bannerbanner
Dostoyevski'nin hayatı
Dostoyevski'nin hayatı

Полная версия

Dostoyevski'nin hayatı

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 6

Babamın yaşamı boyunca sahip olduğu tüm arkadaşlarını gözden geçirdiğimizde ilk yetişkinlik dönemindeki arkadaşlarının olgunluk dönemindekilerden belirgin bir şekilde farklı olduğunu görürüz. Kırk yaşına kadar Dostoyevski’nin ilişkileri neredeyse Ukraynalılar, Litvanyalılar, Lehler ve Baltık eyaletleri yerlileriyle sınırlıydı. Yarı Ukraynalı yarı Fransız Grigoroviç onun ilk arkadaşıydı ve ilk kitabı için yayıncı bulmuştu. Annesi bir Leh olan Nekrasov ona ilk başarısını armağan etmişti; kökeni itibarıyla Leh ya da Litvan olan Belinski, Dostoyevski’nin dehasını halkla buluşturmuştu. Büyük bir Litvanyalı ailenin soyundan gelen Kont Sollohub ve bir Leh olan Kont Viyellegorski, babamı salonlarında içtenlikle ağırlayan kişilerdi. Daha sonraları Dostoyevski’yi Sibirya’da İsveçliler ve Baltık eyaletleri yerlileri tarafından korunurken bulacağız. Tüm bu insanlar Dostoyevski’yi bir Avrupalı, Batı kültürüne sahip biri, kendi Slavo-Norman düşüncelerini paylaşan bir yazar olarak tanımışlar gibi görünüyor. Bununla birlikte tüm Ruslar ona düşmandı. Mühendishane’deki arkadaşları onunla acımasızca dalga geçer, edebi çevreden genç arkadaşları ise ondan nefret eder, onu hor görür ve komik duruma düşürmeye çalışırdı. Sanki onda Rusya’ya ilişkin düşüncelerine aykırı bir şey görüyormuş gibiydiler.

Dostoyevski’nin keskin bir şekilde Rus tavrını takındığı kırk yaşından sonra arkadaşlarının milliyeti de değişti. Slavo-Normanlar yaşamından silinip gitti. Ruslar onun arkadaşlığını arar olup çevresinde canlı kalkan oluşturdular. Ölümünden sonra da tıpkı geçmişte olduğu gibi onu kıskançlıkla korumaya devam ettiler. Ne zaman ailemizin Litvan geçmişinden bahsetsem yurttaşlarım kaşlarını çatarak şöyle der: “Unut şu sefil Litvanya’yı! Aileniz orayı yıllar önce terk etti. Baban Rustu, tüm Ruslar arasındaki en büyük Rus oydu. Kimse gerçek Rusya’yı onun gibi anlayamadı.”

Kıskançlıktan bahsederken gülümsüyorum çünkü bu kıskançlık özünde sevgiydi. Netice itibarıyla Rusların haklı olduğunu düşünüyorum, zira Dostoyevski’ye sahip olduğu o muhteşem yeteneği veren onlardı. Litvanya onun karakterini ve uygar zihnini biçimlendirmiş, Ukrayna ise atalarının kalbinde yatan şairliği uyandırmıştı; fakat yıllar, çağlar sonunda ortaya çıkan bu meşale ancak Kutsal Rusya’nın büyük dehasının kıvılcımıyla yanmaya başladı.

