Полная версия
Sanşiro
Mektubu bitirince eline aldığı İngilizce kitabının altı yedi sayfasını okuduktan sonra sıkıldı. Yabancı dilde basılmış bir tek kitabı okumak bana bir şey kazandırmaz, diye düşündü. Uzanıp uyumaya karar verdi, ama uykusu gelmedi. Eğer uykusuzluk hastalığına tutulduysam hemen hastaneye gidip doktora görüneyim, diye düşünürken uyuyakaldı.
Ertesi gün de tam saatinde okula gidip dersleri dinledi. Ders arasında, bu yılın mezunlarından hangisinin nerede, ne kadar maaşa iş bulduğu konuşulurken kulak misafiri oldu. Birisi, kimlerin hâlâ işsiz kaldığının, kimlerin hangi devlet okulunda kadro için birbiriyle rekabete girdiğinin dedikodusunu yapıyordu. Sanşiro, henüz uzakta olan gelecek bir anda burnunun dibine sokulmuş gibi, belli belirsiz bir baskı hissetti; ama bu hissi çabucak unuttu. Dedikoducular, “Şounosuke” hakkında konuşmaya başlamıştı ve bu sohbet Sanşiro’ya, gelecek kaygısından daha ilginç gelmişti. Koridora çıkıp kendisi gibi Kumamotolu bir sınıf arkadaşına, Şounosuke de kimin nesidir diye sordu; onun konser salonunda sahnelenen bir kukla tiyatrosu olduğunu öğrendi. Bu konser salonu sahnesi nasıl bir yerdir, Hongo’nun neresindedir diye sorduğunda arkadaşı, “Gelecek Cumartesi oraya beraber gidelim,” diyerek onu davet etti. Sanşiro, Tokyo’yu ne çabuk öğrenmiş, diye düşündü; ama sonra o arkadaşının da konser salonuna, ilk kez geçen gece gitmiş olduğunu öğrendi. Sanşiro’nun canı, o salona gidip Şounosuke’yi seyretmeyi nedense çok istemişti.
Öğle yemeği yemek için öğrenci yurduna dönmeyi tasarlarken, dün karikatür çizen adam gelip, “Hey, hey!” dedi ve onu, kolundan tuttuğu gibi Hongo’nun ana caddesindeki Yokomiken diye bir yere götürüp körili pilav34 ısmarladı. Yodomiken denen bu yerin önündeki dükkânda meyve satılıyordu. Yeni bir binaydı. Karikatür çizen adam, binanın cephesine işaret ederek, “Bu art nouveau tarzı bir binadır,” dedi. Böylece Sanşiro da, mimaride art nouveau tarzının bulunduğunu öğrenmiş oldu. Dönüş yolunda, Aokido’nun35 yerini de öğrendi. Burası üniversite öğrencilerinin sık gittiği bir yerdi. İki arkadaş Kızıl Kapı’dan girip göletin etrafında tur attılar. O zaman Karikatürcü Adam, “Merhum Yakumo Koizumi Hoca öğretmenler odasında bulunmayı hiç sevmez, dersten çıkar çıkmaz bu civarda volta atardı,” dedi; sanki Koizumi Hoca’yı bizzat tanırmış gibi konuşmuştu. Sanşiro, öğretmenler odasını neden sevmezmiş diye sorunca, “Sevmemesi çok tabii değil mi? Onların anlattığı dersi dinler dinlemez anlamadın mı? Aralarında sohbet edilecek bir tek adam yok,” dedi; böyle zalimce bir şeyi rahatça söyleyerek Sanşiro’yu şaşırtmıştı. Bu adamın adı Yojiro Sasaki’ydi, yüksekokuldan mezun olmuştu ve bu yıl seçmeli dersler alıyordu. “Doğu Katamaçi’de beş numarada, Hirota diye birinin yanında kalıyorum, bir ara gel de biraz takılalım,” dedi. Öğrenci yurdunda mı kalıyorsun, diye sorunca; “Yok yahu, hocamın evinde kalıyorum,” diye cevapladı.
