bannerbanner
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET

Полная версия

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4

“Aaa, tamam,” dedi. “Faaliyet raporunda resmi. Herkesin var. Yukarıda Nimet verir sana.”

“Alırım,” dedim.

Camın arkasındakiler önemli işler yapanların ciddiyetiyle çalışıyorlardı sessiz sessiz. Aklıma soracak özel bir şey gelmiyordu. Piyasanın şu an nasıl olduğunu da merak etmiyordum doğrusu.

Süha Zengin birden ayağa kalktı, ceketinin içcebinden bir kart çıkarıp uzattı.

“Artık gitsen iyi olur,” dedi sonra. “Buralarda daha çok takılırsan Nimet’in falan kafalarına tuhaf tuhaf fikirler girebilir bakarsın. Bu borsacı milleti buluttan nem kapar, bilirsin.”

Bilirdim herhalde.

Omzumla duvarı itip iki ayağımın üzerinde dengelendim. Kartı okumadan gömlek cebime koydum.

“Ev telefonum sizde var,” dedim. “Muteber müşteriniz araç telefonumu da verdi mi?”

“Verdi,” dedi Süha Zengin.

“Pazartesi ararım,” dedim.

“Merakla bekliyorum,” dedi.

Elimi sıkmak için bir hareket yapmadı. Bana yan dönüp kafasını cam duvara yasladı. Artık benimle ilgilenmiyor, sabah benim pencereden aşağıda servislerini bekleyen çocukları seyrettiğim gibi bilgisayarlarla dolu salonda çalışanları seyrediyordu. Şu an kafasında yukarıyı işaret eden yeşil, aşağıyı işaret eden kırmızı küçük okların olmadığından emindim.

Süha Zengin’i kendi haline bırakarak çıkmak için hareketlendim. Sonra geri döndüm.

“Zeynep Kadı’nın arabası var mı?” dedim.

Duruşunu hiç bozmadı.

“Yok,” dedi. “Yılbaşından sonra alır herhalde.”

Dahili yangın merdivenine benzeyen merdivenlerden ağır ağır yukarıya çıktım. Nimet Hanım dergisini okumayı bitirmiş, masasının yanındaki dosya dolaplarının birindeki çekmecede bir şeyler arıyordu. Demir basamaklarda yansıyan ayak tıkırtılarımı duyup döndü. Benim geldiğimi görünce gülümsedi. Mr. Hull’u tek başına eğlendirme işinden kurtulduğuna sevinmişti anlaşılan. Önünde durduğu çekmeceyi geri itti, tam karşıdaki gömme dolabın kapağını açıp elbise askısına geçirdiği pardösümü çıkardı sanki bir an önce benden kurtulmak istermiş gibi.

“Teşekkür ederim,” dedim pardösümü elinden alıp.

Bana cevap vermeden masasının alt tarafındaki bir düğmeye bastı hafif eğilerek. Gömleğinin üstten ikinci düğmesine hafifçe bastırmıştı eğilirken. İşini bilen ya da bilmeyen adamın komutasındaki asansörün tarafından bir uğultu gelmeye başladı.

“Faaliyet raporunuzun bir kopyasına ihtiyacım var,” dedim. “Süha Bey sizden almamı söyledi.”

Bir an düşündü Nimet Hanım.

“Bende yok,” dedi. “Siz inerken telefon ederim aşağıya. İndiğinizde verirler.”

Asansörün önüne yöneldim. Kayan kapı yana doğru açılmadan pardösümü giymiştim. Benden kısa boylu, kavruk suratlı adam dışarı çıkıp önce benim girmemi bekledi. İkimiz de yerleşince, yine kimse herhangi bir tuşa dokunmadan aşağıya doğru hareketlendik.

Adam bir kere bile yüzüme bakmadı.

“Bütün gün bu daracık yerde sıkılmıyor musun?” dedim adama yolun ortalarındayken. Nereden aklıma geldiyse?

Cevap vermedi. Yüzüme de bakmadı.

Yerimizde çok hafifçe hoplayınca aşağıya indiğimizi anladık. Kapı yana doğru açıldı. Önce inip geçmem için yana çekildi adam.

