Полная версия
Sanşiro
O esnada hizmetçi, yatak sermeye geldi. Bir tek geniş şilte getirmişti; Sanşiro “Yere iki şilte sermelisiniz,” deyince hizmetçi kadın, “Odanız çok ufak, cibinlik de çok dar,” gibi bahaneler öne sürmeye başladı. Üşendiği açıkça belliydi. “Şimdi şef otelde değil, gelince ona sorup öyle getireyim şiltenizi,” dedi, inat edip o tek şilteyle tek cibinliği serdi ve gitti.
Bir müddet sonra kadın odaya döndü. “Kusura bakmayın, geciktim,” dedi. Sanşiro, kadının ne yaptığını cibinliğin ardından net göremiyordu ama çıngır çıngır birtakım sesler duyuyordu. Bu sesler, kadının çocuğuna hediye diye aldığı oyuncaktan geliyordu herhalde. Kadın, oyuncağı paketine geri sarıp bağladı. Cibinliğin içinden, “Hayırlı geceler,” diye seslendi kadın. Sanşiro, “Hı hı,” diye cevap verirken eşikte oturup yelpazeyi kullanmayı sürdürdü. “En iyisi bu şekilde sabahlamak,” diye düşündü. Ama sivrisinekler vızır vızır saldırıyordu. Cibinlik dışında kalırsa onlardan kaçıp kurtulamazdı. Sanşiro çantasından eprimiş bir gömlek ve bir paçalı don çıkardı, bunları giyerek üstüne çivit mavisi kuşağını bağladı. Bundan sonra iki tane Batı tarzı havlu13 alıp cibinliğin içine girdi. Kadın, şiltenin diğer tarafında yelpazeleniyordu.
“Kusura bakmayın, ben biraz pimpirikli adamımdır, başkasının kullandığı şiltede uyuyamam… Kafama bit filan bulaşır diye korkarım. Kendimce bir çözüm buldum, müsaadenizle.”
Sanşiro böyle dedikten sonra, çarşafın şiltenin kıyısından sarkan kenarını kadının uyuyacağı yana doğru katlamaya başladı. Çarşafla, şiltenin tam ortasını boydan boya kateden beyaz bir sınır çizgisi çekti. Kadın, yattığı yerde yuvarlanarak kenara çekildi. Sanşiro, Batı tarzı havlularını açıp bunları kendi bölgesine yan yana yaydı, yan gelip havluların üstüne uzandı. O gece Sanşiro, elini ayağını bu eni dar Batı havlularından bir santim bile çıkarmadan yattı. Kadının ağzından tek söz bile çıkmadı. O da duvara dönmüş halde yattı ve yerinden kımıldamadı.
Gün ağardı. Yüzlerini yıkayıp kahvaltıya oturduklarında, kadın neşeyle gülümseyerek “Gece size bit gelmemiştir umarım,” dedi. Sanşiro da ciddi bir tavırla, “Evet, gelmedi. Sağ olasınız, sayenizde,” gibisinden bir şeyler söyledi ve başını öne eğip yemek çubuklarını çanağındaki üzüm bezelyelerine14 daldırdı.
Hesabı ödeyip handan çıktılar, istasyona vardıkları zaman kadın, ilk kez, Yokkai şehrine gideceğini söyledi Sanşiro’ya. Sanşiro’nun treni kısa bir süre sonra geldi. Kadınsa, kendi treni henüz gelmediğinden biraz beklemek zorunda kalacaktı. Sanşiro’ya biletlerin kontrol edildiği yere kadar eşlik eden kadın, “Size türlü sıkıntı çıkardım… Sağlıcakla kalın,” diyerek kibarca eğildi. Sanşiro, tek eli çantası ve şemsiyesiyle dolu vaziyette, serbest eliyle o eski şapkasını çıkartıp tek kelimeyle “Elveda,” dedi. Kadın, onun yüzünü uzun uzun süzdü; ama sonra, sakin bir ses tonuyla “Siz cesaretten oldukça yoksun bir insansınız, değil mi?” diyerek sırıttı. Sanşiro, kendini platformun üstüne fırlatılıp atılmış gibi hissetti.
