Полная версия
Sanşiro
“Gündüz saatlerinde aygıtları hazırlıyoruz, gece olup diğer insanlar dinlenmeye çekildikten sonra, bu sessiz ve karanlık depoda, teleskopla o göz küresine benzer şeylere bakıyoruz. Ve ışınım basıncını ölçme deneyleri yapıyoruz. Bu yılın başından beri bu işle uğraşıyoruz ama ekipman yetersizliği gibi sıkıntılar yüzünden istediğimiz sonuçları alamadık. Yazın burası nispeten tahammül edilebilir bir yerdir, ama soğuk geceler başlayınca dayanması çok zordur. Palto giyip boynuna atkı dolasan bile öyle soğuktur ki, çalışamazsın.”
Sanşiro çok şaşırmıştı. Şaşkınca, “Işık nasıl basınç yapacak ki? Yapsa bile o basınç ne işe yarayacak ki?” diye düşündü, anlatılanların özünü kavramak için çırpınıyordu.
Sonra Nonomiya, Sanşiro’ya “Bak bakalım,” dedi. Sanşiro yarım bir ilgiyle, taş levhanın iki üç adım önünde duran teleskobun yanına gitti ve sağ gözünü merceğe dayadı, ancak hiçbir şey göremedi. Nonomiya, “Durum ne, görebiliyor musun?” diye sordu. “Bir şey görünmüyor,” diye cevapladı Sanşiro. “Ah, kapağını çıkarmamışız,” dedi Nonomiya, sandalyesinden kalkıp geldi ve teleskobun önünü kapatan şeyi çıkardı.
Sanşiro teleskoptan bakınca, sadece kenarları flu bir ışık ve bu ışığın içinde, ölçüm amacıyla çizilmiş derece çizgilerini gördü. Aşağıda 2 rakamı okunuyordu. Nonomiya tekrar, “Durum ne?” diye sordu. Sanşiro, “2 rakamı görünüyor,” deyince, “Şimdi çalıştıracağım,” dedi ve karşıya geçip bir şeyler yapmaya başladı.
Derece, ışık huzmesinin içinde hareket etmeye başladı. 2 rakamı kayboldu. Onun yerine 3 rakamı geldi. Sonra o da yerini 4 rakamına bıraktı. Ve 5’e. Böylece 10 rakamına kadar çıktı gösterge. O zaman derece, tersine hareket etmeye başladı. 10 rakamı kayboldu, 9 rakamı kayboldu, 8’den 7’ye, 7’den 6’ya, gösterge adım adım 1’e kadar geldi. Nonomiya tekrar, “Durum ne?” dedi. Sanşiro şaşalayarak teleskoptan gözünü ayırdı. Gördüğü derecenin ne anlama geldiğini sormaya cesaret edemedi.
Kibarca teşekkür edip depodan ayrıldı. İnsanların gezindiği yere çıktığında, dünya halen cayır cayır yanıyordu. Sanşiro, sıcağa rağmen derin bir nefes aldı. Batıya doğru alçalmakta olan güneş, tepeye yandan vuruyor; tepenin her iki tarafındaki mühendislik bölümü binalarının camları alev almışçasına parlıyordu. Gökte tek bulut yoktu, açık gökten, Batı ufkundan yakıcı bir ateşin alevleri, kızıl bir pus halinde esip geliyor, Sanşiro kafasının tepesi yanıp kül olacakmış gibi hissediyordu. Yandan çarpan güneş sırtını ısıtırken, Sanşiro sol taraftaki ormanın içine girdi. Akşam güneşi, ormana da yandan vuruyordu. Siyaha çalan yemyeşil yaprakların arasından süzülen gün ışığı kızıldı. Zelkova ağaçlarının tombul gövdelerinde cırcırböcekleri ötüyordu. Sanşiro bir göletin kıyısına geldi ve çömelip oturdu.
Ortalık son derece sessizdi. Tramvayların sesi bile işitilmiyordu. Normalde Kızıl Kapı’nın26 önünden geçmesi gereken tramvayın rotası, üniversitenin protestosu üzerine Koişikava’dan dolaşacak şekilde değiştirilmişti; Sanşiro memleketindeyken gazetede okumuştu bunu. Sanşiro, göletin kıyısına çömelmiş otururken deminki olayları hatırından geçirdi. Civarından tramvayların bile geçmediği bu üniversite, toplumdan oldukça yalıtılmış bir yerdi.
