bannerbanner
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET

Полная версия

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 4

Zeynep Kadı Altınkek’ten çıktı. Elinde küçük bir naylon torba vardı. Eğilip köpekleri direk çevresindeki esaretlerinden kurtardı, sonra onları yönlendirerek Ahmet Adnan Saygın Caddesi’nin bana göre karşı kaldırımında Akmerkez yönüne doğru ilerlemeye başladı.

ATM kulübesinden çıktım.

Trafik bir akşamüstüne kıyasla çok daha hafifti, ama yine de kırmızı ışık yandığında birikmeler başlamıştı yavaş yavaş. Gözlerim karşı kaldırımda, aynı yöne doğru yürümeye başladım. Zeynep Kadı biraz hızlanmaya niyetliydi. Şimdi köpekleri o sürüklüyordu peşinden. Altınkek’in torbasını bileğine takmış, elini yağmurluğunun cebine sokmuştu.

Benim tarafımdaki kaldırımda spor giyimli iki genç kız, ellerinde kitaplar hızlı hızlı yürüyorlardı önümde. Sağdan caddeye açılan kısa sokağın başında, yerden adam boyu yükselen, neredeyse bir tür heykel gibi tasarlanmış “Divan Coiffeur” tabelasının altında duran, abartıyla süslenmiş gelin arabasına bakıp kıkırdaştılar.

Zeynep Kadı kaldırımdan epey içeride konuşlanmış taksi durağını geçti, belediyenin her mevsim değiştirdiği kaldırım taşlarının üstüne hemcinslerinin daha önce bıraktıkları dışkıyla ilgilenen köpeklerini çekiştirdi. Köpekler direndiler. Zeynep Kadı kazandı.

Ben üniversite hazırlık kurslarına doğru yola çıkmış kızların arkasından yürüyordum. Gözüm Zeynep Kadı’da olduğu için, gelin arabası kılıklı gri Şahin’in harekete geçişini görmedim.

Önce sesleri duydum.

Aniden gaza basıp, debriyajı hızla bırakınca çıkan lastik cayırtısı daha kulaklarımızdan çıkıp gitmeden başladı tabancaların tarrakası. Birden çok silah… Ardı ardına… Bayramlarda çocukların patlattıkları maytaplardan daha tok… Filmlerde görmeye alıştıklarımızdan daha seri… Daha ilk patlamaları duyar duymaz içgüdüsel olarak yere çöktüm. Önümdeki kızlar çığlık çığlığa bağırmaya başladılar. Kafamı kaldırdığımda Zeynep Kadı’nın sanki korunabilecekmiş gibi otobüs durağının reklam panosunun ardına sığınmak istediğini gördüm. Çöktüğüm yerden olanları ağır çekimde seyreder gibiydim. Köpekler direndiler. Elindeki tasma kordonu gerildi. Yolun ortasına kadar gelmiş olan gelin arabası kılıklı gri Şahin’den birkaç el daha ateş edildi. Camları çiçeklerle, kurdelelerle, çelenklerle süslü aracın içi görünmüyordu. Zeynep Kadı vücuduna giren mermilerin şiddetinden kolları açık, durağın ortasına savruldu. Sonra yere düştü. Hareketsiz kaldı.

Önümdeki kızlar hâlâ bağırıyorlardı. Gelin arabası kılıklı otomobil, lastiklerinden yükselen yeni bir cayırtıyla hareketlendi. Plakasına baktım. “Mutluyuz” yazıyordu. Patinaj yaptığı için bir an için önce sağa sola savruldu, sonra yönünü doğrulttu, Akmerkez yönüne doğru şimşek gibi uzaklaştı boş yolda. Arkasında lastik ve barut kokuları bırakarak.

Kızlar sustu. Onlar susunca beton gibi bir sessizlik düştü Ahmet Adnan Saygun Caddesi’ne önce. Ağır ağır ayağa kalktım. Taksi durağından birkaç kişi çıkmış, çekinen adımlarla Zeynep Kadı’nın hareketsiz yattığı otobüs durağına doğru yürüyorlardı. Teriyeler gövdenin ayakucunda yerleri yalıyorlardı. Trafik ışıklarından kurtulan araçlar, gelip tam durağın hizasında birikmeye başladılar. Otoyolda trafik kazası seyrediyor gibi bakıyorlardı yerde yatan kırmızı yağmurluklu kıza. Derken arkalardan korna sesleri yükselmeye başladı.