Ayakta bekleyen siyah saçlı, mini etekli kıza doğru hareketlenmişken elini yakama götürüp aniden durdurdu beni. Pardösümün giyerken içeri doğru katlanıp kalmış yakasını düzeltti kendisinden beklemeyeceğim bir nezaketle. Sonra aşağı doğru sıvazladı yakayı.

“Bizim işin de eğlenceli anları vardır ara sıra,” dedi işini bitirip ellerini yana indirirken.

“Sağ ol,” dedim. “Bir gün birlikte eğleniriz olmazsa.”

Asansörünün içine girip kayan kapının ardında kayboldu. Siyah saçlı, mini etekli kız elindeki parlak mavi kapaklı kitapçığı bana doğru uzattı. Kulaklığı hâlâ kafasındaydı.

“Nimet Hanım size vermemi söyledi,” dedi.

“Teşekkür ederim,” dedim alırken. “İyi günler.”

Mi-Ya Menkul Değerler’in geride bıraktığımız yıla ait faaliyet raporu kitapçığı ne pardösümün ne ceketimin cebine sığacak gibi gözüküyordu. Sol koltuğumun altına sıkıştırırken geri döndüm. Daha elimi cam kapıya uzatmadan kilidin açıldığını duydum. Sağ elimle itip dışarı çıktım. Kapının üst tarafına bakmadım artık. Geniş merdivenlerden inerken tek elimle pardösümü aralayıp ceketimin cebindeki paketten tek bir sigara çıkarmayı başardım.

Dışarıda dehşet bir yağmur başlamıştı. Daha gün ortasına gelmeden hava kararmıştı sanki. Demir kapıyı arkamda bırakıp ağzımda henüz yakamadığım sigaramla kalakaldım. İnsanların yarısı hızlanmış, yarısı ortadan kaybolmuştu. Pardösümün yakalarını kaldırıp taş merdivenlerden aşağı indim. Romero’nun mor saçlı kızı ortalarda gözükmüyordu. Kendi kendime verdiğim kestane sözünü tutamayacağımı anladım. Aşağıya, Reasürans Çarşısı’na doğru yürüdüm. Daha ilk on adımda ağzımdaki sigara ıpıslak oldu. İnadına atmadım. Hem anahtarcı hem Milli Piyango satıcısı olarak çalışan adamdan bir çeyrek bilet aldım. Para parayı çekerdi hani.

Sinemanın ilk seansına daha yarım saat vardı. Gişedeki kız yüzüme bile bakmadı. Biletimi pardösümün cebine koyup yine tek elimle cüzdanımdan telefon kartımı çıkardım, epey cambazlık yaparak. Kartı dişlerimle hafifçe ısırarak tutup cüzdanı yerine koydum. Gişenin biraz ilerisindeki genel telefona kartımı soktum, ahizeyi omzumla kulağımın arasına sıkıştırıp Zeynep Kadı’nın ev numarasını tuşladım.

Açılmadan önce dört kere çaldı telefon karşı tarafta.

“Yine ne var?” diye azarladı bir ses beni sonra.

Neredeyse cevap veriyordum tuzağa düşüp. Küçük bir aradan sonra, “Şaka… şaka…” diye devam etti pırıl pırıl bir genç kadın sesi. “Şu anda evde miyim değil miyim doğrusu bilemiyorum. En iyisi sinyal sesinden sonra bir şeyler söyleyin. Bakalım sizi arayacak mıyım?”

Demin uzaktan gördüğüm Zeynep Kadı ile telesekreterdeki seste duyduğum bir şeyler birbirini tutmuyordu sanki. Sinyal sesinden sonra bir şeyler söylemeden telefonu kapattım. Ne söyleyebilirdim ki zaten? Akşam, “dıt dıt”larla dolu mesajı dinleyince epey kızacaktı herhalde. Ben olsam kızardım.

