
Полная версия
Dostoyevski'nin hayatı
Işık, çiçekler ve Ukrayna’nın Yunan şiiri, Litvanya’nın karanlık ormanlarından ve rutubetli bataklıklarından çıkan atalarımın gözlerini kamaştırmış olmalı. Yürekleri güneyin güneş ışıklarıyla ısınmış, dizeler yazmaya başlamışlar. Büyükbabam Mihail, babasının evinden kaçtıktan sonra bu Ukrayna şairliğinin bir kısmını yoksul öğrenci cüzdanında taşımış ve bunu uzaklardaki evinden bir hatıra olarak özenle saklamış. Sonrasında ise bunları iki büyük oğlu Mihail ve Fyodor’a aktarmış. Bu gençler de dörtlükler ve şiirler yazmış; babam gençliğinde Venedik’te geçen aşk hikâyeleri ve tarihi dramalar kaleme almıştır. Muazzam bir hayranlık beslediği Ukraynalı büyük yazar Gogol’u taklit ederek yazmaya başlamıştır. Dostoyevski’nin ilk yapıtlarında bu duygusal ve romantik şiire sıklıkla rastlıyoruz. Hapse girinceye, yani bir Rus oluncaya kadar, büyük bir dehaya ve muhteşem bir geleceğe sahip bir ulus olan Ruslara mahsus geniş bakış açısını ve düşünce derinliğini romanlarında bulamıyoruz. Yine de Dostoyevski’nin o güçlü gerçekçiliğinin Rus asıllı olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Ruslar gerçekçi değildir; hayalperest ve mistiktirler. Yaşamı mercek altına almaktansa kendilerini hayallerde kaybetmeye bayılırlar. Gerçekçi olmak istediklerinde ise bir anda Moğol kinizmine ve erotizmine kapılırlar. Dostoyevski’nin realizmi ise Normanlaşmış atalarından kalan bir mirastır. Norman kanından gelen tüm yazarlar derin gerçekçilikleriyle diğerlerinden ayrılırlar. Dostoyevski boş yere Balzac’a son derece kalpten bir hayranlık beslemiyor, onu kendine örnek almıyordu.
Dostoyevskiler aslen göçebe bir aileydi. Bir bakmışız Litvanya’dalar, bir bakmışız Ukrayna’da; bir gün bakıyoruz Moskova’da yaşıyorlar, ertesi gün Petersburg’a taşınmışlar. Bu pek şaşırtıcı değildir, zira Litvanya tuhaf “göçebe aydınlar” sınıfıyla diğer ülkelerden ayrılmaktadır. Diğer ülkelerde ise göç eden proletaryadır. Rusya’da her yıl kitleler halinde Ural Dağları’nı aşan ve Asya tarafından yutulanlar mujiklerdir; Avrupa’da ise kısmetini Amerika, Afrika ya da Avustralya’da arayanlar köylüler ve orta alt sınıflardır. Oysa Litvanya’da halk ülkede kalırken yalnızca aydınlar göç eder. Litvanya, Avrupalı şairleri ve âlimleri kendine çeken muhteşem bir büyük düklükken Litvanyalı soylular yuvalarında kaldılar. Fakat Litvanya’nın ihtişamı azalmaya başladığında aydınlar12 çok geçmeden kendilerini ormanlarında, bataklıklarında hapsolmuş hissederek komşu ülkelere göç ettiler. Lehlerin ve Ukraynalıların hizmetine girerek medeniyetlerini kurmalarına yardımcı oldular. Ünlü Lehlerin ve Ukraynalıların çok büyük bir bölümü Litvanya kökenlidir.13
Sonra, Rusya Litvanya’yı ilhak ettiğinde bir sürü Litvanyalı aile büyük kentlerimize doluştu. On dokuzuncu yüzyılın başında Lehler kendi istekleriyle Rusya’nın hizmetine girdiler, fakat yurttaşlarım çok geçmeden Leh ve Litvan “ski”lerinin14 birbirlerinden farklı olduğunun ayırdına vardılar.