Ne yapacağıma karar veremedim önce.

Bir sigara yaktım. Ellerim titriyordu.

Raporum gerçekten kısa olacaktı.

Zeynep Kadı’nın yaşıyor olması olasılığı neredeyse sıfırdı. Adamlar işlerini biliyorlardı. Çekip gitmişlerdi. Peşlerinden gitmeye çalışmanın anlamı yoktu. Akmerkez’e varmadan, açık otoparktan önceki sapaktan sağa aşağıya dönüp Arnavutköy’e inen yoldan tüydüklerine adım gibi emindim.

Belirli bir süre sonra burada olacak polisler, görgü tanığı bulmaya çalışacaklardı. Onlardan biri olmaya niyetim yoktu. Daha mesleğimi duyar duymaz yüzlerinde beliren ifadeyi görmek istemiyordum hiç. Zeynep Kadı’yı evinden çıktığından beri izlediğimi anlatmayı ise aklımdan bile geçirmiyordum. Birazdan kameralar gelecek, flaşlar patlayacaktı. Akşam haberlerinde kendimi seyretmek işime gelmezdi. Yarınki gazetelerde “Görgü Tanığı Özel Dedektif” başlığının yanında fotoğrafımı görmek olacak iş değildi. Eğer ağlaya ağlaya evlerine koşmazlarsa, üniversite kursuna gitmek için yola çıkmış kızlar ile taksi durağının şoförleri benim anlatabileceklerimden daha çok şey anlatırlardı nasıl olsa.

Otobüs durağının çevresi insan kaynıyordu şimdi. Kafaları yere eğikti. Taksi şoförlerine, nereden çıktıklarını kestiremediğim on beş yirmi kadar insan eklenmiş, ellerini kollarını oynatarak birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı. Duraktan çıkan birinin elindeki gazeteyi görünce, o sıfır olan olasılığın kesinleştiğini anladım.

Kalabalığa son kez baktım. Zeynep Kadı’nın kırmızı yağmurluğu, insanların ayaklarının arasında gözükmüyordu. Sigaramı yere atıp Akmerkez’in tersi yöne doğru yürümeye başladım. Caddedeki trafik iyice sıkışmıştı. Öndekilerin neden durakladığını bilmeyen arkadaki sürücüler basıyorlardı kornalara. Hiçbir manası kalmayan trafik ışıklarında, yayalara yeşili beklemeden karşıya geçtim.

Aşağıya doğru, demin Zeynep Kadı’yı çifte teriyeleriyle, düşünceli düşünceli ama kalbi atıyor, ciğerleri nefes alıyor biçimde yere baka baka köpek gezdirirken izlediğim kaldırımda, bu kez önümde o olmadan, tek başıma yürüdüm. Bir sigara daha yaktım. Ellerimin titremesi hafiflemişti. Sadece hafiflemişti.

Emek Apartmanı’nın önüne kadar pek bir şey düşünemeden ilerledim. Yıkılıp yerine sekiz katlısının dikilmesine direnen yapının giriş kapısındaki zillerin önünde durdum.

Dört zil butonunun en altındakinde kocaman harflerle “TAMİRCİ” yazıyordu. Diğer üçünde yazılı olanlara bakılırsa en üstte Yıldız Turanlı, sonra sırasıyla Muzaffer Keskin ve adını yazmayan Kurtoğlu soyadlı birisi oturuyordu apartmanda. Yıldız Turanlı’nın adı bir kartvizitten kesilip yapıştırılmıştı. Altında “Klinik Psikolog” yazıyordu.

Sonra yürümeye devam ettim. Biraz hızlanmıştım. Kuyumcular Sitesi’nin önünden oyalanmadan geçtim. Otomobilime binip oturdum.

Hızla düşündüm. Yukarıya, 6 numaraya kısa süreli bir ziyaret yapabilirdim. Kapının Lizbon Hırsızlar Pazarı’ndan aldığım maymuncuğa direnebileceğini sanmıyordum.