O günden sonra bir müddet, Sanşiro her gün okula gidip uslu uslu ders dinledi. Ara sıra, zorunlu dersler dışındaki derslere de giriyordu. Yine de tatmin olamıyordu. Bu yüzden, aklına estikçe kendi dalıyla hemen hiç alakası olmayan derslere bile uğrar oldu. Ama her birine en fazla iki üç kez gidiyordu. Hiçbir dersi bir aydan fazla sürdürmedi. Yine de, haftada ortalama kırk saat derse giriyordu. Çoğu köylü gibi çalışkan olan Sanşiro için bile haftada kırk saat biraz aşırıydı. Sanşiro, üstünde azalmak bilmez bir baskı hissediyordu. Ama yine de tatmin olamıyordu. Dersler, Sanşiro’ya zevk vermez olmuştu.
Bir gün Yojiro Sasaki’yi görmeye gidip bu derdini anlattığında, Yojiro “kırk saat” sözünü duyar duymaz gözlerini kocaman açarak, “Aptal, aptal!” dedi ve öyle bir benzetme yaptı ki Sanşiro yumruk yemişe döndü: “Öğrenci yurdunun berbat yemeğini günde on defa yersen damak zevkinin tatmin olacağını sanmak gibi bir şey bu!” Sanşiro utanarak, “Öyleyse ne yapmalıyım?” diye sordu.
“Tramvaya bin yeter,” dedi Yojiro. Sanşiro, “Herhalde mecazi konuşuyor,” dedi içinden ve bir süre fikir yürütmeyi denedi; ama aklına “Yojiro demek istiyor ki,” diye başlayan bir düşünce gelmeyince, “Gerçek tramvay mı?” diye sordu. O zaman Yojiro kahkahalarla gülerek, “Tramvaya binip Tokyo’yu on beş ya da on altı defa gez; sen gezerken öğrenme isteğin kendiliğinden tatmin olacaktır,” dedi.
“Niye?”
“Niye mi, eh, yaşayan kafanı ölü derslere hapsederek kendini kurtaramazsın. Dışarı çık, taze hava al. Aklını doyurmanın pek çok yolu vardır ve eh, tramvaya binmek de hem en sade hem de en pratik çözümdür.”
O günün akşamı Yojiro, Sanşiro’yu kaçırıp Yonçome’ye giden tramvaya bindirdi, Şinbaşi’ye götürdü; Şinbaşi’den tekrar tramvaya bindirip Nihonbaşi’ye36 getirdi, orada indirip, “Nasılmış?” diye sordu.
Sonra ana caddeden dar bir yan sokağa saptılar; tabelasında Hiranoya yazan bir lokantaya girdiler, akşam yemeği yiyip içki içtiler. Orada çalışan garson kızların hepsi Kyoto ağzıyla konuşuyordu. Ve gençlere çok sıcak davrandılar. Dışarı çıkınca, Yojiro kırmızı bir suratla yeniden, “Nasılmış?” diye sordu.
Yojiro’nun, “Şimdi de seni en iyi Yose37 salonuna götüreceğim,” demesiyle yine dar sokaklara daldılar, Kiharadana diye bir salona girdiler. Burada, Kosan diye bir Rakugo38 sanatçısını dinlediler. Saat onu geçtikten sonra ana caddeye döndüklerinde Yojiro yine, “Nasılmış?” diye sordu.
Sanşiro tatmin oldum diyemedi. Ama içindeki tatminsizlik duygusu hafiflemişti. Ardından Yojiro, Kosan’ı tartışmaya başladı.
“Kosan bir dâhidir,” diyordu Yojiro, “Öylesi sanatçılar dünyamıza sık gelmez. İnsanlar, her istediklerinde gidip dinleyebildikleri için ona kıymet vermiyorlar; çok acı bir şey bu. Aslında, onunla aynı çağı paylaşan bizlerin kendimizi bahtiyar saymamız gerek. Eğer biraz daha erken doğsaydık, Kosan’ı dinleyemezdik. Biraz geç doğsaydık da aynısı olurdu… Enyu da çok iyi bir anlatıcıdır. Fakat Kosan’la farklı bir ekolden geliyor. Enyu, Davulcu’yu oynarken aslında Davulcu’ya dönüşmüş Enyu’yu gördüğümüz için gülüyoruz; Kosan Davulcu’yu oynadığındaysa, Kosan’dan ayrı bir Davulcu gördüğümüz için gülüyoruz. Enyu’nun oynadığı tipler, Enyu kendini gizlerse adeta yok olur. Kosan’ın oynadığı tiplemelerse, Kosan kendini gizlese bile yaşamaya, nefes almaya devam eder. İşte bu müthiş bir başarı.”