Babamın ilk romanı kesinlikle çok iyi yazılmıştı, fakat özgün değildi. Zamanının Fransız edebiyatını taklit eden Gogol’un romanlarından birinin taklidiydi. O müthiş Jean Valjeanıyla Sefiller bu yeni edebi akımın temelinde yer almaktadır. Sefiller’in daha sonra yazıldığı doğrudur ama müthiş soylu bir zihne sahip bir hükümlü olan Valjean tipi çoktan Avrupa’da ortaya çıkmaya başlamıştı. Fransız Devrimi’yle uyanan demokratik düşünceler yazarları yoksul insanları,38 köylüleri ve küçük esnafları soyluların ve orta üst sınıf aydınlarının yer aldığı saflara taşımaya itti. Edebiyattaki bu yeni eğilim, hiçbir zaman feodal aristokrasiye sahip olmamış, her zaman demokratik düşüncelerin cazibesine kapılmış Ruslar için oldukça memnun ediciydi. Bu dönemde parlamış ve yükseköğrenim görmüş kişiler olan Rus yazarlar artık konuk salonunu betimlemeyecek; kahramanlarını tavan arasında aramaya başlayacaklardı. Bu tip insanların gerçekte nasıl olduklarına dair en ufak bir fikirleri yoktu, onları gerçekte oldukları gibi okuma yazma bilmeyen, yoksulluk nedeniyle acımasızlaşan kimseler olarak betimlemek yerine yeni kahramanlarına şövalye hassasiyetleri bahşederek onlara Madame de Sévigné’ye yaraşacak mektuplar yazdırdılar. Bu durum sahte ve saçmaydı, yine de bu romanlar ülkemizin gurur kaynağı olan muhteşem on dokuzuncu yüzyıl edebiyatımızın başlangıç noktasıydı. Yazarlar, yeni bir dünyayı betimlemeden önce onu çalışmaları gerektiğini yavaş yavaş anladılar. Köylüleri, din adamlarını, tüccarları, kasaba halkını gözlemlemek için işe koyuldular; hakkında pek az şey bilinen Rus yaşamına dair mükemmel betimlemeler sundular. Ama bunlar çok sonraları yapıldı. Hakkında yazmakta olduğum dönemde ise Rus yazarlar hayal güçlerinden yararlanıp bizi saçmalıklarla dolu yapıtlarla baş başa bıraktılar.

Babamın bu romanların ne kadar sahte olduğunu fark ettiğine şüphe yok, çünkü ikinci yapıtında bu yeni edebi türden kopmaya çalışmıştı. Öteki, İnsancıklar’a kıyasla çok daha yüksek kalitede bir kitaptır. Özgündür, bütünüyle “Dostoyevski”dir. Ruhbilimcilerimiz bu küçük başyapıta büyük hayranlık duyuyor ve genç bir roman yazarının tıp okumaksızın bir delinin son günlerini böyle detaylı bir şekilde betimleyebilmiş olmasına şaşırıyorlar.39

Ne var ki bu ikinci roman ilki kadar başarılı olamadı. Fazla yeniydi; insanlar, insan kalbinin bu kadar titiz bir şekilde çözümlenmesini anlamamışlardı, oysa bu daha sonraları çok büyük takdir toplayacaktı. O dönem deliler revaçta değildi, erkek ya da kadın başkahramanın yer almadığı bu roman ilgi çekmedi. Eleştirmenler hayal kırıklıklarını saklamıyorlardı. “Yanılmışız,” diye yazıyorlardı, “Dostoyevski’nin yeteneği sandığımız kadar büyük değilmiş.” Eğer babam biraz daha büyük olsaydı muhtemelen bu eleştirileri görmezden gelir, yeni türde ısrarcı olur, bunu halka benimsetir ve o dönemde bile çok iyi psikolojik çalışmalar ortaya koymuş olurdu. Ama çok gençti, eleştiriler onu üzmüştü. İlk romanıyla elde ettiği başarıyı kaybetmekten korkuyordu, bu nedenle sahte Gogol tarzına geri döndü.

Fakat bu kez kendi hayal gücünden yararlanmakla yetinmeyecekti. Rus edebiyatının yeni kahramanlarını inceledi, tavan arasında yaşayanları gözlemlemek için başkentin kafelerine ve içki dükkânlarına gitti. Onlarla sohbet etti, onları izledi, örf ve âdetlerini dikkatle not etti. Kendini utangaç hisseden ve onlara nasıl yaklaşacağından emin olamayan Dostoyevski onları bilardo oynamaya davet etti. Oyuna yabancıydı ve hiç de ilgi duymuyordu, doğal olarak epey bir para kaybetti. Ama bundan pişmanlık duymadı, çünkü bilardo oynarken ilginç gözlemler yapabilmiş, çok sayıda özgün ifadeyi not edebilmişti.40

Dostoyevski, hakkında hiçbir şey bilmediği bu ilgi çekici kesimi inceledikten sonra halkın ilgisini çekebileceğini düşünerek toplumun alt kesimini olduğu gibi betimlemeye başladı. Ama heyhat! Öncekinden daha da başarısız oldu. Rus halkı sefil insanlara ilgi duymaya hazırdı, tabii eğer Jean Valjean tarzında servis edilseydi. Tüm o menfur alçaklığıyla bu insanların gerçek yaşamı kimseyi ilgilendirmiyordu.

