bannerbanner
Dostoyevski'nin hayatı
Dostoyevski'nin hayatı

Полная версия

Dostoyevski'nin hayatı

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
5 из 6

Babam kaleye geri döndü. Birkaç gün sonra bir polis memurunun eşliğinde Sibirya’ya gitti. Petersburg’tan Noel akşamı ayrılmıştı. Bir kızağın içinde başkent sokaklarından geçerken evlerin aydınlatılmış pencerelerine baktı ve kendine şöyle dedi: “Şimdi ağabeyim Mihail’in evinde Noel ağacını ışıklandırıyorlardır. Yeğenlerim ağaca hayranlıkla bakıyor, etrafında gülüyor, dans ediyor ama ben onların yanında değilim. Onları tekrar görebilecek miyim, Tanrı bilir!” Dostoyevski bu soğuk kalpli şehri arkasında bırakırken kederli zihninde yalnızca yeğenleri vardı.

Sibirya’ya ulaştıktan sonraki mola yerlerinin ilkinde iki hanımefendi babamı ziyaret etti. Bunlar, yeni gelen siyasi mahkûmlarla, onları rahatlatacak birkaç söz söylemek ve birer hükümlü olarak onları bekleyen yaşamla ilgili bazı tavsiyeler vermek üzere tanışmayı kendilerine görev edinen “Aralıkçılar”ın eşleriydi.44 Babama bir İncil vermişlerdi, hapishaneye kabul edilen tek kitap buydu. Kadınlardan biri, polis memurunun sırtının dönük olduğu bir andan yararlanıp babamla Fransızca konuşarak ona yalnız kaldığında kitabı dikkatle incelemesini söyledi. Babam, İncil’in iki yaprağı arasına sıkıştırılmış 25 rublelik bir kâğıt para buldu. Bu parayla kendine küçük bir çarşaf, sabun, zahmetli yolculuğunu biraz iyileştirmek için tütün ve beyaz ekmek aldı. Sürgünde geçirdiği süre boyunca başka hiç parası olmadı. Kardeşleri, teyzesi ve arkadaşları, işlediği suç ve çarptırıldığı ceza nedeniyle korkuya kapılarak onu son derece alçak bir şekilde terk etmişti.

Hapishane Yaşamı

Bir insan yerinden yurdundan edilip de yıllarını yabancı bir dünyada, kaba halleri ve eğitimsizlikleriyle onu üzecek insanlarla birlikte geçirmeye mecbur bırakıldığında, duyarlılıklarına gelebilecek en büyük zararlardan kaçınmasını sağlayacak bir plan düşünür, bir tavır takınır, belli bir davranış biçimi üzerine kafa yorar. Bazıları rahat bırakılacaklarını ümit ederek kendini sessizlik ve kibir içinde emniyete alır, diğerleri ise dalkavuklaşıp en aşağılık şekilde yaltaklanarak güven satın almaya çalışır. Yıllarca hapiste etrafına korku salan, kaybedecek bir şeyleri olmayan, hiçbir şeyden korkmayan, her şeyi yapabilecek bir grup suçlunun arasında yaşamaya mahkûm edilen Dostoyevski ise çok farklı bir tutum tercihinde bulundu; bir tür Hıristiyan kardeşliği üslubu geliştirdi. Bu onun için yeni bir şey değildi, henüz bir çocukken babasının özel bahçesindeki demir kapıya yaklaşıp cezalandırılmayı göze alarak hastanedeki yoksul hastalarla sohbet ederken, yine Darovoye’nin köylü-serfleriyle konuşurken ve tarlada çalışan zavallı kadınlara yardım ederek onların sevgilerini kazanmaya çalışırken bunu öğrenmişti. Daha sonraları başkentin küçük kafelerinde ve içki dükkânlarında Petersburglu yoksulları incelediği, onlarla bilardo oynadığı, kalplerinde yatan sırları ortaya çıkarmaya çalıştığı sırada onlara istedikleri içecekleri ısmarlarken o kardeşçe üslubu takınmıştı. Dostoyevski iyi kesimli ceketleri, modaya uygun kravatları, boş kafaları, kansız kalpleri ve renksiz ruhlarıyla kibar insanların doldurduğu zarif konuk salonlarını sık sık ziyaret ederek asla iyi bir yazar olamayacağının farkına varmıştı. Tüm yazarlar, acılarını boş laftan örülmüş peçelerin ardına saklama sanatını hiç öğrenmemiş olan basit ruhlara sırtlarını yaslar. Yasnaya Polyanalı köylüler, Tolstoy’a Moskovalı arkadaşlarının öğretebileceğinden çok daha fazla şey öğretmiştir. Av gezilerinde Turgenyev’e eşlik eden köylüler, kendisine Avrupalı arkadaşlarından daha çok özgün fikir vermişlerdir. Dostoyevski de sırtını yoksul halka yaslamış, çocukluğundan itibaren içgüdüsel olarak onlara erişmenin yollarını aramıştır. Halihazırda belli düzeyde edinmiş olduğu bu teknik ona en büyük hizmeti Sibirya’dayken sağlayacaktı.