İnsan kazayla kendini burada bulunca, bir bodrumda altı aydan fazla süre, ışığın basıncı deneyleri yapmış Nonomiya gibi insanlara rastlıyordu. Nonomiya son derece mütevazı giyinmişti ve ona dışarda rastlayan birisi, genç adamı elektrik şirketinde çalışan bir teknisyen sanabilirdi. O bile besbelli, bir bodrumu işlik edinmiş ve hiç mi hiç savsaklamadan, kendini araştırmalarına adamıştı. Ancak teleskobun içindeki gösterge ne şekilde kımıldarsa kımıldasın, gerçek dünya onunla ilgilenmeyecekti. Belki de Nonomiya’nın, gerçek dünyayla ömür boyu temas kurmaya niyeti yoktu. Yani Nonomiya, bu sessiz sakin atmosferi soluya soluya, öyle bir karaktere dönüşmüştü. Belki kendisi de günün birinde, farkına dahi varmadan, yaşamını dünyayla alakası kalmamış bir şekilde sürdürmeye başlayacaktı.
Sanşiro kımıldamadan göletin yüzeyine baktı, civardaki büyük ağaçların pek çoğunun yansıması suda kendini gösteriyordu; daha da derinlerde mavi gökyüzü görünüyordu. Sanşiro o an kendini tramvaylardan da, Tokyo’dan da, Japonya’dan da çok uzaklara gelmiş gibi hissetti. Fakat biraz sonra, bu duyguya bulut gibi bir yalnızlık bulaştı. Nonomiya’nın bodrumuna tek başına girip otursa, kendini ancak bu kadar ıssız hissederdi. Kumamoto’daki lisesinde okurken, bu yerden daha da sessiz olan Tatsuta Dağı’na çıkmış, çuhaçiçeklerinin bürüdüğü oyun alanında uyumuş, adeta dünyayı unutmuştu; ama şimdi içine düştüğü yalnızlık duygusunu ömründe ilk kez tadıyordu.
Bunun sebebi, Tokyo’daki o delice hareketliliği görmüş olmak mıydı? Yoksa – Sanşiro’nun yüzü kızardı. Çünkü trende karşılaştığı kadını anımsamıştı. Galiba kendisine gerçek dünya lazımdı. Lakin gerçek dünyanın tehlikelerinden korkuyor ve ona yaklaşamayacağını hissediyordu. Sanşiro, “Bir an evvel öğrenci yurduna dönüp anneme mektup yazayım bari,” diye düşündü.
Gözünü sudan kaldırdığında, sol yanındaki tepenin eteklerinde iki kızın durduğunu gördü. Kızların ayaklarının dibinde gölet başlıyordu; arkalarında, dik bayırda bitmiş ağaçlardan bir koru, onun da ardında ise gösterişli kırmızı tuğlalardan gotik tarzda bir bina vardı. Ve batmaya yüz tutmuş güneş, tüm bunların ötesinden ışınlarını gönderiyordu. Kızlar yüzlerini güneşe doğru dönmüş duruyorlardı. Sanşiro’nun çömeldiği gölgelikten bakınca tepenin üstü müthiş aydınlık görünüyordu. Kızlardan biri parlıyordu adeta, yelpazesiyle yüzünü gölgelemişti. Çehresi görünmüyordu. Ama Sanşiro, onun kimonosunun ve kuşağının rengini açıkça seçmişti. Hatta kızın çoraplarının beyaz olduğu da gözüne çarpmıştı. Sandaletinin bağcıklarının rengini değilse de, kızın hasır sandalet giydiğini görebilmişti. Diğer kızsa bembeyaz giyinmişti. Onun elinde yelpaze yoktu. Alnını kırıştırarak karşı tarafa, dallarını gölete suyu örtmek ister gibi uzatan yaşlı ağaçlara bakıyordu. Yelpazeli kız ondan biraz daha ileride durmuştu. Beyazlı ise gerideydi, göletin kıyısına çok yakındı. Sanşiro’nun durduğu yer kızların tam karşısında değil, biraz çaprazındaydı.