Fuayedeki suratsız delikanlıdan kâğıt bardak içinde bir kahve alıp doğru dürüst bir sigara yaktım. Kimseler yoktu ortalıkta. Tezgâhın hemen yanındaki iki kişilik bekleme koltuğunda oturup kıraathane usulü bacak bacak üstüne attım. Sol elimde kahve, Mi-Ya Menkul Değerler’in mavi kapaklı faaliyet raporunu kıvrılmış bacağımın oluşturduğu üçgene yerleştirip, sayfalarını sigaramı tutan sağ elimle hızlı hızlı çevirdim.

Bir menkul değerler kuruluşunu diğerlerinden ayıran ne varsa, Mi-Ya Menkul Değerler’de fazlasıyla vardı, faaliyet raporunun sayfalarında gördüğüm kadarıyla. Güven, uzmanlık, ileri görüşlülük, teknoloji vesaire. Oraları hızlı hızlı geçtim.

Önce Süha Zengin’in fotoğrafını gördüm. Az önce konuştuğumuz odada, tabloların arasında çekilmişti, sayfanın neredeyse bütününü kaplayan fotoğraf. Ermenegildo Zegna kılıklı üç parçalı bir elbisenin içinde, kolunu masaya dayamış, ayakları çapraz bakıyordu objektife. Demin yukarıda gözüme çarpmayan bir Osmanlı kadın portresi duruyordu ayaklarının dibinde. Yüzündeki zoraki gülümseme gerçeklikten uzaktı.

Kahvemden kocaman bir yudum aldım. Bir iki kişi afişlere bakarak dolanmaya başlamıştı ortalıkta.

Süha Zengin’i izleyen sayfalardaki üst düzey yönetici fotoğraflarını hızlı hızlı geçtim. Kıdeme göre ayakta ya da oturan bir sürü kadın ve erkek, borsa durdukça biz buradayız ifadeli suratlarıyla etkilemeye çalışıyordu faaliyet raporunu okuyanları. Pek etkilenmedim.

Ara kademedekilerin fotoğraflarını da hızlı hızlı geçtim. Takım elbiseler Yeni Karamürsel düzeyine düştü.

Zeynep Kadı, bilgisayarlarının önünde birbirinin arkasına sıra sıra dizilmiş objektife bakan dealer’ların başında duruyordu. Saçları kumraldı. Gözlükleri öğretmen gözlüğüne benziyordu. Uzun bir etek ve bluz giymişti. Yüzünde neredeyse utangaç bir ifade vardı.

Sonlara doğru bol bol rakam ve tablo vardı sayfalarda. Faaliyet raporunu kapatıp yanımdaki boş koltuğa bıraktım. Adam gibi bitirdim kahvemle sigaramı.

Sonra kalkıp AFM sinemalarının en boş salonunda, film boyunca öpüşen iki üniversiteliyle birlikte seyrettim dünyanın en salak komedilerinden birini.


Sinemadan çıktığımda yağmur hızını artırmıştı. Mi-Ya Menkul Değerler’in faaliyet raporunu ceketimin altına, göbeğimle pantolon kemerimin arasına sıkıştırdım, hızlı hızlı İtfaiye’nin yanındaki otoparka yürüdüm. “Yarın da böyle yağarsa Zeynep Kadı adımını atmaz evden dışarı,” diye düşündüm. Ya da atardı, ne bileyim belki romantiklik damarı tutardı, belki kendine şemsiye almaya çıkardı.

Beşiktaş’a inip Ortaköy’e doğru sürdüm otomobilimi. Portakal Yokuşu’ndan yukarı çıktım. Sileceklerim haldır haldır çalışıyordu gitgide şiddetini artıran yağmura karşı. Radyoda Queen çalıyordu. Ön cam buğulanmasın diye sonuna kadar açtığım kaloriferin ısısı doğrusu biraz fazla geliyordu, ama yandan üstüme sıçrayabilecek suları düşünerek yan camı açmadım.

Ulus Parkı’nı geçince gördüğüm ilk taksi durağına yanaştım. Kuyumcular Sitesi’nin, Ulus’un köprüye giden çevre yolu tarafındaki vadinin aşağılarında bir yerde olduğunu öğrendim. Kapısında güvenlikçilerin gelip geçeni kontrol ettiği bir site olmasa diye düşündüm kendi kendime.

Öyle değildi.