Dostoyevski güçlerine duyduğu güveni yitirmeye başlamıştı. Sağlığı bunu kaldıramamış, gergin ve histerik biri haline gelmişti. Epilepsi içinde gizleniyordu, onu fena halde baskılı-yordu.41 Dostoyevski toplum içine çıkmaktan kaçınıyor, saatlerce odasına kapanıyor ya da Petersburg’un en karanlık ve en ıssız sokaklarında dolanıyordu. Yürürken kendi kendine konuşuyor, el kol hareketleri yapıyor, yanından geçenlerin dönüp kendisine bakmasına neden oluyordu. Görüştüğü arkadaşları onun delirdiğini düşünüyorlardı. Bu renksiz, aptal şehir yeteneğini söndürmüştü. Üst sınıflar, Avrupalıların karikatürleri olmaktan ibaretti; Dostoyevski’ye büyük Rus halkıyla ilgili herhangi bir fikir vermeyen, aşağı ırklardan birine mensup bir kitleydiler. Dostoyevski’nin Avrupa’ya, Kafkasya’ya ya da Kırım’a gidecek kadar parası yoktu; o dönemde seyahat etmek maliyetliydi. Babam Petersburg’ta çürüyor, kendini yalnızca edebiyata adamayı isteyerek görevinden istifa edip Petersburg’a yerleşen kardeşi Mihail’le birlikteyken mutlu oluyordu. Mihail, Revalli bir Alman olan Emilie Dibmar’la evlenmiş, birkaç çocuğu olmuştu. Babam yeğenlerine çok düşkündü, onların çocukça kahkahaları melankolisini dağıtıyordu.

Çoğu erkek için aşkın tam vakti olan bu ilk gençlik döneminde Dostoyevski’nin yaşamında hiçbir kadına rastlamamak şaşırtıcıdır. Nişanlısı yok, metresi yok, bir flörtü bile yoktu! Bu olağanüstü erdem yalnızca bünyesinin geç gelişimiyle açıklanabilir ki bu durum Kuzey Rusya’da pek ender görülen bir şey değildir. Rus kanunları kadınların on altı yaşında evlenmesine izin vermektedir; fakat yakın dönemde, savaştan birkaç yıl önce, Rus düşünce insanları bu barbar geleneğe karşı çıkmaya başladı. Onların gözlemlerine göre Kuzey Rusyalı kadınlar yirmi üç yaşlarına dek gelişimlerini bütünüyle tamamlayamamaktaydılar. Eğer bundan önce evlenecek olurlarsa hamilelik onlara büyük zarar verebilir ve sağlıklarını kalıcı olarak mahvedebilirdi. Doktorlarımız, çok sayıda Rus hanesini kasıp kavuran histeri ve sinirsel rahatsızlıkları işte bu kötücül geleneğe bağlamaktadır. Eğer düşünce insanları haklıysa, erkekler her zaman kadınlardan daha geç olgunlaştıklarından Kuzey Rusyalı erkek bireylerin gelişimlerini bütünüyle tamamladıkları yaşı yirmi beş olarak belirleyebiliriz. Sözgelimi, epilepsi hastaları gibi anormal bünyelerin ise daha yavaş olgunlaşıyor olmaları gerekir. O yaşta Dostoyevski’nin sezgilerinin henüz uyanmamış olması olasıdır. Kadınlara uzaktan hayranlık besleyen, onlardan oldukça korkan ve henüz onlara ihtiyaç duymayan bir okul çocuğu gibiydi. Babamın arkadaşları, gördüğümüz üzere, kendisinin kadınlarla bir aradayken yaşadığı gerginliğiyle alay ederdi.42 Dostoyevski’nin romantik dönemi hapisliğinden sonra başladı, o zaman hiç de gerginlik göstermedi.

