeyi yeğlerim. Yapacak çok işim var.”

“Peki, o zaman siz ve ben baş başa gideriz Bay Gray.”

“Bu çok hoşuma gider.”

Ressam dudaklarını ısırdı ve elinde bir bardakla portreye doğru yürüdü. “Ben gerçek Dorian’la kalacağım.” dedi üzgün bir şekilde.

Portrenin modeli, ressamın üzerine yürüyerek “Gerçek Dorian o mu?” diye bağırdı. “Ben gerçekten böyle miyim?”

“Evet, tıpkı bunun gibisin.”

“Ne kadar muhteşem, Basil!”

Hallward, “En azından görüntüde aynısınız. Fakat o asla yaşlanmayacak.” diye iç geçirdi. “Bu muhteşem bir şey.”

“İnsanlar sadakati ne kadar da abartıyor!” diye haykırdı Lord Henry. “Neden? Aşkta bile her şey tamamen fizyolojik. Kendi irademizin hiçbir rolü yok. Gençler sadık kalmak ister ama bunu yapmazlar; yaşlılar sadakatsizlik peşindedirler fakat bunu yapamazlar. Bu konuda söylenecek başka sözüm yok.”

Hallward, “Bu gece tiyatroya gitme Dorian.” dedi. “Kal ve birlikte yemek yiyelim.”

“Yapamam, Basil.”

“Neden?”

“Çünkü Lord Henry Wotton’a onunla gideceğime dair söz verdim.”

“Verdiğin sözlerde durman onu daha memnun etmeyecektir. O kendi verdiği sözlerde hiç durmaz. Gitmeni istemiyorum.”

Dorian Gray güldü ve başını salladı.

“Sana yalvarıyorum!”

Delikanlı tereddüde düştü ve gayet memnun bir gülümsemeyle onları izlemekte olan Lord Henry’ye doğru baktı.

“Gitmeliyim Basil.” diye karşılık verdi.

“Peki öyleyse.” dedi Hallward ve gidip bardağını tepsinin üzerine koydu. “Çok geç oldu ve giyinmeniz de gerektiğinden artık zaman kaybetmeseniz iyi olur. Hoşça kal Harry. Hoşça kal Dorian. Yakın zamanda ziyaretime gel. Yarın uğra.”

“Kesinlikle.”

“Unutmazsın değil mi?”

“Hayır, tabii ki unutmam.” diye çıkıştı Dorian.

“Ve… Harry!”

“Evet Basil?”

“Bu sabah bahçedeyken senden istediğim şeyi hatırından çıkarma.”

“Unuttum ben onu.”

“Sana güveniyorum.”

Lord Henry gülerek “Keşke ben de kendime güvenebilseydim.” dedi. “Gelin Bay Gray, faytonum dışarıda, sizi evinize bırakabilirim. Elveda Basil. Çok enteresan bir akşamdı.”

Kapı arkalarından kapandığında ressam kendini bir kanepeye attı ve yüzünü acı dolu bir ifade kapladı.

3. BÖLÜM

Sonraki gün saat on ikide Lord Henry Wotton, biraz kaba üslubuna rağmen, neşeli ve yaşlı bir bekâr olan, kendisinden özellikle bir fayda görmeyen dış dünyanın bencil diye nitelediği, ancak kendisini eğlendiren kişileri doyurması nedeniyle sosyete nazarında cömert biri olarak görülen amcası Lord Fermor’u ziyaret etmek için Curzon Sokağı’ndan geçip Albany Oteli’nin yolunu tuttu. Babası Madrid elçisi olarak görev yaptığı sırada, Isabella küçük bir prensesti ve General Prim’in adı bile duyulmamıştı ancak Paris büyükelçiliğine getirilmemesinden kaynaklanan, bir anlık öfkeyle diplomatik görevinde ayrılmıştı; hem kökenleri, tembel mizacı, raporlarında İngilizceyi iyi kullanışı ve ileri derecedeki haz düşkünlüğü sebebiyle bu görevi hak ettiğini düşünmüştü.