Kuyumcular Sitesi, yokuştaki caddenin üzerine yan yana dikilmiş iki blok ile biraz gerilerdeki üçüncü bloktan oluşan bildiğimiz sekiz katlı apartmanlardı. Öndeki A ve B bloklarının arasındaki yaya yolu, yirmi metre kadar sonra C Blok’a ulaşıyordu. Ağır ağır önünden geçip caddeyi kesen ilk sokaktan girdim. Otomobilimi iki 4x4’ün arasına park ettim. Yağmura küfredip geri yürüdüm.

Yağmurda kimsenin bana dikkat edecek hali yoktu. Aradaki yaya yolundan C Blok’a yürüdüm. Önce kapının girişindeki zillerin üzerindeki isimlere baktım. 6 numaranın zilinde isim yazmıyordu zaten. Zillerin hemen yanına eğik olarak yapıştırılmış taksi durağı çıkartmasındaki telefon numarasını ezberledim.

Apartmanı çevrelediği anlaşılan dar beton yolda, sıkı sıkıya kapatılmış panjurların önünden ilerleyip arka tarafa geçtim. Burası beş metrelik bir bahçeden sonra insan boyundan yüksek duvarlarla çevrelenmişti. Duvarların ötesinde iki kocaman bilbordun arka yüzeyleri görülüyordu.

Hızlı hızlı öne doğru yürüdüm. Yaya yolundan ön tarafa çıktım. Apartmanların koruması kalkınca yağmur çok daha şiddetlendi. Bu kadarcık gezintide bile pardösümden içeri sızan nemi hissedebiliyordum. Neredeyse koşarak attım kendimi otomobilimden içeri.

Kaldırımlardaki yayaları ıslatmamak için olağanüstü bir gayretle önce Levent’e, bankaya gittim, Süha Zengin’in verdiği zarftaki gıcır gıcır paraları hesabıma boşalttım.

Sonra eve gidip dayanabildiğim kadar sıcak suyla, hiç yapmadığım kadar uzun bir duş yaptım. Açık televizyondaki küçük yeşil oklar yukarıyı göstermeye devam ediyordu. Battaniyenin altına girip yukarı kattaki lise öğrencisi oğlan okuldan gelip müzik setini açıncaya kadar uyudum. Gözlerimi açınca ne kadar aç olduğumu anlayıp sırf bu iş için bulduğum uzun sopayla tavana vurmadım. Onun yerine buzdolabındaki son hazır pizzayı ısıttım mikrodalgada. Sesini kıstığım televizyonun önünde, Mi-Ya Menkul Değerler’in faaliyet raporundaki insanların suratına baka baka son kırıntısına kadar bitirdim pizzamı.

Yalnız yaşayan bir adamın, dışarı çıkmamaya kararlı olduğu bir cuma akşamı nasıl geçerse, öyle bir cuma akşamı geçirdim sonra.


Yatılı okuduğum ortaokul günlerimden beri, sabahları saat kullanmadan istediğim saatte kalkarım. Yağmurun yağmaya devam ettiğini öfkeyle fark ettiğim bu cumartesi sabahı da fırın işçilerinin işbaşı yaptığı saatlerde uyandım. İlk kahvemi içtikten sonra salonda yarım saat kendi kendime aikido ısınma hareketleri yaptım. Soluğum hızlandı, alnım hafif hafif terlemeye başladı. Hocanın kolunun nasıl olduğunu sormayı bu kez unutmamaya karar verdim. Isınmam bitince duşa girdim.

Çıkınca bir kahve daha yaptım. Bacağımı kalorifere dayayarak dışarısını seyrede seyrede içtim. Ne servis bekleyen çocuklar ne gazetemle ekmeğimi getirecek olan bakkalın çırağı vardı ortalıkta.

Çıkmadan önce dün giydiğim pardösünün bu yağmura karşı yeterli olamayacağına karar verip kalın deri gocuğumu çıkardım dolapta durduğu köşeden. Kocaman cepleri, yelken gibi yakaları vardı, kalçalarımın alt tarafına kadar örterdi. Yağmur sınavını aşan botlarımı dün akşam kuruması için kaloriferin altına koymadığımı o sırada fark ettim. Aikido çalışmasına giderken gi’mi, havlu ve iç çamaşırımı koyduğum omuz çantasının içine de maçlarda falan sattıkları ince, neredeyse ayakkabıya kadar uzanan yarı şeffaf yağmurluğumu tıkıştırdım.