Lehler Rusya’da yaşayıp zenginleşmelerine karşın Katolik olarak kaldılar, kendi aralarında Lehçe konuşup Ruslara barbar muamelesi yaptılar. Litvanlar ise anadillerini unuttular, Ortodoks inancına geçip ata topraklarını düşünmeyi bıraktılar.15
Aydınların bu göçü ve onları kabul eden uluslarla birleşebilme yetenekleri Normanların, kendilerinden sonra gelen Litvanyalı torunlarına bıraktıkları en karakteristik özelliktir. Antik dönem ulusları arasında yalnızca Normanlar göçebe soylulara sahipti. En önde gelen ailelerin gençleri Norman prenslerinden birinin sancağı altında toplanır, yeni yurtlar aramak üzere hafif tekneleriyle yelken açarlardı. Kuzey Avrupa aristokrasilerinin tümünün Normanlar tarafından kurulduğu fikri çoğunlukla öne sürülmektedir. Bunda şaşılacak hiçbir şey yoktur: Genç Norman soyluları ne zaman ilkel insanların arasında boy gösterseler doğal olarak vahşilerin ve cahil yerlilerin şefleri olmuşlardır. Onların soyundan gelen yönetmeye alışkın kişiler, birbirini izleyen yüzyıllar boyunca yönetimde bulunmaya devam ettiler. Daha önce de görmüş olduğumuz üzere Normanlar fethettikleri uluslardan uzak durmamışlar, ülkenin kadınlarıyla evlenip düşüncelerini, giyim kuşamlarını ve inançlarını benimsemişlerdir. Normandiya’ya varmalarından iki yüzyıl sonra Normanlar anadillerini unutup birbirleriyle Fransızca konuşmuşlardır. Fatih William, savaşçılarıyla beraber İngiltere’ye ayak bastığında İngilizlere getirdiği kültür Norman değil Latin kültürüydü. Norman Comtes d’Hauteville ailesi Sicilya’yı fethettiğinde ülkede buldukları Bizans ve İslam kültürünü inanılmaz bir hızla benimsemişlerdi. Litvanya’da fethedenlerle fethedilenler tam bir kaynaşma içindeydi; Normanlar Litvanyalılara güçlü karakterlerini aktarmış, komşu halkları uygarlaştırma görevini miras bırakmışlardı. Litvanya’nın tüm göçebe aydınları aslında gizli Normanlardır. Atalarının müthiş çalışmasını bitmek tükenmek bilmeyen bir cesaret, sabır ve adanmışlıkla sürdürmektedirler.
Irkının seçkinliğini diğer ırklara dağıtan zavallı Litvanya’nın bir daha asla büyük bir devlet olamayacağı açıktır. Bunu kendi de anlıyor ve bundan pişmanlık duyuyor. “Litvanyalılar genel olarak en zeki ırk olarak değerlendirilmelidir,” diyor Vidunas, “buna karşın Litvanya’nın Avrupa uygarlığı üzerinde hiçbir etkisinin olmaması, Litvan zekâsının daima diğer ulusların hizmetinde olması ve tüm güçlerini anayurdu için ortaya koyamamış olmasıyla açıklanabilir.” Vidunas Litvanyalı aydınların göç etmiş olmalarından dolayı hayıflanmakta şüphesiz ki haklıdır, ne var ki Litvanya’nın Avrupa uygarlıkları üzerinde hiçbir etkide bulunmadığını söyleyerek hata etmektedir. Aslına bakılacak olursa hiçbir ülke, Slav devletlerinin uygarlaşması için Litvanya kadar çok şey yapmamıştır. Diğer halklar yalnızca kendileri, kendi ihtişamları için çalışmışlardır; Litvanya ise kendi dehasından doğan yetenekleri komşularının hizmetine sunmuştur. Polonya, Ukrayna ve Rusya bunu henüz anlamıyor, bu nedenle de Litvanya’ya haksızlık ediyorlar. Ancak gün gelecek mütevazı ve suskun Litvanya’ya neler borçlu olduklarını açıkça görecekler.
Dostoyevskiler böyle gezginlerdi, yeni düşüncelerle yeni izlenimler edinmeye öyle susamışlardı ki geçmişi unutmaya çalışıp atalarının çocuklarıyla konuşmayı reddetmişlerdi. Ne var ki böylece geçmişten feragat ederken bir yandan da gezip duran ailelerini Ariadne’nin ipine benzer bir şekilde birbirine bağlama arzusunu taşıyorlardı. Onları yüzyıllar boyunca takip edebilmemizi sağlayan bu ip, taşıdıkları aile adı olan Andrey’dir. Litvanyalı Katolik Dostoyevskiler geleneksel olarak erkek çocuklarından birine, genellikle de ikincisine ya da üçüncüsüne bu adı verirlerdi; Ortodoks Dostoyevskiler de bu geleneği günümüze dek sürdürmüşlerdir. Ailemizin her neslinde her zaman bir Andrey olur ve tıpkı eskiden olduğu gibi bu isim ikinci ya da üçüncü erkek çocuk tarafından taşınır.