Yojiro bunları söyledi ve bir kez daha, “Nasılmış?” diye sordu. Aslında Sanşiro, Kosan’ın tadını pek alamamıştı. Üstelik Enyu diye anılan adamı dinlemişliği de yoktu. Dolayısıyla, Yojiro’nun teorisinin doğruluğunu tartacak durumda değildi. Ama onun, iki oyuncuyu edebiyat diliyle kıyaslayacak kadar bilgili oluşunu takdir etmişti.
Lisenin önünde vedalaştıklarında Sanşiro, “Teşekkür ederim. Çok doyurucu bir deneyimdi,” diyerek teşekkürlerini sundu. Cevap olarak Yojiro, “Bundan böyle kütüphaneye girmeden mutlu olamazsın,” dedi ve Katamaçi’ye doğru kavşağı dönüp gitti. Bu tek cümle sayesinde Sanşiro, ilk kez kütüphaneyi ziyaret etmek istedi.
Ertesi günden başlayarak Sanşiro, kırk saatlik ders yükünü yarı yarıya azalttı ve kütüphaneye gitti. Geniş, uzun, tavanı yüksek, iki yanında bir sürü penceresi olan bir binaydı. Sanşiro, bu kitap deposunun sadece girişini görebildi. Karşıdan bakınca, içinin bir sürü kitapla donatıldığı anlaşılıyordu. Durup seyredince, içeriden iki üç tane kalın cildi kucaklayarak çıkan, girişe gelip sola dönen insanlar görüyordunuz. Bunlar, personel okuma odasına giden kişilerdi. Aralarında, gereken kitabı raflardan indirip göğüslerine yaslayarak açan ve ayakta araştırma yapanlar da vardı. Sanşiro çok imrenmişti. İçeriye gidip ikinci kata çıkmak, sonra üçüncü kata çıkmak, Hongo’dan çok daha yüksekte, yaşayan kişilere hiç yaklaşmadan kâğıt kokusunu soluyarak okumak istiyordu. Ama neyi okuyacaksın deseler, o an bir cevap veremezdi. Okumadan bilemezdi tabii ama herhalde bu binada okumaya değer bir sürü şey vardı.
Sanşiro birinci sınıf öğrencisi olduğundan, kitap yığınları arasına girme imtiyazına sahip değildi. Mecburen, koca koca çekmecelere konmuş fihrist kartlarını tek tek inceledi; kaç kart çevirirse çevirsin arkasında hep başka kitap adları görüyordu. Nihayet omzu sızlamaya başladı. Mola verdi, yüzünü kaldırıp gözlerini binanın içinde gezdirdi, içerisi bir kütüphaneden bekleneceği üzere sessizdi. Üstelik bir sürü insan vardı burada. Karşıda, biraz ötede duran insanların kafaları gözüne karaltı olarak görünüyordu. Onların gözlerini, ağızlarını net seçemiyordu. Yüksek pencerelerin ötesinde, dışarıda yer yer ağaçlar göze çarpıyordu. Gökyüzü de ucundan görünmekteydi. Çok uzaklardan kentin sesi işitiliyordu. Sanşiro öylece durmuş bakarken, öğrencilik hayatı sessiz ve derin bir şeymiş diye düşündü. Ve o gün başka bir şey yapmadan yurda döndü.
Sonraki gün, ortalıkta bir hayalet gibi gezmeyi bıraktı ve kütüphaneye girer girmez bir kitap ödünç aldı. Fakat yanlış kitabı almıştı ve onu hemen iade etti. Ardından aldığı kitap çok zordu, okuyamadığı için onu da iade etti. Sanşiro, bu şekilde her gün en az sekiz dokuz kitap ödünç alır oldu. Hatta ara sıra, aldığı kitabın birazını okuyordu bile. Sanşiro en büyük şaşkınlığı, hangi kitabı alırsa alsın, o kitabın daha önce en az bir kişi tarafından incelenmiş olduğunu keşfettiği an yaşadı. Bu, yazıların arasında yer yer rastladığı kurşunkalem izlerinden belliydi. Bir keresinde Sanşiro, deneme yapmak için Aphra Behn adlı yazarın bir romanını ödünç aldı. Kitabı açana kadar, yok canım daha neler diye düşünüyordu ama kitabı açınca yine, kurşunkalemle hafifçe çekilmiş çizgiler buldu. “Dayanılır şey değil bu,” diye düşündü Sanşiro. Sonra pencerelerin dışından bir bando geçti; bu yüzden Sanşiro yürüyüşe çıkma isteği duydu, caddeye çıktı ve Aokido’ya gitti.