Vagona bindikten sonra iki kulağı birden yanmaya başladı. Bir süre, koltuğunda büzülerek oturdu. Nihayet kondüktörün düdüğü, uzun trenin her yanından işitildi. Tren hareket etti. Sanşiro, başını usulca pencereden dışarı çıkardı. Kadın çoktan bir yerlere gitmişti bile. Gözüne sadece istasyonun büyük saati çarptı. Sanşiro, yine usulca kendi koltuğuna döndü. Vagonda pek çok yol arkadaşı vardı. Ama Sanşiro’nun haline, tavrına bakan bir tek kişi bile yoktu. Sadece çaprazında oturan adam, koltuğuna otururken Sanşiro’ya şöyle bir baktı.
Adamın bakışı, Sanşiro’yu nedense huzursuz etmişti. “Kitap filan okuyup kafa dağıtayım,” diye düşünüp çantasını açtığında, dün geceki Batı tarzı havlusu sıkıca rulo edilmiş halde karşısına çıktı. Onu yana ittirip altına elini uzattı, neye rastlarsam bahtıma deyip tuttuğu şeyi çektiğinde, çantadan çıka çıka okusa da anlamayacağı bir Bacon derlemesi çıktı. Bacon’a hürmetsizlik denecek kadar ucuz, iple tutturulmuş bir ciltti bu. Aslında trende kitap okumaya niyeti yoktu ama bavulunda kitapları koyacak yer bulamayınca bunu, başka iki üç ciltle beraber çantasına koymuştu ve ne şans ki şimdi eline bu kitap gelmişti. Sanşiro, Bacon’ın kitabının yirmi üçüncü sayfasını açtı. Aslında başka bir kitap da olsa, kendini okuyabilecek gibi hissetmiyordu. Hele Bacon okumak, içinden hiç gelmiyordu tabii ki. Yine de Sanşiro, istemeye istemeye yirmi üçüncü sayfayı açtı, sayfanın her yerine göz gezdirdi. Sanşiro, yirmi üçüncü sayfanın huzurunda, geçen gecenin muhasebesini yapmak niyetindeydi.
O kadın neyin nesiydi öyle? Dünyada öyle kadınlar da var mıydı yani? Kadın dediğin, öylesine sakin, öyle kayıtsız olabilen bir şey miydi? Cehalet miydi bunun adı, yoksa cüret miydi? Yoksa “saflık” sözcüğü mü daha uygundu? Yani, işi sonuna kadar götürmediği için şimdi hiçbir şey anlayamıyordu. Keşke cesaret edip kadınla biraz daha konuşmuş olsaydı. Ama korkunçtu. Ayrıldıkları an suratına, “Siz cesaretten yoksun birisiniz,“ denince irkilmişti. Yaşadığı yirmi üç yıldaki zaafların bir seferde gözler önüne serildiğini hissetmişti. Ana babası bile, ona bu kadar ustaca laf dokunduramazdı.
Sanşiro’nun morali şimdi iyice bozulmuştu. Adeta hiç tanımadığı birisi, onu yüzünü yere eğdirecek kadar azarlamıştı. Bacon’un yirmi üçüncü sayfası karşısında dahi, kendini çok mahcup hissediyordu. Paniklemeden, sakince düşünmesi lazımdı. Mesele ne aldığı tahsildi ne üniversite öğrencisi olması. Karakteriyle ilgili bir konuydu bu. Başka şekilde davransa daha iyi olurdu herhalde. Ama belki de, bir kadından gelen öyle bir çıkışa, eğitimli birisi olarak kendisinin başkaca tepki vermesi olanaksızdı. O halde, kendisinin kadınlara temkinsizce yaklaşmaması gerekiyordu. Bir tür özgüvensizlikti bu. Resmiyete hapsolmaktı. Adeta bir sakatlıkla doğmuş olmak gibiydi. Lakin…
Sanşiro, aklındaki konuyu değiştirip başka bir dünyayı düşünmeye koyuldu. Şimdi Tokyo yolundaydı. Üniversiteye girecekti. Ünlü âlimlerle dirsek teması kuracaktı. Klas sahibi öğrencilerle ahbaplık edecekti. Kütüphanede araştırma yapacaktı. Yazarlıkla uğraşacaktı. Toplumdan itibar görecekti. Annesi mutlu olacaktı. Böyle bir geleceği tembelce düşünüp keyfini geri getirdi, artık yüzünü yirmi üçüncü sayfaya gömme ihtiyacı duymuyordu. Pat diye başını kitaptan kaldırdı. Kaldırınca, çaprazındaki o adamın yine kendisine doğru baktığını gördü. Bu sefer, Sanşiro da adamın bakışlarına karşılık verdi.