Sonra vazgeçtim.

İki nedenle. Hayır, üç nedenle.

Anlaşmamı yerine getirmiştim. Raporum hazırdı. Kısaydı ama hazırdı. Zeynep Kadı bugün gitse gitse bir hastanenin morguna kadar gidebilirdi. Hangi hastanenin morguna gittiğinin Süha Zengin için bir önemi olmadığını kestirebiliyordum.

Sokak ortasında öldürülen bir borsacı, polisler için özel bir öneme sahip bir olay gibi gözükebilirdi. Buralarda oturuyordu, çevreden tanıyanlar, adresini bilenler olabilirdi. Elimde Zeynep Kadı’nın iç çamaşırlarıyla basılmak istemezdim evde.

Üçüncü neden daha güçlüydü.

Sokak ortasında öldürülen bir borsacı, büyük bir ihtimalle, onu sokak ortasında öldürenler için de özel bir öneme sahipti. Arnavutköy’e insinler inmesinler düğün arabası kılıklı gri Şahin’in içindekiler ya da başkaları, başladıkları işin bir iki ayrıntısını daha yerine getirmek için Kuyumcular Sitesi 6 numaraya şöyle bir uğramayı akıllarından geçirebilirlerdi. Üstelik bu olasılık ikinci olasılıktan daha güçlüydü ve sokak ortasında adam öldürmekten çekinmeyenlerin kapalı bir evde daha duyarlı olacaklarına ilişkin bir belirti yoktu ortalıkta.

Evet, çok düşünmedim. Otomobilimi çalıştırdım. Fulltime Catering minibüsü gittiği ve yerine de gelen olmadığı için rahatlıkla çıktım park ettiğim yerden. Kaloriferi sonuna kadar açtım. Bir yerlerim titriyordu hâlâ. Bütünüyle o dehşet yağmur sonrası serinliğiyle ilgili olup olmadığına karar veremedim doğrusu.

Sokağın ilerisinde mecburi istikamet levhası beni sağa doğru yönlendirdi. İleriden kocaman bir “U” çizip, Ahmet Adnan Saygun Caddesi’ne çıktım. Rahatça ilerlediğime bakılırsa trafikteki deminki tıkanıklık bir miktar açılmıştı. Nedenini ATM kulübesine girip Zeynep Kadı’nın Altınkek’ten çıkışını izlediğim noktaya gelince anladım. Bir polis, ağzındaki düdüğü alabildiğince öttürerek, suratında ciddi bir durum var ifadesi, yavaşlamaya niyetlenen otomobil sürücülerine bir an önce çekip gitmelerini işaret ediyordu durmadan hareket eden elleri kollarıyla.

Yine de otobüs durağının karşısından ağır ağır ilerliyordu trafik. İki ekip minibüsü, durağın önüne ve arkasına park etmişti. Durağın dibinde yatan Zeynep Kadı’nın üzerine bir battaniye örtülmüştü. Yelekli polisler, yeleksiz polisler vardı. Kameralar daha yoktu ortalıkta. Yeleksiz polislerden kimileri, manzarayı izlemek için yavaşlayan araç sürücülerini uzaklaştırma çabasına katkıda bulunuyorlardı.

Onları kızdırmadım. Olağan bir İstanbul sokak cinayeti beni zerrece ilgilendirmez hızıyla manzaranın yanından uzaklaştım. Çatal bıçak takımlarıyla ünlü mağazanın önüne geldiğimde, Levent tarafından gelen bir ambulans sireni duydum. Akmerkez’e gelmeden önceki trafik ışıklarından, aşağıya, sağa, Arnavutköy’e inen yola döndüm. Sanki düğün arabası kılıklı Şahin’i kenarda park edilmiş beni bekliyor gibi bulacakmışçasına ağır ağır indim. Yoktu tabii ortalıkta.

Arnavutköy’den sola döndüm. Akıntıburnu’nun ilerisinde romantik romantik denizi seyretmek isteyen sevgililer için ayrılmış girintilerden birine soktum otomobilimi. Denizi romantik romantik seyretmek isteyen sevgililer daha gelmemişti. Boştu park yeri. Yine de arkalarda bir yerde yaptıkları çaylara otopark parası da ekleyerek satan adamlardan biri geldi hemen. Büyük bir çay söyledim.