Giyindikten sonra portmantonun aynasında kendime baktım. Çok zaman önce uzun uçuşlara çıkmadan evlerde, otellerde kendime baktığım gibi.

Aynada gördüklerinden kimler hoşlanır?

Ama bu bendim işte. Remzi Ünal…

Remzi Ünal… Şu Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir “frequent flyer”ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf çartır şirketlerinde bile tutunamayan, sayenizde MS Flight Simulator’ün Cessna’sını bile adam gibi indirmekten âciz eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal…

İşe çıkıyordum.

3. BÖLÜM

Akmerkez’in karşısına tezgâh açmış, yağmurdan perişan simitçiden daha tazeliğini yitirmesine çok olan iki simit ile iki Karper peynir alıp yolcu koltuğundaki omuz çantamın yanına bıraktım. Yollar boştu bu saatte. Damlalar dün tepeme yağandan biraz daha şiddetliydi. Yerlerde daha derin su birikintileri vardı, ama ıslatmaktan çekineceğim insanlar yoktu caddenin kenarında henüz. Yine de ağır ağır gidiyordum.

Erkendi, biliyordum. Ama riske girmektense Kuyumcular Sitesi’nin karşısında bir yerde birkaç saat pineklemeye razıydım otomobilimin içinde. Birden Zeynep Kadı’nın hafta sonu sabahlarının ilk saatlerini joggingle değerlendirme alışkanlığı olabileceği geldi aklıma dehşetle. Bir borsacıdan beklenebilirdi bu. Anlamsız olmasına karşın, gaza biraz daha bastığımı fark ettim.

Ulus’un ortalarındaki ışıklardan sağa, aşağıya doğru döndüm. Kuyumcular Sitesi’ne yaklaştığımda caddenin iki tarafının park etmiş araçlarla dolu olduğunu gördüm. Tereddüt göstermeden ilerledim. Sitenin girişini geçtim. Elli metre kadar aşağıda, caddenin karşı tarafında, üzerinde Fulltime Catering yazan bir kamyonet ile spor bir Mercedes’in arasında tek araçlık boş bir yer gördüm. Biraz daha ilerledim. Caddenin ilk sokakla kesiştiği yerde hızlı bir manevrayla döndüm. Geri gelip boş yere yerleştim.

Motoru durdurdum. Kontak anahtarını açık konuma getirip emniyet kemerimi çözdüm. Silecekler çalışmayınca yağmur suları birleşip kalınlaşan dereler halinde inmeye başladı camlardan aşağı. Yine de Kuyumcular Sitesi’nin girişini görebiliyordum. Motorun sesi kesildiğinden, damlaların tavana tapır tapır vuruşlarını daha belirgin duyuyordum şimdi.

Araç telefonunun ahizesini kaldırıp Zeynep Kadı’nın ev telefonunu tuşladım. İki kere çaldıktan sonra, “Yine ne var?” diye azarladı beni o pırıl pırıl ses. Deneyimliyim ya, sesimi çıkarmadım.

“Şaka… Şaka…” bölümünde ikinci bir ses girdi araya.

“Efendim…”

Aynı pırıltıda olmasa da aynı sesti. Ben gıkımı çıkarmadım.

“Alooo…” dedi bu kez.

Yine sesimi çıkarmadım.

Hat kapandı.

Ahizeyi yerine koyup arkama yaslandım. Evdeydi Zeynep Kadı.

Rahatlamıştım.