Adam, kalın bir bıyık bırakmıştı. Yüz hatları narindi, göze biraz Şinto rahibi gibi gelen bir adamdı. Yalnız dümdüz ve uzun burnu, ona Avrupai bir hava veriyordu. Öğrencilik hayatı henüz devam eden Sanşiro, ne zaman böyle bir tip görse onun bir öğretmen olduğunu varsayardı. Adam sade desenli bir kimononun altına, mütevazı beyaz bir gömlek giymişti; çorapları çivit mavisiydi. Bu kıyafetten yola çıkarak, Sanşiro karşısındakinin ortaokul öğretmeni olduğuna hükmetti. Görkemli bir gelecek hayali kuran Sanşiro’nun gözüne gayet sıkıcı görünen biriydi. Adam kırkında vardı. Bu saatten sonra kendini geliştiremezdi herhalde.
Adam sigarasından derin nefesler çekiyordu. Burnundan uzun duman sütunları çıkıyordu; kollarını kavuşturarak oturuşuna bakınca, ne kadar rahat bir adam diye düşünüyordunuz. Ve siz tam öyle düşününce, adam ansızın, belki tuvalete gitmek için, ayağa kalkıyordu. Kalkınca hımlayarak gerindiği de oluyordu. Galiba canı sıkılıyordu. Yanındaki yolcu, okuduğu gazeteyi bitirip yanına koyduğunda adam, gazeteyi ödünç almak için teşebbüste bulunmadı. Sanşiro durumu yadırgamıştı, Bacon derlemesini bir kenara bırakıverdi. Başka bir roman çıkarıp gerçekten okusam mı diye düşündü ama üşendiği için bu fikrinden caydı. Onun yerine, önündeki adamın gazetesini ödünç almak istedi. Ne yazık ki, önündeki adam çoktan uykuya dalmış, horlamaya başlamıştı bile. Sanşiro elini uzatıp gazetenin üstüne elini koydu ve bilmiyormuş gibi yaparak, “Bu gazeteyi okuyan var mı?” diye bıyıklı adama sordu. Adam rahat bir suratla, “Yoktur herhalde. Okuyunuz,” dedi. Gazeteyi ele geçiren Sanşiro’nun ise, içi hiç rahat etmedi.
Gazeteyi açtı ama içinde okumaya değecek pek bir şey yoktu. Bir iki dakikada, gazeteye göz gezdirmeyi bitirdi. Gazeteyi güzelce katlayıp önceki yerine koyarken, adama başıyla selam verdi; adam da şöyle bir selam verip, “Lise öğrencisi misin?” diye sordu.
Sanşiro, taktığı eski şapkadaki amblemin izi, bu adamın gözüne çarptığı için mutlu olmuştu. “Evet,” diye cevapladı.
“Tokyo’da mı okuyorsun?” diye sordu adam bu sefer.
Sanşiro ilk önce “Hayır, Kumamotoluyum,” dedi. “Ancak…” diye sürdürecekken sustu. Üniversite öğrencisiyim demek istemişti ama bunu belirtmenin gereği yok diye düşünerek çekinmişti. Beriki “Ah, demek öyle,” deyip sigarasını tüttürmeyi sürdürdü. Neden Kumamotolu bir öğrenci yılın bu döneminde Tokyo’ya gidiyor ki diye de sormadı üstelik. Anlaşılan Kumamotolu öğrenciler hiç ilgisini çekmiyordu. Tam bu sırada, Sanşiro’nun karşısında uyumakta olan adam “Hımm, demek öyle,” dedi. Konuştuğu halde besbelli uykudaydı. Kendi kendine konuşmuş filan da değildi. Bıyıklı adam Sanşiro’ya bakıp neşeyle gülümsedi. Sanşiro, fırsattan istifade, “Siz nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.