Fyodor Dostoyevski’nin Çocukluğu
Moskova’daki tıp eğitimini tamamladıktan sonra büyükbabam Mihail cerrah olarak orduya katılıp 1812 Savaşı sırasında bu sıfatla görev yaptı. Kendisinin mesleğinde çok yetenekli olduğunu tahmin edebiliriz, zira çok geçmeden Moskova’da yer alan büyük bir devlet hastanesinin başhekimliğine atandı. Bu sırada genç bir Rus kızıyla, Mariya Neçayev’le evlendi. Bu evliliğin her şeyden önce karşılıklı sevgi ve saygı üzerine kurulu olmasının yanında Mariya aynı zamanda kocasına yeterli miktarda çeyiz de getirmişti. Genç çiftin pek tabii ki herhangi bir eksiği yoktu, zira o günlerde kamu görevleri epey kazançlıydı. Devlet, eğer maaşlar yüksek değilse memurları için konforlu bir yaşamın tüm gereklerini karşılayarak bunu telafi ederdi. Bu sayede büyükbabam Mihail maaşına ek olarak bir kraliyet binasında, on dokuzuncu yüzyılda tüm kraliyet yapılarımız tarafından benimsenen bayağı imparatorluk tarzında inşa edilmiş tek katlı küçük bir eve yerleştirilmişti. Bu ev hastaneye yakındı ve bir bahçeyle çevriliydi. Fyodor Dostoyevski, 30 Ekim 1821’de bu küçük evde doğdu.
Büyükbabama, hastanede çalışan uşakların hizmetleri ve kentteki hastalarını ziyaret edebilmesi için bir araba tahsis edilmişti. İşini iyi yapıyor olmalı, zira çok geçmeden Moskova’dan 150 verst16 uzaklıkta bulunan Tula Guberniyası’ndan iki arsa alabilmişti. Bu arsalardan Darovoye olarak anılan ilki Dostoyevskilerin tatil mekânıydı. Baba hariç olmak üzere tüm aile yazı burada geçirirdi. Tıbbi görevleri nedeniyle şehirde kalan büyükbabam yalnızca temmuz aylarında birkaç günlüğüne onlara katılırdı. Her yıl, sözünü ettiğimiz demiryolu öncesi zamanlarda troykayla yapılan bu yolculuklar, çocukluğunda atlara vurgun olan babamı mest ediyordu.
Büyük oğullarının doğumundan birkaç yıl sonra büyükbabam, kendisini ve oğullarını Moskova’nın kalıtsal soyluları kütüğüne kaydettirdi.17 O dönemde babam beş yaşındaydı. Bütün hayatı boyunca Moskovalılardan uzak duran büyükbabamın, ailesini Rus soylularının koruması altına almak istemesi tuhaf. Burada, Rus Soylular Birliği’nin aslında taklit ettiği Litvanya Schliahta’sını görmüş olması muhtemeldir.18 Nasıl ki kadim ataları, oğullarını birleşik Litvan soylularının sancağı altına yerleştirdiyse, büyükbabam da bir an önce çocuklarını birleşik Rus soylularının korumasına vermişti.