İlk simitle insanın aç ve aceleci parmaklarının arasında kolayca açılmamakta direnen ilk karper peyniri bitirdiğimde yağmur biraz yavaşlamıştı. Caddede trafik yoktu. Birkaç kapıcı ya da bakkal çırağı, ellerinde naylon torbalarla acele acele apartmanlar arasında koşuşturmuş, yağmura ve zengin müşterilerine küfrettiklerini sandığım yüz ifadeleriyle kapılardan yüklü girmiş, eli boş çıkmışlardı. Bana doğru bakan olmamıştı aralarında, olsa bile bu yağmurda yukarıdan akan suların buzlucama benzettiği camlarımdan içeride, belli belirsiz bir silueti ya görürlerdi ya da onu bile fark edemezlerdi. Bunun gibi ne zaman biteceği belli olmayan kapı önü nöbetlerinde, Amerikan filmlerindeki meslektaşlarım gibi yanımda termosla kahve getirmemi engelleyen şey ne diye düşündüm.

Camı çok hafif aralayıp bir sigara yaktım hafifçe eğilerek. Otomobilin içinin ısısı hızla düşmeye başladığından, deri montumun içinde büzüldüm. Kendimi lisede tuvaletin arkasında gizli gizli sigara içiyor gibi hissediyordum. Müdür her an gözükebilirdi basketbol sahasının arkasından, tetikte olunmalıydı. Süha Zengin yalnızca bir hafta sonu sürecek bir izleme için gereğinden çok para vermişti, tetikte olunmalıydı. Tamam, parası çoktu, ama parası çok olanlar satın alacakları her şeyin fiyatını önceden üç aşağı beş yukarı bilirlerdi.

Zaten zevk almadan içtiğim sigaramı daha tam bitmeden fırlattım penceredeki küçük aralıktan dışarı. Elim ikinci karper peynire gitti, kendimi tuttum. Zeynep Kadı’nın sabah keyfi ne kadar sürecek bilemiyordum. İçimdeki ses burada akşama kadar beklemeyeceğimi söylüyordu, ama yine de belli olmazdı. Arada bir beni yanıltmaya eğilimli bir iç sesim vardı nasıl olsa.

Yağmur giderek daha da yavaşladı. Kuyumcular Sitesi’nin girişinden çıkan da giren de olmadı.

Koltuğumda tedirginlikle kıpırdamaya başladığımı fark ettiğimde kendimi sakinleştirmek için soluk alma egzersizleri yapmayı denedim. Nedense yeterince konsantre olamadım ama. Ağız boşluğumdan soluk boruma, oradan ciğerlerimi doldurup aşağılara, ta aşağılara, diyaframımı itecek kadar aşağılara inen havanın bütün damarlarıma yayıldığını, tüm vücudumu dinginlikle karışık bir enerjiyle doldurduğunu hissedemedim. Israrlı olsam becerebilirdim belki. Belki antrenmanlara uzun süre ara verince böyle oluyordu. Hocayı arayıp omzunu sormam gerektiğini yeniden hatırladım.

Yağmur tamamıyla dinince bir sigara daha yaktım.

İçimdeki kıpırtı hafiflememişti.

Elim radyoya gitti. Sonra vazgeçtim. Sigarayı bir an önce bitirmek için hızlı hızlı çektim içime. Bugün istediğim gibi zevk alamıyordum meretten. İş olsun diye, insanı azarlayan telesekreterin bağlı olduğu telefonu bir kez daha arayayım dedim kendi kendime, daha elim ahizeye gitmeden ondan da vazgeçtim.

Önce köpeği gördüm. Uzayıp kısalabilen tasma kordonun ucunda burnu yere yakın koşuşturan, neredeyse herhangi bir sokak kedisinden daha küçük olan teriye benim için herhangi bir Ulus köpeğiydi önce. Kordonu tutan elin sahibini tanıyana kadar. Kordonun ucu Zeynep Kadı’nın elindeydi.

Birdenbire tümüyle sakinleştiğimi hissettim.

Zeynep Kadı kaldırımda bir an durdu. Kırmızı bir yağmurluk vardı üstünde. Ama yağmurluğun kafalığını geçirmemişti kafasına, sarı saçlarıyla koyu ve güzel bir Galatasaray taraftarı gibi duruyordu. Gözlüklerini takmamıştı. Yağmurluk o kadar uzundu ki, altında yalnızca yine kırmızı balıkçı çizmelerini görebiliyordunuz. Boştaki elini yağmurluğun cebine sokmuştu.

Sonra yolunu bilir gibi küçücük adımlarıyla yukarıya doğru hareketlenen köpeğin ardından yürümeye başladı kaldırımda.