Kafeye girdiğinde orada iki müşteri öbeği vardı, herhalde öğrenciydiler; ama bir de ilerideki köşede tek başına çay içen bir adam vardı. Sanşiro bu adamın yüzünü ilk bakışta, Tokyo’ya gelirken vagonda bir sürü beyaz şeftali yiyen adama benzetti. Adam Sanşiro’yu fark etmemişti bile. Çayından bir yudum içip sigarasından bir nefes çekti, çok rahat görünüyordu. Bugün o sade yukatasını39 giymemişti, sırtında ceket vardı. Fakat kıyafeti katiyen şık değildi. Hatta ışık basıncıyla uğraşan Nonomiya’nın kılığından tek üstün yanı, gömleğinin daha beyaz oluşuydu. Sanşiro adama bakarken, gözü ister istemez beyaz şeftaliler arıyordu. Üniversitede dinlediği derslerden ötürü olsa gerek, trendeyken adamın söylediği şeyler birden ona çok anlamlı gelmeye başladı ve Sanşiro, gidip adama selam vermeye karar verdi. Fakat adam sadece karşıya bakıyor, çay içip sigara tüttürüyor, sigara tüttürüp çay içiyordu. Ona yaklaşmak Sanşiro’ya zor geldi.
Sanşiro, adamı profilden süzmeye devam etti, ama sonra fincanındaki şarabı bitirdiği gibi kalkıp gitti. Kütüphaneye döndü.
Sanşiro mutluydu; çünkü o gün, şarabın etkisi ve bir nevi beyin fırtınası arasında, daha önce hiç çalışmadığı kadar sıkı ders çalışmıştı. İki saat boyunca tüm zihnini okumaya vermiş, saatin geç olduğunu fark edip dönüş hazırlığına başladıktan sonra, ödünç aldığı kitaplar arasından henüz açmaya fırsat bulamadığı bir cilde şöyle bir göz gezdirmişti. Kitabın son sayfasının arkasına, kurşunkalemle ve kargacık burgacık harflerle, bir şeylerin yazılı olduğunu görmüştü:
“Hegel, Berlin Üniversitesi’nde felsefe dersi verdiği günlerde, felsefeden para kazanmayı hiç düşünmezmiş. Verdiği dersler de gerçeği izah eden dersler değil, gerçeği bizzat yaşayan insanlar olmayı öğreten derslermiş. Dille verilen dersler değil, kalple verilen derslermiş. Gerçek ve insan karşılaşıp birleştiklerinde, her şeyin izahı doğacaktır; o zaman ders yapmış olmak için ders verilmez, yol göstermek için ders verilir. Felsefe dersleri, işte bu noktadan yola çıkarak dinlenmelidir. “Gerçek”ten eften püften bir şeymiş gibi bahsedenler, ölü mürekkeple ölü kâğıda boş laflar yazmaktan başka şey yapamazlar. Bunun hiçbir anlamı yoktur. Şimdi sınavlar için, yani ekmek parası için, üzüntünü ve gözyaşlarını yutup bu kitabı okumalısın. Başını ellerinin arasına al ve ebediyete kadar sınav sistemini lanetlemeye ant iç.”