Dostoyevski’nin ilk romanlarındaki kadın kahramanlar soluk, bulanık ve canlılıktan yoksundur. Bu dönemde yalnızca iki iyi kadın portresi çizebilmiştir, bunlar on ile on iki yaşlarındaki Netoçka Nezvanova ve küçük Katya’dır. Öteki’yi dışarıda tutacak olursak bu roman sözkonusu dönemde ortaya koyduğu en iyi çalışmaydı. Tek bir kusuru vardı ki bu Dostoyevski’nin hapse düşmeden önce yazdığı tüm romanlarda ortaktı: Kahramanlar fazlasıyla enternasyoneldi. Bu kahramanlar herhangi bir yerde yaşayabilir, herhangi bir dili konuşabilir, herhangi bir iklime dayanabilirler. Anayurtları yoktur ve tüm kozmopolitler gibi soluk, belirsiz ve anlaşılmazdırlar. Onları yaşatmak için kendilerine bir milliyet yaratmak gerekiyordu. Dostoyevski’nin Sibirya’da yapmak üzere olduğu şey buydu.

Petraşevski Kumpası

Babam, yaşamının bu tatsız döneminde Petraşevski kumpasına karışmıştı. Dostoyevski’nin, yaşamının ilerleyen dönemlerindeki monarşik ilkelerine aşina olanlar babamın kendisini devrimcilerle nasıl ilişkilendirebildiğini asla anlayamadılar. Babamın Litvanya kökeni göz ardı edilirse bu durum insana pek tabii ki anlaşılmaz gelir. Çar’a karşı kumpas kurmuştu, çünkü henüz Rus monarşisinin gerçek anlamını kavrayamamıştı. Dostoyevski, yaşamının bu döneminde Rusya hakkında pek az şey biliyordu. Çocukluğunu, Moskova’nın kalbinde babası tarafından yaratılan bir tür yapay Litvanya’da geçirmişti. Mühendisler Kalesi’nde geçirdiği delikanlılığı sırasında Rus arkadaşlarından mümkün olduğunca uzak durmuştu. Roman yazarı olduğunda bütün ülkedeki en dengesiz topluluk olan Petersburg edebiyat çevresinin müdavimi olmuştu. O dönemde Rusya pratikte tanınmıyordu, coğrafyacılarımız ve tarihçilerimiz yok denecek kadar azdı. Seyahat etmek zor ve pahalıydı. Ülkede ne demiryolu ne de buharlı gemiler vardı. Köylü serfler topraklarını işleyip sessizliklerini korurdu; mujiklere “sfenks” denirdi. Rus yazarlar yalnız Avrupa aklıyla yaşar, sadece Fransızca, İngilizce ve Almanca kitaplar okur, Avrupalıların özgürlükle ilgili görüşlerinin hepsini paylaşırlardı. Yazarlarımız, Avrupalıları Rus düşüncesiyle tanıştırmak yerine müthiş bir maharet göstererek Avrupa’dan Rusya’nın nasıl bir yer olduğunu kendilerine açıklamasını rica ediyorlardı. Yurttaşlarım Rusya hakkında pek az şey biliyorsa, Avrupa hiçbir şey bilmiyordu. Avrupalı yazarlar, bilim insanları, devlet yöneticileri ve diplomatlar Rus dilini öğrenmiyor, Rusya’ya gitmiyor, kalkıp da mujikleri evlerinde inceleme zahmetine girmiyorlardı. Kentlerinde yaşayan siyasi mültecilerden bilgi edinmek onlara yetiyordu. Tüm bu Yahudiler, Lehler, Litvanlar, Ermeniler, Finler ve Letonlar Rusça bile konuşamıyor, konuşabilenlerin de berbat bir aksanı oluyordu. Ne var ki bu durum onların Rus halkı adına Avrupalılara hitap etmesine engel olmuyordu. Mujiklerin Çar’ın boyunduruğu altında inim inim inledikleri, onlara (mültecilere göre) gece gündüz hayalini kurdukları Avrupai cumhuriyeti armağan etmek için Avrupalı milletlerin gelip kendilerini kurtarmalarını sabırsızlıkla bekledikleri konusunda Avrupalıları temin ediyorlardı. Avrupa onların sözlerine inanmıştı. Avrupalılar ancak şimdilerde, “Çarcılığın” yerini Bolşevizmin ve bozgunculuğun aldığını gördüklerinde nasıl da kandırılmış olduklarını anlamaya başladılar. Gerçek Rusya’yı anlamaları ise daha çok vakit alacak.