O anda Sanşiro’yu etkileyen tek şey renklerin güzelliğiydi. Ama taşralı olduğu için, renklerin gözüne neden güzel göründüğü sorulsa ne sözle ne de yazıyla cevap verebilirdi. Sadece beyazlı kızın, bir hemşire olduğunu düşünüyordu.
Sanşiro kızlara bakakalmıştı. O bakarken beyazlı kız kımıldadı. Bu kımıldayışın bir amacı yoktu. Sanki ayakları öylesine, kendiliğinden yürüyüvermiş gibiydi. Sanşiro, yelpazeli kızın da hareket etmiş olduğunu fark etti. İkisi, sözleşmişçesine amaçsız bir yürüyüşle tepeden aşağı indiler. Sanşiro da onları seyretti elbette.
Tepenin altında taştan bir köprü vardı. Kızlar köprüye uğramadan dümdüz yürürlerse, temel bilimler bölümünün oraya çıkarlardı. Köprüden geçerlerse, suyun öbür yakasına, yani Sanşiro’nun olduğu yakaya gelirlerdi. Kızlar taş köprüye adım attılar.
Yelpazeli, artık yüzünü gizlemiyordu. Sol elinde küçük, beyaz bir çiçek tutuyordu; onu koklaya koklaya yaklaştı. Burnunun altındaki çiçeğe baka baka yürüdüğü için gözleri aşağıya dönüktü. Böylece Sanşiro’nun bir adım önüne kadar geldi ve aniden durdu.
“Bu nedir acaba?” dedi ve yukarıya baktı. Başının üstünde kocaman bir gürgen ağacı, güneşi göstermeyecek kadar sık yapraklarını su kıyısına dek daire şeklinde yaymıştı.
“Bu bir gürgen,” dedi hemşire. Adeta çocuğa ders verir gibiydi.
“Demek öyle. Ama palamutları henüz olmamış,” dedi ve göğe bakan yüzünü tekrar indirdiği an, Sanşiro’yla göz göze geldi. Sanşiro, kızın kara gözlerinin kımıldadığı ânı görmüştü. O an, renklere karşı duyduğu hisler kayboldu ve yerlerini, adını koyamadığı bir şeye bıraktı. Bu şey kısmen, trendeki kadından “Siz cesaretsiz birisiniz değil mi?” cümlesini işittiği an hissettiklerine benziyordu. Sanşiro, büyük bir korkuya kapıldı.
İki kız, Sanşiro’nun önünden geçtiler. Daha genç olanı, şimdiye dek kokladığı beyaz çiçeği Sanşiro’nun önüne bırakıp gitti. Sanşiro, ikilinin ardından uzun uzun baktı. Hemşire önden gidiyordu. Daha genç olan kızsa geriden gidiyordu. Şaşaalı renklerin arasından, boyanmamış kuşağının beyazı kendini gösteriyordu. Saçına da bembeyaz bir gül takmıştı. O gül, gürgen ağacının gölgesinin altında, siyah saçlarının arasında öylesine ışıltılıydı ki!
Sanşiro dalgınlaşmıştı. Nihayet alçak sesle, “Bu bir çelişki27,” dedi. Üniversitenin atmosferiyle o kız mı çelişiyordu, yoksa renklerle o bakışlar mı çelişiyordu, o kıza bakınca trendeki kadını anımsaması mı çelişkiydi, yoksa geleceği için aldığı iki karar birbiriyle mi çelişiyordu yahut deminki rastlaşmanın ona hem müthiş bir mutluluk, hem de korku vermesi mi çelişkiydi? Taşralı genç adam tüm bu soruların cevabını bilmiyordu. Ama bir yerlerde bir çelişki vardı.
Sanşiro, kızın bırakıp gittiği çiçeği yerden aldı ve kokladı. Ama çiçeğin herhangi bir kokusu yoktu. Sanşiro, çiçeği gölete fırlattı. Çiçek suda yüzüyordu. Ve ansızın, karşı kıyıdan birileri ona seslendi.
Sanşiro gözlerini çiçekten ayırdı. Uzun süredir taş köprüde duran Nonomiya’yı yeni fark etmişti. “Sen hâlâ burada mıydın?” diyordu Nonomiya. Sanşiro cevap vermeden önce sessizce yürüdü. Taş köprüye çıkarak, “Evet,” dedi. Bu cevabı vermesi epey zaman almıştı. Ama Nonomiya, durumu hiç mi hiç yadırgamadı.