Adam ağır ağır: “Tokyo,” dedi ve sustu. Artık Sanşiro’ya, bir ortaokul öğretmeni gibi görünmüyordu. Ama üçüncü sınıf vagona bindiğine göre, öyle mühim birisi de olamazdı. Sanşiro, sohbeti o noktada bitirdi. Bıyıklı adam da kollarını bağlayıp ara sıra takunyasının15 burnuyla tempo tutup zeminden ses çıkartıyordu. Herhalde canı çok sıkılıyordu. Ama bu adamın sıkıntısı, ona konuşma isteği vermeyen bir sıkıntıydı.
Buharlı tren Toyohaşi’ye vardığında, uyuyan adam hop diye kalktı ve gözlerini ovuşturarak vagondan indi. “Aferin doğrusu, nasıl da doğru zamanda uyanmayı başarabildi,” diye düşündü Sanşiro. Sonra adamın, uyku sersemliğiyle durakları karıştırmış olabileceğini düşünerek pencereden baktı ama katiyen öyle bir durum yoktu. Yolcu sağ salim bilet kontrolünden geçti, aklı tamamen yerinde bir insanın yürüyüşüyle çıkıp gitti. Sanşiro rahatlamıştı, deminki koltuğunun karşısındaki yere geçti. Böylece, bıyıklı adama komşu olmuştu. Bıyıklı adam ise, pencereden boynunu uzatmış bir satıcıdan beyaz şeftali alıyordu.
Şeftalileri kendisiyle Sanşiro’nun arasına koyup, “Buyurmaz mısın?” dedi.
Sanşiro teşekkür edip bir tane yedi. Bıyıklı adam şeftaliyi seviyordu anlaşılan, iştahla yiyordu. Sanşiro’ya da, “Biraz daha ye,” dedi. Sanşiro, bir şeftali daha yedi. İkisi beyaz şeftalileri yerken aralarında, havadan sudan sıcak bir sohbet başladı.
Adamın teorisine göre şeftali, meyveler arasında en bilge16 görüneniydi. Tatları nedense bir acayipti. Üstelik çekirdeklerinin şekli de çok tuhaftı. Her yerlerinde ufak delikler vardı, görüntüleri çok komikti. Sanşiro, ilk kez işittiği bu teoriyi duyunca, amma da sıkıcı muhabbeti varmış bu adamın diye düşündü.
Sonra adam şöyle bir şey anlattı: Guguk17 meyveyi çok severmiş. Ne kadar meyve bulsa hepsini yiyebilirmiş. Bir keresinde şarapta bekletilmiş on altı hurmayı birden yemiş. Hurmalar ona dokunmamış bile. Bendeniz Guguk’la boy ölçüşemem doğrusu. Sanşiro bunları gülümseyerek dinliyordu. O an ilgisini çeken tek şey Guguk’tu sanki. Sanşiro kendi kendine, “Ben de Guguk’tan bahsedeyim,” diyordu ki, adam “İnsan sevdiği şeye el uzatıyor doğal olarak. Başka çaresi yok. Domuzların eli yok ama onlar da burunlarını uzatıyorlar. Domuzu bağlayıp kımıldamaz hale sokarsan, o burnunun önüne de leziz bir şeyler koyarsan, hayvan kımıldayamıyor ya, burnu uzadıkça uzarmış. Yemeğe ulaşana kadar uzarmış burnu. Dünyada güçlü bir arzudan daha korkunç hiçbir şey yoktur,” dedi ve gülümsedi. Konuşma tarzı, ciddi mi yoksa şaka yollu mu konuştuğunu ayırt etmeyi zorlaştırıyordu. “Çok şükür biz domuz değiliz. Burnumuz istediğimiz her şeye doğru uzasaydı, şimdiye kadar mutlaka trene sığmamızı önleyecek kadar uzun burunlarımız olurdu.”
Sanşiro kıkırdadı. Ama muhatabının çehresi, şaşılacak kadar sakindi.
“Sahiden ürkütücü. Leonardo Da Vinci denen adam, bir keresinde şeftali ağacına arsenik enjekte etmiş biliyor musun; zehir ağacın meyvelerine gidecek mi diye deney yapmış. Ne yazık ki ağacın meyvesini yiyip ölenler olmuş. Ürkütücü, ürkütücü. Dikkat etmezsen başına her şey gelebilir,” diye diye, peş peşe yediği beyaz şeftalilerin çekirdeklerini ve kabuklarını bir gazete kâğıdına sardı ve pencereden dışarıya attı.