Böyle yazıyordu. İmza yoktu tabii. Sanşiro farkına varmadan gülümsedi. Fakat bir bakıma aydınlandığını hissetmişti. Bu yazılanlar sadece felsefe için değil, edebiyat için de geçerli diye düşünerek sayfayı çevirince, karşısına yazının devamı çıktı:
“Hegel’in…” Hegel’i çok seven bir adama benziyordu bu. “Hegel’in derslerini dinlemek için Berlin’in dört yanından gelen öğrenciler, bu dersler hayatımızı kazanmamıza, para kazanmamıza yarayacak umuduyla toplanmıyordu. Sadece bilge Hegel diye birinin olduğunu, kürsüden saf ve evrensel gerçekleri bildirdiğini duymuşlardı; onları buraya getiren samimi bir gerçek arayışıydı; kürsünün karşısında toplanan kalabalık, içimizdeki kuşkulara izah diliyoruz diyen saf bir emelin tezahürüydü. Bu sayede onlar, Hegel’i dinleyerek geleceğe karar verebildiler. Kendi yazgılarını değiştirebildiler. Şahsiyetini yitirmiş dersleri dinleyip şahsiyetsizce mezun olan siz Japon üniversite öğrencileri kendinizi onlarla aynı kefeye koyuyorsanız, tarihteki en büyük yüzsüzlüğü yapıyorsunuz demektir. Sizler daktilodan başka bir şey değilsiniz. Üstelik de açgözlü daktilolarsınız. Sizin yapacaklarınızın, düşüneceklerinizin, söyleyeceklerinizin, amansız toplumun yaşam gücüyle alakası yoktur. Böyle giderse ölene kadar şahsiyetsiz kalacaksınız. Ölene kadar şahsiyetsiz kalacaksınız.”
Sanşiro, sessizce düşüncelere daldı. O sırada birisi, arkadan omuzuna dokundu. Yojiro’ydu bu. Yojiro’yla kütüphanede rastlaşmaları çok nadirdi. Derslere faydasız diyen ama kütüphanenin önemini vurgulayan Yojiro’ydu. Ama Yojiro, önemini vurguladığı bu yere çok seyrek geliyordu.
“Hey, Bay Sohaçi Nonomiya seni arıyordu,” dedi. Yojiro’nun Nonomiya’yı tanıması beklenmedik bir şeydi; Sanşiro bu yüzden, her ihtimale karşı “Temel bilimlerden Bay Nonomiya mı?” diye sordu ve “Evet,” cevabını aldı. Derhal kitapları bırakıp girişin yanındaki gazete okunan odaya kadar gitti, ama Nonomiya’yı göremedi. Sonra girişe kadar çıktı, ama adamı yine bulamadı. Taş basamakları inip, boynunu uzatıp etrafa bakınca bile, adamdan en ufak ize rastlamadı. Çaresizce geri döndü. Kitaplarının yanına vardığında Yojiro, deminki kitaptaki Hegel’e dair yazıyı göstererek, alçak sesle, “Birisi epey uğraşmış bunu yazmak için. Mutlaka eski mezunlardan biridir. Eskiler çok vahşiymişler, ama ara sıra ilginç işler de yapmışlar. Adam yazdıklarında haklı,” dedi ve keyifle gülümsedi. Okudukları epeyce hoşuna gitmişti anlaşılan. Sanşiro, “Bay Nonomiya yoktu,” dedi.
“Az önce girişteydi ama.”
“Sence benimle önemli bir şey mi konuşacaktı?”
“Bana öyle geldi.”
İkisi beraber kütüphaneden çıktılar. O zaman Yojiro anlatmaya başladı. Nonomiya, evinde kaldığı Hirota Hoca’nın eski çırağıydı ve sık sık eve geliyordu. Bilgiyi çok seven biriydi ve hayli araştırma yapıyordu. Onunla aynı dalda çalışan Batılılar arasında bile, Nonomiya çok ünlüydü.
Sanşiro, Nonomiya’nın hocası olan ve vaktiyle, ön kapının orada attan eza gören adamın hikâyesini anımsadı ve acaba o hoca, Hirota mıydı diye merak etti. Yojiro’ya bunu sorduğunda Yojiro, “Bilmem ki… Bizim hoca sonuçta, ondan beklerim doğrusu,” diyerek güldü.
Sanşiro’nun şansına, ertesi gün pazardı; yani okulda Nonomiya’yla görüşmesi gibi bir ihtimal yoktu. Ancak adamın dün kendisini aramaya gelmiş oluşu da Sanşiro’yu endişelendirmişti. Neyse ki daha önce Nonomiya’nın yeni evini ziyaret etmemişti. “Güle güle oturun,” deme vesilesiyle gidip adamın derdinin ne olduğunu sormaya niyetlendi.