“Serinledin mi?” diye sordu. Sanşiro yine, “Evet,” dedi.
Nonomiya, bir müddet göletin sularına baktıktan sonra, sağ elini cebine sokup bir şeyler aradı. Cebinde, yarısı görünen bir zarf vardı. Bu zarfın üstündeki yazı, bir kadının el yazısına benziyordu. Nonomiya, düşündüğü şeyi bulamamış olacak ki, elini cebinden çıkardı ve şöyle dedi:
“Bugün cihazlarımızda ufak bir arıza çıktı da, akşamki deneyleri iptal ettik. Ben de eve gidiyordum, Hongo civarına doğru yürüyecektim. Sen de benimle yürümez misin?”
Sanşiro teklifi memnuniyetle kabul etti. Beraberce yokuşu çıkıp tepenin doruğuna vardılar. Nonomiya, az önce kızların durduğu yerde biraz duraksadı, bakışlarını karşıdaki yeşil ağaçların arasından görünen kırmızı binada, bayırın yüksekliğine nispet yaparcasına durgun gölette gezdirerek:
“Güzel manzara değil mi? Şu ‘building’ bu noktadan biraz daha iyi görünüyor. Ağaçların arasında boşluk var çünkü. Güzel, değil mi? Fark etttin mi? O bina oldukça iyi inşa edilmiş. Mühendislik bölümünün binası da iyidir ama o bina daha güzel.”
Sanşiro, Nonomiya’nın estetik anlayışına biraz şaşmıştı. Ne yalan söylemeli, kendisi iki binadan hangisinin daha güzel olduğunu söyleyebilecek durumda değildi. Bu yüzden Sanşiro, tıpkı az önce Nonomiya’nın yaptığı gibi, söylenen her şeye “Evet, evet,” diye cevap verdi.
“Ya bu ağaçların ve suyun yarattığı etkiye ne demeli? Çok da ahım şahım bir şey değil ama Tokyo’nun tam ortasında olduğumuzu düşününce… Sakin bir yer, değil mi? Böyle bir mekân olmadan eğitim yapılamaz, değil mi? Tokyo son zamanlarda tam bir keşmekeş haline geldi, ne yazık ki. Şurası, Eğitim Sarayı…” diye, yürürken sağ eliyle bir binayı işaret etti. “Profesörlerin kurultay yaptıkları yer. Eh, neyse ki benim oraya işim düşmüyor. Bodrumda çalışmaktan başka bir şey yapmam gerekmiyor. Son zamanlarda ilim çok emek gerektirir oldu, biraz olsun tembellik etsen geride kalırsın. Benim bodrumdaki çalışmalarımla alay edenler var, ama öyle bir işle meşgulken insanın kafası canavar gibi çalışır. Beynin, elektrikli bir tramvaydan daha hızlı işlemeye başlar. Hatta yaz tatiline çıktığında hayıflanırsın,” diyerek başını engin göklere doğru kaldırdı. Gökyüzü, artık neredeyse kararmıştı.
Durgunlaşmış gökyüzünde ince beyaz bulutlar, bir fırçanın bıraktığı izler misali, yanlamasına uzanıp gidiyordu.
“Şunu biliyor musun?” dedi Nonomiya. Sanşiro, başını kaldırıp yarı saydam bulutlara baktı.
“Onların hepsi, aslında kar taneciklerinden oluşuyor. Böyle aşağıdan bakınca, hareket etmiyor gibi görünüyorlar. Ama aslında, yeryüzünde görülen kasırgalardan bile daha hızlı rüzgârlarca savruluyorlar. Ruskin’in eserlerini okudun mu?”
Sanşiro, cesareti kırılmış bir edayla okumadığını söyledi. Nonomiya sadece, “Şu göğün resmi yapılsa ne ilginç olurdu. Belki de Haraguçi’yle konuşmalıyım,” dedi. Elbette Sanşiro, Haraguçi denen bu ressamın da kimin nesi olduğunu bilmiyordu.
İkisi, Baelz’in28 bronz heykelinin önünden Karataçi Tapınağı’na bitişik demiryolu geçidine kadar yürüdüler. Heykelin önünden geçerken, “Bu heykel sence nasıl?” diye bir soruya maruz kalan Sanşiro yine bocaladı. Etrafta vızır vızır akan bir trafik vardı. Tramvaylar peş peşe geçip duruyordu.
