Полная версия
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIN LOTLUK CESET
Celil Oker
BIN LOTLUK CESET
ATEŞ ETME İSTANBUL
BEYAZ ELDİVEN SARI ZARF
BİR ŞAPKA BİR TABANCA
ÇIPLAK CESET
KRAMPONLU CESET
SON CESET
YENİK VE YALNIZ
SEN ÖLÜRSÜN BEN YAŞARIM
ROL ÇALAN CESET
GENÇ YAZARLAR İÇİN HİKÂYE ANLATICILIĞI KILAVUZU
Benden hızlı büyüyene…
Yolun açık olsun.
1. BÖLÜM
İnsan o gün ne yapacağını bilmezse erken kalkmanın da bir anlamı olmuyor.
Elimde sabahın ikinci kahvesiyle pencerenin önünde oturuyordum. Servisler, haftanın son gününde okula gitmekten daha da nefret eden uykulu çocukları çoktan alıp gitmişti sokağı basan sisin içinde. Bakkalın çırağı gazetemle ekmeğimi bu kez zamanında getirmişti, başlıklardan öte okuyacak bir şey bulamamıştım. Belki vardı, ama ben bulamamıştım. Mutlaka vardı, ama ben bulamamıştım. Sabah sabah bilgisayarın başına geçmek istemiyordum. Hoca omzundan sakatlandığı için akşama aikido çalışması yoktu, iki haftadır olduğu gibi. Telefonum epeydir çalmıyordu, ben evdeyken ya da evde yokken. Adını vermeden telesekretere not bırakan kadın bile aramıyordu.
Pencerenin önündeki radyatörler sıcaktı yalnızca. Oturduğum yerden sol bacağıma vuruyordu ısı.
Kahvemden bir yudum daha aldım. Hoşlanmadım.
Sokak boştu. Hep bu saatlerde geçen simitçi daha görünmemişti. Migros’un seyyar satış otobüsü biraz sonra gelirdi. Hiç inip alışveriş yapmamıştım, o tuhaf melodiyi duyunca evden fırlayan kadınların arasında. Belki denemeliydim.
Kahvemi götürüp lavaboya döktüm. Koca fincanımı bulaşık makinesinin üst rafına yerleştirdim. Makinem haftada, ne haftası, on günde bir ancak doluyordu, bir sürü kahve fincanım vardı o yüzden.
Yeniden pencerenin önüne oturdum. Lanet olsun, bugün temizlikçi kadının günü bile değildi. Kendimi evden dışarı atmak için bir nedenim olurdu hiç olmazsa.
Telefon tam zamanında çaldı.
Bankamatikten biraz para çekmek, sonra sinemanın birinde yayıla yayıla film seyretmek kararıyla giyinmiştim. Öğleden sonraya Allah kerimdi.
Hızla fermuarımı çektim. Yalnız yaşayan birisi olarak, tuvaletteyken kapıyı açık tutma lüksüm olduğu için hem zilin sesini anında duydum hem beni yavaşlatacak hiçbir engel olmadan beş adım atıp kaldırdım ahizeyi. Zaten ilk matinede sekiz kişiyle film seyretmenin neresi heyecanlıydı?
“Remzi Ünal lütfen,” dedi güne iyi başladığı belli şen şakrak bir genç kız sesi.
“Benim,” dedim.
“Mi-Ya Menkul Değerler’den arıyoruz efendim,” dedi kız. “Bir saniye bekleteceğim sizi.”
Santralin, insanın kendisini havaalanında bekliyor gibi hissetmesine yol açan salak asansör müziğinin ilk iki mezüründen sonra başka bir ses girdi devreye.
“Remzi Ünal’la mı görüşüyorum?” dedi telefondaki yeni ses. Bu seferki sakin, ne yaptığını bilen olgun sekreter sesiydi. Yönetici sekreteri. Hani şu kendisi telefonu tuşlamayanlardan.
“Benim, buyurun,” dedim. Biraz soluk soluğaydı sesim. Heyecanlı gibiydi sanki. Bundan hoşlanmadım. Daha iyisini yapabilirdim.