Petraşevski kumpası sırasında babam bir Rustan ziyade bir Litvandı, Avrupa onun için anavatanından daha değerliydi. Hapsedilmeden önce yazdığı romanların hepsi Avrupalı yapıtların taklitleriydi: Schiller, Balzac, Dickens, Georges Sand ve Walter Scott onun ustalarıydı. Avrupa gazetelerine İsa’nın öğretilerine inanır gibi inanıyordu. Avrupa’da yaşamayı hayal ediyor ve iyi yazabilmeyi bir tek orada öğrenebileceğini öne sürüyordu. Mektuplarında arkadaşlarına bu tasarıdan bahsediyor, bunu gerçekleştirmek için gerekli olan şeylerin eksikliğinden yakınıyordu. Büyük bir Rus yazarı olabilmek için doğuya gitmenin iyi bir fikir olabileceğini aklından bile geçirmiyordu. Dostoyevski, Ruslardaki Moğol damarından nefret ediyordu; yaşamının bu döneminde gerçek bir Ivan Karamazov’du.

Serflerin kurtuluşu o dönem çok yakındı. Herkes bunun hakkında konuşuyordu, herkes bunun gerekli olduğunun farkına varmıştı. Geleneğine sadık kalan devletimiz ise reform yapmaktan kaçınıyordu. Kendi ağır ve üşengeç ulusal karakterinin farkında olan Ruslar bunu elde edebilmek için bir ya da iki yıl sabırla beklemeleri gerektiğini biliyordu. Lehler, Litvanlar ve Baltık eyaletleri yerlileri bu gecikmeye anlam veremiyor, Çar’ın bu insanlara asla özgürlük vermeyeceğine inanıyorlardı. Köylüler adına onların özgürlüğünü güvenceye alabilmek için Çar’ı devirmeyi planladılar. Dostoyevski de onların kuruntularını paylaşıyordu. Doğuya özgü üşengeçlik hakkında hiçbir şey bilmiyordu, tüm hayatı boyunca etkin ve enerjik biri olmuştu. Bir fikir ona doğru göründüğünde derhal uygulamaya koyardı, Rus bürokrasisinin işi ağırdan alma eğilimine anlam veremiyordu. Babasının trajik ölümünü unutamıyor; efendileri zulme, köleleri ise cinayete sevk eden sistemin yıkılmasını yürekten arzuluyordu. O zamanki düşünüş tarzıyla Petraşevski’yle yaptığı toplantının ölümcül sonuçlarının olması kaçınılmazdı. Adından da anlaşılacağı üzere Petraşevski Polonya ya da Litvanya kökenliydi; Dostoyevski’yle aralarında bulunan bu bağ, diğerlerininkinden çok daha güçlüydü. Petraşevski uzdilli ve hünerliydi; Petersburg’taki tüm genç hayalperestleri kendine çekip onları alevlendirdi. Diğerlerinin mutluluğu için kendini feda etme fikri, genç ve cömert kalpleri cezbediyordu; özellikle de kendi yaşamları tıpkı babamınkinin de o zamanlar olduğu gibi mutsuz olduğunda. Petersburg’un karanlık sokaklarında yalnız başına yürürken kendi kendine soylu bir dava için ölmenin hiçbir işe yaramayan bir varlığı boş yere sürdürmekten daha iyi olacağını düşünmüş olmalı.

Petraşevski davası, tüm Rus siyasi davaları arasındaki en karanlık davalardan biridir. Yayımlanan gizli belgeler; Avrupa’dan gelen yeni fikirlerle ilgili herkesçe bilinen gerçekleri tekrarlamak, Sansür Kurulu’nca yasaklanan kitapları birbirlerine ödünç vermek ve devrimci bildirilerin kışkırtıcı bölümlerini ateşli bir şekilde okumak için bir araya gelen gençlerin katıldığı politik toplantıların son derece olağan bir resmini çizmektedir. Yine de babam bunun Çar’ı devirmeyi ve Rusya’da aydınlar cumhuriyeti kurmayı amaçlayan politik bir kumpas olduğunu her zaman savunmuştur. Petraşevski’nin gönüllüler ordusu kurarken girişimlerinin gizli amaçlarını yalnızca seçilmiş birkaç kişiye açmış olması muhtemeldir. Dostoyevski’nin zekâsını, cesaretini ve güçlü ahlakını takdir eden Petraşevski muhtemelen babamın gelecekteki cumhuriyette önemli bir rol oynayacağını düşünüyordu.43