Dostoyevski kendini mahkûm arkadaşlarına nasıl sevdirdiğini bizden saklamamıştır. Budala romanında, attığı ilk adımları ayrıntılı olarak anlatır. Avrupa kültürüne sahip çok köklü bir aileden gelen Prens Mışkin, soğuk bir kış gününde seyahat etmektedir. Kendisi bir Rus olmasına rağmen tüm gençliğini İsviçre’de geçirmiştir, anavatanı hakkında pek az şey bilmektedir. Rusya son derece ilgisini çekmekte, onu cezbetmektedir; Rusya’nın ruhuna inmeyi, sırlarını keşfetmeyi arzulamaktadır. Prens yoksul olduğundan üçüncü mevkide seyahat eder. Züppe değildir; kaba, sıradan yol arkadaşları onda tiksinti uyandırmaz. Bunlar gördüğü ilk gerçek Ruslardır; İsviçre’de yalnızca Avrupalıları taklit eden aydınlarla ve adına Rusça dedikleri korkunç bir aksanla konuşan ve ulusumuzun kutsal hayallerinin temsilcileriymiş gibi davranan siyasi mültecilerle tanışmıştır. Prens Mışkin o âna dek yalnızca kopyalar ve karikatürlerle karşılaşmış olduğunu fark eder, en sonunda asıl Rusları tanımaya can atmaktadır. Üçüncü mevkideki arkadaşlarına sempatiyle bakarak onlarla muhabbete girmesini sağlayacak ilk cümleyi bekler. Yol arkadaşlarından biri onu merakla gözlemlemektedir, daha önce böyle bir kuşu bu kadar yakından görmemişlerdir. Prens’in kibar davranışları ve Avrupai kıyafeti onlara saçma görünmektedir. Belki onunla eğlenirler diye alay etmek üzere kendisiyle sohbet etmeye başlarlar. Prens’in söylediği ilk sözlere kaba bir şekilde güler, birbirlerini dürterler; fakat Prens konuşmaya devam ettikçe, yavaş yavaş gülmeye son verirler. Büyüleyici nezaketi, züppelikten uzak hali, sanki onlar kendi eşitiymiş, kendi dünyasından birileriymiş gibi masumane bir davranış sergilemesi bu insanların eşine ender rastlanan ilginç bir yaratığın (gerçek bir Hıristiyan’ın) huzurunda bulunduklarını fark etmelerini sağlamıştır. Genç Rogojin sözkonusu Hıristiyan kibarlığının çekimini hissediyor, yüreğinde yatan sırları kendisini çok büyük bir ilgiyle dinleyen bu seçkin yabancıya bir an önce açmak istiyordu. Rogojin okuma yazma bilmiyor olmasına karşın çok zeki biridir, Prens Mışkin’in kendisinden ahlaken daha üstün olduğunu anlamaktadır. Ona hayranlık duyar, saygı gösterir fakat bu yoksul Prens’in yaşam hakkında hiçbir şey bilmeyen kocaman bir çocuk, saf bir hayalperest olduğunu da açıkça görmektedir. O ise dünyanın ne kadar kötü ve amansız bir yer olduğunu bilmektedir. Bu büyüleyici Prens’i koruma fikri Rogojin’in soylu kalbine düşer. Petersburg istasyonunda onun yanından ayrılırken “Sayın Prens,” der, “lütfen gelip beni ziyaret ediniz. Sizin için içi kürklü bir manto hazırlatacağım; size, para ve konumunuza uygun muhteşem kıyafetler vereceğim.”