Kendisine sekreterlik yapan oğlu ise onunla birlikte istifa etti. O zamanlar bunun biraz aptalca bir hareket olduğu düşünülmüştü ama birkaç ay içerisinde lord unvanını elde edince aristokrasinin o muhteşem sanatı üzerinde ciddi bir çalışmaya adadı kendini; yani -tam anlamıyla- hiçbir şey yapmamaya. Şehirde iki büyük evi olmasına rağmen, daha az külfetli olduğunu düşündüğü otel odalarında kalırdı ve çoğu zaman yemeklerini kulübünde yerdi. Midland bölgesindeki kendine ait kömür madenlerinin işletmesiyle ilgilenirdi, bu pespaye sektörde bulunmak için kendini inandırdığı bahane ise kömür sahibi olmanın bir beyefendiye kendi şöminesinde odun yakma imkânı sağlıyor olmasıydı. Siyasette ise muhafazakârların tarafındaydı; yalnız muhafazakârlar iktidar olduğunda, onları bir avuç radikal olmakla suçlayıp ağzına geleni söylemekten çekinmezdi. Zorbalık ettiği uşağının gözünde bir kahraman ve yine zorbalık etmekten çekinmediği neredeyse tüm akrabaları için ise şeytanın ta kendisiydi. Onun gibi birini yalnızca İngiltere yetiştirebilirdi; ülkenin itin kopuğun eline geçeceğini söyler dururdu. Prensiplerinin taş devrinden kaldığı iddia edilebilirdi ancak ön yargıları hakkında söylenebilecek söz yoktu.

Lord Henry odaya girdiğinde amcasını üzerinde kalın av ceketiyle, elinde ince bir puro, The Times gazetesine söylenirken buldu. “Evet, Harry!” dedi yaşlı beyefendi. “Bu kadar erken gelmenin sebebi nedir? Senin gibilerin saat ikiden önce yataktan kalkmadığını ve saat beşten önce de insan içine çıkmadığını sanırdım.”

“Seni temin ederim, yalnızca akraba sevgisi George amca. Senden bir şey almaya geldim.”

Lord Fermor yüzünü buruşturarak “Tahminimce para.” dedi. “Peki, otur ve anlat bakalım. Gençler bugünlerde her şeyin paradan ibaret olduğunu zannediyor.”

Paltosunun düğmesini çözerken “Evet.” diye mırıldandı Lord Henry. “Ve yaşlandıklarında bunun gerçek olduğunu öğreniyorlar. Fakat ben paranı istemiyorum. Sadece faturalarını ödeyen insanlar para ister George amca ve ben faturalarımı hiç ödemem. Borç, küçük oğulların sermayesidir, insan borç üstünde gül gibi yaşar gider. Ayrıca, ben daima Dartmoor’lu tüccarlarla iş yaparım, hâliyle onlar da beni asla rahatsız etmezler. Benim istediğim şey bilgi. Faydalı bilgi değil, işe yaramayan bilgiler istiyorum.

“O zaman sana, parlamento raporlarında yazan her şeyi anlatabilirim Harry. Her ne kadar bu adamlar son zamanlarda bir sürü saçmalık yazsa da. Ben diplomaside görevdeyken her şey çok daha düzgündü. Ancak duyduğuma göre artık sınavla işe alıyorlarmış. Ne beklersin? Sınavlar, bayım, baştan aşağı şarlatanlıktır. Bir adam şayet bir beyefendi ise zaten yeterince bilgilidir, ama bir beyefendi olamamışsa bildikleri onun zararındadır.”

Lord Henry “Bay Dorian Gray, parlamento raporlarında yer almıyor George amca.” dedi gülerek.

Kaşları çatılmış bir şekilde, “Bay Dorian Gray mi? O kim?” diye sordu Lord Fermor.