Nonomiya’ya gitmeye karar verdiğinde sabahtı; ama gazete okuyup tembellik ederken vakit öğle oldu. Öğle yemeğini yedikten sonra yola çıkmaya yeltendiğinde, nicedir görmediği Kumamotolu bir arkadaşı geldi. Nihayet onu yolcu edebildiğinde saat dördü geçmişti. Biraz geç olmuştu, ama yine de planladığı gibi yola çıktı.
Nonomiya’nın evi biraz uzaktı. Nonomiya, dört beş gün önce Ookubo’ya taşınmıştı. Ama tramvay kullanarak çabucak gidilebilirdi oraya. Nonomiya’nın evinin istasyona yakın olduğunu duymuştu, o yüzden adresi bulmak güç olmayacaktı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Sanşiro başka bir yolculuk denemesinde başarısızlığa uğramıştı. Kanda’daki meslek okuluna gideyim derken, Hongo-Yonçome istasyonundan tramvaya binmiş, aktarma yapıp Kudan’a kadar gelmiş, sonra kendini İida Köprüsü’nde bulmuş, oradan Sotobori hattına aktarma yapmış, Oçanomizu’dan40 Kanda Köprüsü’ne gelmiş, hâlâ akıllanmadığı için aceleyle yanlış tramvaya binmiş ve Kamakura Nehri’nden Sukiya Köprüsü yönüne doğru gitmişti. O günden beri tramvaylar ona ayrı bir tehlikeli gelmeye başlamıştı; ama Koubu hattındaki tramvayın aktarmasız, dosdoğru gittiğini öğrenmişti; bu sayede araca rahatça bindi.
Ookubo durağında indi, Nakahyakunin Caddesi’nde Toyama Okulu’na doğru gitmektense, yaya geçidinden hemen karşıya geçip genişliği ancak bir metre kadar olan dar bir yola saptı. Bu yolu yavaşça, ayaklarının ucuna basa basa geçtikten sonra, kendini gelişigüzel boy vermiş bambuların arasında buldu. Bu bambuların ilerisinde, insanların yaşadığı tek tük evler görülüyordu. Nonomiya’nın evi, bu evler arasında bambuluğa en yakın olandı. Evin bahçe kapısı küçüktü ve sanki sokağı umursamıyormuşçasına yola doğru bakıyordu. Bahçeye girince, umduğunuzun aksine evi karşınızda değil, çaprazınızda buluyordunuz. Galiba bahçenin duvarı ve kapısı, sonradan ilave edilmişti.
Mutfağın yanı başında harika bir çalı uzanıyordu; ama bahçenin kendisinde ne çit ne de çalı vardı. Sadece insana tepeden bakacak kadar serpilmiş, verandayı kısmen gizleyen koca bir Japon yoncası vardı. Nonomiya o verandaya sandalye çıkarmıştı, orada oturmuş Batı’dan ithal bir dergiyi okuyordu. Sanşiro’nun geldiğini görünce, “Buyrun,” dedi. Temel bilimler bölümündeki bodrumda kullandığı karşılama sözcüğünün aynısıydı bu. Sanşiro, bahçeden verandaya mı çıksın yoksa evin ön kapısından geçip mi gitsin bilemedi; o tereddüt edince Nonomiya emredercesine, “Buyrun,” diye tekrarladı. Sanşiro, bahçeden doğruca verandaya çıkmaya karar verdi. Verandanın bitişiğindeki oda, tatami kilimleriyle kaplı bir çalışma odasıydı. Sekiz kilimlik41 bir odaydı bu, içindeki kitapların çoğu Batı kökenliydi. Nonomiya sandalyesinden kalkıp yere oturmuştu. Sanşiro, “Ne sakin bir yer,” gibi, “Buradan Oçanomizu’ya gitmek çok kolay,” gibi, “Teleskopla yaptığınız deneyler nasıl gidiyor,” gibi havadan sudan şeyler söyledikten sonra, “Dün beni aramışsınız da, acaba bir şey mi isteyecektiniz?” diye sordu. Bunu duyunca Nonomiya, biraz üzgün bir yüz ifadesiyle, “Şey, aslında bir şey yoktu yahu,” dedi.