Şu meşhur kısa raporumu, elimde kalan son simit ve son karperi bitirdikten sonra vermeye kararlıydım.

4. BÖLÜM

Çay iyi geldi.

Yağmur havayı berraklaştırmıştı. Rumelihisarı’nın kulelerinden ta ötelerini bile apaçık görüyordum. Önümdeki kaldırımdan bir grup eşofmanlı koşarak geçti. Sonra köpeğini gezdiren yaşlı bir kadın. Ardından umutsuz bir balon satıcısı Bebek Parkı’na doğru yürüdü. Sabahın sessizliğine saygısı olduğu ya da ortalıkta çocuk bulunmadığı için bağırmıyordu.

Biraz önce yukarıda, Ulus’ta, önümde iki köpeği gezdiren genç kadının durumu umutsuzdan da öteydi. Artık bir durum içinde değildi. Durumu kötü olan muhtemelen bendim.

Ya da Süha Zengin.

Müşterim olsun olmasın, insanlara kötü haberler vermekten hoşlanmam. Kendimi zorlasam, haber vermekten hoşlanmam da diyebilirim. Benim işimde verdiğiniz her haber insanların hayatını değiştirir. Hem de ciddi biçimde değiştirir. Ve ben insanların hayatını değiştirmekten hoşlanmam.

Eh işte, yukarıda gördüklerimi birazdan Süha Zengin’e anlatacaktım, hayatı değişecekti. Bundan böyle, farklı bir Süha Zengin olacaktı. Başkaları için, yanında çalışan bir kadın öldürülmüş bir Süha Zengin. Benim için, yanında çalışan, takip ettirmek istediği güzelce bir kadın öldürülmüş bir Süha Zengin. Kendisi bile, kendisine değişik bir gözle bakacaktı bundan böyle.

Mi-Ya Menkul Değerler’le ilgili küçük okların yönü ve rengi de başka bir meseleydi artık.

Fincanı almak için gelen delikanlıya bir çay daha ısmarlayarak hayal kırıklığına uğramasını engelledim. Elimi araç telefonuna uzattım. Sonra vazgeçtim. Polisler için de hızla, yanında çalışan birisi öldürülmüş bir Süha Zengin olacaktı Süha Zengin.

Otomobilimden indim. Çaycı delikanlı bana baktı. Elimle, gidiyorum, hemen dönüyorum anlamına gelen bir işaret yaptım.

Arnavutköy’e doğru hızlı hızlı yürüdüm. Önce kıyıdan, balık peşinde koşanların oltalarına, iğnelerine takılmamaya çalışarak burnun ucundaki çakara kadar yürüdüm. Sonra ışıklardan karşıya geçtim. Çarşının içinden ilerledim. İskelenin karşısındaki küçük parkın ortasında sırt sırta duran iki genel telefondan deniz manzaralısına ittirdim telefon kartımı.

Bakalım Süha Zengin’in cumartesi sabahları koşmak ya da köpek gezdirmek gibi alışkanlıkları var mıydı.

Telefon çalmaya başladı. Bir, iki, üç, dört. Telesekreter girmedi devreye. İskelenin yanındaki durağa bir belediye otobüsü yanaştı. Beş, altı. Açıldı.

Kalın, boğuk sesli bir kadın vardı kulağımda.

“Aloo…”

“Süha Bey’le görüşebilir miyim?” dedim.

“Süha çıktı,” dedi boğuk sesli kadın.

Süha…

“Ne zaman döneceğini biliyor musunuz?” dedim. “Ona göre rahatsız edeyim.”

“Hayır, bir şey söylemedi,” dedi kadın. “Kim aradı diyeyim?”

“Siz eşi misiniz?” dedim.

“Evet.”

“Hanımefendi,” dedim müşteri karısı hitabı sesimle. “Rahatsız ettiğimin farkındayım ama, izninizle ben yine arayacağım Süha Bey’i.”

“Siz bilirsiniz,” dedi Süha Zengin’in karısı. “İyi günler.”

Dııııııttttt.