Büyükbabam Moskovalı bir soylu olsa da ahlaki açıdan Litvanyalı bir Schliahtitch olmaya devam etmiştir; gururlu, hırslı, düşüncelerinin büyük bir bölümünde son derece Avrupalıydı. Neredeyse cimrilik seviyesinde tutumlu biriydi, fakat oğullarının eğitimi sözkonusu olduğunda hiçbir masraftan kaçınmadı. İki oğlunu da Suchard’ın Fransız okuluna yerleştirerek işe koyuldu. Bu kurumda Latince öğretilmediğinden büyükbabam Latince derslerini kendisi üstlendi. Eve geldiklerinde oğulları Fransızca derslerini hazırlar, akşam olduğunda ise babalarıyla Latince alıştırmaları yaparlardı. Babalarının huzurunda oturmaya asla cesaret edemiyor, babalarına büyük bir hayranlık ve saygı duyarak fiillerini ayakta çekimliyor, hata yapmamaya çalışıyorlardı. Büyükbabam çok asabiydi, gelgelelim çocukları asla fiziksel şiddet görmemiştir. Bu her şeyden çok daha dikkat çekicidir, zira o dönemin Moskovalı minikleri çok şiddetli bir şekilde dayak yerdi. Tolstoy çocukluk anılarında, on iki yaşındayken nasıl dayak yediğini bize anlatmaktadır. Büyükbabam Mihail’in eğitimle ilgili Avrupai düşüncelere sahip olduğu açıktır. Polonya ve Avusturya’ya olan yakınlıkları sayesinde Litvanya ve Ukrayna, Rusya’ya göre çok daha uygardı. Sonraki yıllarda Dostoyevski çocukluğunu hatırladığında küçük kardeşleri Andrey ve Nikolay’a anne babalarının muhteşem insanlar olduğunu, fikri açıdan çağdaşlarının büyük bir bölümünden çok daha ileride olduklarını söyleyecekti.
Ataları Katolik din adamları tarafından Latinleştirilen birçok Litvanyalı gibi büyükbabamın da Fransızcaya karşı bir sevgisi vardı. Eşiyle Fransızca konuşur, çocuklarını da kendilerini bu dilde ifade etmeye teşvik ederdi. Onu hoşnut edebilmek için babaannem ve kızları kendisinin doğum gününde iyi dileklerini Fransızca yazarlardı. Büyükannem müsveddelerin üzerinde kızlarının hatalarını düzeltir, çocuklar da süslü kâğıtlara bunları kopyalardı. Doğum günü geldiğinde sırayla babalarının yanına gidip renkli kurdelelerle bağlanmış kâğıt rulolarını yüzleri kızararak ona sunarlardı. Büyükbabam ruloları açar, bu yapaylıktan uzak tebrikleri duygulanarak yüksek sesle okur, çocuklarını öperdi. Daha sonraları, oğulları iyi dileklerde bulunmakla yetinmemeye başladılar; babalarını mutlu edebilmek için Fransızca şiirleri güzelce ezberleyip bunları kardeşlerinin huzurunda okudular. Bir keresinde babam, bir aile buluşmasında Henriade’dan bir parça okumuştu.
Dostoyevski babasının Fransızca sevgisini miras almıştı; romanlarında ve gazete yazılarında Fransızca tümcelere sıkça rastlanmaktadır.19 Almancayı da çok iyi derecede bilmesine rağmen Alman dilinde Fransızca kadar çok okuma yapmamıştı. O dönemde Almanca, Rusya’da pek revaçta değildi. Yine de babam bu dili unutmadı; Almanca babamın beyin hücrelerinden birinde bozulmadan kalmış olmalı çünkü Prusya sınırını geçer geçmez Almanca konuşmaya başlamış, üstelik annemin dediğine göre akıcı bir şekilde konuşmuş.
Büyük oğulları Suchard’ın okulundaki Fransızca derslerini tamamladıklarında büyükbabam onları Moskova’daki en iyi özel okula; şehrin aydınlarının çocuklarıyla dolu pahalı bir kurum olan Çermak’ın hazırlık okuluna yerleştirdi. Derslerini öğretmenlerinin gözetiminde çalışabilmeleri için büyükbabam onları okula yatılı olarak gönderdi, eve yalnızca pazar günleri ve bayramlarda geldiler. O dönemin Moskovalı soyluları çocuklarını özel okullara göndermeyi tercih ediyorlardı, çünkü kraliyet kurumlarında en ağır fiziksel cezalar uygulanmaktaydı. Çermak’ın okulu ataerkil bir karaktere sahipti, tüm düzenlemeler aile yaşamına göre planlanmıştı. Bay Çermak öğrencileriyle yemek yer, onlara sanki kendi evlatlarıymış gibi kibar davranırdı. Okulunda eğitim vermesi için Moskova’daki en iyi öğretmenleri getirmişti, okulunda yapılan işler ise üst düzeydi.