“Mi-Ya Menkul Değerler’den Süha Bey sizinle görüşmek istiyor,” dedi sekreterden sekretere oyununun galibi olmaya alışmış kadın.
“Hadi hayırlısı,” dedim kendi kendime.
“Mi ile Ya arasında tire var mı?” diye sordum.
Sesinde küçük bir gülümseme hissettim kadının.
“Var,” dedi. “Süha Bey’in soyadı da Zengin’dir.”
“İyi,” dedim. “Bekletmeyelim Süha Zengin Bey’i o zaman.”
“Bağlıyorum.”
Telefonu koyduğum sehpanın yanındaki koltuğa oturup bacak bacak üstüne attım. Santralin dinlettiği salak asansör müziğini bir sigara yakarak değerlendirdim. Bu sigara az önce kahvemle içtiğimden daha keyifli geldi. Eğer Süha Zengin’in arama nedeni, şahane yatırımlarıma daha şahane önerilerde bulunmak çıkarsa, adamı aradığına pişman etmeye karar verdim.
Asansör müziği kesildi. Bir an sessizlik oldu. Sonra televizyonda izlediğim bütün belgesellerdeki anlatıcının sesinden daha etkileyici bir erkek sesi geldi kulağıma. Yumuşak ama uyutmayan, tempolu ama tane tane konuşan bir ses.
“Remzi Bey… çok vaktim yok telefonda derdimi anlatmaya. Bugün benimle görüşmeye gelebilir miydiniz? Yapmanızı istediğim bir şey var. Bu ara boşsanız.”
İş yoğunluğumla ilgili tartışmalara girmeye niyetim yoktu.
“Geldiğimde vaktiniz olacak mı?” dedim.
Süha Zengin’in sesinde de bir gülümseme hissettim.
“Siz gelin, yaratırız,” dedi.
“Tamam,” dedim. “Kaçta geleyim?”
“Hemen,” dedi Süha Zengin. “Eğer mümkünse.”
“Mümkün,” dedim. Gişede bilet satan kızdan başka bekleyenim yoktu nasıl olsa.
“Güzel,” dedi Süha Zengin. “Nimet size adresi verir.” Sesi konuşmanın burada bittiğini tonluyordu, sonra hemen kesildi. Kendimi yeniden santralin asansör müziğini dinlerken buldum. Bu sefer o kadar salak gelmedi bana.
“Adresi vereceğim, yazabilecek misiniz?” dedi sonra, ne yaptığını bilen sekreter Nimet Hanım’ın sesi.
Koltuğumda iyice yaslandım.
“Hazırım,” dedim.
Tane tane verdi adresi. Söylediği her sözcükte başımı salladım. Apartmanın adı ile numarayı tekrarlattım.
“Çok kolay,” dedi adresi yazdırdığını sanması bitince. “Romero’nun tam üstünde. Tabelamızı görürsünüz.”
“Teşekkür ederim,” dedim.
“Rica ederim,” dedi. “Geldiğinizde görüşmek üzere.”
Ahizeyi yerine koydum. Banyoya gidip ellerimi yıkadım. Sonra gelip pencerenin yanına dikildim.
Dışarıdaki sis iyiden iyiye açılmıştı. Havada egemen bir beyaz bulut parlaklığı vardı, ama ta Akmerkez’e kadar bütün apartmanların çatısını açık seçik görebiliyordunuz. Kalkıp televizyonu açtım. Borsadaki hareketleri altyazıyla geçen kanalı buldum. Birbiri ardından geçen kısaltılmış şirket adlarının yanlarındaki küçük okların çoğunun rengi yeşildi ve yukarıyı gösteriyordu.
Bir süre o küçük okları izledim. Sonra yatak odasına gittim. Gişedeki kızla randevum için giydiklerimi çıkardım, biraz daha insan içine çıkmaya uygun bir şeyler geçirdim sırtıma. Dolabımdaki aynada sakal tıraşımı denetledim. Sinekkaydı değildi, ama idare ederdi.