Mihail Amcam da sözkonusu topluluğa ilgi duyuyordu fakat evli ve bir aile babası olduğundan Petraşevski toplantılarına büyük bir gayretle sık sık katılmamanın akıllıca olacağını düşünüyordu. Bununla birlikte yasaklı kitaplar kitaplığından faydalanıyordu. Amcam o zamanlar Fourier’nin büyük hayranlarından ve kendisinin romantik kuramlarının ateşli takipçilerinden biriydi. Andrey Amcam da bu toplantılara katılıyordu. O dönemde çok genç bir adamdı, yükseköğrenimine henüz başlamıştı. İki büyük ağabeyiyle arasında yıllar vardı, onlara eşitlerinden ziyade ebeveyn gözüyle bakıyordu. Ağabeyleri ise ona küçük bir çocukmuş gibi davranıyorlardı. Ruslarda bu ilişkiler olmasa da Leh ve Litvan ailelerde sözkonusu ilişkilere sıklıkla rastlanırdı. Babam küçük kardeşiyle asla siyaset tartışmazdı, Andrey Amcam Petraşevski’nin topluluğunda nasıl bir rol oynadığının farkında değildi. Andrey Dostoyevski, kardeşlerinin edebi yeteneklerinden hiçbirine sahip değildi; bununla birlikte büyükbabam Mihail’in küçük oğulları için sürdürdüğü aile okumaları ona büyük bir edebiyat merakı kazandırmıştı. Sonraları, çeşitli taşra kasabalarında devlete hizmet ederken bölgenin tüm aydınlarını etrafında toplayabilmeyi her zaman başarmıştır. Petraşevski’nin evinde gerçekleşen ilginç toplantılardan haberdar olduğunda arkadaşlarından birine kendisini bu toplantılara katması için yalvardı. Babamla karşılaşmadan birkaç toplantıya katıldı. Bir gece, Andrey bir gruptan diğerine geçerek genç adamların siyasi tartışmalarını büyük bir ilgiyle dinliyorken aniden yüzü bembeyaz kesilmiş, öfkeyle gerilmiş bir halde ağabeyi Fyodor’u karşısında buldu.

“Burada ne işin var?” diye sordu korkunç bir sesle. “Defol, derhal defol git buradan; bir daha seni bu evde görmeyeyim.”

Amcam, ağabeyinin öfkesi karşısında öyle telaşlanmıştı ki Petraşevski’nin resepsiyonundan hemen ayrıldı ve bir daha da geri dönmedi. Polis daha sonra bu kumpası keşfettiğinde Dostoyevski biraderlerin hepsi tutuklandı. Andrey Amcamın masumane yanıtları kumpasla ilgili hiçbir şey bilmediğini hâkimlere açıkça gösterdi ve çok geçmeden serbest bırakıldı. Ağabeyinin öfkesi onu kurtarmıştı. Mihail Amcam birkaç hafta hapis yattı. Dostoyevski daha sonra, Bir Yazarın Günlüğü’nde Mihail’in çok şey bildiğini söylemiştir. Babamın, kendisinden herhangi bir sır saklamamış olması muhtemeldir. Amcam aynı zamanda diline nasıl hâkim olacağını da biliyordu, böylece hiçbir itirafta bulunmadı. Petraşevski’yi pek nadiren ziyaret ettiğini, evine yalnızca kitap almak için gittiğini kolaylıkla kanıtlayabildi. Sonunda serbest bırakıldı, davaya bakmakta olan Prens Gagarin iki kardeş arasındaki sevgiden haberdardı; kardeşinin salıverildiğini, onun için endişelenmemesi gerektiğini hemen babama bildirdi. Babam Prens Gagarin’in bu cömert davranışını asla unutmadı ve Bir Yazarın Günlüğü’nde bundan bahsetti.