Artık Sanşiro’nun içinden gülmek gelmiyordu. Leonardo Da Vinci’nin ismini duyunca biraz irkilmiş, nedense geçen geceki kadını anımsamış ve içinde acayip bir rahatsızlık duymuştu; bu yüzden içine kapandı. Ama adam bunu fark etmişe benzemiyordu. Nihayet, “Tokyo’nun neresine?” diye sordu.
“Aslında oraya ilk kez gidiyorum, şehri pek tanımıyorum… Şimdilik, bizim memleketlilerin konukevinde kalacağım herhalde,” dedi.
“Öyleyse artık Kumamoto’ya…”
“Geçen dönem mezun oldum.”
“Haa, demek öyle,” dedi adam ama ne bir tebrik cümlesi ne bir aferin ekledi. Sadece, sanki çok doğal bir şey söylercesine, “Öyleyse şimdi üniversiteye gireceksin herhalde?” diye sordu.18
Sanşiro verecek uygun bir karşılık bulamadı. Onun yerine, “Evet,” diye iki heceyle yetindi.
“Bölümün ne?” diye bir soru geldi bu kez.
“Sosyal bilimler.”
“Hukuk mu?”
“Hayır, edebiyat.”
“Haa, demek öyle,” diye tekrarladı adam. Bu “Haa, demek öyle”leri her duyuşta Sanşiro bir tuhaf oluyordu. Karşısındaki kesinlikle ya çok eğitimli biriydi ve Sanşiro’yu önemsiz görüyordu ya da üniversitelerle tümden alakasız, onları umursamayan bir adamdı. Ama Sanşiro bu iki ihtimalden hangisinin geçerli olduğunu kestiremiyor; bu adama karşı nasıl bir tutum takınacağını da bilemiyordu.
Hamamatsu’da ikisi beraberce konserve yediler. Yemekleri bittiği halde tren hareket etmedi. Sanşiro pencereden baktığında, dört beş tane Batılı insanın trenin yanında gezindiğini gördü. Aralarında galiba evli bir çift vardı, hava sıcak olduğu halde kol kola girmişlerdi. Kadın tepeden tırnağa bembeyaz bir kimono giymişti ve çok güzeldi. Sanşiro, doğduğu günden bugüne dek sadece beş ya da altı tane Batılı görmüştü. İkisi, Kumamoto’daki lisesinde öğretmendi ve bu iki öğretmenden biri de ne yazık ki bir kamburdu. Kadın olarak bildiği tek Batılı bir misyonerdi. Gayet sivri bir suratı vardı o kadının; mezgit balığına, sarıkuyruğa veya baraküdaya19 benzerdi. Dolayısıyla, böylesine gösterişli ve güzel bir Batılı, Sanşiro’nun gözüne hem çok ilginç geliyordu, hem de çok asil görünüyordu. Sanşiro, kadını seyretmeye dalmıştı. “Batılıların kendilerini beğenmesine şaşmamak gerek,” diye düşündü. “Eğer Batı dünyasına gidip böyle insanların arasında kalsam kesinlikle kendimi çok küçük hissederdim,” dedi kendi kendine. Batılı çift penceresinin önünden geçerken Sanşiro kulak kesilip dinledi, ama konuşmalarından hiçbir şey anlayamadı. Telaffuzları, Kumamoto’daki öğretmeninkinden çok farklıydı.
Biraz sonra, yol arkadaşı pencereden başını uzatıp, “Tren hareket edeceğe benzemiyor,” diyerek az önce geçip gitmiş Batılı çifte göz attı. “Ah, güzelmiş,” diye mırıldandı ve hafifçe esnedi. Sanşiro, kendisinin tam bir taşralı gibi davrandığını fark edip boynunu pencereden içeri çekti ve oturdu. Adam da, onun ardından koltuğuna döndü ve “Batılılar da pek güzel oluyor değil mi?” dedi.