Büyükbabam Moskovalı ayaktakımının gaddarlığından çok korkuyordu, dolayısıyla çocuklarının sokaklarda yürümesine asla izin vermezdi. Andrey Amcam bir keresinde, “Okula babamızın arabasıyla gönderiliyor, eve de aynı şekilde geliyorduk,” demişti bana. Babam memleketi olan bu şehirle ilgili o kadar az şey biliyordu ki romanlarından herhangi birinde Moskova’yla ilgili tek bir betimleme bile yoktur. Pek çok Leh ve Litvan gibi büyükbabam da Rusları küçümsüyordu, onları barbarlar olarak görerek tepeden bakacak kadar da önyargılıydı. Evinde ağırladığı Moskovalılar eşinin akrabalarından ibaretti. Daha sonra babam da Petersburg’tan Moskova’ya gittiğinde Büyükbabam Rus uygarlığına itimat etmiyor olsa bile bunu çocuklarının önünde söylememeye dikkat ediyordu. Onları Avrupai bir tarzda yetiştirmişti; kalplerindeki vatanseverliği uyandırmaya ve beslemeye çalışmıştı. Bir Yazarın Günlüğü yapıtında Dostoyevski, kendisi bir çocukken babasının akşamları yüksek sesle Karamzin’in Rus tarihinden kesitler okumaktan ve bunları küçük oğullarına açıklamaktan hoşlandığını aktarmaktadır.20 Bazen çocuklarını Kremlin’in tarihi saraylarını ve Moskova’nın katedrallerini gezmeye götürürdü. Bu geziler, oğullarının gözünde neredeyse büyük vatanseverlik törenleri kadar önemliydi.
Büyükbabamın, bahsi geçtiği üzere Moskovalılardan uzak durarak çok tipik bir Litvan özelliği olan tecrite boyun eğmiş olması da muhtemeldir. “Litvanyalılar yalnızlığın cazibesine kapılmışlardır,” diye yazıyor Vidunas, “kendi başlarına yaşamayı severler. Yalnızlık onlar için bir sığınaktır.” Litvanyalıların bu tuhaf çekingenliği muhtemelen topraklarının verdiği bir üründür. Engin düzlüklerin sakinleri olan Ruslar ve Ukraynalılar büyük köyler kurabilmiş, komşu kasabalardaki pazarlara gidebilmiş, diğer köylülerle görüşebilmiş, onlarla ilişkiler kurabilmiş ve böylece sosyal ve konuksever olmuşlardır. Litvanya’nın devasa ormanları ve geniş bataklıkları büyük köylerin ortaya çıkmasını engellemiştir. Sağlam zemine sahip yerlere birkaç ev inşa edilebiliyordu fakat geçit vermez yollar nedeniyle herhangi bir aile, komşu yerleşimlerin sakinlerini ziyaret edemiyordu. Bu şekilde birbirlerinden uzakta yaşayan Litvanyalılar sosyalleşemez olmuşlardı. Yüzyılların büyüttüğü bu mizaç kusurlarını düzeltmek yine yüzyıllar alır, farklı bir ülkede farklı koşullarda yaşamaya başlayanlar için bile bu geçerlidir.21
Litvanyalılar genellikle muhteşem birer eş ve baba olurlar. Sadece evlerindeyken mutludurlar; fakat evlerini öyle içtenlikle severler ki bu sebeple eşlerini ve çocuklarını kıskanmaya eğilimli olurlar, onları dış etkilerden muhafaza etmeyi isterler. Büyükbabam, en nihayetinde birer Rus olan ve yurttaşlarıyla birlikte çalışmak zorunda kalan oğullarını Moskova’nın göbeğinde bulunan bir tür yapay Litvanya’ya kapadığında böyle bir eğitimin çocukların yaşamını nasıl güçleştireceğini fark edememişti. Neyse ki büyükbabam en azından ev hapsindeki çocukları için iyi bir arkadaş olmuştu; bayram akşamları bütün aile konuk salonunda toplanır, sırayla yüksek sesle büyük Rus yazarların eserlerini okurdu. Babam, on beş yaşına geldiğinde başyapıtlarımızın çoğunu biliyordu. Çocuklar öğrendikleri şiirleri okumayı alışkanlık haline getirmişti. Kimi zaman erkek çocuklar arasında şiir okuma yarışmaları düzenlenirdi. Babam ve kardeşi Mihail, Rusça şiirleri güzelce ezberler, anne babaları ise hangisinin en iyi okuduğuna karar verirdi. Babaannem çocuklarının okumalarına büyük bir ilgi gösteriyordu. Kendini ailesine adamış, kocasına mutlak surette itaat eden sevimli, nazik bir varlıktı. Hassas biriydi; çok sayıda loğusalık yaşamak onu çok yormuştu.22 Bebeğiyle birlikte günlerce yatakta kalması gerekiyor, o zaman da oğullarının, kendisinin en sevdiği şiirleri okumalarını duymaya bayılıyordu. İki büyük oğlu Mihail ve Fyodor ona tapıyordu. Erken yaşta öldüğünde son derece büyük bir kederle yas tuttular, mezar taşının kitabesi için bir şiir yazdılar. Büyükbabam, babaannemin anısına diktiği mermer anıta onun suretini işletti.