“Tramvay sesi sinirini bozuyor mu?” diye sordu Nonomiya. Tramvayların gürültüsü, Sanşiro’ya göre sinir bozucu değil, dehşet verici düzeydeydi. Yine de, sadece “Evet,” demekle yetindi. Nonomiya ise, “Bence de sinir bozucu,” dedi. Ancak hiç de siniri bozulmuş gibi durmuyordu.
“Ben kondüktöre sormadan, tek başıma, kafama göre aktarma yapamıyorum. Son iki üç yılda tramvayların sayısı o kadar arttı ki. Hayatı kolaylaştırmak yerine zorlaştırıyorlar. Tıpkı benim araştırmalarım gibi,” diyerek gülümsedi.
Ders yılı yeni başladığı için, başlarında yeni lise şapkalarıyla yürüyen çok öğrenci vardı. Nonomiya neşeyle bu gençlere bakıyordu.
“Bir sürü yeni öğrenci var, değil mi?” dedi. “Gençlerin enerjisi hoşuma gidiyor. Bu arada, sen kaç yaşındasın?” diye sordu. Sanşiro, konukevinde kaldığı akşam deftere yazdığı cevabı verdi. O zaman Nonomiya, “Öyleyse benden yedi yaş küçükmüşsün. Yedi yılda insan pek çok şeyi başarabilir. Ama günler çabuk geçer. Yedi yıl dediğin nedir ki?” dedi. Sanşiro, berikinin söylediği iki zıt sözden hangisinin doğru olduğunu anlayamadı.
Yotsukado civarına geldiklerinde, bir sürü kitapçının ve dergicinin arasından geçtiler. Bu dükkânlardan iki üç tanesinin önüne insanlar yığılmıştı ve hepsi dergi okuyordu. Sonra da dergi falan almadan gidiyorlardı. Nonomiya, “Herkes çakal olmuş,” diyerek gülümsedi. Sonra başını kaldırıp güneşe bir bakış attı.
Dörtyol ağzına çıktıklarında kendilerini, sol tarafta Batı tarzı bir öteberi dükkânıyla, karşı taraftaki Japon tarzı bir öteberi dükkânının arasında buldular. Tramvaylar, iki dükkânın arasındaki yolda bir dönemeci aldıktan sonra, büyük bir süratle yollarına devam ediyordu. Zilleri çin-çin çalıyordu. Trafik yoğundu, karşıdan karşıya geçmek zordu. Nonomiya, karşıdaki öteberi dükkânını işaret ederek, “Şurada biraz alışveriş yapacağım,” dedi ve çınlaya çınlaya giden iki tramvayın arasından koşarak geçti. Sanşiro onun bir adım ardından koşup karşıya geçti. Nonomiya duraksamadan dükkâna girdi. Sanşiro dışarıda bekliyordu, neden sonra vitrine baktığında karşısına, raflara dizilmiş taraklar ve saç tokaları çıktı. Sanşiro şaşırmıştı. Nonomiya ne alıyor acaba, diye merak edip dükkâna girdiğinde Nonomiya, cırcırböceği kanadına benzeyen bir kurdeleyi sallayarak, “Nasıl?” diye sordu.
Sanşiro, ben de bir şeyler alayım da, yolladığı balıklara teşekkür için Mivatalardan Bayan O-Mitsu’ya yollayayım diye düşündü. Ama O-Mitsu aldığı eşyanın bir teşekkür hediyesi olduğunu anlamaz, kendi kendine gelin güvey olup umutlanırdı. Sanşiro ona hediye göndermekten vazgeçti.
Sonra Masago mahallesine gittiler ve Nonomiya, ona Batı yemeği ısmarladı. Nonomiya’ya göre Hongo’daki en lezzetli yemekler o dükkânda yapılıyordu. Fakat Sanşiro’nun damağı, alelade Batı yemeği tadından öte bir tat algılamamıştı. Yine de yemeğini sonuna kadar yedi.