Fyodor Dostoyevski, kardeşlerinden daha sert muameleyle karşılaştı. Petro ve Pavel Kalesi’ne, siyasi kumpasçıların kapatıldığı korkunç hapishaneye gönderildi. Burada hayatının en sefil aylarını yaşadı. Bunlar hakkında konuşmak istemez, unutmaya çalışırdı. Bunu söylemek tuhaf. Hapishanede yazdığı Küçük Kahraman romanı tüm yapıtları arasındaki en şiirsel, en nazik, en genç ve en taze çalışmaydı. Romanı okurken Dostoyevski’nin karanlık hücresinde çiçeklerin kokusunu, büyük parklarda yüzyıllık ağaçların yarattığı şiirsel gölgeleri, çocukların en neşeli kahkahalarını ve genç kadınların zarafetini zihninde canlandırmaya çalıştığını düşünebiliriz. Petersburg’ta yaz hüküm sürüyordu, fakat güneş yaşlı kalenin nemli duvarlarına neredeyse hiç vurmuyordu.

Rusya’da her zaman olduğu gibi Petraşevski davası da uzadıkça uzadı. Vali kumpasçılarla ciddi anlamda ilgilenmeye karar verdiğinde çoktan sonbahar gelmişti. Siyasi davalarımıza neredeyse her zaman askeri mahkemeler tarafından bakılırdı; Petraşevski olayını soruşturmakla yükümlü generallerin başında General Rostovzov bulunuyordu. Kendisi, daha sonra serflerin özgürleştirilmesi için kurulan komisyonun başkanlığına atanmış; serfleri özgür bırakmayı fakat tüm toprakları ellerinde tutmayı isteyen büyük toprak sahipleriyle etkin bir mücadele yürütmüştür. Ona büyük bir saygı duyan II. Aleksandr tarafından desteklenen Rostovzov zafere ulaşmış, köylüler kendi paylarına düşen toprakları kazanmışlardı. General Rostovzov ateşli bir vatanseverdi, siyasi kumpasları birer cinayet olarak görürdü. Polisin Petraşevski ile onun partisine mensup gençlerin evlerinde ele geçirdiği belgeleri dikkatle inceledi; onlara karşı toplanan delillerin zayıflığı karşısında muhtemelen şaşkına dönmüştü. Dostoyevski’nin zekâsı ve yeteneği hakkında bir şeyler bildiğinden onun, hareketin liderlerinden biri olduğundan şüphelendi ve onu konuşturmayı aklına koydu. Duruşma günü babama karşı sıcakkanlı ve cana yakındı. Dostoyevski’y-le, yapmakta olduğu şeyin ağırlığının bütünüyle farkında olmadan talihsiz bir şekilde bir siyasi kumpasın içine çekilmiş, büyük yeteneklere, yüksek Avrupa kültürüne sahip genç bir yazarla konuşur gibi konuştu. General ağır bir cezadan kurtulabilmesi için Dostoyevski’nin oynaması gereken rolü açıkça belirtiyordu. Babam her zaman çok masum ve saf bir insandı. Bunların hiçbirini anlamamıştı; kendisine bir suçlu gibi değil de bir dünya insanı olarak davranan bu generalden etkilenmişti, tüm sorularını büyük bir istekle yanıtladı. Rostovzov ağzından bir şeyler kaçırmış olmalıydı, çünkü babam yoldaşlarını satarak kendi özgürlüğünü kazanmaya davet edildiğinin aniden farkına varmıştı. Ona böyle bir teklifte bulunulduğu için derinden öfkelenmişti. Rostovzov’a duyduğu sempati nefrete dönüşmüştü. İnatçı ve temkinli bir hal alarak kendisine yöneltilen her soruya kaçamak cevaplar verdi. Genç adam heyecanlı, histerik ve hapiste geçen uzun aylardan sonra yorgun düşmüş olsa da General’den daha güçlüydü. Taktiğinin fark edildiğini gören Rostovzov kontrolünü kaybetti; salondan ayrılıp sual varakasını soruşturmada yer alan diğer üyelere bıraktı. Arada sırada, bitişikte bulunan odanın kapısını açıp şöyle diyordu: “Dostoyevski’yi sorgulamayı bitirdiler mi? Bu pişkin günahkâr, mahkeme salonunu terk edinceye dek oraya dönmeyeceğim.” Babam Rostovzov’un düşmanca tutumunu asla affedemedi. Ona şarlatan derdi, bütün yaşamı boyunca onun hakkında kaba bir şekilde konuştu. Onu daha çok küçümsüyordu, çünkü dava sırasında Dostoyevski haklı olduğuna inanıyor, kendini ülkesini kurtarmaya istekli bir kahraman olarak görüyordu. Sorgu esnasında çektiği acılar onun zihninde çok derin bir etki bırakmıştı. Bu durum daha sonraları kendini Raskolnikov’un Porfiri’yle; Dimitri Karamazov’un ise kendisini Mokroye’de sorguya çekmeye gelen sorgu memurlarıyla yaptığı düelloda ifade bulmuştur.