“Ben de bunu öğrenmek için gelmiştim George amca. Şöyle söyleyeyim: O, Lord Kelso’nun torunu. Annesi Devereux ailesinden, Leydi Margaret Devereux. Bana annesi hakkında bildiklerini anlatmanı istiyorum. Nasıl birisiydi? Kiminle evlendi? Dönemindeki neredeyse herkesi tanırsın sen, onu da tanıyor olma ihtimalin var. Bay Gray ziyadesiyle ilgimi çekiyor şu aralar. Daha yeni tanıdım kendisini.”

Yaşlı adam “Kelso’nun torunu!” diye tekrarladı. “Kelso’nun torunu!.. Tabii ya!.. Annesini çok yakından tanırdım. Sanırım onun vaftiz törenine gitmiştim. Margaret Devereux çok güzel bir kızdı ve beş parası olmayan genç bir adamla kaçtığında tüm erkekleri şaşkına çevirmişti; adam tam bir hiçti, önemsiz bir alayda astsubay veya onun gibi bir şeydi. Ciddiyim. Tüm olanları sanki dünmüş gibi hatırlıyorum. Zavallı adam, evlendikten birkaç ay sonra Spa’da bir düelloda öldürüldü. Olayla ilgili berbat bir hikâye anlatılırdı. Damadına insan içinde hakaret etmesi için Kelso’nun aşağılık bir serseri olan Belçikalı bir caniye para verdiğini söylediler. Para vermiş bayım, bunu yapması için para vermiş ve bu adam da onu bir hayvan gibi şişlemiş. Tüm mesele örtbas edildi ama ah Tanrı’m, Kelso bir süre sonra kulüpte yemeklerini tek başına yemeye başladı. Duyduğuma göre, kızını yanına geri getirtmişti ama kız onunla bir daha hiç konuşmamış. Ah evet, çok berbat bir olaydı. Kızcağız da bir sene sonra öldü. Ardında bir erkek evlat bırakmış öyle mi? Bunu hatırlamıyorum. Nasıl bir delikanlı? Eğer annesine çektiyse çok yakışıklı bir genç adamdır.”

Lord Henry “Ziyadesiyle yakışıklı.” diye tasdik etti.

“Umarım doğru kişilerin himayesine girer.” diye devam etti yaşlı adam. “Eğer Kelso çocuk için doğru olanı yaptıysa eline yüklü miktarda para geçmiş olması lazım. Annesinin de parası vardı. Dedesi üzerinden, Selby’lerin tüm mal varlığı ona geçmişti. Dedesi Kelso’dan nefret ederdi, onun itin teki olduğunu düşünürdü. Gerçi o da çok farklı biri değildi. Bir seferinde ben oradayken Madrid’e gelmişti. Aman Tanrı’m, ondan resmen utanmıştım. Kraliçe eskiden bana tarifeleri yüzünden sürekli arabacılara çatan İngiliz’in kim olduğunu sorardı. Bu mevzudan epeyce hikâye çıkardılar. Bir ay boyunca hanedanlık makamına çıkmaya cesaret edemedim. Umarım torununa, arabacılara davrandığından daha iyi davranmıştır.”

Lord Henry “Bilmiyorum.” diye cevap verdi. “Çocuğun yüklü bir servete kavuşacağından şüphem yok. Henüz reşit değil. Selby Şatosu’nda oturuyor. Bana söylemişti. Ayrıca… Annesi çok mu güzeldi?”

“Margaret Devereux gördüğüm en güzel kadınlardan birisiydi Harry. Şu evlilik işine neyin sebep olduğunu hiçbir zaman anlayamadım. Kimle istese evlenebilirdi. Carlington onun için kafayı yedi. Romantik bir kadındı aslında. O ailedeki tüm kadınlar öyleydi. Ne var ki, ailenin erkekleri katır kadar çirkindi. Ah Tanrı’m, ne muhteşem kadınlardı! Carlington onun ayaklarına kapanmış. Bana bunu kendisi söylemişti. Kız da onunla alay etmiş; ama o zamanlarda Londra’da o adamın peşinden koşmayan bir tek kadın yoktu. Bu arada Harry, uygunsuz evliliklerden bahsetmişken, babanın bana söylediği, Dartmoor’un bir Amerikalıyla evlenmek istediğiyle ilgili şu saçmalık neyin nesi? İngiliz kızları ona yetmiyor mu?”