Batı yemeği lokantasının önünde Nonomiya’dan ayrıldı; Oivake’ye29 dönmek için, geldikleri yoldan dört yol ağzına kadar gidip sola saptı. Takunya alayım, diye düşünerek bir takunyacı dükkânına baktı; ama orada bembeyaz gaz lambasının altında, bembeyaz boyanmış bir kız, alçıdan yontulmuş bir canavar gibi oturuyordu; manzara Sanşiro’ya o denli itici geldi ki, genç adam takunya almaktan caydı. Oradan eve dönene kadar, üniversitedeki göletin kıyısında rastladığı kızın yüzünün renginden başka bir şey düşünmedi… O kızın teni çok hafif bir bronzluktaydı, ateşe tutulmuş pirinç lokumu gibiydi. Ve teninin dokusu kusursuzdu. Sanşiro, kadın dediğinin teni mutlaka o renkte olmalı, diye düşündü.
Üç
Ders yılı, Eylül’ün on birinde başladı. Sanşiro, uslu çocuk olup sabah saat on buçukta okula gitti, ama kapının önüne geldiğinde duyuru panosuna asılı ders programı dışında hiçbir şey bulamadı; meydanda tek bir öğrenci bile yoktu. Kendini ilgilendiren derslerin saatlerini defterine not edip öğrenci işlerine gitti ve orada, memurlardan başka kimseye rastlamadı. Derslerin ne zaman başlayacağını sorduğunda memurlar, “Eylül’ün on birinde başlayacak,” dediler. O gün zaten ayın on biriydi. “Ama bir sürü sınıfa baktığım halde ders yapan kimseyi görmedim,” dediğinde, “Hocalar yok da ondan,” diye cevap verdiler. Sanşiro, “Demek bu yüzdenmiş,” diye düşünüp ofisten çıktı. Binanın arkasına kadar yürüyüp, oradaki büyük zelkova ağacının altından gökkubbeye baktığında, gök ona normalde olduğundan daha aydınlık göründü. Bambu otlarının arasından yürüye yürüye su kıyısına indi, o malum gürgen ağacına kadar geldi ve onun altına, yine çömelerek oturdu. “Keşke o kız yine bir daha buradan geçse,” diye düşünerek ara sıra tepenin üstüne doğru baksa da, orada hiçbir insan silueti yoktu. Bu çok doğal, diye düşündü Sanşiro. Yine de oturmayı sürdürdü. Sonra öğle topu atıldı ve Sanşiro irkilerek öğrenci yurduna döndü.
Ertesi gün tam sekizde okula gitti. Kampüsün ön kapısından girince dümdüz uzanan yolun iki yanına dikilmiş mabet ağaçlarının sıralanışına baktı. Yol, mabet ağaçlarının sona erdiği yerden aşağı, hafif eğimli bir yokuşu iniyordu; Kampüs kapısının yanı başından bakınca Sanşiro’nun bina namına tek görebildiği, yokuşun öte yanındaki temel bilimler fakültesinin ikinci katının bir kısmıydı. Binanın çatısının ardında da, sabah güneşinin aydınlattığı Ueno ormanı30 ışıldıyordu. Güneş tam karşısındaydı. Sanşiro, bu derinlikli manzaradan çok hoşlanmıştı.
Mabet ağaçları sırasının bu yanında, sağ tarafta hukuk ve edebiyat fakülteleri vardı. Sol tarafta, biraz içeride, doğa tarihi amfisi duruyordu. Karşılıklı duran bu iki bina birbirinin tıpkısıydı, ince uzun pencerelerinin üstünden, üçgen şeklinde çatılar yükseliyordu. O üçgen çatıların kenarları, çatının siyah rengiyle kırmızı tuğladan duvarların kesiştiği yer, yontma taştan ince bir şerit şeklinde yapılmıştı. İşte bu taş uçuk mavi renkte uzanıyor, hemen altındaki tuğlaların kızıl rengi bu sayede göze daha çarpıcı geliyordu. Ve o uzun pencerelerle o yüksek üçgenlerin kim bilir kaç tanesi, yan yana uzanıp gidiyordu. Sanşiro, geçen gün Nonomiya’nın teorisini dinler dinlemez, bu binayı daha güzel görmeye başlamıştı; ama bu sabah, binanın güzel olduğu düşüncesi Nonomiya’nın değilmiş de başından beri kendisine aitmiş gibi hissediyordu. Bilhassa doğa tarihi binasının, hukuk ve edebiyat fakülteleriyle aynı hizada durmayıp biraz içeride oluşu ona bir intizamsızlık gibi gelmeye başlamıştı. “Bir dahaki sefere Nonomiya’yla karşılaşınca, bunu bizzat icat ettiğim bir teori olarak sunayım,” diye düşündü.