Dostoyevski Sibirya’ya soğuk bir kış gününde ulaştı. Anavatanın bağrından çıkarıp Sibirya’nın farklı infaz istasyonlarına gönderdiği hırsızlar ve katillerle birlikte üçüncü mevkide seyahat ediyordu. Yeni arkadaşlarını merakla gözlemledi. İşte en sonunda orada, boş yere Petersburg’ta aradığı gerçek Rusya’daydı! Slavlar ile Moğolların, dünyanın altıda birini fetheden ilginç karışımı olan şu Ruslar işte oradaydı. Dostoyevski yol arkadaşlarının kasvetli yüzlerini inceledi, tüm ciddi yazarların az ya da çok sahip oldukları altıncı his, onların düşüncelerini deşifre etmesini ve çocuksu kalplerini okumasını sağladı. Kendisiyle birlikte yürüyen mahkûmlara sempatiyle bakıyordu, ilk fırsatta onlarla sohbete girişti. Mahkûmlar ise ona dost canlısı olmaktan uzak, sorgulayan gözlerle bakıyorlardı. Soylu değil miydi; serflere köpek gibi davranıp onları, efendileri aşırılık içinde yaşasın diye bütün hayatları boyunca zahmet çekmeye mahkûm edilmiş köleler olarak görüp tepeden bakan şu uğursuz kalıtsal tiranlar sınıfından gelmiyor muydu? Dostoyevski’ye gülmeyi ve onu mutsuz ederek kendilerini eğlendirmeyi umut ederek onunla sohbete başladılar. İlk sözlerini duyduklarında birbirlerini dürtüp babamla alay ettiler, fakat babam konuşmaya devam ettikçe alaylar ve kahkahalar yavaş yavaş kesildi. Tanrı’yı her şeyin üzerine yerleştiren; ne sınıfın ne de eğitimin insanlar arasında bir ayrım yaratabileceğine, herkesin Tanrı nezdinde eşit olduğuna içtenlikle inanan; böbürlenmek için değil etrafına dağıtabilmek için kültürlenecek kadar uğurlu gerçek bir Hıristiyan, bilge ve mütevazı bir adam görmüşlerdi. Mujiklerin gerçek soylulara, gerçek baréye45 ilişkin düşünceleri bu yöndeydi ama heyhat! Bu tür soylulara pek nadiren rastlamışlardı. Dostoyevski’nin ağzından çıkan her sözle birlikte yol arkadaşlarının gözleri daha da açılıyordu.