Bir sigara yaktım, ikinci numarayı tuşladım. Cumhuriyetin 75. yılı şerefine yapılan taktaki logoya her geçen yılı ekliyorlar mıydı?

Karşı taraf bu sefer hemen açtı.

“Lütfen sinyal sesinden sonra mesajınızı bırakın,” dedi Türkiye’nin lider GSM operatörünün hoş sesli bayanı. Ne diyeceğimi bir an düşündüm.

“Ben hafta sonları çalışan adam,” dedim. “Görüşsek iyi olacak. Ben sizi yine ararım.”

Ahizeyi yerine koyup kartımı aldım. Sigaramdan bir iki nefes çektim. Süha Zengin’i arayabileceğim bir yer daha kalmamıştı. Ahizeyi yeniden elime alıp kartı yeniden ittirdim. Orada olma olasılığının oldukça düşük olduğunu düşünmeme karşın, Mi-Ya Menkul Değerler’in PBX numarasını tuşladım.

Telefon dört kere çaldıktan sonra açıldı. İşi telefonlara bakmak olmayan bir erkek sesi cevap verdi.

“Buyurun.”

“Süha Bey’le konuşmak istiyordum,” dedim.

“Bir dakika,” dedi adam. Birden kendimi santralin salak asansör müziğini dinlerken buldum bir kez daha. Ayak değiştirdim. Sigaramı yere atıp üstüne bastım.

“Remzi Ünal da yanılır,” dedim kendi kendime. Belki adam cep telefonunu kapatıyordu işyerine geldiğinde.

Asansör müziği kesildi. İskelenin önündeki trafik lambalarında yeşil yanar yanmaz fırlamak isteyen otomobiller canhıraş kornalar çaldılar.

“Buyurun efendim,” dedi Nimet Hanım’ın kendine güvenen sesi.

Ahizeyi öbür elime aldım.

“Süha Bey’le görüşmek istemiştim,” dedim.

“Süha Bey henüz gelmedi Remzi Bey,” dedi kadın.

Hafta sonları çalışan adam numarası buraya kadardı. Arnavutköy’e boşuna yürümüştüm.

“Günaydın Nimet Hanım,” dedim. “Sesimi tanıdınız.”

“İşimin bir parçası,” dedi Nimet Hanım sakin sakin.

“Keşke olmasaydı,” dedim içimden. Ama bir şey söylemedim.

Nimet Hanım sessizliğimi kararsızlığıma yordu.

“Gelince sizi arayalım mı?” dedi.

“Ben onu yine ararım,” diye cevap verdim kadına “ben” sözcüğünü vurgulayarak. “İyi günler.”

“İyi günler beyefendi,” dedi Nimet Hanım “beyefendi” sözcüğünü vurgulayarak. İyi bir yönetici sekreteriydi bence.

İskeleye ulaşan ışıklardan karşıya geçtim yeniden. Hızlı hızlı akan akıntının tersine yürüdüm otomobilime doğru. Koşan eşofmanlılar geri dönüyorlardı, onlara yol verdim. Köpeğini gezdiren yaşlı kadını göremedim. Otomobilime bindim. Çayım torpido gözünün üst tarafındaki düzlüğe, tabak fincanın üstüne kapatılarak konulmuştu.

İyice arkama yaslanıp, bir elimde soğumaya yüz tutmuş çay fincanım, bir elimde sigaram, önce önümde akan Boğaz’a, uzaklardaki ikinci köprüye, karşıdaki dev elektrik direğine, iki yakayı bağlayan kabloya, sonra iki yanına baktım. Cumartesi erkenden buluşan bir çift aramıza iki araçlık bir boşluk bırakarak yerleşmişti. Otomobillerinin açık penceresinden benim üst kattaki liseli oğlandan sık sık duyduğum tuhaf bir ritim bana kadar ulaşıyordu o sessizliğin içinde. Daha çaycı delikanlı tepelerine gelemeden yolcu koltuğunda oturan kız aşağı inip şiddetle çarptı kapıyı. Arnavutköy yönüne doğru hızlı hızlı yürümeye başladı. Oğlan da indi otomobilden, aynı yöne doğru ama daha yavaş yürüdü.