Rostovzov başkanlığındaki generaller ölüm cezasını I. Nikolay’a sundular. O ise bunu imzalamayı reddetti. İmparator zalim biri değildi fakat dar görüşlüydü, psikolojiye dair en ufak bir fikri yoktu. Doğrusunu söylemek gerekirse sözkonusu bilim o dönem Rusya’sında pek az biliniyordu. İmparator kumpasçıların ölmesini arzu etmiyor; fakat “bu genç adamlara iyi bir ders vermek” istiyordu. Danışmanları acıklı bir komedi oynamayı önerdiler. Mahkûmlara ölüme hazırlanmaları söylendi. İdam iskelesinin kurulduğu halka açık bir alana getirildiler. İskelenin üzerine çıkarıldılar. Kumpasçılardan biri gözleri bağlanarak bir direğe bağlandı. Askerler sanki bu talihsiz mahkûmları vurmak üzereymiş gibi davranıyorlardı. O anda bir ulak geldi ve İmparator’un bu ölüm cezasını ağır iş cezasına çevirdiğini ilan etti. O döneme ait kayıtlarda herhangi bir kaza yaşanır korkusuyla askerlerin tüfeklerinin dolu bile olmadığı, Saray’dan gelmiş olması gereken ulağın ise kumpasçılar henüz oraya gelmeden önce orada bulunduğu belirtilmektedir. Tüm bunlar şüphesiz ki doğrudur; gelgelelim talihsiz gençler bunlardan haberdar değildi ve ölmeye hazırlanıyorlardı. Eğer I. Nikolay daha zarif bir yaradılışta olsaydı kumpasçıları vurmanın onların böyle bir acıya katlanmak zorunda kalmalarından çok daha cömert bir davranış olacağını anlardı. Gelgelelim İmparator döneminin gereklerine uygun davranmıştı, dedelerimiz sahte duygusallık dolu sahnelere bayılırdı. Hiç şüphe yok ki Nikolay, genç adamlara yaşamlarını idam için kurulan iskelede geri vererek onlara büyük bir mutluluk bahşettiğini düşünmekteydi. Fakat onlardan pek azı bu mutluluğu hissedebildi, kimileri aklını kaçırdı, diğerleri ise genç yaşta öldü. Eğer bu acımasız jest olmasaydı belki de babamın epilepsisi asla böyle korkunç bir hal almayacaktı.


Petraşevski Kumpası


Dostoyevski ne kadar hasta ve zayıf düşmüş olsa da idam iskelesine cesurca çıkmış, ölümle yiğitçe yüzleşmişti. Bize o an hissettiği tek şeyin, hazırlıksız bir şekilde Tanrı’nın huzuruna çıkacak olmasından kaynaklanan mistik bir korku olduğunu söylemişti. İdam iskelesinin etrafında toplanan arkadaşları da onun sakin ve ağırbaşlı olduğunu söylüyorlar. Babam o an hissettiklerini Budala’da betimlemiştir. Burada ölüme mahkûm edilen birinin acısını resmetse de cezasının tecilini öğrendiğinde hissettiği sevince dair hiçbir şey anlatmaz bize. Hayvani neşenin ilk hücumu sona erdiğinde kendisiyle oynandığı ve çok zalimce işkence edildiği düşüncesiyle büyük bir acı, engin bir öfke duymuş olması muhtemeldir. Gözünü çoktan göğe yükselmeye dikmiş olan saf ruhu muhtemelen dünyaya geri dönmek ve hepimizin çırpınmakta olduğu çamura bir kez daha saplanmak zorunda kalmaktan yeis duymuştu.

На страницу:
4 из 6