Sanşiro: “Ya…” demekle yetindi.
“Bunun için mi, zahmet edip beni görmeye geldiniz?”
“Şey, pek öyle sayılmaz.”
“Aslında, memleketinizdeki valideniz, sağ olsun, oğlum size emanet diyerek güzel bir şey göndermiş bana. Size teşekkür etmek için uğramıştım.”
“Ya, demek öyle. Ne göndermiş?”
“Eee… Pirinç şarabı tortusu içinde kırmızı balıklar göndermiş, ama…”
“Himeiçi göndermiş yani…”
Sanşiro, “Amma da saçma bir hediye yollamış,” diye düşündü. Ama Nonomiya, himeiçi hakkında bir sürü soru sordu. Sanşiro, bilhassa balıkların nasıl yeneceğini izah etti. Onları şarap tortusuyla beraber pişirmesini, ama balığı tabağa koyarken tortuyu sıyırmasını, yoksa balığın tadını alamayacağını öğretti.
İkisi himeiçi hakkında konuşurken hava karardı. Sanşiro, gideyim artık, diye düşündü; müsaade istemeye hazırlandığı sırada eve bir telgraf geldi. Nonomiya, zarfı yırtıp telgrafı okuduktan sonra mırıldanarak, “Eyvah,” dedi.
Sanşiro, o duyduğu sözcüğü duymazlıktan gelemedi; ama kulak misafiri olduğu bir şey hakkında adamı sorguya çekmeyi de istemedi. O yüzden sadece, düz bir sesle, “İyi bir haberdir umarım,” demekle yetindi. Nonomiya, “Şey, önemli bir şey değil,” diyerek elindeki telgrafı Sanşiro’ya gösterdi. Telgraf, ”Lütfen çabuk gel,” diyordu.
“Sizi nereye davet ediyorlar?”
“Eee, geçenlerde kız kardeşim hastalandı da, üniversitenin hastanesine yatmıştı. İşte oradan çağırıyorlar,” dedi ama hiç de telaşlı bir hali yoktu. Buna karşılık Sanşiro çok şaşırmıştı. Nonomiya’nın kız kardeşini, kız kardeşinin hastalığını, üniversitenin hastanesini kafasında birleştirmiş, üzerine göletin kıyısında karşılaştığı kızı da katıp bir güzel çalkalayınca, şaşırıp kalmıştı.
“Öyleyse, durumu ağır mı?”
“Şey, öyle değildir herhalde. Aslında annem refakat etmek için yanında kalıyor, mesele hastalıkla ilgili olsaydı tramvaya atlayıp buraya gelerek haberi daha çabuk iletebilirdi. Şey, kız kardeşimin muzipliği olabilir bu. Salaktır, o yüzden sık sık böyle şeyler yapar. Buraya taşındığımdan beri onu görmeye gitmedim; o yüzden, bugün gelmemi beklemiş falan olmalı. O yüzden…” dedi ve boynunu yana eğerek düşündü.
“Yine de ziyaretine gitmeniz iyi olur sanırım. Eğer durumu kötüleştiyse gitmemeniz yazık olur.”
“Hakkınız var. Onu görmediğim dört beş gün içinde durumu birden değişmiş olamaz herhalde; ama, eh, yine de gideyim.”
“Bence mutlaka ziyarete gitmeniz gerekir.”
Nonomiya gitmeye karar verdi. Gitmeye karar verdikten sonra Sanşiro’ya, “Bir ricam olacak,” dedi. “Pek olası değil ya, eğer telgraf hastalık yüzünden gönderilmişse bu gece dönemem. O zaman evde hizmetçi kadın tek başına kalmış olacak. Aşırı korkak bir kadındır, bu mahalle de pek tekin bir yer değil. İyi ki beni görmeye bugün gelmişsiniz. Eğer yarınki derslerinize engel olmayacaksa, bu gece burada kalmaz mısınız; zaten telgrafı öylesine göndermişlerse hemen geri döneceğim. Böyle olacağını bilseydim her zamanki gibi evi Sasaki’ye emanet ederdim, ama bu saatten sonra o buraya gelemez. Sadece bir gecelik, hastanede gecelemem gerekecek mi gerekmeyecek mi bilemiyorum; alakasız birini böyle sıkıntıya sokarak da bencillik ediyorum, ama eğer çok zahmet olmayacaksa…” Tabii ki Nonomiya, isteklerini öyle süslü bir dille anlatmıyordu; ama karşısındaki Sanşiro da, öyle süslü bir ricaya gerek duyan birisi değildi. Hemen kabul etti.