“Bu aralar Amerikalılarla evlenmek oldukça revaçta George amca.”

Lord Fermor masaya yumruğunu vurarak “İngiliz kadınlarını tüm dünyaya karşı savunurum Harry!” dedi.

“Bahisler Amerikalıların üzerinde.”

“Çok fazla tutunamazlar, bana söylenen bu.” diye homurdandı amcası.

“Uzun süren nişanlılık onları bitap düşürür ama engelli koşularda onların üstüne yoktur. Üstünlük sağlamayı biliyorlar. Dartmoor’un pek şansı olduğunu düşünmüyorum.”

Yaşlı adam “Peki hangi aileden geliyor?” diye homurdandı. “Bir ailesi var mı bu arada?”

Lord Henry başını salladı. Ayrılmak için ayağa kalkarken “Amerikalı kızlar ailelerini gizlemek konusunda, İngiliz kadınlarının geçmişlerini gizlemeleri kadar başarılılar.” dedi.

“Domuz kasabı olmasınlar?”

“Dartmoor’un iyiliği için umarım öyledirler George amca. Duyduğuma göre domuz konserveciliği Amerika’daki en kazançlı mesleklerden birisiymiş, tabii siyasetten sonra.”

“Kız güzel mi?”

“Güzelmiş gibi davranıyor. Amerikalı kadınların çoğu böyle davranır. Cazibelerinin sırrı bunda yatıyor.”

“Bu Amerikalı kadınlar neden kendi ülkelerinde kalmıyorlar? Bize her zaman, orasının kadınların cenneti olduğundan bahsederler.”

“Öyle zaten. Bu yüzden, tıpkı Havva gibi, oradan çıkmaya can atıyorlar.” dedi Lord Henry. “Hoşça kal George amca. Biraz daha kalırsam öğle yemeğine gecikeceğim. İstediğim bilgileri paylaştığın için teşekkür ederim. Daima yeni arkadaşlarım hakkındaki her şeyi öğrenmek hevesindeyken eski dostlarım hakkında hiçbir şeyi bilmek istemem.”

“Öğle yemeğini nerede yiyeceksin Harry?”

“Agatha teyzemlerde. Kendimi ve Bay Gray’i yemeğe davet ettirdim. Kendisi teyzemin son gözdesi.”

“Hıh! Agatha teyzene söyle, beni artık şu bağış talepleriyle rahatsız etmesin. Bıktım artık. Bu nazik hanım, onun saçma hevesleri için çekler yazmaktan başka işim olmadığı fikrine nereden kapıldıysa!”

“Peki George amca, ona söylerim, ama bir tesirim olacağını sanmıyorum. Hayırsever kişiler, insan mantığından mahrumdur. Onların ayırt edici özelliği bu.”

İhtiyar beyefendi onaylar biçimde homurtular çıkardı ve uşağını çağırmak için zili çaldı. Lord Henry alçak kemerin altından geçip Berkeley Meydanı’na doğru yürümeye başladı.