Hukuk ve edebiyat fakültelerinin sağında, elli metre kadar ileride duran kütüphane binasını da çok beğenmişti. Neden bilmiyordu ama bu iki bina, gözüne aynı mimariyi paylaşıyormuş gibi gelmişti. Kütüphanenin kırmızı duvarının hemen dibinde bitmiş şu beş altı tane koskoca telli palmiye bilhassa güzel görünüyordu. Sol tarafta, epeyce ileride yükselen mühendislik fakültesi, feodal çağa ait Avrupa tarzı bir şatodan kopartılmışa benziyordu. O bina, kusursuz bir kare şeklinde yapılmıştı. Pencereleri de kareydi. Sadece köşeleri yuvarlatılmıştı ve girişi halka şeklindeydi. Herhalde bir şatonun kulesi model alınarak inşa edilmişti. Tıpkı kale gibi sağlam olduğuna şüphe yoktu. Hukuk binasının aksine, asla yıkılamazmış gibi görünüyordu. İnsana kısa boylu bir sumo güreşçisini hatırlatıyordu.
Sanşiro, durduğu yerden bakabildiği her şeye uzun uzun baktıktan sonra, daha bunların dışında göremediği pek çok binanın da bulunduğunu hesaba katınca, belli belirsiz bir büyüklük hissi duydu. “Eğitim kenti dediğin işte böyle olur. Böylesi yapılar varsa insan daha iyi araştırma yapar. Harika bir şey bu.” Sanşiro, kendini sanki âlim olmuş gibi hissediyordu.
Ama sınıfa gittiğinde, zil çaldığı halde hoca gelmedi. Hatta öğrenciler de gelmedi. Sonraki ders saatinde de durum değişmedi. Bu durum karşısında siniri bozulan Sanşiro yerinden kalktı, sınıftan çıktı. Ne olur ne olmaz diye göletin civarında iki tur attıktan sonra öğrenci yurduna döndü.
O günün üzerinden on gün daha geçtikten sonra, nihayet dersler başladı. Sanşiro sınıfa girip de ilk kez diğer öğrencilerle beraber hocanın gelişini beklediğinde, kalbinde gerçek bir kıvanç duydu. Bir Şinto rahibi, kıyafetlerini giyip tören gerçekleştirmek üzereyken herhalde böyle hisseder, diye kendi hislerini yine kendi başına betimledi. Üzerine, eğitimin yüceliğinden bir damla olsun yağdığından emindi. Ayrıca, zil çalalı on beş dakika geçtiği halde halen gelmemiş oluşu içindeki beklentiyi kamçılamış, hocaya duyduğu hürmeti çoğaltmıştı. Sonunda, şık görünümlü, Avrupalı bir amca kapıyı açıp geldi ve akıcı bir İngilizceyle ders vermeye başladı. O saat Sanşiro, answer sözcüğünün Anglo-Sakson dilindeki andswaru’dan türemiş olduğunu öğrendi. Sonra da, Scott’ın ilkokula gittiği köyün adını öğrendi. Bu bilgileri özenle defterine kaydetti. Daha sonra, edebiyat eleştirisi dersine gitti. O dersin hocası sınıfa girip, kara tahtaya bir süre baktıktan sonra, tahtada yazılı duran Geschehen ve Nachbild kelimelerine bakıp “Haaa, demek Almanca,” dedi; gülerek tahtayı sildi. Sanşiro, bundan ötürü Almancaya karşı beslediği hürmetin biraz zayıfladığını hissetti. Hoca, tahtayı sildikten sonra antik çağların edebiyatçılarının, edebiyatın ne olduğunu izah için getirdiği tanımlardan yaklaşık yirmi tanesini anlattı. Sanşiro, bunları da özenle defterine kaydetti. Öğleden sonra sınıftan çıkıp anfiye gitti. Bu anfide yaklaşık yetmiş seksen dinleyici vardı. Dolayısıyla hoca da, tiyatro sahnesindeki oyuncuların sesiyle konuşuyordu. Ders, “Bir top gürlemesiyle Uraga’nın rüyası son buldu31,” diye başladığı için, Sanşiro ilgiyle dinliyordu; ama sürüyle Alman filozofunun ismi geçmeye başlayınca dinlediğini anlamakta zorlanır oldu. Oturduğu sıraya bakınca, önceki öğrencilerin kazıdığı yazıları gördü. Birisi, kusursuz şekilde “Sınıfta Kaldım” diye yazmıştı. Bunu kazıyan kişinin epeyce boş zamanı vardı anlaşılan; sert meşeden masaya böyle muntazamca yazı kazıyabilmek emek ve ustalık isterdi. Yazılar, çok derince kazınmıştı. Yanında oturan adam, takdir edilesi bir sebatla not alıp duruyordu. Sanşiro, adamın defterine göz attı ve not almadığını gördü. Adam, bu mesafeden hocanın karikatürünü çiziyordu. Sanşiro bakar bakmaz, yanındaki adam defterini Sanşiro’ya uzatıp gösterdi. Resim çok güzel çizilmişti çizimesine ama yanına “Bulutlu Göklerin Guguk Kuşu” diye yazılmıştı; Sanşiro bunun anlamını çözmeyi başaramadı.