“Hallederler,” dedim içimden. Sonra yağmur başladı yeniden.

Öyle uyarı falan yapmadan başladı. Koca koca damlalarla, insafsızca yağıyordu. “Visibility” 200 metreye düştü aniden.

Daha camı kapamayı akıl edemeden sol yanım epeyce ıslandı. Akıl edip tümüyle kapayana kadar ıslanmaya devam ettim. Bakalım kapıyı çarpıp çıkan kız bu yağmurda ne kadar direnebilecekti? Cam kapanınca komşudan gelen sesler azaldı. Şimdi yalnızca otomobilin tavanına vuran damlaların tıpırtısını duyuyordum. Sanki taşa tutmuşlar gibiydi.

Çayımdan bir yudum daha aldım. Aldığıma pişman oldum sonra. İyice soğumuştu.

Süha Zengin’le konuşamamıştım. Adam evinde ya da işyerinde değildi. Cep telefonuyla bulunmayı da canı çekmiyordu. En azından şimdilik.

Camlar içeriden ağır ağır buğulanmaya başladı. İçeride oluşan sis, camda dereler halinde birleşip aşağıya inen yağmur sularıyla, arkası hiç kesilmeyecekmiş gibi inen kocaman damlalarla birleşince otomobilin önünü iyice göremez hale geldim. Çok önemsemedim ama. Önümü görmemi engelleyen su ve buhar kalıcı değildi.

Raporumu verememiştim. Versem ne olacaktı? Dünyanın en kısa ve anlamsız raporuydu. Benim ona anlatacaklarımın çok daha fazlasını akşam televizyonda ballandıra ballandıra anlatacaklardı. Dün bana verdiği zarfın içindekilere göre çok küçük bir karşılık olacaktı benimki.

Üstelik, hani, bir iki soru da ben sorabilirdim Süha Zengin’e. Belki. Havamda olursam.

Ama doğru cevaplar almak için doğru sorular sormak gerekiyordu.

Doğru sorular sormama yardımcı olabilecek biri, bir ihtimale göre vardı.

Kapıyı çarpıp çıkan kız koşarak gelip iki araçlık boşluğun ötesindeki otomobile bindi. Bir yandan da gülüyordu.

Ben marşa basınca, az ötedeki bankta denizi seyreden çaycı delikanlı sesi duydu, döndü, çayların parasını almak için bana doğru yürümeye başladı.


Benim gördüğümü görseniz, çok değil bir saat önce, Ulus’taki bu otobüs durağının önünde, sokak ortasında bir kadının çatır çatır öldürüldüğüne inanmazdınız. Ne polis minibüsleri kalmıştı ortalıkta ne ambulans ne meraklılar. Otobüs durağında iki ihtiyar bekliyordu yağmurdan korunmaya çalışarak. Zeynep Kadı’nın az önce hareketsiz yattığı yerde sular birikmiş, bir gölcük oluşturmuştu. Taksi şoförlerinin sığındığı kulübe kalabalıktı.

Emek Apartmanı’nın önünde boş yer olmasına karşın durmadım. Bir sokak aşağıda, buralarda ne aradığını merak ettiğim tek kapılı bir Anadol’un önüne park ettim otomobilimi.

Deri montumun yakasını kaldırıp yağmurun altında hızlı hızlı yürüdüm başımı yere eğerek. Damlaların büyüklüğü ve şiddeti değişmemişti. Tam evde oturup dışarıyı seyrederek müzik dinleyip kahve içilecek havaydı. Ziyaretine gittiğim kimsenin de aynı düşüncede olduğunu ummaya devam ettim.

Emek Apartmanı’nın üst katlarında sokağa bakan pencerelerin biri dışında hemen hepsinin perdeleri çekili olduğuna göre, kimsenin dışarıyı seyretmeye niyeti yoktu. Demir kapının üstündeki sundurmanın altına sığındım. Televizyon tamircisinin demirli pencerelerinin ardından ışık görünüyordu. Dört zil butonunun en altında “SERVİS” yazan düğmeye bastım.