Demek Dorian Gray’in aile geçmişi böyleydi. Üstünkörü anlatılan bu hikâye, içinde gizlediği tuhaf ve modern sayılabilecek romantizmiyle onu etkilemişti. Delice bir tutku için her şeyini riske atan, güzel bir kadın. Çirkin, hain bir günahla son bulan, mutluluk taşan, deli dolu haftalar. Izdırapla geçen ayların ardından acılara gözünü açan bir bebek. Ölümün alıp götürdüğü bir anne, yalnızlığa ve sevgisiz, bunak bir dedenin zulmüne mahkûm edilmiş bir çocuk. Evet, enteresan bir geçmişti. Çocuğu şekillendirmiş, mükemmelliğe taşımıştı. Tüm kusursuz şeylerde olduğu gibi, bu vakanın da arka planında bir parça trajedi vardı. En sefil tohumun bile çiçek açabilmesi için yeryüzünün doğum sancıları çekmesi gerekir. Dün geceki yemekte, harika yüzüne daha da dolgun bir pembelik veren mum ışığı eşliğinde, hayret dolu bir keyifle açık kalmış ağzı ve ürkek gözleriyle kulüpte karşısında otururken ne kadar da büyüleyiciydi. Onunla konuşmak, şahane bir kemanı elinize alıp çalmak gibi bir şeydi. Yaydaki her dokunuşa ve titreşime karşılık veriyordu. Yarattığı etkide inanılmaz bir cazibe vardı. Benzeri bir etkiye daha önce hiç şahit olmamıştı. İnsanın ruhunu zarif bir surete yansıtması ve o surette bir anlığına asılı kalmasını sağlaması, kendi düşüncelerinin tutku ve gençlik melodileri eşliğinde yaptığı yankıları dinlemesi, kendi sıcaklığını sanki gizli bir sıvı veya tuhaf bir parfümmüş gibi başka birisine aktarması, hakiki bir hazdı; içinde bulunduğumuz bu denli bayağı ve kısıtlı çağda, zevklerin kabaca şehvetli ve hedeflerin bir o kadar alelade olduğu çağımızda, belki de bize kalan en tatminkâr haz… Tuhaf bir tesadüf sonucunda Basil’in atölyesinde tanıştığı bu çocuk müthiş bir karakterdi veya en azından müthiş bir karaktere evrilebilirdi. Zarafet sahibiydi ve delikanlılığın bahşettiği bir saflığı vardı, mermerden Yunan heykellerinin bizim için muhafaza ettikleri türden de bir güzelliği. İnsanın onunla birlikte yapamayacağı hiçbir şey yoktu. Bir titan da olabilirdi, bir oyuncak da. Böyle bir güzelliğin solacak olması ne kadar üzücüydü!.. Ya Basil?.. Psikolojik açıdan çok ilginç bir adamdı! Sanatın yeni üslubu, hayata yönelik daha önce görülmemiş bir bakış açısı, oldukça tuhaf bir biçimde fazlasıyla mütevazı bir varlığa sahip ve hayattan bihaber bir adam tarafından ortaya atılmıştı; loş bir ormandan açık araziye gözlere değmeden yürüyüp geçen bu sessiz hayalet bir anda, orman perisi misali korkusuzca kendini göstermişti, çünkü o sessiz hayaleti arayan adamın ruhunda yalnızca mucizelerde görülebilen, olağanüstü bir imgelem can bulmuştu; nesnenin sade şekilleri ve kalıpları, deyim yerindeyse, sanki farklı ve daha mükemmel bir biçimin kalıplarıymışçasına, saf bir hâle bürünüyor ve bir çeşit sembolik anlam kazanıyorlardı, bu farklı ve mükemmel biçimlerin gölgelerini hakikate taşıyorlardı: Tüm bunlar ne kadar da tuhaftı! Tarihte buna benzer bir vaka hatırladı. Bunları ilk analiz eden kişi, düşünce sanatkârı Platon değil miydi? Bir sone dizisinin renkli mermerlerine işleyen Buonarotti4 değil miydi? Fakat içinde bulunduğumuz çağda bu çok tuhaftı… Evet, onun haberi olmaksızın, o muhteşem portreye şekil veren ressamın nazarında bu delikanlı ne anlam taşıyorsa kendisi de Dorian Gray’in için aynı anlamı taşıyacaktı. Ona hâkim olmanın yolunu bulacaktı ki, bu yolu hâlihazırda yarılamıştı zaten. O muhteşem ruha sahip olacaktı. Bu aşkın ve ölümün çocuğunda büyüleyici bir şeyler vardı.

Birden durdu ve başını kaldırıp evlere baktı. Teyzesinin evinden biraz uzaklaştığını fark etti ve kendi kendine gülümseyerek geri döndü. Kasvetli bir havası olan hole girdiğinde uşak evdekilerin yemeğe geçtiklerini söyledi. Uşaklardan birine şapkasını ve bastonunu verdikten sonra yemek odasına geçti.

На страницу:
3 из 5