Sanşiro, uygun bir karşılık bulamayıp gülümsemekle yetindi. O gülümseyince bıyıklı adam, “İkimize de acıyorum,” deyiverdi. “Böyle suratlarımız oldukça, böyle çelimsiz göründükçe, istediğimiz kadar Japon-Rus Savaşı’nı kazanalım, Büyük Güçler arasına girelim fayda etmez. Zaten binalara da baksan, bahçelere de baksan ikisi de yüzlerimize benzeyen yerler… Madem Tokyo’ya ilk defa gidiyorsun, Fuji Dağı’nı görmüşlüğün de yoktur. Buradan görünüyor, iyice bak bakalım. O, Japonya’daki en ünlü şey. Onun dışında övüneceğimiz hiçbir şeyimiz yok. Bu arada o Fuji Dağı da, ezelden beri var olmuş doğal bir şey, yani başarıdan sayılmaz. Bizim diktiğimiz bir şey değil,“ dedi ve tekrar gülümsedi. Sanşiro, Japon-Rus savaşından20 sonra böyle bir insanla karşılaşacağını aklının ucundan bile geçirmemişti. Adam ona sanki Japon değilmiş gibi geliyordu.
“Fakat Japonya gelecekte adım adım gelişecek,” diye ülkesini savundu. O zaman adam, sanki olup bitmiş bir şeyden bahseder gibi, “Mahvolacak,” dedi. Eğer Kumamoto’da birisi ağzından böyle bir söz çıkaracak olsaydı, o saat yumruğu yerdi. Hatta belki de vatan haini muamelesi görürdü. Sanşiro, böylesi fikirlerin kafasının bir köşesine bile girmesine müsaade etmeyen bir atmosferde büyümüştü. O yüzden adamın, gençliğinden istifade edip onunla dalga geçiyor olabileceğini düşündü. Adam, halen neşeli neşeli gülümsüyordu. Buna rağmen o sakin konuşma tarzında alay eder gibi bir hal de yoktu. Sanşiro adamı çözememişti, onunla muhatap olmamaya karar verip sustu. O zaman adam şöyle dedi:
“Tokyo Kumamoto’dan geniştir. Japonya da Tokyo’dan geniştir. Ve Japonya’ya…” Sözünü yarıda kesti, Sanşiro’nun yüzüne bakıp onun kendisini dinlediğinden emin oldu. “Japonya’ya kıyasla da insanın kafası geniştir,” dedi. “Aklını ele geçirmelerine izin verme. Yoksa Japonya’ya hizmet ettiğini sanırken bile sadece ona zarar verirsin.”
Bu sözleri duyduğu an, Sanşiro, Kumamoto’yu sahiden geride bırakmış olduğunu hissetti ve anladı ki, Kumamoto’da geçirdiği günler boyunca kendisi çok ödlek birisi olagelmişti.
O akşam Sanşiro, Tokyo’ya ulaştı. Bıyıklı adam, ayrıldıkları ana kadar ona ismini söylemedi. Sanşiro, “Tokyo’ya vardıktan sonra, elimi sallasam böyle bir adama çarpacak nasılsa,” diye düşündü ve adamın adını soyadını sormaya kalkışmadı.
İki
Sanşiro’yu Tokyo’da şaşırtan pek çok şey vardı. İlk önce, elektrikli tramvayların çıkardığı “çin-çin” sesine şaşırdı. Sonra, iki çin-çin sesi arasında inanılmaz sayıda insanın binip inmesine şaşırdı. Daha sonra Marunouçi’de21 şaşırdı. Onu en çok şaşırtansa, ne kadar giderse gitsin Tokyo’nun bir türlü bitmek bilmemesiydi. Üstelik nereye yürürse yürüsün, sökülmüş kalaslar ve yığılmış molozlar buluyordu; her sokağın yanında iki üç tane yeni ev vardı, yarısı yıkılmış depoların ayakta kalmış ön yarılarına bakınca insanın içi daralıyordu. Her şey imha edilme halindeydi adeta. Ve aynı anda, her şey inşa edilmekteydi. Acayip bir hareketlilikti bu.
Sanşiro çok şaşkındı. Yani, alelade bir köylü ilk defa kentin ortasında durduğunda ne kadar şaşırırsa, Sanşiro da o kadar şaşırmıştı. Şimdiye dek aldığı tahsil, onun şaşırmasını önlemekte reçetesiz satılan bir ilaç kadar bile etkili olamamıştı. Bu şaşkınlıkla beraber, Sanşiro’nun özgüveni yaklaşık yüzde kırk oranında azalmıştı. Kendini çok rahatsız hissediyordu.