Önce yerimden kımıldamadım. Gözlerimle Zeynep Kadı’yı izlerken, bir elimle sigara içmek için açtığım camı kapadım, öteki elimle simit ile karperin yanında duran sigaramla çakmağımı toparladım. Köpeğin ilk çöp konteynerinin yanında eşelenmesini bekledikten sonra, yeni bir hızla yeniden yürümeye başladıklarında omuz çantamı alıp otomobilden indim. Kapıyı kilitledim.

İyi ki yağmur dinmişti.

Ben Zeynep Kadı’nın karşı kaldırımındaydım. Zeynep Kadı, elli metre kadar önümde, başı yere eğik, zikzaklar çizerek ilerleyen köpeğine bile bakmadan yürüyordu.

Şahane bir rapor başlangıcıydı. “Şahıs, cumartesi sabah 8.37’de köpeğini gezdirmek için evden çıktı…” Sonra…

Sonra… Yağmurun iyiden iyiye ıslattığı kaldırımda, köpeğinin ardından yere bakmayı sürdürerek ilerliyordu Zeynep Kadı. Olağan bir cumartesinin olağan bir sabahında, olağan bir köpek gezdirmesi. Nereye gideceklerini köpek de kadın da biliyor gibiydi. Bu geziyi her sabah erkenden, işe gitmeden önce yapıp yapmadıklarını, akşamları tekrarlayıp tekrarlamadıklarını merak ettim. Belki de evde bir yardımcısı vardı ve kadın hafta sonu izinliydi kendi çocuklarını gezdirmeye.

Aramızdaki elli metreyi koruyarak peşlerinden yukarı doğru yürüyordum karşı kaldırımda. Kendisini izlediğimi düşünmesinden korkmuyordum. Ben de bu cumartesi sabahı kendi ruhunu gezdirmeye çıkan birisiydim yalnızca, tesadüfen aynı yöne doğru gidiyordum. Önümüzde Ulus Mahallesi’ni boydan boya ikiye bölen Ahmet Adnan Saygun Caddesi’ne varana kadar epey yol vardı. Önden izlemeye geçmek için daha bekleyebilirdim. Aslında köpeğin ağaç diplerinde, çöp konteynerlerinin yanında eşelenmesi, isteyene peşinden gelen olup olmadığını denetlemesi için harika olanaklar sunuyordu, ama Zeynep Kadı bir kez bile arkasına dönüp bakmamıştı.

Caddeye yaklaştıkça tekyönlü yolda yukarıdan aşağıya doğru artık gelmeye başlayan otomobillerin sıçratabilecekleri sulara karşı tedbir olarak kaldırım tarafından yürümeye başladım. Herkes benim gibi düşünceli olmak zorunda değildi. Herkes benim gibi düşünceli değildi zaten.

Bu cumartesi sabahı, caddeye doğru yaklaştıkça ortalıkta çoğalan yayaların da hiçbiri Zeynep Kadı kadar düşünceli değildi. Bir kez bile kafasını kaldırıp çevresine bakmamıştı. Köpeğin mi onu, onun mu köpeği gezdirdiği sorusu, haklı bir soru olurdu. İçimdeki yanılmaya eğilimli ses, Zeynep Kadı’nın yukarı ya da aşağı doğru gösteren kırmızı yeşil oklardan başka şeyler düşündüğünü söyleyip duruyordu.

Zeynep Kadı, Türkiye’de satılmış bütün televizyon ve video markalarının alt alta sıralandığı ve en altta “Garantili Servis” yazan lacivert zeminli bir tabelanın yanındaki demir kapının önünde durdu. Tasmayı çekiştiren köpeğe aldırmadan kırmızı yağmurluğunun önünü açtı, elini daldırıp bir şey çıkardı. Kapının önünde eğildi. Kalktığında kapı açılmıştı. Geri dönüp kaldırımın gerisindeki küçük bahçedeki çalılıkların dibini araştıran köpeği belinden tutup kucakladı, içeri girdi.