Dostoyevski kahramanlarından birinin şahsında kendi portresini çizmek ve yaşamının bir dönemiyle ilişkilendirmek istediğinde sözkonusu kahramana o dönemde sahip olduğu tüm düşünceleri ve duyguları aktarır. Suçlu olmayan, hayatında hiç yargılanıp hüküm giymemiş biri olan Prens Mışkin’in (Budala’da) Petersburg’a vardıktan sonra ölüme mahkûm edilen bir adamın son anlarından başka bir şey hakkında konuşmaması biraz tuhaf görünüyor. Kendisinin tamamen bu düşünce tarafından ele geçirilmiş olduğunu hissediyoruz. Dostoyevski bu tuhaf davranışı, zavallı Prens’in ailesi tarafından gönderildiği sanatoryumun yöneticisinin kendisini bir idamı izlemek için Cenevre’ye götürmüş olduğunu söyleyerek açıklar. İsviçrelilerin, sinir hastalarının tedavisiyle ilgili tuhaf bir fikri var gibi görünmektedir; Prens’i tedavi etmeyi başaramamış olmaları şaşırtıcı değildir. Babam biraz abartılı bu açıklamayı Prens Mışkin’in gerçekte hapishane yaşamındaki ilk yılı boyunca idam iskelesindeki anılarıyla hipnotize olan ve başka hiçbir şey düşünemeyen talihsiz hükümlü, siyasi kumpasçı Fyodor Dostoyevski’den46 başkası olmadığını halktan gizlemek için kullanmıştı. Budala’da Prens Mışkin ölüme mahkûm edilen bu adama dair tüm izlenimlerini Epançin ailesinin hizmetkârına anlatır. Daha sonra kendisine idamla ilgili soru sorduklarında Prens şöyle cevap verir: “Hizmetkârınıza izlenimlerimi aktardım, bunun hakkında daha fazla konuşamam.” Epançinler, Mışkin’i bu konuda konuşturmakta büyük güçlük çekerler. Dostoyevski’nin tavrı da tam olarak buydu; çektiği acıları hükümlülere anlattı fakat sonraları Petersburg’un aydınlarıyla bunları tartışmayı reddetti. Onu boşu boşuna hevesle soru yağmuruna tuttular, Dostoyevski kaşlarını çatıp konuyu değiştirdi.

Nastasya Filippovna’ya âşık olan Prens Mışkin’in kadınla evlenmeye talip olmaması, kendisini seven ve onunla evlenmek isteyen bir genç kıza ise, “Ben hastayım, asla evlenemem,” demesi son derece etkileyicidir. Bu muhtemelen Dostoyevski’nin ilk erkeklik döneminde sahip olduğu anlayıştı; hapishaneden çıkana dek bunu değiştirmeyecekti. Dostoyevski ile kahramanı arasındaki benzerlik en küçük ayrıntıları dahi kapsamaktadır. Prens Mışkin Petersburg’a bavulu olmadan, içinde yalnızca temiz bir çarşafın bulunduğu küçük bir paket taşıyarak gelir. Bir kopeği bile yoktur, General Epançin ona yirmi beş ruble verir. Dostoyevski de Sibirya’ya polisin getirmesine izin verdiği, içinde çarşaf bulunan küçük bir paketle gelmişti; bir kopeği bile yoktu, Aralıkçılar’ın eşleri ona İncil’in sayfaları arasına gizlenmiş yirmi beş ruble vermişti.


Dostoyevski’nin Sibirya’da yanına aldığı İncil.