Ders bitince, Sanşiro belli belirsiz bir yorgunlukla, dirseğini pencerenin pervazına, çenesini de eline dayayarak bahçeyi seyretti. Büyük bir çamla bir kiraz ağacı dikilmişti; aralarından çakıl döşeli geniş bir yol geçiyordu sadece, görünürde başka bir şey yoktu; ama yine de güzel bir manzaraydı. Nonomiya’nın anlattığına göre, burası eskiden bu kadar güzel değildi. Nonomiya’nın bir hocası, adı her neyse, öğrenciyken buralarda atla dolaşmaya çıkmıştı. At komutlarını dinlememiş, ağacın altından geçmişti ve bu yüzden adamın şapkası çam ağacının dallarına takılmıştı. Takunyasının dişleri32 de üzengiye dolanmıştı. Hoca böyle sıkıntıdayken, kampüs girişinin önündeki Kitadoko adlı berber dükkânının çalışanları topluca çıkıp gelmiş ve onun haline neşeyle gülmüşlerdi. O günlerde bir gönüllü, bağış yapıp kampüste bir at ahırı inşa ettirmiş, ahıra üç at ve bir de at terbiyecisi tahsis etmişti. Bu arada, bahsi geçen hoca epey içkici biriydi ve gün gelmiş, o üç at arasından en hası olan beyaz atı satıp parasını içkiye yatırmıştı. Nonomiya, o atın III. Napolyon zamanından33 kalma yaşlı bir hayvan olduğunu söylemişti. Ama at sahiden 3. Napolyon döneminden kalma olamazdı herhalde. Sanşiro, amma da rahatmış o dönemin insanları, diye düşünüyordu ki, az önce karikatür çizmiş olan adam gelip “Üniversitenin dersleri de çok sıkıcı değil mi?” dedi. Sanşiro, öylesine bir yanıt verdi. Aslına bakarsanız Sanşiro öyle toydu ki, dersler sıkıcı mı değil mi diye yargıda bulunamıyordu. Ama o dakikadan itibaren, o adamla ne zaman karşılaşsalar selamlaşıp sohbet eder oldular.
O gün üstüne nedenini bilmediği bir sıkıntı çöktü, içinden gelmediği için göletin civarında turlamaktan vazgeçip yurda döndü. Akşam yemeğinden sonra notlarını gözden geçirdi, ama okudukları ona ne keyif ne de can sıkıntısı vermişti. Annesine, gündelik konuşma diliyle mektup yazdı: “Okul başladı. Bundan sonra her gün oradayım. Okul çok geniş bir yer ve binalar da çok güzel. Tam ortasında bir gölet var. O göletin etrafında gezinti yapmayı iple çekiyorum. Tramvaylara binmeye yeni alıştım. Size hediye göndermek istiyorum ama ne alacağımı bilemediğimden almadım. İstediğiniz bir şey varsa bana yazın. Bu yılın pirinç fiyatları henüz açıklanmadı, mahsulü satmayıp elde tutsanız iyi olur. Mivatalardan Bayan O-Mitsu’yla da fazla samimi olmasanız iyi edersiniz. Tokyo’ya gelince gördüm ki burası çok kalabalık. Burada adam da çok, kadın da…” Bu gibi şeyleri rastgele anlatıp durdu.