Ben duraksamadan caddeyi geçip karşı kaldırıma yürüdüm. Girdiği apartmanın önünden geçerken hızla bir göz attım. Şahane önerilere sahip müteahhitlere epeydir direndiği anlaşılan bir yapıydı bu. Kapının üzerindeki cama boyayla yazılmış “Emek Apartmanı” yazısının karakterleri bile en azından 60’lı yılların son dönemini çağrıştırıyordu. Çevresindeki yüksek apartmanlara inat dört katlıydı. Sahibi apartmanının dış yüzeyini şöyle iyi bir boyatalım önerilerine de direniyordu anlaşılan. Kapının girişinde yalnızca dört tane zil butonu vardı.

Biraz ilerideki gazete bayiinin önünde, bu cumartesi sabahını hangi gazetelerin eşliğinde geçireceğine karar verememiş birisi gibi durdum. Benim gazete ile ekmeğin gelip gelmediğini merak ettim bu arada. Mutlaka gelmemişti. Gazetelerden sonra camekâna dizilmiş aylık dergilere geçtim. Hiçbirini satın almak gelmedi içimden. Biraz gerilere dizilmiş poşet içindeki porno dergilerin önünde bir sigara yaktım. Zeynep Kadı’nın Emek Apartmanı’ndaki ziyareti uzun sürerse ne halt edeceğimi düşünürken deyim yerindeyse hedefim apartmanın kapısından çıktı.

Daha doğrusu üçü birden çıktılar. Teriyeler ikileşmişti. Sanki genetik kopyalamayla çoğaltılmış gibi o kadar benziyorlardı ki birbirlerine, hangisinin ilk köpek olduğunu buradan çıkartabilmem olanaksızdı. Şimdi Zeynep Kadı’nın elindeki uzayıp kısalan tasmanın ucunda, nasılsa birbirleriyle dalaşmadan, bir oraya bir oraya koşturup çiçeklerin, çalıların, direklerin diplerini keşfediyorlardı.

Bu üçlü yürüyüş yüzünden, yağmurluğunun başlığını kafasına geçirmiş Zeynep Kadı’nın ilerleme hızı kesilmişti. Ahmet Adnan Saygun Caddesi’ne ulaşma hedeflerinin değişmediğini kestirince arkama bakmadan yürüdüm. Ben onlardan önce ulaştım caddeye. Trafik ışıklarına varmadan, Altınkek’in girişinin önündeki alçak duvara ayağımı dayayıp botumun bağlarını “ilikledim”. Zeynep Kadı yine başı yerde, köpeklerin arkasından geliyordu. Çekiştirmelerine uyup kaldırımdan ayrıldı, üç metrelik küçük bahçenin diğer tarafındaki dar yaya yolunda durdu. Bahçenin içini zenginleştirmekle meşgul olduklarını sandığım köpeklerini denetledi. Ben trafik ışığının altına ilerleyip yeşilin yanmasını beklemeye başladım.

Araçlar durunca karşıya geçtim. Geri döndüm. Aynı yerdeydiler. Arkamda üç tane banka şubesi vardı. Biri Süha Zengin’in paralarını Levent’teki hesabımda koruyan ve çoğaltan bankanın şubesiydi. Cebimdeki ATM kartını çıkarıp 24 saat para çekmenize izin veren makinenin durduğu camekânlı kulübeye girdim.

Kartımı makineye sokmadan tuşlara bastım. Arada kafamı çevirip kısa kısa bakıyordum. Kırmızılı kız ile köpekler yeniden hareketlenmişlerdi. Daracık yoldan yürüyüp Altınkek’e doğru yöneldiler. Zeynep Kadı, köpeklerin uzayıp kısalan tasmalarını, beton girişin ortasında yükselen aydınlatma direklerinin birine iyice doladı, işaretparmağını öğrencilerini azarlayan bir öğretmen gibi ikizlere doğru salladı, dönüp başı önde pastaneden içeri girdi.

Cumartesi sabahının bu saatlerinde nakit ihtiyacı olan başka birileri belirmediği için ATM camekânının içinde oyalanıyordum. Yerler işlem sonucunu veren küçük yazıcı çıktılarıyla doluydu. Sigaramı yere atıp, ayağımla ezdim.

На страницу:
2 из 4