İçimden beşe kadar saymadan demir kapının otomatiği öttü. Kapıyı itip girdim içeri. Bir iki adım attım. Küçük bir sahanlıktı burası. Yukarı doğru çıkan merdivenler ve aşağıya, bodruma doğru inen merdivenler vardı. Girer girmez sağdaki kapının üzerinde de dışarıdaki tabelanın tıpkısı, ama daha küçüğü asılıydı. Adamlar belki kapıyı açıp müşterilerini karşılamak ister diye hiç oyalanmadan merdivenlerden yukarı fırladım. Merdiven otomatiğini ikinci katta elimi duvar boyunca gezdirerek buldum, ışığı yaktım.

Apartmanın içinin de dışı gibi boyanma zamanı çoktan gelmiş de geçmişti. Küçük demir bir plakada Abdülkadir Kerim Kurtoğlu yazan gürgen kaplama kapının tokmağına asılı bir naylon torbanın içinde bir ekmek bir de Akit gazetesi vardı. Duvarın dibine ağzı açık bir çöp torbası bırakılmıştı.

Bir kat yukarı çıktım.

Buradaki kapıda gazete ve ekmek yoktu. Kapının dibinde bir çift yeni boyanmış, ama taze çamurlu erkek ayakkabısı, üç tane de değişen boylarda çocuk ayakkabısı vardı. Çocuk ayakkabılarının yenilenme zamanı çoktan gelmişe benziyordu. Kapıda üstünde isim yazan plaka yoktu.

Dördüncü kata geldiğimde merdivenlerin ışığı söndü. Ama ben göreceğimi görmüştüm.

Kapının dibine dikkatle düğümlendikten sonra bırakılmış yarı şeffaf alışveriş torbasının içindeki mama kutusunun üstünde, mutlulukla havlayan yakışıklı bir köpek kafası bakıyordu bana doğru.

Artık yerini öğrendiğim düğmeye basıp yeniden aydınlattım merdiven boşluğunu.

Çelik kapının üstündeki plaka boşluğuna bir kartvizit yapıştırılmıştı. Dış kapıdaki zil butonuna konulmuş “Yıldız Turanlı-Klinik Psikolog” sözcükleri bu kartvizitten kesilmişti. Kartın zemininin bütününe Leonardo Da Vinci’nin dairenin içinde kolları bacakları yana açık evrensel insanının görüntüsü yerleştirilmişti. En üstte okunması güç bir karakterle, “Omen Psikolojik Danışma Merkezi” yazılıydı. Yerdeki paspasın üstündeki “Go Home, Idiot!” sözcükleri karşılıyordu misafirlerini bu dairenin.

Bu kapının ardında Omen Psikolojik Danışma Merkezi’nin bulunmadığı açıktı ama… zile bastım.

İçeriden bir öküz böğürdü. Ya da bana öyle geldi.

Ama kapı açılmadı.

Çöp torbasının içinden bana bakan mutlu köpeğe hafif bir tekme attım ıslak botumun ucuyla. Zile yeniden bastım. Öküz yeniden böğürdü.

Kapıya doğru yaklaşan ayak sesleri duymadım. Hiç beklemediğim anda ardına kadar açıldı kapı.

“Çabuk döndün Zeynep!” dedi kapıyı açan kız daha yüzüme bakmadan. Zeynep olmadığımı anlayınca kapatmadı, ama bir şeyler söylemem için yüzüme baktı kıpırdamadan.

Onun yerinde olsam, kapıdakinin beklediğim olmadığını anlayınca hızla kapatırdım. Kısa, şilebezi bir gecelik vardı üstünde. Beyaz bacakları kalçalarının birazcık altına kadar açıktı. Sevdiği bir gecelik olmalıydı bu, yıkana yıkana iyice incelmişti, limondan birazcık büyük olan göğüslerini yalnızca bir tülün arkasındaymış gibi sergiliyordu. Yüzünde koyu bir uyku mahmurluğu vardı. Kumral, uzun saçları dağınıktı.

”Özür dilerim,” dedim gözlerinden başka yere bakmamaya çalışarak.

“Buyurun?” dedi hafifçe kapının arkasına saklanarak. “Kimi aradınız?”

“Zeynep Kadı’yla ilgili,” dedim. “Biraz konuşabilir miyiz?”