Hizmetçi, “Ya yemek?” dediğinde Nonomiya, “Yemeyeceğim,” diyerek Sanşiro’ya, “Ayıp ediyorum ama lütfen, yemeği ben gittikten sonra tek başınıza yiyin,” dedi ve daha yemek saati gelmeden, konuğunu tek başına bırakıp çıktı. Tam gitti derken, karanlık Japon yoncasının arasından yüksek sesle, “Ben çalışma odasındaki kitapların hemen hepsini okudum. Çok ilginç kitaplar sayılmazlar ama hangisine isterseniz bakın. Birkaç tane roman da var,” dedi ve gözden kayboldu. Onu uğurlamak için verandaya çıkan Sanşiro, “Teşekkür ederim!” diye seslendiğinde, on metrekarelik bambuluktaki bambular halen tek tek seçilebiliyordu.
Bir süre sonra Sanşiro, sekiz kilimlik çalışma odasının tam ortasına bir sehpa koydu ve akşam yemeğine oturdu. Sehpaya konan yemeğe baktığında, ev sahibine boş yere malumat vermiş olduğunu gördü; çünkü himeiçiler zaten pişirilmişti. Sanşiro, memleketine özgü hasret kaldığı bu kokuyu duyunca mutlu olmuştu; ama yemek pek de leziz olmamıştı doğrusu. Hizmetçi de, tıpkı patronunun dediği gibi, hayli ürkek görünen biriydi.
Yemek bitince hizmetçi mutfağa çekildi, Sanşiro tek başına kaldı. Tek başına kalıp gevşeyince, birden Nonomiya’nın kız kardeşi için endişe duydu. Sanşiro’ya kızın ciddi bir hastalığı varmış gibi geliyordu ve sanki Nonomiya yola çıkmayı ağırdan almış gibiydi. Ayrıca Nonomiya’nın kardeşi, geçenlerde gördüğü kızmış gibi geliyordu ki, bu sezgi çok şiddetliydi. Sanşiro yeniden, kızın yüz hatlarını ve bakışlarını, giysilerini, o gün gördüğü haliyle gözünde canlandırdı. Bu hayali, hastanedeki bir yatağın üstüne yerleştirdi, yanına da Nonomiya’yı dikti; onu ve kardeşini iki üç kez konuşturdu, ama kızın ağabeyi bu sahne için yetersiz kalmıştı; bu yüzden hayalinde onun yerine kendisini geçirdi ve kıza şevkatle yardım etti. O esnada bambuluğun ötesinden bir buharlı tren, düdüğünü öttürerek geçti. Temelleri yıprandığı için mi, toprağı gevşek olduğu için midir bilinmez, oda biraz sallandı.
Sanşiro hastabakıcılık etmeyi bırakıp odaya bakındı. Eski bir binaydı, sade ahşaptan kolonları zarifti. Ama kâğıt kaplı kapısı yuvasına tam oturmuyordu. Tavanı simsiyahtı. Sadece lambası bu çağa aitti. Heves edip böyle bir ev tutmak, feodal devirden kalma bambuları seyrederek yaşamak, Nonomiya gibi bir zamane âlimine çok uygun düşüyordu. Eğer sahiden heves yüzünden bu yeri tutmuşsa bu Nonomiya’nın bileceği işti; ama zaruretten ötürü buraya sığınmışsa, bu çok üzücüydü. Sanşiro’nun duyduğuna göre, o kademedeki bir öğretim görevlisi, üniversitesinden ayda elli beş yenden fazla maaş almazdı. Nonomiya özel bir okulda da ders veriyordu, bunun sebebi mecburiyet olsa gerekti. Bunun üstüne kız kardeşinin hastaneye yatışı eklenince, adamın derdi başını aşmıştı. Ookubo’ya taşınması da, ihtimal ki böylesi ekonomik nedenlerden ötürüydü.