Eğer bu vahşi faaliyet, gerçek dünya denen şeyin ta kendisiyse, demek ki kendisinin bugüne kadarki yaşantısı gerçek dünyayla tamamen alakasızdı. Adeta bir mağarada, uykuda yaşamıştı. O halde bugünden sonra uyumayı bırakıp bu faaliyete katılabilecek mi diye sorarsanız, bu onun için pek de kolay olmayacaktı. Şu an, o faaliyetin tam ortasında duruyordu. Ancak dört bir yanında sürüp gitmekte olan o faaliyet gözlerinin önüne serilmişti, o kadar. Bir öğrenci olarak sürdürdüğü yaşantıda değişiklik yoktu. Dünya, ileri geri çalkalanıp duruyordu. Kendisi o çalkantıyı seyrediyordu. Ama o çalkantıya katılmak elinden gelmezdi. Kendi dünyası ile gerçek dünya, birer kenarlarıyla yan yana gelmiş olsalar da, halen kesişmemişlerdi. Gerçek dünya, ileri geri çalkalanarak ve Sanşiro’yu geride bırakarak geçip gidiyordu. Sanşiro çok huzursuz olmuştu.
Sanşiro, Tokyo’nun göbeğinde durup elektrikli ve buharlı trenlerin, beyaz kimono giymiş insanların, siyah kimono giymiş insanların faaliyetini seyrederken bunları hissetti. Ancak öğrencilik yaşantısının arka planında yatmakta olan fikir dünyasındaki hareketliliğin hiç mi hiç farkında değildi. Meiji çağının22 fikir dünyası, Batı âleminin tarihinde üç asırda yaşanan her şeyi, son kırk yılda tekrar etmişti.
Sanşiro’nun, hareketli Tokyo’nun bağrında kapana kısıldığı, tek başına tutsak olduğu o günlerde, memleketteki annesinden bir mektup geldi. Bu, onun Tokyo’dayken aldığı ilk mektuptu. Zarfı açtığında karşısına çıkan sayfalar, bir sürü şeyden bahsediyordu. Evvela, bu yıl da hasadı çok şükür kaldırdık diye başlıyor, sağlığına mutlaka dikkat etmelisin diye bir ikazla devam ediyor, Tokyo’da herkes kurnazdır ve insanlar kötüdür, o yüzden dikkatli ol diyor, okul harçlığını her ayın sonunda yollayacağız, için rahat olsun diye ekliyor, Katsutalardan Bay Masa’nın yeğeni olan biri hükümet okulundan mezun olmuş da temel bilimler akademisine mi neye girmiş, onu bir ziyaret et ki sana yardım etsin diye bitiyordu. Anlaşılan annesi en önemli şeyi, yani o adamın ismini yazmayı unutmuştu da, mektubun kenarına “Bay Souhaçi Nonomiya” diye eklemişti. Mektubun kenarında iki üç tane not daha düşülmüştü: Saku’nun kömür karası atı hastalandı öldü, Saku çok zor durumda kaldı, deniyordu. Mivatalardan Bayan O-Mitsu sana tatlıbalık yolladı, ama Tokyo’ya gönderseydik balıklar yolda kokardı o yüzden hepsini biz yedik, diye de bir not vardı.
Sanşiro mektuba bakınca, sanki eline karanlık çağlardan kalma bir belge geçmiş gibi hissetti. Annem kusura bakmasın ama benim bunları okuyacak zamanım yok diye düşündü. Yine de mektubu baştan sona iki kez okudu. Bir diğer deyişle, Sanşiro gerçek dünyayla bir şekilde temas kurmuş olsa bile, şimdilik annesinden başka kimsesi yoktu. Ve o annesi de, eski bir taşra beldesinin eski kafalı insanlarından biriydi. Ondan başka, bir de trende tanıştığı kadın vardı. O da, bir şimşek gibi gelip geçmişti. Kadınla tanışıklığı, birliktelik denmeyecek kadar kısa sürmüş ve çok keskin geçmişti. Sanşiro, annesinin sözünü dinleyip Souhaçi Nonomiya’yı ziyaret etmeye karar verdi.