Günün modasına uygun olarak büyükbabamın ve eşinin Moskovalı bir sanatçı tarafından yapılmış portreleri vardı. Babaannem 1830 yılının kıyafeti ve başörtüsüyle, genç, güzel ve mutlu biri olarak resmedilmişti. Babası Moskovalı bir Rustu, buna karşın kendisinde Ukraynalı tipi vardı. Annesi muhtemelen Ukraynalıydı.23 Belki de büyükbabamı ilk başta etkileyen ve bu Moskovalı kızla evliliğe götüren şey onun kökeniydi. Büyükbabamın portresi onu altın işlemeli tören elbisesiyle gösteriyordu. O dönemde Rusya’daki her şey askerileştirilmişti. Devlete hizmet eden doktorların sivil kıyafet giymelerine izin verilmiyor, üniforma giymeleri ve kılıç kuşanmaları gerekiyordu. Dostoyevski anılarında babasını bir ordu mensubu olarak görür, bunun en büyük sebebi ise hayata askeri cerrah olarak başlayan babasının bir subayın askeri tavırlarını her zaman muhafaza etmiş olmasıdır. Kendisi Litvan tipinin özelliklerine sahipti, dört oğlu da ona çok benziyordu. Ne var ki babamın gözleri kahverengiydi, hakiki Ukraynalı gözleriydi, ayrıca Rus annesinin nazik gülümsemesine sahipti. Geri kalan erkek kardeşlerinden daha canlı, daha tutkulu ve daha girişkendi. Anne babası ona “delifişek” derdi. Kibirli değildi, genellikle Lehlerin ve Litvanların proletaryaya karşı sergilediği küçümseyici tavra sahip değildi. Yoksulları sever, onların yaşamlarına büyük bir ilgi duyardı. Büyükbabamın özel bahçesi ile hastanenin, nekahet dönemlerindeki hastaların yürüyüşe çıkarıldığı bahçesi arasında bir demir kapı vardı. Küçük Dostoyevskilerin bu kapıya gitmeleri kesinlikle yasaktı, büyükbabamların Moskovalı alt sınıfların tavır ve davranışlarına itimatları yoktu. Tüm çocuklar bu yasağa boyun eğmişti, babasının gazabına meydan okuyarak sessizce kapıya yaklaşıp nekahet dönemindeki köylüler ve küçük esnaflarla muhabbet eden babam hariç. Yazın Darovoye’ye yapılan ziyaretlerde babam, anne babasının serfleriyle24 arkadaş olmuştu. Andrey Amcama göre kardeşi Fyodor’un en büyük zevki tarlada çalışan zavallı köylü kadınlara yardımcı olmaktı.