Dışarıdaki havaya yakışacak pilot mavisi trençkotumu giydim. Ayaklarıma sisin ardından yağmur gelmesi ihtimaline karşı sağlam bir çift bot çektim.
Merdivenlerden olağandan hızlı indim gibi geldi sanki. Otomobilim kontağı çevirince epeydir sahibini görmemiş bir at gibi kişnedi. Son indiğimde kasetçaları kapatmamışım demek ki, “Bir şey yapmalı…” diye bağırmaya başladı Moğollar anında. Sesi kısmadım. Bir sigara daha yakıp yola çıktım. Levent’e geldiğimde sabah sabah çok içtiğimi düşünüp pencereden attım.
Nimet Hanım’ın verdiği numara Abdi İpekçi Caddesi’nin ortalarına denk düşüyordu hatırladığıma göre. Beşiktaş’tan gitmeye karar verdim. Trafik yoğunluğu her zamanki gibiydi.
Otomobilimi İtfaiye’nin yanındaki otoparka bıraktım. Parkın içinden ağır ağır yürüdüm. Kimseler yoktu. Yerler kurumuş yapraklarla doluydu. Ama havadaki nemden olacak, ayaklarımın altında hışırdamıyorlardı. Parkın merdivenlerini çıktığımda soluğumda değişiklik olup olmadığını denetledim, yoktu.
Ellerim trençkotumun cebinde, vitrinlere bakmaya çalışarak yürüdüm. Küçük yeşil oklar buralarda da yukarıyı gösteriyordu. İnsanların ellerinde markalı alışveriş poşetleri vardı sabahın bu saatlerinde. Süha Zengin’le işim bitince, adı yalnızca birilerinin ya da bir şeylerin baş harflerinden oluşan uluslararası bir bankanın önüne tezgâh açmış kestaneciden kocaman bir torba kebap edilmiş kestane almaya karar verdim.
Mi-Ya Menkul Değerler’in binası yeni yapılmış iki apartmanın arasına sıkışmış eski suratlı bir apartmandı. Taş merdivenlerin sonunda, işlemeli demir bir kapı karşılıyordu gelenleri. Yapının tarihselliğine yakışmayacak büyüklükte pleksiglas bir tabelada kocaman harflerle “Mi-Ya Menkul Değerler: Kat 2-3-4” yazıyordu. Geceleri de aydınlatılıyor olmalıydı tabela. Kaldırım düzeyinden aşağıda kalmış olan Romero’nun vitrininde, az önce sokaklarda yürüyen kadınların üstünde gördüklerime benzeyen giysiler vardı. Saçları, dudakları ve bacakları mor bir kız, Romero’nun alüminyum çerçeveli kapısının önünde sigara içiyordu. Kıza gülümsedim. Kız da bana gülümsedi.
İşlemeli demir kapıyı ittim. Geniş merdivenlerin bitişiğinde eski usul sürgülü kapısı olan bir asansörün başrolde olduğu bir sahanlık vardı. Asansörün kapısına asma bir kilit takılmıştı. Dışarıdaki pleksiglas tabelanın küçük bir benzeri, merdivenin üstündeki duvarda hafif yan yatmış, üst katları gösteriyordu. Girişin hemen dibinde duran çelik masada kimse oturmuyordu. Benzeri bir binaya girdiğinizde duyduğunuz nem ve küf kokusunu burada algılamadım. Çelik masanın yanındaki geniş ağızlı posta kutularında bir şey yoktu.
Merdivenlere yöneldim.
İkinci kata çıktığımda dünyam değişti.
Eski usul asansörün sürgülü kapısının karşısında olması gereken duvar yerinde yoktu. Tümüyle yıkılmış, yerine boydan boya cam bir duvar getirilmişti. İçerideki aydınlatmanın şiddetinden dev bir akvaryumun önünde gibi hissediyordunuz kendinizi. Camın ardında siyah metal bir masada kısa, siyah saçlı bir kız oturuyordu. Arkasında rengi yeşile çalan kalın cam tuğlalarla örülmüş bir pano vardı. Siyah saçlarını boydan boya yeni moda bir saç bandı gibi ikiye ayıran kulaklık tek kulağını açıkta bırakıyor, uzantısı gelip ağzının biraz aşağısındaki mikrofonla sonlanıyordu. Metal masanın altı açık olduğu için mini etekli, kapkara çoraplı bacakları görünüyordu. Kız durumun farkında olduğu için dikkatli bir biçimde bacak bacak üstüne atmıştı. Kapıyı duvarın geri kalanından ayıran çizgiyi bulmakta zorlandım. Tutup açacak tokmağı falan yoktu, yukarıya doğru kesintisiz yükselen cam blokun. Ancak çok dikkatli birisi görebilirdi, tam belinizin hizasına gelen noktada duran gri harflerle yazılmış “Mi-Ya Menkul Değerler” yazısını.
Belli belirsiz bir “çıt” sesiyle cam kapının elimin altındaki direnci zayıfladı, kapı içeri doğru açıldı. İçeri girmeme izin veren mekanizma cam duvarın tavanla birleştiği yukarılarda bir yerlerde olmalıydı, kafamı kaldırıp bakmadım.
İçeri girip metal masadaki kıza doğru yürüdüm.
Kız müşterilerle iletişim kurslarında öğretildiği gibi doğrudan gözlerime baktı.
“Hoş geldiniz efendim,” dedi.
“Hoş bulduk,” dedim. “Süha Bey beni bekliyordu. Adım Remzi Ünal.”
Geleceğim kendisine haber verilmiş gibi başını salladı. Önündeki masanın dörtte birini kaplayan dokunmatik bilgisayar klavyesine benzeyen yüzeyde bir iki yere dokundu ince uzun parmaklarıyla. Gözlerini tavana dikip bir an bekledi. Sonra omzumun arkalarında bir yere bakarak konuştu.
“Remzi Bey geldi Nimet Hanım,” dedi. “Remzi Ünal… evet.”
Trençkotumun düğmelerini çözdüm. Canım feci halde sigara istedi, ama kendimi tuttum.
Arkamdaki cam kapının görünmeyen mekanizması bir kere daha “çıt” etti. Geri dönüp baktım. Elinde deri şık bir çanta, lacivert takım elbiseli genç bir adam kapının açılmasına dirseğiyle yardım ederek hızla içeri girdi, beni karşılayan resepsiyoniste selam bile vermeden sol tarafa doğru uzanan koridora ilerledi aceleyle. Kız onunla ilgilenmedi.
“Sizi çok kısa bir süre bekleteceğim Remzi Bey,” dedi bana. “Birazdan gelip alacaklar sizi.”
Çok beklemedim. Daha ayaküstü gevşeme yöntemlerinden tekini bile sonuna kadar götürememiştim ki, siyah saçlı kızın sağ tarafında, cam tuğlalarla örülmüş duvarın bitişiğindeki ahşap görünümlü pano, tıslayan bir sesle yana doğru açıldı. İki kişiden daha çoğunu alıp alamayacağı kuşkulu küçük bir asansörden bir adam attı adımını dışarı.
Koyu renk bir takım elbise giymişti, kravatlıydı. Giysilerine uymayan kavruk bir suratı vardı. Boyu benden biraz daha kısaydı, ama sağlamdı adam. Barların önünde gördüğünüz bodyguard’ların aksine, göğsünü şişirip kollarını iki yanda sallamıyor, omuzları düşük, ağırlık merkezi yere yakın, beli çok hafif öne kıvrık duruyordu. Bence işi biliyordu.
Önce bana baktı. Sonra siyah saçlı resepsiyoniste. Yüzünde bir soru işareti yoktu.
“Süha Bey’le görüşecek Remzi Bey,” dedi kız.
İşi bilen adam yana çekilip eliyle asansörü gösterdi. İnce çizgili dudaklarında nezaket gereği bir gülümseme belirmemişti.
“Teşekkür ederim,” dedim kıza ve asansöre girdim.
Adam da peşimden girdi. Pano arkasından kapandı. Asansörün içinde düğme filan yoktu. Ama pano kapanır kapanmaz yükselmeye başladık. Asansörün hareketiyle dengesi bozulur gibi olan işini bilen adam, aniden sendeledi. Düşmemek için iki eliyle belime tutundu. Daha rahat tutunsun diye iki kolumu yana açtım. Adam iki üç harekette ellerini koltuk altlarıma, oradan omuz başlarıma getirerek dengesini buldu. Kafamı kaldırıp tepede, köşede duran minicik kameraya gülümsedim. Belli bir hayal kırıklığıyla.
Asansör belli belirsiz bir vınlamayla yükseliyordu. İşini bilen adamın sırtı kapıya, yüzü bana dönüktü. Birbirimize gülümsemedik. Asansör sanki üç kattan daha yukarı çıktı gibi geldi bana. Sonunda durdu.
Yine kimse herhangi bir düğmeye basmadan, hafif bir tıslamayla yana çekilerek açıldı asansörün kapısı. Refakatçim atik bir hareketle çıktı asansörden. Kenarda durup geçmeme izin verdi. Onu izledim.
Bulunduğumuz yer aşağıdakinden çok farklıydı.
Ne cam tuğlalarla örülmüş duvar ne siyah minimalist masa ne de mini etekli, kısa siyah saçlı bir kız vardı. Kıvrımlı ayaklarıyla klasik görünümlü bir masanın yanında, tayyör giymiş, kırk yaşlarını geçtiğini tahmin ettiğim bir kadın ayakta bizi bekliyordu. Saçları kuaförden yeni çıkmış gibiydi, yüzünde sekreterlikten asistanlığa çoktan geçmiş birisinin güvenli gülümsemesi, elini uzatarak bana doğru ilerledi.
“Remzi Bey… hoş geldiniz efendim.”
Kadının elini sıktım. Sanki bir şey yolunda değilmiş gibiydi kadının el sıkışında. Asansör refakatçim, kimseye bir şey demeden küçük egemenlik alanına girip sessizce kayboldu kayan kapının arkasından.
“Hoş bulduk,” dedim. “Nimet Hanım?”
“Evet,” dedi kadın. “Süha Bey sizi bekliyor. Pardösünüzü alayım.”
Trençkotumu çıkarıp Nimet Hanım’ın güvenli ellerine teslim ettim. Kadın trençkotumu sol kolunda ikiye katlı tutarak, sağ eliyle asansörün tam karşısındaki kapıyı işaret etti. Kapı hafif aralıktı. Başımla teşekkür edip, kapıyı ittim. İçeri girdim.
Benim yerimde siz olsaydınız, bir adım geri çekilip müzenin bekçisini arardınız. Gözünüzün değdiği her yerde yağlıboya tablolar vardı. Küçük tablolar, büyük tablolar, kalın oyma çerçeveler, sade, ince çerçeveler, Boğaziçi manzaraları, portreler, natürmortlar, nüler… Nüler, nüler… Duvarlar tablolarla doluydu. Asılacak yer kalmayınca, yan yana duvar diplerine dayanmıştı kimileri. Bir iki tanesi üst üste duruyordu. Tabloların arasında, ekranı benim evdekinin iki misli bir televizyon vardı. Televizyonun ekranı dörde bölünmüştü, birinde yukarıdan aşağıya doğru akan sayılar, diğer üçünde biri yerli üç haber kanalı izleniyordu. Sesi kapalıydı televizyonun. Yerde odanın zemininin neredeyse tümünü kaplayan bir halı vardı. En azından tablolar kadar değerli olduğu belli oluyordu.
Ama ben geri çekilmedim.
Sırtını odadaki tabloların hemen hepsine dönmüş, köşedeki bilgisayarının başında çalışan adama doğru ilerledim. Kapı arkamdan kapanınca çıkan sesi duyan adam başını çevirdi. Açık mavi bir takım elbise giymiş, hafif kırlaşmış saçları özenle geriye doğru taranmış, yüzünde rahat yaşamaya alışmışlıktan öte belirgin bir özellik bulunmayan bir adamdı. Yalnızca gözleri istediğinde rahatsız edici olabilecek bir kararlılıkla bakıyordu. Beni şöyle baştan aşağı hızla inceledikten sonra ayağa kalktı. Bana doğru yürümeden önce eğilip klavyede bir tuşa dokundu, monitördeki hesap tablosuna benzeyen şeylerin yerini zirveleri karlı bir dağ aldı. Uzaktan Erciyes’e benzettim. Flight Simulator’dekinden başka uçaklar kullanabildiğim günlerde Kayseri’ye yaklaşırken hayranlıkla seyrettiğim Erciyes’e.
Elini uzatmadı bana. Onun yerine odanın ortasında duran iki tek kişilik koltuktan birini gösterdi bana. Kocaman televizyon arkamda kalmıştı. Oturdum. Koltukların arasındaki alçak sehpada kocaman bir kül tablası vardı. Kendi adıma sevindim.
Süha Zengin olması gereken adam karşımdaki koltuğa oturmadan önce geri dönüp klavyenin yanında duran kocaman kahve fincanını aldı. Şeffaf olmayan bir bira bardağına benziyordu fincan.
“Hemen geldiğiniz için teşekkür ederim,” dedi o etkileyici sesiyle, oturup bacak bacak üstüne attıktan sonra. “Hafta sonları çalışır mısınız?”
Koltuğumda geriye yaslandım.
“Bizim işte seans hiç kapanmaz,” dedim. “Beni nereden buldunuz?”
“Hatırlı müşterilerimden biri ranseyman verdi diyelim,” dedi gülümseyerek. “Telefonunuzu da ondan aldım. Sizden, birini takip etmenizi istiyorum.” İçgüdüsel bir hareketle kafasını çevirip kapıya baktı.
Bana bir şey içip içmeyeceğimi sormamasını cebimden sigaramı çıkarıp yakarak cezalandırdım. Hiç oralı olmadı.
“Kimi?” dedim.
“Burada çalışanlardan birini.”
“Neden?” dedim.
Koltuğunda öne eğilip gözlerimin içine baktı.
“Bunu size söyleyemem,” dedi. “İstediğim şey, söz konusu kişiyi hafta sonu boyunca takip edip, nerelere gittiğini filan bana eksiksiz bildirmeniz.”
“Hafta sonu ormana pikniğe gideceğime sizin için çalışabilirim,” dedim. “Ama izleme nedenini bilirsem önemliyi önemsizden daha kolay ayırabilirim.”
“Size herhangi bir neden söylemeyeceğim,” dedi Süha Zengin. Koltuğunda geriye yaslandı. “Çok ısrar ederseniz uyduruk bir neden verebilirim. O da işinize yaramaz. Bütün bilmek istediğim cumartesi sabahından pazar akşamına kadar evinin dışında ne yaptığını bütün ayrıntılarıyla bilmek. Önemliyi önemsizden ayırmayı bana bırakın.” Son söylediklerinde sesi biraz yükselmişti.
“Ya evinden hiç çıkmazsa?” dedim.
“Raporunuz kısa bir rapor olur o zaman,” dedi.
Sigaramın biriken külünü o tertemiz, kocaman kül tablasına silktim.
“İzlendiğini bilmesini istiyor musunuz peki?” dedim.
İçeri girdiğimden beri ilk defa yüzümde ilgisini çekebilecek bir şeyler bulma ihtimali varmış gibi baktı bana. Gözlerinin kenarı biraz daha kırıştı. Bakaloryayı verdin Remzi Ünal dedim içimden. Geriye yaslanıp kocaman bir nefes daha çektim sigaramdan.
“Bu ihtimali düşünebilmeniz beni sevindirdi,” dedi sonra. “Sizin işinizde izlenenin izlendiğini bilmesinin yararlı olacağı durumlar olabileceğini tahmin ederim. Ama ben istemiyorum. Yeri gelmişken, tam aksine, bu işin yalnızca, ama yalnızca sizinle benim aramda kalmasını özellikle ve kesinlikle istiyorum.”
Kafamı sallayarak onayladım.
“Hakkımda ranseyman veren müşteriniz size söyledi mi bilmem,” dedim. “Fotoğraf çekme, telefon dinleme, mektup açma gibi âdetlerim yoktur. Size doğru olduğuna inandığım şeyleri söylerim. Bunlara inanıp inanmamak size kalmış.”
“Haberim var,” dedi kısaca. Yüzümde bir şeyler aramaya devam ediyordu.
“Hangi ayrıntıda bir rapor istiyorsunuz?” dedim sonra.
“Nasıl yani?”
Gözlerimi Süha Zengin’in arkasındaki duvarda asılı gemi resmine dikip, kesik kesik bir konuşmayla hayali bir rapor vermeye başladım.
“Kadın evden çıktı. Sokak merdiveninin son basamağında tökezledi. Gökyüzüne baktı. Bulutları görünce şemsiyesini açtı, köşedeki kestaneciden yüz gram kestane aldı.”
“Hayır, hayır, hayır,” diye sözümü kesti. “Ana hatlar yeter. Evden çıktı. Taksim’e gitti. Sinemaya girdi. Eve döndü. Ana hatlar yeter.”
Oltanın ucunu yeterince sivriltip sivriltmediğimi merak etmeye başladım. Süha Zengin susunca ben de sustum.
“Kadın olduğunu nereden anladınız?” dedi sonra.
“Yaşasın ihtimal hesapları,” dedim içimden.
“Bu iş için bana vereceğiniz parayı hak ettiğime inanmanız için bir şeyler yapmam gerekli diye düşündüm,” dedim. “O da benim meslek sırrım.”
“İnandım,” dedi. Ayağa kalktı. İçeri girdiğimde çalıştığı bilgisayara doğru yürüdü. Bilgisayarın yanındaki küçük antika dolaba eğildi. Kalktığında elinde bir zarf vardı.
Yanıma gelip zarfı bana uzattı.
“Bu sizin,” dedi. “İçindekiler tedavüle yeni çıkardıkları banknotlardan. İki günlük bir iş için yeter sanırım.”
Zarfı elimde tarttım. En aşağı küçük parmağım kalınlığındaydı. Sıradan, üzerinde yazı olmayan sarı bir zarftı.
“Yeter,” dedim. Ceketimin içcebine soktum.
Kapıya doğru yürüdü.
“Başlayalım mı?” dedi.
“Başlayalım,” dedim.
Sigaramı o kocaman kül tablasında söndürüp koltuğundan kalktım.
2. BÖLÜM
Süha Zengin önde, ben arkada, kapıdan çıktık. Nimet Hanım masasında, büyük boy sosyete dergilerinden birini karıştırıyordu. Bizi görünce kafasını kaldırıp gülümsedi.
“Aşağıya iniyorum,” dedi Süha Zengin, Nimet Hanım’ın yanından geçerken. Kadın baktığı dergiyi kapamadı.
“Mr. Hull birazdan gelir,” dedi.
“Sen eğlendir artık ben gelinceye kadar…”
İşini bildiğinden artık o kadar emin olmadığım kavruk, takım elbiseli güvenlikçinin komutasındaki asansörün tam karşısındaki kapısız aralıktan kayboldu Süha Zengin. Peşinden ilerledim. Bir tür dahili yangın merdiveni gibi dar, metal bir merdivenden, Süha Zengin’in basamaklara her çarpışında çınlayan ayak seslerini izleyerek indim. Merdivenin çizdiği daire tamamlandığında kendimi bir duvarı boydan boya cam, penceresiz küçük bir odada buldum.
Neredeyse odanın yarısını kaplayan kalın bacaklı, yalın, gri bir masa ve önündeki döner koltuktan oluşuyordu dekor. Masanın üzerinde bir bilgisayar, yanında yukarıdakinden daha küçük bir televizyon ve kablosuz bir telefon vardı. Bilgisayarın ekranına bakınca yanılmadığımı anladım, zirvesi karlı dağ Erciyes’ti. Televizyonun ekranı da yukarıdaki aynı kanalları gösteriyordu.
Esas manzara odanın bir kenarını boyda boya kaplayan koyu renkli camın arkasındaydı. Belki yirmiyi geçen dizi dizi bilgisayarların önünde, kadınlı erkekli insanlar, çoğunlukla omuzlarına kıstırdıkları telefonlarla konuşarak çalışıyordu. Onlardan biraz yukarıda olduğumuz için tümünü neredeyse kuşbakışı izleyebiliyorduk. Erkekler takım elbise giymişlerdi, kadınlar tayyörlü değildi, ama nasılsa erkeklerden daha şık görünüyorlardı. Cam, arkadaki seslerin duyulmasını engelliyordu, manzarayı sanki “mute” düğmesine basılmış bir televizyondan izliyor gibiydik. Bizim tarafa bakan yoktu.
“Buradan izlendiklerini biliyorlar mı?” dedim.
“Tabii,” dedi Süha Zengin. “Ama ne zaman burada olduğumu bilmezler.”
Döner koltuğa oturup yönünü aşağıda çalışanlara çevirdi. Oturacak başka bir şey olmadığı için ben ayakta kaldım. Bu odada kül tablası gözükmüyordu. Ellerimi cebime koyup duvara dayandım.
“Bunlar bizim dealer’larımız,” dedi Süha Zengin. “Deyim yerindeyse… hedefin… bize yakın olan sıranın başındaki.” Tuhaf bir şey söylemiş gibi kıkırdadı.
Deyim yerinde olsa da olmasa da hedefim, saçlarının boya olup olmadığını buradan çıkaramadığım sarışın, otuzuna daha varmadığını tahmin ettiğim, gözlüklü bir kadındı. Kamburunu çıkarmıştı, monitörün içine düşecek gibi yaklaşmış, çalışıyordu. İkide bir önüne düşen saçlarını geriye itiyordu ince uzun parmaklarıyla. Siyah ceketini döner sandalyesinin arkasına asmıştı, aynı renkte bir pantolonu vardı. Profilinde en dikkati çeken şey minicik burnuydu. Alıcı gözle baktığınızda güzel derdiniz.
“Adı?” dedim. Sanki bizi duyabilirlermiş gibi alçak sesle konuşuyordum.
“Zeynep,” dedi Süha Zengin. “Zeynep Kadı.”
Sesinin tonunu benimkine uydurmuştu. Kadının adını duyunca saçlarının boya olduğuna karar verdim.
“Nerede oturuyor?”
“Ulus’ta. Kuyumcular Sitesi, C Blok, 6 numara.”
İyi gidiyordu. Zeynep Kadı’yla komşu sayılırdık.
“Telefonunu vermenizde sakınca var mı?” dedim.
Oturduğu yerden yüzüme bakmadan ezbere iki telefon numarası verdi peş peşe. İkincisi bir cep telefonuydu. Numaraları daha kolay hatırlamak için başını yukarı kaldırmıştı yalnızca.
Ellerimi cebimden çıkarmadan Zeynep Kadı’ya bakmaya devam ettim.
“Not almayacak mısın?” dedi aşağıya bakmaya devam ederek. Bana “sen” demeye başlama hızını not ettim kafama. Ellerimi cebimden çıkarmadan, önce cep telefonunun, sonra ev telefonunun numaralarını tekrarladım, telefondaki banka bilgisayarlarının duralaya duralaya konuşmasıyla.
Yüzüme baktı. Ben gözlerimi Zeynep Kadı’dan ayırmadığım için gözlerimiz kesişmedi. Bir şey söylemeden çevirdi başını.
Şansımı denemeye karar verdim.
“Sizde bir fotoğrafı var mı Zeynep Hanım’ın?” diye sordum.
“Ne arasın bende Zeynep’in fotoğrafı?” dedi yeniden oturduğu yerden yüzüme bakıp. “Çok önemliyse buldurabilirim, broşür muroşür için belki çekilmiştir.”
Sonra aklına önemli bir şey gelmiş gibi parmaklarını şaklattı.