İyi itibarı onu takip ediyordu; Omsk’ta kendisiyle birlikte hapis yatmakta olan yol arkadaşları yeni dostlarına, cezasını kendileriyle birlikte çekecek olan bu tuhaf adamdan, Dostoyevski’den bahsetmişti. Bazı iyi huylu hükümlüler bu genç hasta adamı, romanlarındaki kahramanları düşünmekle son derece meşgul olduğundan gerçek hayatı incelemek için hiç vakit ayıramamış olan bu hayalperesti, nasıl koruyabileceklerini düşünmeye çoktan başlamışlardı. Hükümlüler kendi kendilerine çocukluktan beri tükenmişlik ve yoksunluğa alışkın oldukları halde onlara ağır gelen yaşamın, konfor içinde yetiştirilen ve her şeyden önemlisi, toplumsal konumu sayesinde herkes tarafından saygı görmeye alışmış biri olan Dostoyevski için ne kadar zor olabileceğini düşünüyorlardı. Yaşamın uzun, kendisinin ise hâlâ genç olduğunu, salıverildikten sonra mutluluğun kendisini beklediğini söyleyerek onu teselli etmeye çalıştılar. Rus köylülerine özgü bir duygusal hassaslık gösterdiler. Babam Ölüler Evinden Anılar’da hapishanede üzgün bir şekilde dolanırken hükümlülerin nasıl gelip ona politika, yabancı ülkeler, kraliyet ve büyük şehirlerdeki yaşamla ilgili sorular sorduğunu betimlemiştir. “Verdiğim yanıtlara pek ilgi gösteriyormuş gibi görünmüyorlardı,” diyor babam; “Neden bu gibi bilgiler edinmeye çalıştıklarını hiç anlayamadım.” Gelgelelim bunun yanıtı oldukça basitti; iyi kalpli bir hükümlü Dostoyevski’nin tek başına, bir tür rüyadaymış gibi boşluğa bakarak yürüdüğünü fark etmişti. Onu düşüncelerinden kurtarmayı istiyordu. Bir beyefendinin bayağı şeylerle ilgilenmesi onun kaba zihnine imkânsız görünmüştü, dolayısıyla insan ilişkilerinde usta olan temiz kalpli bu adam babamla politika, yönetim, Avrupa gibi afili konulardan konuşmuştu. Yanıtlar ilgisini çekmiyordu fakat amacına ulaşmıştı. Dostoyevski uyanmıştı, canlılıkla konuşuyordu, melankolisi defolup gitmişti. Hükümlüler babamın içinde üzgün ve acı çeken bir genç adamdan fazlasını görüyorlardı. Onun dehasını sezmişlerdi. Okuma yazma bilmeyen bu mujikler bir romanın tam olarak ne olduğunu bilmiyorlardı fakat yüce bir ırkın yanılmaz sezgisiyle Tanrı’nın bu hayalperesti dünyaya muhteşem işler yapması için gönderdiğini anlamışlardı. Güçlü ahlakının farkına varmışlardı, ona bakabilmek için ellerinden geleni yaptılar. Dostoyevski Anılar’ında hükümlülerin banyoya gönderildikleri bir gün, içlerinden birinin babamı yıkamak için izin istediğini anlatmaktadır. Bu işi büyük bir dikkatle yapmış, ıslak tahtalarda kaymasın diye tıpkı bir çocuk gibi ona destek olmuştu. Adamın gösterdiği tüm bu dikkat karşısında büyülenen Dostoyevski, “Beni sanki çiniden yapılmışım gibi yıkadı,” der. Babam haklıydı. Aslına bakılacak olursa o, mütevazı dostlarının arasında değerli bir nesneydi. Rus toplumuna büyük hizmetlerde bulunacağını hissettikleri için hepsi onu koruyordu. Bir gün, kendilerine verilen yemeklerden dolayı çileden çıkarak bir gösteri düzenlediler ve Omsk Kalesi Kumandanı’nı görmek istediler. Babam bu gösteride yer almanın kendisi için bir görev olduğunu düşünmüştü fakat hükümlüler onun kendilerine katılmasına izin vermeyecekti.47 “Senin yerin burası değil,” diye bağırarak hapishaneye geri dönmesi konusunda direttiler. Hükümlüler gerçekleştirdikleri protesto nedeniyle ağır bir cezaya çarptırılma riskini üstlendiklerini biliyor, Dostoyevski’yi korumak istiyorlardı. Bu mütevazı mujikler şövalye ruhuna sahipti. Babama karşı Petersburglu arkadaşlarından, genç yaşında elde ettiği başarıyı zehretmek için ellerinden geleni yapan kötü ve kıskanç yazarlardan çok daha cömerttiler.

Eğer hükümlüler babamı koruduysalar, onlar üzerinde büyük bir ahlaki etki bırakmış demektir. Kendisinden bahsetmek için fazlasıyla mütevazıydı fakat Nekrasov bunu herkese duyuracaktı. Bu şair büyük bir gözlem yeteneğine sahip biriydi. Nekrasov, dergisinde büyük bir iştahla yayımladığı İnsancıklar’da Dostoyevski’nin zekâsının farkına varmıştı. Genç roman yazarıyla tanıştığında kalbinin saflığından ve soylu zihninden etkilenmişti. Dönemin Rus yazarlarının içinde yaşadığı dar, kıskançlık dolu, entrikacı çevre Nekrasov’un babamın arkadaşı olmasını engellemişse de onu asla unutmadı. Dostoyevski Sibirya’ya gönderildiğinde Nekrasov sık sık onu düşünüyordu. Bu şair, köylülerin ruhlarına ilişkin engin bilgisiyle diğerlerinden ayrılıyordu. Tüm çocukluğunu babasının küçük mülkünde geçirmiş, yaşamının ilerleyen dönemlerinde de her yaz oraya gitmişti. Rus halkını ve Dostoyevski’yi tanıyan biri olarak hükümlülerle genç roman yazarı arasındaki ilişkilerin nasıl olabileceğini kendi kendine sorup duruyordu. Şairler şarkılarla düşünürler, Nekrasov da bize muhteşem bir şiir bırakmıştır. Zavallı adlı şiiri, Dostoyevski’nin suçlular arasındaki yaşamını betimlemektedir. Ondan ismiyle bahsetmez -o dönemde çok katı olan Sansür Kurulu buna izin vermezdi- fakat edebiyat çevresinden arkadaşlarına ve daha sonrasında da bizzat Dostoyevski’ye kahramanın kim olduğunu söylemiştir.

Hikâye, bir anlık kıskançlıkla bir kadını öldüren, eskiden toplumun iyi kesimine mensup biri olan bir hükümlünün ağzından anlatılır. Hapishanede en rezil suçlularla ilişkiler kurar, onlar hakkındaki düşüncelerine karşın onlarla içer, onlarla kumar oynar. Diğerlerinden farklı olan bir mahkûm dikkatini çeker. Çok zayıftır, sesi çocuk gibidir; saçları açık renkte ve kuş tüyü gibi güzeldir.48 Çok sessizdir, diğerlerinden uzakta yaşar, kimseyle arkadaşlık kurmaz. Hükümlüler ondan hoşlanmaz, çünkü kendisi ağır işler yapamaz. Bütün gün uğraşmasına karşın zayıflığı nedeniyle çok az şey yapabildiğinden dolayı onunla kafa bulup ona “köstebek” derler. Onu itip kakarak kendilerini eğlendirir, gardiyanların acımasız emirleri karşısında beti benzi atıp dudaklarını ısırdığını gördüklerinde ona gülerler. Bir akşam hükümlüler hapishanede iskambil oynayıp kafayı çekmektedir. Uzun süredir hasta olan mahkûmlardan biri ölmek üzeredir; hükümlüler onunla dalga geçmekte, inancı hor gören ağıtlar yakmaktadır. “Sefiller! Tanrıdan korkmaz mısınız siz?” diye yakarır korkunç bir ses. Hükümlüler şaşkınlıkla etraflarına bakarlar. “Köstebek”tir konuşan, şimdiyse bir kartal gibi görünmektedir. Onlara sessiz olmalarını, ölmek üzere olan adamın son anlarına saygı göstermelerini emreder. Tanrı’dan bahsederek eşiğine sürüklenmekte oldukları uçurumu onlara gösterir. O günden itibaren vicdanlarını yitirmemiş olanların üstadı haline gelir. Onu hürmet dolu bir kalabalığın içine alır, sözlerini kana kana içerler. Bu mahkûm ilim irfan sahibidir; hükümlülerle şiir, bilim, Tanrı ve her şeyden önemlisi Rusya hakkında konuşur. Ülkesine âşık, Rusya’nın önünde büyük bir gelecek bulunduğunu öngören bir vatanseverdir. Konuşmalarında dilbazlık yoktur, üslubunun güzelliğiyle ön plana çıkmaz; fakat öğrencilerinin ruhlarına nasıl sesleneceğini, kalplerine nasıl dokunacağını bilmektedir. Şiirde sözkonusu mahkûm, hükümlülerin hürmet ve sevgisiyle sarmalanmış halde ölür. Hastalığı boyunca ona büyük bir adanmışlıkla bakarlar; bir tür sedye yaparlar, temiz hava alıp çok sevdiği güneşi görebilmesi için onu her gün hapishane bahçesine çıkarırlar. Ölümünden sonra mezarı o bölgede yaşayan insanlar için bir hac mekânı haline gelir.

Babam Sibirya’dan döndüğünde Nekrasov ona şiiri gösterip şöyle demiştir: “Bu şiirdeki kahraman sensin.” Dostoyevski bu sözler karşısında çok duygulanmıştı; şiiri çok beğenmişti, fakat edebiyat çevresinden arkadaşları ona Nekrasov’un kendisini gerçeğe sadık kalarak anlatıp anlatmadığını sorduklarında gülümseyerek şöyle demiştir: “Ah hayır, benim önemimi abartmış. Tam aksine, asıl ben hükümlülerin öğrencisiydim.”

Nekrasov’un mu yoksa Dostoyevski’nin mi haklı olduğunu söylemek güç. Bu şiir şairane bir hayalden ibaret olabilir, bununla birlikte Nekrasov’un babam hakkındaki düşüncelerini ortaya koymaktadır. Nekrasov, tıpkı “Zavallı” şiirinde yaptığı gibi ne zaman Dostoyevski’den bahsetse, babamın edebiyat çevresindeki rakiplerinin alçakça karalamalarının hepsinin intikamını alır. Nikolay Strahov dışında Dostoyevski’nin yaşamöyküsünü yazan Rus yazarların, İnsancıklar’ın başarısının ardından genç yazarlar tarafından uydurulan aşağılık iftiraları gerçeğe son derece bağlı kalarak aktarmış olmalarına rağmen hiçbirinin Nekrasov’un şiirinden bahsetmemiş olması ilginçtir. Ne var ki Dostoyevski’nin bu şiirin kahramanı olduğunu bilmiyor olamazlar, zira Dostoyevski bu konuyla ilgili olarak Nekrasov’la arasında geçen konuşmayı bizzat Bir Yazarın Günlüğü’nde kayda düşmüştür. Neredeyse şairin, roman yazarıyla ilgili görüşlerini halktan gizlemeyi tercih etmişler gibi görünmektedir.

Hükümlülerin Dostoyevski’ye Öğrettikleri

Dostoyevski’nin, mahkûmlardan “öğretmenlerim” diye bahsetmesinin bazı nedenleri vardı. Hakikaten de ona, onun için öğrenmesi her şeyden daha önemli olan bir şeyi, güzel ve cömert Rusya’mızı tanımayı ve sevmeyi öğretmişlerdi. Kendini, hayatında ilk kez gerçek bir ulusal merkezde bulduğunda kalbinde annesinin kanının çok daha fazla ve çok daha yüksek sesle konuştuğunu hissetmişti. Ülkemizin gerçek gücü olan Rus cazibesini fark etmeye başlamıştı. Rusya, düşmanlarını ateş ve kılıçla fethetmemiştir; engin Rus İmparatorluğu’nu inşa eden şey Rusya’nın kalbidir. Ordumuz zayıftır, zavallı askerlerimiz sık sık mağlup olur; fakat geçtikleri her yerde ölümsüz anılar bırakırlar. Yenilenleri ezmek yerine onlarla kardeşlik bağı kurar, onlara kalplerini açar, yoldaşlarıymış gibi davranırlar; bu cömertlikten etkilenen yenilenler ise onları asla unutmazlar. “Rus bayrağı bir yerde dalgalandı mı orada baki kalır,” deriz Rusya’da. Yurttaşlarım cazibelerinin bilincindedirler.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Rus köylüsü. (ç.n.)

2

Bu imrenme Dinyeper kıyılarında yaşayan, Ukraynalıların ve Rusların atası olan Slavların kendileri adına Norman prenslerinin onları yönetmesini arzulamalarına yol açmıştı. Prens Rurik’e Kiev Büyük Düklüğü’nün tacını sunmak için bir heyet gönderdiler. Muhtemelen Litvanya’nın bir bölgesini yönetmekte olan bir Norman prensinin kardeşi ya da küçük oğlu olan Rurik tacı kabul ederek Norman maiyetiyle birlikte Kiev’e geçti. Rurik’in soyundan gelenler ilk başta Büyük Dük, sonraları ise Çar sıfatıyla on yedinci yüzyıla dek Rusya’da hüküm sürdüler. Rurik soyundan gelenlerin sonuncusu Moskova’da öldüğü zaman Rusya bir anarşi döneminden geçti; ta ki boyarlar Litvanya kökenli, yani son derece Normanlaşmış bir Slav aileye mensup Mihail Romanov’u Çar seçinceye kadar. Romanovlar birkaç yüzyıl boyunca sırayla hüküm sürdüler, Rus halkı tarafından sevilip saygı gördüler. Rus milletinin iki kez Normanları ya da Normanlaşmış Slavları prens olarak seçmiş olduğu gerçeği, yurttaşlarımın kavgacı karakteriyle kolayca açıklanabilir. Sonunda tek bir anlamlı söz dahi söylemeden on saat boyunca nutuk çekmeye kadir, sözlerine son vermek nedir bilmeyen konuşmacı ve tartışmacılar olan Ruslar asla anlaşamazlar. Aklı başında, sözden tasarruf edebilen, icraatta üretken Normanlar, Rusların birbirleriyle barış içinde yaşamalarını sağlamış, ülkemizde düzeni sağlamışlardır.

3

Tuna bölgesinde, Transilvanya’da, Rusya’da soylulara verilen unvan. (ç.n.)

4

Litvanya ve Ukrayna tarihiyle ilgilenen modern tarihçiler Normanlardan nadiren bahseder. Bununla birlikte sıklıkla Vareglerden söz eder ve bunların Litvanya’da hatta Ukrayna’da büyük rol oynadığını öne sürerler. Varegler aslında Normandır, çünkü vareg kelimesi eski Slavcada “düşman” anlamına gelmektedir. Normanlar sürekli olarak Slavları alt ettikleri için Slavlar onları “düşman” olarak anmıştır. Slavlar genel olarak az meraklı insanlardır, komşularının hangi ırka mensup olduklarını bilmekle pek ilgilenmezler; onlara süslü isimler vermeyi tercih ederler. Bu nedenle Ruslar, Almanlarla ticarete başladıklarında onlara eski Rusçada “budala” anlamına gelen “Nemzi” adını vermişlerdir, çünkü Almanlar onların dilini anlamamış, sorularına cevap verememiştir. Rus halkı Almanlara hâlâ “Nemzi” der. “Alman” ya da “Töton” isimleri yalnızca aydınlar tarafından kullanılır.

5

(İng.) Litvanya’nın Dünü Bugünü. (ç.n.)

6

Rusya ve Polonya’ya duydukları nefret nedeniyle Litvanyalılar damarlarında Slav kanının aktığını dahi reddetmişlerdir. Yine de Finno-Türk’ten daha ziyade Slav olduklarını görebilmek için onlara bir bakış atmak yeterlidir.

7

Hiçbir şekilde başkalarıyla karışmamış Finno-Türkler olan Finler, Estonlar ve Letonlar Protestanlığı şevkle kabul edip buna sadık kalmışlardır. Litvanların Protestanlığa karşı her zaman göstermiş oldukları düşmanlık kendilerinin Slav kanına sahip olduğunu geri kalan her şeyden çok daha ikna edici bir şekilde kanıtlamaktadır. Ortodoks ya da Katolik inancını kolaylıkla kucaklayan Slavlar, Luther’in öğretisini asla anlayamadılar.

8

Bununla birlikte Almanlar, Litvanya’nın, Litvanyalı Borussi kabilesinin yaşadığı bir bölümünü ellerinde tuttular. Bu bölgeyi Almanlaştırarak buraya Prusya adını verdiler. Prusyalılar Alman değil, Litvandır; önce Normanlaştırılmış sonra da Almanlaştırılmışlardır. Güçlü karakterleri ve Almanya’da oynadıkları önemli rol kendilerinin Norman karakterinden kaynaklanmaktadır. Prusyalı Junkerlerin büyük bir çoğunluğu doğrudan kadim Norman şeflerinin soyundan gelmektedir.

9

Ortodoks Kilisesi’nde yalnızca keşişler -Kara Ruhbanlar- başpiskopos olabilir. Beyaz ruhbanlar, yani evli rahipler üst mevkilere yükselemezler. Eşlerini kaybettiklerinde genellikle keşiş olur, kariyerlerinin peşinden gidebilirler.

На страницу:
5 из 6