Büyükbabamlar çok dindardı. Sık sık kiliseye gider, çocuklarını da yanlarına alırlardı. Babam, kilisedeyken işittiği İncil okumalarının üzerinde yarattığı derin etkiyi yapıtlarında anımsamaktadır. Büyükbabamın inancının, Rus aydınlarının mistik, histerik ve ağlamaklı inancıyla pek bir ortak yanı yoktu. Yurttaşlarım yaşamın insanların başına sardığı sonu gelmez dertlerden yakınırlar; Tanrı’yı acımasızlıkla suçlar, ona küfreder, tıpkı aptal çocuklar gibi yumruklarını göklere doğru sallarlar. Büyükbabamın Litvan inancı ise acı çeken ve mücadele eden olgun insanların inancıydı. Cizvitler ve belki de Töton Şövalyeleri, Litvanyalılara Tanrı’ya saygı göstermeyi ve onun iradesine boyun eğmeyi öğretmişlerdi. Din adamlığını, tüm meslekler içindeki en soylu ve en seçkin kariyer olarak gören dindar Ukraynalılardan geliyor olmaları Dostoyevski ailesini Tanrı’yı sevmeye, ona yakınlaşmayı arzu etmeye yöneltmişti. Büyükbabam genç eşini, oğullarını ve kızlarını işte bu ideallerle yetiştirmişti. Çocukluk anılarından biri, babamın zihnini derinden etkilemişti. Bir bahar akşamı, bütün ailenin toplanmış olduğu konuk salonunun kapısı bir anda savrularak açılmış, Darovoye’deki mülkün kâhyası eşikte belirmişti. “Arazimiz yandı,” demişti acıklı bir sesle. Büyükbabamlar ilkin mahvolduklarını düşünmüşlerdi; fakat bundan yakınmak yerine ikonaların önünde diz çöküp onlara verilen bu derdi taşımak için kendilerine güç vermesini dileyerek Tanrı’ya dua etmişlerdi. Ne büyük bir inanç ve tevekkül örneğiydi bu çocuklarına verdikleri; babam fırtınalı ve talihsiz yaşamı boyunca bu sahneyi ne çok anımsamıştır kimbilir!
Delikanlılık
Büyük oğulları Çermak’ın hazırlık okulundaki eğitimlerini tamamladıktan sonra büyükbabam onları Petersburg’a götürdü. Onları doktor yapmaya niyetli değildi; oğullarını o dönem zeki insanlar için muhteşem olanaklar sunan orduya sokmayı istiyordu. Rusya’da her memurun çocukları için devlet okullarında ücretsiz eğitim talep etme hakkı vardı. Büyükbabam işini bilen biri olduğundan görünüşte iki nedenden dolayı Askeri Mühendishane’yi tercih etmişti; buradan mezun olan öğrenci İmparatorluk Muhafızları alayında subay olup muhteşem bir kariyere sahip olabilir ya da inşaat mühendisi olup ciddi bir servet biriktirebilirdi. Çocukları sözkonusu olduğunda büyükbabam Mihail çok hırslıydı, dur durak bilmeden çalışmak zorunda olduklarını onlara her zaman hatırlatırdı. “Siz yoksulsunuz,” derdi. “Size bir servet bırakamam, güvenebileceğiniz tek şey kendi gücünüz, çok çalışmalı, yaptığınız işe dört elle sarılmalı, sözlerinize ve hareketlerinize dikkat etmelisiniz.”
O dönem babam on altı, Mihail Amcam ise on yedi yaşındaydı. Her daim babalarının gözetiminde, yaşama dair hiçbir şey bilmeden, kendileriyle yaşıt arkadaşları olmadan büyütülmüş olduklarından içten ve romantik iki koca çocuktan başka bir şey değildiler. İki kardeş arasında çok büyük bir sevgi vardı. Hayal dünyasında yaşıyor, çok okuyor, edebi görüşlerini birbirleriyle paylaşıyor, ortak idolleri Puşkin’in eserlerine tutkulu bir hayranlık besliyorlardı. Petersburg’a doğru yola çıktıklarında çocukluklarının sona erdiğini, yeni bir dünyaya adım atmakta olduklarını fark etmemişlerdi.25

Dostoyevski Askeri Mühendishane’de.
Moskova’dan Petersburg’a yapılan ve birkaç gün süren bu yolculuk boyunca26 genç Dostoyevskiler hayal kurmaya devam etmişlerdi. “Ağabeyim ve ben,” diyor babam, “büyük ve güzel şeyler hayal ediyorduk. Sözcükler kulağımızda muhteşem tınlıyordu. Onları ironi yapmaksızın kullanıyorduk. O günlerde hepsi de eş düzeyde güzel kimbilir kaç sözcük tekrarlayıp durduk. Ne olduğunu bilmediğim bir şeye tutkulu bir inanç duyuyorduk, matematik sınavlarının tüm zorluklarının farkında olmamıza rağmen yalnızca şiirleri ve şairleri düşünebiliyorduk. Ağabeyim şiirler yazıyordu, ben ise Venedik’te geçen aşk hikâyeleri yazıyordum.”
Genç hayalperestleri Petersburg’ta büyük bir talihsizlik bekliyordu. Büyükbabam, çocukları için Mühendishane’de iki kişilik yer elde etmiş olmasına rağmen buraya yalnızca Fyodor’u yerleştirebildi. Mihail başkentte çalışmak için fazla narin bulundu ve yetkililer onu bazı gençlerle birlikte Mühendishane’nin bir tür ek binasının bulunduğu Reval’e gönderdi. Babamın, çok sevdiği kardeşinden ayrılması karşısındaki çaresizliğinin bir eşi daha yoktu. Babası Moskova’ya döndüğünde, hiçbir arkadaşlık ilişkisi olmadan kelimenin tam manasıyla yapayalnız kaldığı için daha çok acı çekti. Yatılı okuyordu, şehirde kimseyi tanımadığı için tüm tatillerini okulda geçirmek zorundaydı.27 Mühendishane, kentin en iyi bölgesinde bulunan Yaz Bahçesi’nin karşısında, Fontanka Nehri’nin kıyısındaki, talihsiz imparatorun katledildiği kadim Paul Sarayı’nda bulunuyordu. Odalar geniş ve aydınlıktı, temiz hava ve güneş ışığıyla doluydu. Kimse çocuklarının kalması için daha iyi bir yer isteyemezdi; büyükbabam bir doktor olduğundan geniş alanın ve ışığın gençlerin beden eğitimlerinde önemli bir rol oynadığının farkındaydı. Ne var ki babam Mühendisler Kalesi’nde mutlu değildi.28 Diğer öğrencilerle paylaştığı ortak yaşamı sevmiyordu, çalışmak zorunda olduğu matematik bilimleri şair ruhuna itici geliyordu. Babasının isteklerine bağlı kalarak görevini itinayla yerine getiriyordu fakat bunu kalben yapmıyordu. Boş vakitlerini pencere boşluğunda oturup akan nehri izleyerek, gemilerin ahşap gövdelerine hayranlık duyarak, hayal kurarak ve okuyarak geçiriyordu. Babasının evinden pek ender çıkmıştı, Litvan asosyalliği onu ele geçirdiğinde yalnızlığın cazibesine kapıldığını hissetti. Yeni arkadaşları ilgisini çekmiyordu. Bunların çoğu, çeşitli taşra kasabalarındaki garnizonlara komuta eden albayların29 ve generallerin çocuklarıydı.
Bu dönemde taşrada okuryazar pek yoktu, düşünen insanların sayısı ise çok daha azdı. Buralarda ciddi kitaplar bulmak zordu, buna karşın iyi bir markanın güzel bir şişe şampanyası dikkate alınırdı. İnsanlar çok içer, çok yüksek bahislerden kumar oynar, flört eder ve her şeyden önemlisi tutkuyla dans ederdi. Anne babalar çocuklarına pek az dikkat eder, onları uşakların bakımına bırakırlardı. Babamın yeni arkadaşları neşe dolu, gülmeyi, koşmayı ve oynamayı seven genç hayvanlara benziyordu. Moskovalı okul arkadaşları, babamın ciddi havası ve okuma tutkusuyla dalga geçiyorlardı. Dostoyevski ise cahillikleri nedeniyle onlardan nefret ediyordu, ona sanki bu insanlar başka dünyaya aitmiş gibi geliyordu. Bu şaşırtıcı değildi. Babam Rus yurttaşlarından birkaç yüzyıl ilerideydi. “Düşünme tarzları, oyunları, konuşmaları ve uğraşlarındaki aptallık karşısında şaşkına dönmüştüm,” diye yazacaktı sonraları. “Başarıdan başka hiçbir şeye saygıları yoktu. Erdemli, fakat küçük düşürülmüş ve zulüm görmüş ne varsa onların acımasız alaycılıklarını ortaya çıkarıyordu. On altı yaşındayken ufak tefek güzel kazanç getiren işlerden konuşuyorlardı. İşledikleri günahlar canavarlıklarıyla yarışırdı.” Dostoyevski okul arkadaşlarını gözlemlerken babasının Ruslara karşı duyduğu Litvanya kökenli küçümsemenin, uygar bir bireyin vahşi ve cahil kimselere karşı duyduğu iğrenme hissinin, kalbinde uyandığını hissediyordu.30