“Zeynep’le mi ilgili?” dedi. Gözleri az, ama çok az bir heyecan gösterdi. “Ne oldu? Siz kimsiniz?”

“Girebilir miyim?” dedim.

Heyecan tereddüde dönüştü.

“Lütfen,” dedim üstüne basa basa.

“Ah, buyurun,” dedi kapının arkasından içeri doğru çekilerek.

Botlarımı “Go Home, Idiot!”a iyice sildim içeri girmeden önce.

Küçük bir girişteydik. Kapının hemen sağında, duvara asılı kocaman bir aynanın önünde portmanto niyetine kullanılan eski suratlı bir sandık vardı. Üstünde koyu renkli iki mantoyla bir yağmurluk, önünde karmakarışık duran ayakkabılar, botlar. Terlik yoktu. Geri kalan duvarlar yukarıdan aşağıya ve boydan boya notalarla dolu dev bir porte sayfasıydı sanki. Enstrümantal olmalıydı parça, şarkı sözleri yazılmamıştı notaların altına.

“Siz girin içeri, geliyorum ben,” dedi kapıyı açan kız, koridorun öteki ucundaki kapıdan kayboldu aceleyle.

Montumu çıkarıp sandığın üstüne, ama mantoları ıslatmasın diye biraz kenara bıraktım. Koridordaki tek açık kapı, nereye yönelmem gerektiğini gösteriyordu. O kapıdan girdim.

“İçeri” bir salon ya da oturma odası değil, bir kütüphaneydi. Tam karşıda, caddeye bakan iki küçük pencerenin olduğu duvarın dışındaki üç duvar boydan boya, tavana kadar kitaplarla kaplıydı. Küçüklü büyüklü, ciltli ciltsiz, yanaşık düzen kitaplar. Kitapları demir yan profillerin üzerine geçirilmiş boyasız, cilasız uzun tahtalar taşıyordu. Bir AnaBritannica takımı, ağırlığıyla üzerinde durduğu tahtanın aşağı doğru bel vermesine yol açmıştı. Kütüphanenin yetmediği, diğer kitapların üstünde yana yatmış başka kitaplardan belli oluyordu. Kitapların altında, tahta kapaklı küçük dolaplar vardı. Zemin uzun tüylü, desensiz mavi bir halıyla kaplıydı. İki pencerenin arasına küçük bir çalışma masası yerleştirilmişti, monitör ve klavyeden geri kalan alan karmakarışık kâğıtlarla kaplıydı. Odanın tam ortasında, karşılıklı bakan yüksek arkalıklı, deri kaplı iki kanepe vardı. Sağdaki kanepenin pencereye bakan ucunun arkasında ayaklı bir lamba yükseliyordu. Lambanın tam altına gelen oturma yeri aşağı doğru çökmüştü hafifçe. Odada yerleşik bir sigara kokusu egemendi. Pencerelerin perdeleri açık olmasına karşın içerisi neredeyse alacakaranlıktı. Dışarıdan bir yerlere vuran yağmurun sesi geliyordu. Emek Apartmanı’nın kalorifer kazanı sıkı çalışıyor olmalıydı, bayağı sıcaktı ortalık.

Aklı başında bir konuk gibi iki kanepenin ortasında ayakta durdum önce. Sonra kitaplara göz gezdirmeye başladım. Sol taraftaki duvar, psikoloji ağırlıklı İngilizce kitaplarla doluydu. Çoğunluğu ciltliydi. Psikoloji kitapları bitince, sıkı bir polisiye roman koleksiyonu başlıyordu. Yeni polisiyeler, eski polisiyeler…

Odanın içi birdenbire aydınlanınca geri döndüm.

Ev sahibemin eli, kapının kenarındaki elektrik düğmesindeydi. Bacaklarını hafif bol bir eşofman altı örtüyordu şimdi. İçini gösteren şilebezi gecelik yerinde duruyordu, ama eteği eşofman altının lastikli belinin içine sıkıştırılmış, bir bluz haline dönüşmüştü. Kız yüzünü yıkamış, saçlarını arkadan toplamıştı. Ayakları çıplaktı hâlâ. Gözlerinde kapıda beliren küçük endişenin küçük izleri vardı.

На страницу:
3 из 4