Sonraki gün, normalden bile daha sıcak23 bir gündü. Sanşiro, “Okullar tatil, o yüzden temel bilimler akademisine gitsem bile Nonomiya’yı orada bulamayabilirim,” diye düşündü. Ama annesi Nonomiya’nın hangi yurtta kaldığını yazmadığı için, hele gidip bir soralım bakalım dedi ve öğleden sonra dörtte, lisenin yanından geçince az ilerideki Yayoi Mahallesi24 kapısından kampüse girdi. Yol bir parmak tozla kaplıydı ve bu tozda, tahta takunyaların dişleri, ayakkabıların tabanları, hasır sandaletlerin altları net desenler bırakmıştı. Arabaların25 ve bisikletlerin izleri sayılamayacak kadar çoktu. Kalbi boğacak kadar iç sıkıcı bir yoldu, ama kampüse girince insan kendini üniversiteye layık bir bahçede, ağaçlar arasında buluyor ve biraz rahatlıyordu.
Sanşiro, en yakındaki kapıdan geçmeye yeltendi ama kapı kilitliydi. Binanın diğer yanına dolanması da hiçbir işe yaramadı. Sanşiro, sonunda binanın yan tarafına çıktı. “Şansımı bir de burada deneyeyim,” diyerek yan kapıyı itince kapı ardına kadar açıldı. Koridorun köşesinde bir müstahdem uyukluyordu. Sanşiro neden geldiğini söyleyince, müstahdem kafasını toplamak istercesine Ueno ormanının manzarasını seyretti ve aniden, “Belki buradadır,” deyip bir odaya girdi. Kısa bir sessizlik oldu. Adam nihayet odadan çıktı. Dostça bir tavırla, “Buradaymış. Geliver hele,” dedi. Sanşiro, müstahdemin peşine takılıp köşeyi döndü, beton koridordan geçip bir kat aşağıya indi. Dünya birden loşlaşmıştı. Dışarıdaki yakıcı güneşte kamaşmış gözleri bir müddet iyi göremedi, ama bir süre sonra karanlığa alıştı. Burası bodrum kat olduğundan nispeten serindi. Sol tarafında bir kapı vardı ve kapı aralık duruyordu. Orada, bir çehre seçiliyordu. Alnı geniş, gözleri iri, Budist keşişleri hatırlatan bir çehreydi. Yazlık gömleğinin üstüne ceket giymişti ama ceketinde yer yer lekeler vardı. Boyu hayli uzundu. Bu sıcak havada bile terlemeyecek kadar sıska biriydi. Eğilip selam verdiğinde, ensesi ve sırtı sanki cetvel yutmuşçasına dümdüz oluyordu.
“Buyurun,” diyerek yüzünü eşikten geri, odaya çevirdi. Sanşiro kapının önüne geldi ve odanın içine göz attı. Genç Nonomiya, bir sandalyeye oturmuştu bile. Bir kez daha, “Buyurun,” dedi. Buyurun diyerek davet ettiği yerde bir sehpa vardı. Dört çubuğun üstüne oturtulmuş bir tahtadan ibaret, sade bir şeydi. Sanşiro, sehpaya oturup adama kendini tanıttı. Sonra da, “Sizinle tanıştığıma gerçekten çok memnun oldum,” diye ekledi. Nonomiya, sadece, “Evet, evet,” diyerek onu dinliyordu. Tavırları, trende beyaz şeftali yiyen adamınkine benziyordu. Sanşiro artık diyeceklerini tüketmişti, sustu. Nonomiya da, “Evet, evet,” demeyi kesti.
Etrafına bakınınca, daha önce fark etmediği meşeden bir masa gördü. Masanın üstü epey kalabalıktı; orada her yanından kalın kablolar görünen bir makine, makinenin yanında da kocaman bir cam çanak dolusu su vardı. Bunlardan başka bir eğe, bir bıçak, bir de boyunbağı duruyordu. Son olarak masanın uzak köşesine, bir metre eninde granit bir levha üzerine, turşu kavanozu ebadında bir acayip aygıt konmuştu. Sanşiro, gözlerini bu kavanoz benzeri şeyin ortasına açılmış iki deliğe yaklaştırdı. Delikler, koskoca bir yılanın gözleri gibi parlıyordu. Nonomiya gülümseyerek, “Işık çıkarıyor değil mi?” dedi. Sonra da, açıklamaya koyuldu: