![Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret](/covers_330/70646899.jpg)
Полная версия
Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret
Eğer şimdiki halde çocukların tahsili mâni olmasaydı birkaç ay nezdinizde bulunmak isterdim. Öyle ümit ederim ki, yenge hanımla beraber ufak bir seyahat icra ederseniz, ben de muhterem ellerinizi öpmüş olurum.
Nihat ile Nihal eteklerinizden öperler…
Artık, mektubun alt tarafını okuyamadım, sesim kısılmıştı, çıldırıyordum. Bu mümkün müydü? Talih, tesadüf beni o kadının önüne sevk etmişti! Lakin bu, benim için ne büyük bir felaket, ne kuvvetli bir tehlikeydi!
Zevcim mütebessim bir çehreyle, “Mediha bizi İstanbul’a davet ediyor, ne dersin Fikret birkaç ay için gidelim mi? Zaten Ada’daki köşk boş duruyor. Sonbaharı orada geçirmiş oluruz. Mediha da yalnızdır. Onu da yanımıza alırız, kendisini senin gibi müstesna bir mahlûk değilse de yine sana bir refika olur,” dedi.
Tereddüt ve endişe içinde nutkum tutulmuştu. Dikkatli dikkatli yüzüme bakarak, “Ne oldun iki gözüm, cevap veremiyorsun? Rengin sarardı,” dedi.
Gücümün, takatimin fevkinde186 bir metanetle kendimi toplamaya çalışarak cevap verdim:
“Arzularınıza hizmet vazifemdir. Nasıl emrederseniz öyle yapalım. Şu köyde bulduğumuz huzur ve saadeti emin olunuz ki orada bu derece hissedemeyeceğiz. Eğer maksadımız ziyaret-i vatan ise, daha henüz kalbimde bir iştiyak hissetmiyorum. Beni oraya cezbeden vücutlardan birisi büyükannemdir, diğeri de Suat’tır. Ninem birkaç güne kadar buraya gelecek, kendisini göreceğim. Bizim şu münzevi hayatımız bana İstanbul’un dağdağalı187 hayatından daha tatlı geliyor. Mamafih, yine siz bilirsiniz.”
“Ben de sizin emrinize uyarım, maksadım sizi sıkmamak, size hoş bir vakit geçirtmekti. Mademki istemiyorsunuz, bilhassa teşekkürler ederim. Çünkü sizi başkalarıyla meşgul görmek bende bir nevi kıskançlık uyandıracak gibi geliyor,” dedi.
Tebessüm etmeye gayret ediyordum. Heyecandan boğulacak gibi oluyordum. Şu mektubu birkaç kere okumak istiyordum. Nejat birkaç güne kadar Lozan’a gidiyormuş. Daimi bir hüzne mahkûm olarak yaşıyormuş. Bunlar zehirli birer iğne gibi kalbimin en sızlayan noktasına saplanmıştı. Lakin yine, acaba diyorum, belki bir müşâbehet olabilir. Tesadüfün bu derece insafsız darbesine hedef olacağımı asla tahayyül edemiyordum. Kendisine dedim ki:
“Ne kadar zamandır hemşirezadeniz hanımefendiyi görmediniz?”
“Bir buçuk sene kadar oluyor.”
“Demek o zaman İstanbul’da bulunuyordunuz.”
“Hayır, bir iki ay kadar gitmiştim. Lakin bu müddet zarfında şiddetli bir zatürre hayatımı tehlikeye koymuştu. Gerek Nejat Bey’e ve gerekse Mediha’ya bu hususta teşekkür borçluyum. Hakikaten Nejat’ın hazâkati,188 Mediha’nın ihtimamı sayesinde kesin bir ölümden kurtulmuştum. Ali Nejat, bugün refikleri arasında hazâkati ile öne çıkmış zeki bir doktordur. Mediha ise kocasına bütün mevcudiyetiyle meftun189 bir zevcedir. Onun en ufak bir arzusuna karşı hayatını feda edebilir.”
Az kalsın zevcime karşı “Artık susunuz, zira ölüyorum, görmüyor musunuz?” diye bağıracaktım. Beynim dönüyor, gözlerimin önüne siyah bir duman çekiliyor, kulaklarım uğulduyor, kalbimin şiddetli çarpışları nefesimi tıkamak üzere bulunuyordu.
Ya Rabbim, ondan kaçmak, uzaklaşmak için yaptığım bunca fedakârlığa mukabil mükâfatım böyle mi olacaktı? Şimdi bu derece yakınlaşmanın doğuracağı sakıncalar fikrimi tırmalıyordu. Mevkiimin bu elemli hali karşısında bütün kanım dimağıma hücum ediyordu. Bir gün onunla karşı karşıya gelme ihtimali artık beni her zaman tehdit edecekti. Acaba bu cazip kuvvetin davetkâr tesirine mağlup olmayacak kadar metin olabilecek miydim?
Düşünemiyordum. Zevcimin söylediği sözleri bile anlayamıyordum. Yalnızlığa o kadar ihtiyacım vardı ki doya doya ağlamak, hayatın hüsranları içinde inlemek istiyordum. O, mütemadiyen piyano çalmamı rica ediyordu. Of! Çıldırıyordum!
“Emredersiniz,” dedim. “Fakat bilmem neden, birdenbire kalbimde ufak bir rahatsızlık hissettim. Müsaade ederseniz biraz istiharat edeyim.”
“Peki. Lakin yarım saat olsun daha beraber oturmaz mısınız? Bahusus rahatsız olduğunuzu söylüyorsunuz. Yanınızda bulunmazsam ben rahat edebilir miyim meleğim?”
Allahım bu esaret ne kadar korkunçmuş! Ben hiç böyle düşünmemiştim. Ne kadar aldanmışım! Hakikaten bu gece kalbim yerinden çıkacaktı sanki. Oysa ben onun ebediyen durmasını bekliyorum.
8 ŞubatHayatımın tatsız safahatını ihtiva eden şu deftere on aydır bir satır bile yazmadığım halde şimdi oraya kaydedilecek yeni bir inkılâp var hayatımda. Artık valide oldum. Zulme dönen hayatımda bir nur belirdi. İstikbalimde bir ümit ışığı parladı.
Artık kızımı sevmek, onu büyütmek için yaşamak istiyorum; her türlü âlâma tahammül edecek kadar kendimde kuvvet hissediyorum; onun minimini hizmetleri beni meşgul ediyor, eğlendiriyor, o kadar eğlendiriyor ki…
Meğer şefkat-ı maderâne,190 saf ve masum bir aşk kadar tatlı imiş. Onunla bir odaya kapanıyorum. Kendimi dünyadan uzaklaşmış zannediyorum. Zevcim çocukla meşgul olmamdan dolayı şikâyet ediyor. Bunun için gizli bir iğbirar191 bile gösteriyor; anlıyorum, o beni minimini “Nedret”çiğimden kıskanıyor; bütün bütün kendine hasretmek, kalbimi ruhumu zapt eylemek istiyor. Genç biri gibi aşk bekliyor. Zavallı adam!
Hürmet ve hukuka riayet vazifem! Lakin muhabbet… Maneviyata karşı cebrin ne zayıf bir tesiri olduğunu bilmiş olsaydı, ihtimal o da beyhude yere rahatsız etmekten vazgeçer, Nedret’i bütün bütün benim kucağıma terk ederek benimle meşgul olmaktan feragat eylerdi.
4 MartArtık anlıyorum ki bu aşk, benim için bir felaketle neticelenecek. O kadınla olan karabeti192 düşündükçe, hâlâ rüya gördüğüme hükmedeceğim geliyor. Bunun hakikat olduğuna inanamıyorum. Zevcimin bütün ısrarına rağmen İstanbul’a gitmemekte sebat ediyorum. Lakin bu inadım onda bir şüphe uyandırıyor. Birkaç defa sordu:
“Niçin oraya gitmek sizi ürkütüyor bilmem. Öyle zannediyorum ki sizi kendinden nefret ettiren bir şahıstan uzaklaşmak için buraya gizlenmek istiyorsunuz.”
Bu adam bende gizli bir kederin mevcut olduğunu anlıyor, müteezzi oluyor,193 bazen merhamete benzer bir nazarla yüzüme bakıyordu. Bazen ruhumun derinliğinde saklanan aşkı keşfetmek için gözlerini gözlerime dikiyor, onlardan bir şeyler okumaya çalışıyor, sonra mustarip ve mütefekkir bir halde yanımdan uzaklaşıyordu. Ona verdiğim azabın derecesini hissediyordum. Ah! İşte bu hal beni öldürüyordu. Bunun telafisi için neşeler, tebessümler sunuyordum. O, bunların zoraki olduğunun farkına varıyor, nefsime karşı hissettiğim cebrin ne kadar acı, ne derece müellim olduğunu hissediyordu.
Bir gün kızımı kucağımda tutuyordum. Bilmem ki nasıl tatlı ve müşfik bir nazarla Nedret’in güzel çehresini seyre dalmıştım.
Zevcim birdenbire:
“Fikret,” dedi. Başımı kaldırdım. O devam etti:
“Şu izdivacın size bahşettiği bir saadet varsa, o da yalnız Nedret’tir, değil mi?”
Bu cümledeki serzenişi anlamamış gibi bulunarak, “Bu hususta Nedret ikinci kalır. Vakıa kızımı çılgın bir aşk ile severim, bunu inkâr edemem. Lakin evvelce saadet-i hayatımı temin eden sizsiniz,” dedim.
Zevcim müteessir olmuştu, kalktı, çocuğu kucağımdan aldı. Gözlerinden, yanaklarından öptü. Gözleri yaşla dolmuştu.
“Ah bilseniz, muhabbetiniz bana ne acı bir kıskançlıkla azap veriyor. Sizi daima bir doyamamazlık içinde genç bir kalple seven bu gamlı zevcinizi affedeceksiniz, değil mi?”
5 NisanÖlüm kadar acı bir haber bütün mevcudiyetimi sarstı. Artık mukavemet edemeyeceğim bir kuvvet karşısında çırpınıyordum.
Bu sabah zevcim beni çağırmış; kendisini bahçede bana muntazır bulmuştum. Mütebessim bir çehreyle elinde tuttuğu bir mektubu uzatarak, “Okuyunuz,” dedi.
Râşedar ellerimle kâğıdı açtım. Kulaklarımın uğultuları arasında okuduğumu anlayamıyordum. Dizlerim titriyor, sallanıyordum. Mektubun içeriği şöyleydi: “Bir köyde çıkan maden suyunun tahliline Nejat’ı tayin ettiler. Bu vesileyle ellerinizi öpmeye geliyoruz.”
Yakınımda bulunan bir çam ağacına dayandım. Yoksa zevcimin ayakları ucuna düşecektim. Korunun içinde cereyan eden ırmağın iniltisi kulaklarıma bir enin gibi geliyordu. Bu dakikada ani bir fikir beynimi tırmaladı. Onun telaşlı cereyanına vücudumu teslim ederek meçhule doğru sürüklenip parçalanmak! Şu arzu, tatlı bir emel gibi beni ele geçirmişti. Başımı korunun sayeler oluşturan ağaçlarına doğru çevirdim. Ölüm siyah kollarını açmış beni bekliyor. Irmağın çağıltısı, sanki davetkâr bir lisanla bana “Gel, seni uyutayım,” diyordu. Vücudum birdenbire aciz düşüp hareketsiz kalıyordu. Vicdanım bana “Sefile,”194 dedi. “Düşünmüyor musun ki aşkına feda edeceğin şu zavallı masumu, müşfik bir kucaktan mahrum olarak yaşatacaksın.”
Zevcimin sedası beni ikaz etmişti: “Cevap vermiyorsunuz. Gözleriniz ne kadar dalgın bakıyor.”
“Bilmem. Mektuptan bir şey anlayamadım.”
“Nasıl anlayamadınız? Bize misafir geleceklerini yazıyorlar. Belki yarın, belki öbür gün buradadırlar. Fakat ne oluyorsunuz? Renginiz ne kadar sarardı.”
“Hiçbir şeyim yok. Her zamanki çarpıntı! Geçer, bir şey değil!”
“Öyleyse istirahat ediniz. Yalnız sizden istirham edeceğim bir şey var, hizmetçilere emrediniz, bizim bölüğün yanındakini misafirlerimiz için hazır etsinler. Bunlara nezaret edebilirsiniz ama ben yorulmanızı istemiyorum.”
“Ne beis var? Vazifem değil mi?”
Bütün gün odaların tanzimiyle uğraştım. Onlara tertip ettiğimiz daire bizim bölüğün aynısıydı. Zaten yukarı kat dokuz odalı üç daireye ayrılmıştı. Her biri camlı kapılarla bölünmüş, ortada gayet güzel bir salon bırakılmıştı. Aşağıda ise bir büyük, bir ufak oda, bir de yemek salonu ile geniş bir mermer taşlık vardı. Hizmetçiler için iki oda ayrılmıştı. O gün Nejat’ın ve zevcesinin karyolalarını ellerimle düzelttim. Çocuklar için de ortadaki küçük odayı hazır ettim. Onların misafirlik müddetleri esnasında istirahatlarını temin edecek ne varsa yaptım. Zevcim uzun uzun teşekkürler etti. Zavallı adam!
Şimdi fikrimi en ziyade korkutan cihet, Nejat’ın beni ilk gördüğü zaman metanetini muhafaza edip etmemesiydi. Yoksa buraya bile bile mi geliyordu? Buna da hükmedemiyorum. Nejat’ın, zevcesinin ailesindeki bir evlilikle meşgul olacak zamanı yoktu. Hem Sait Bey’in izdivacının onun için en ehemmiyetsiz vakalardan biri olacağına emindim. Zira bir erkeğin ikinci defa evlenmesi, pek de mühim bir haber değildi.
Hissimi öldürmek, aşkımı gömmek istediğim şu dağların sükûnu içinde bir gün onunla karşı karşıya geleceğimi hiç aklıma getirmemiştim. Artık anlıyordum ki talih benimle mücadele etmek istiyordu. Ona karşı müdafaa silahım azim, metanet ve sebat idi.
11 NisanÇiftlikBundan dört gün evvel akşamüzeri saat onda çiftliğin büyük kapısı önünde iki araba durmuştu. Zevcim onları istikbal için büyük bir istekle aşağıya indi. Ben ne yapacağımı bilmez halde panjurun arkasından bakıyordum. Arabadan siyah çarşaflı, orta boylu, şişmanca bir kadın indi. Koşarak zevcime doğru yürüdü ve eteğine doğru eğildi. Zevcim de onun alnından ve yanaklarından öptü. Kalbim birdenbire acı bir heyecanla sarsıldı. Boğazım kurudu, dişlerim birbirine çarpıyordu. Ya Rabbim, acaba rüya mı görüyorum! Ne kadar elemli olursa olsun artık bu rüyadan uyanmak istemiyorum.
Zira o, bütün gençliğimi tarumar eden Nejat! İşte orada, karşımda. Bana pek yakın duruyordu. Kendisini meftun, bitap bir nazarla seyreden bu zavallı Fikret’in şuradaki mevcudiyetinden bihaber olarak zevcime gülerek bir şeyler anlatıyordu. Diğer arabadan çocuklarla iki kadın daha indi. İhtimal bunlar hizmetçilerdi. Genç kadın beşuş195 bir çehreyle dayısının suallerine cevap veriyor, bir sevinçle gülüyordu. Yukarıda ise bir kadın, ruhunun ıstırabları içinde inliyordu. Ne garip bir tezat!
Kuvvet-i beşerin fevkinde bir gayretle gözyaşlarımı kurutmaya, metanet etmeye çalışarak onları istikbal etmek, bir ev sahibesine uygun düşen vazifeyi icra eylemek lazımdı. Aynanın karşısında biraz saçlarımı düzelttim. Üstümde lacivert bir kadife elbise vardı. Ağır ağır merdivenleri indim. Bayılmaktan korkuyordum. Zira başım şiddetle dönüyor, göğsüm her zamandan ziyade ağrıyordu. Anlayamadığım garip bir uyuşukluk bütün asabıma hâkim oluyordu. Aşağı salonda onların konuştuklarını işitiyordum. Zevcim beni taşlıkta karşıladı. Sizi takdim edeyim diyordu. Onun kollarına dayandım.
“Ne oldunuz?” dedi.
“Garip bir helecan, daha doğrusu bir hicap!” diye cevap verdim. Zevcim gülerek saçlarımdan öptü. O dakika ona her şeyi itiraf ederek başımı göğsüne dayayıp hıçkıra hıçkıra ağlamak ihtiyacını hissediyordum. O her şeyden bihaber! Biçare, beni ellerimden tutarak salona doğru sürükledi, götürdü. Bu ne tahammülfersa196 bir dakikaydı.
Kapıdan içeri girdiğim zaman cümlesi ayağa kalktılar. O anda metanetimi nasıl muhafaza ettiğime hâlâ hayretteyim. Gözlerim gayri ihtiyari Nejat’a doğru dönmüştü. Onun bütün bütün hareketsiz kaldığını; nazarlarında anlatamayacağım bir şaşkınlık, vechinde197 bir hayret, dudaklarında ümitsiz bir tebessümle bana baktığını gördüm.
Mediha Hanım yanıma doğru geldi. Onda dahi bir hayret eseri vardı. İhtimal, karşısında bu kadar genç bir kadın göreceğini ümit etmiyordu. Bir nezaket kaidesi olduğundan kendisini öptüm. Titriyordum. Düşmemek için kendimi zapt etmeye çalışırken gözlerine baktım.
Bir dakika evvel sapsarı kesilen Nejat’ın çehresi şimdi hücum eden kanla mosmor olmuştu. Bu tesadüfün verdiği heyecanın tesirinde olduğu halde karşımda kemali tazimle198 eğilerek verdiğim selama mukabele etti. Kalbim şiddetle çarpıyordu. Bir kanepeye oturdum. Çocuklar iki tarafıma yerleşmişlerdi. Mediha Hanım ise karşımdaki koltuğa oturmuştu. Nejat benden uzaktaydı. Salonun boş bir köşesinde piyanonun yanına çekilmiş; hayretini, teessürünü, heyecanını gizlemek için kendisini unutturmak istiyordu. Kendilerine hitaben, “Teşrifinizden son derece memnun oldum; şu sıhriyetin199 bahşettiği şerefle bugün ne derece mesut olduğumu tarif edemem,” dedim.
Mediha Hanım teşekkürlerle mukabele ettikten sonra dayısına doğru döndü:
“Efendim,” dedi, “saadetinizi tekrar tekrar tebrik etmeme müsaade ediniz. Zira hanımefendinin bu derece latif bir vücut olduğunu bilmiyordum.”
Zevcim en tatlı nazarlarıyla yüzüme baktı. Sonra, “O, benim sönmüş hayatımın şûle-i ümidi,200 şükûfe-i saadetidir201 Mediha,” cevabını verdi.
Genç kadın gayri ihtiyari kocasına doğru baktı, tekrar dayısına dönerek, “Takdir edilmek ve sevilmek,” dedi, “bir kadın için ne tatlı, ne temiz bir emeldir değil mi?”
Bu söze Nejat cevap verdi:
“Takdir edilmek için, bir kadının malik olduğu meziyetlerin cinsi tayin etmelidir zannederim. Güzellik! Evet, insan buna tutulur. Fakat ulviyet, işte bu değişmez bir özelliktir. Bazen öyle kadınlar vardır ki bu kelimenin delalet ettiği bir mevkide yaşarlar. İşte onlara takdirden öte yücelikte bir saygıyla muamele edilmelidir.”
Bu sözlerin manasını benden başka orada kimse anlayamamıştı. Bir anda gözlerimiz birbirine tesadüf etmişti. Ah, onlarda öyle bir şikâyet, bir ifade-i aşk vardı ki… Mediha Hanım dayısıyla görüşüyordu. Diyordu ki:
“Bütün kış İstanbul’a avdetinizi ümit ettim. Yenge hanımefendinin sizi teşvik edeceklerini umuyordum da.”
Zevcim gülerek, “Oo, Fikret mi,” dedi, “bilakis oraya gitmekten kaçınır. Birkaç defa teklif ettiğim halde reddetmişti. Kendisi sükûtu, tenhalığı sever. Ne yapayım? Onun arzusuna ters bir şey yapmak iktidarımın haricindedir,” dedi.
Mediha Hanım’a hitaben dedim ki:
“Mazeretimin ne kadar meşru olduğunu bilseydiniz, beyefendinin sözlerini haksız bulurdunuz. Kadınlığın bazı nazik zamanları vardır ki ufak bir arıza büyük tehlikeler tevlid ederek iki hayatı birden mahvedebilir. Siz daha iyi takdir edersiniz, değil mi efendim? Şubatta ise kızım henüz pek minimini idi.”
“Bu hususta hanımefendiyi haklı buluyorum bey dayı. ”
Zevcim Nejat’a doğru döndü.
“İşte oğlum, kadınlar daima böyledir. Hep bizi haksız çıkartmak isterler.”
Dudaklarının üzerinde hafif bir tebessüm beliren Nejat “Evet,” dedi, “bizim haksızlığımıza karşı daima birlik olurlar.”
“Nasıl, bizim haksız olduğumuzu teslim ediyorsunuz öyle mi?”
“Evet. Onlar bizden daha ziyade lütufkâr ve daha ziyade fedakâr oldukları için.”
Gözlerimi kendisine doğru kaldırdım:
“Teşekkürler ederim, umumiyet itibarıyla kadınları müdafaa ediyorsunuz. Fedakârlık cihetine gelince, her kadın kendi vicdanına düşen vazifeyi icra eder. Bu, büyük fedakârlık addedilmez zannederim.”
Nejat tireyen sedasıyla cevap verdi:
“İşte şimdi, şu sözlerinizle ulviyetinizi ispat etmiş oldunuz.”
“Aldanıyorsunuz efendim. Zevceniz hanımefendide gördüğünüz hasletleri başkalarında görmek istemeyiniz. Her kadın, zannettiğiniz gibi ulvi vicdanlı değildir.”
Mediha Hanım, “Teveccühünüze teşekkürler ederim,” dedi.
Nejat ciddiyetime ve kemali itina ile kendisine verdiğim cevaba karşı hayretini ima eden bir nazarla yüzüme baktı. Bu nazarlar, “Bunu sen mi söylüyorsun, lakin onun sana benzeme ihtimali var mı?” demek istiyordu.
Bu sırada zevcim, “Emrediniz de Nedret’i getirsinler,” diyordu.
Şu fırsattan istifade ederek derhal dışarı çıktım. Çocuğu dadısının kucağından aldım. Buselerime gark ederek bağrıma bastım. Dudaklarım şu tatsız hayatın zehirleriyle o gül rengi yanakları kirletecekmiş gibi korktum. Başımı çevirdim. Tekrar onu dadısının kolları arasına verdim.
Salona girdiğimiz zaman Mediha Hanım koşarak çocuğu aldı. Pencerenin önüne doğru götürdü.
“Ne kadar sevimli,” diyordu, “tıpkı size benziyor.” Nejat da o tarafa yürüdü ve kollarını uzatarak Nedret’i kucağına aldı.
Artık bu manzarayı görmemek için oradan kaçtım. Akşam taamı samimi olmayan bir neşeyle bitti. Mediha Hanım sağımda, Doktor sol tarafımdaydı. Onun asla yemek yemediğinin farkındaydım. Cebri olarak gülmeye, söylemeye gayret ediyordu. Çocukların tabaklarına yemek koyma hizmeti beni oyaladı. İştahsızlığımı zevcimin nazarlarından sakladı.
Yemekten sonra tekrar salona geldik, panjurlar açıktı. Serin ve tatlı bir rüzgâr sinirlerime biraz kuvvet vermişti. Terasın açık kapısından dağların garip suskunluğu üstünde mehtap berrak ve nurani bir lacivert içinde görünüyor; bülbüllerin nağmeleri, kurbağaların sedaları işitiliyordu. Nejat başını pencerenin önüne dayayarak gecenin ve bahusus mevkiin şu bunaltıcı ıssızlığına karşı sakin kaldı. Acaba neler düşünüyordu? Zevcimin ısrarı, Mediha Hanım’ın ricası üzerine piyanonun önüne oturdum. Nejat ağır ağır mevkiini terk ederek yanıma geldi. Zevcime hitaben, “Ne latif mevkii,” dedi, “bütün hayatımın şurada geçmesini isterdim.”
Zevcim cevaben, “Evet, hakikaten hoştur. Lakin şehirlileri sıkar zannederim,” dedi.
“Belki mamafih kalben yalnız yaşamayanlar için tenhalık, sükûnet pek kıymetdâr, pek ketum bir dert arkadaşıdır, değil mi efendim?”
Onun bu manidar sözlerini işitmemek için parmaklarımı piyanonun fildişi taşları üzerinde gezdirmeye başladım. Ne çalacağımı kendim de bilemiyordum.
Sait Bey, “Alafranga havalardan hoşlanır mısınız?” diye sordu.
Mediha Hanım, “Pek o kadar değil,” diye cevap verdi.
Nejat ise “Ne lütfederlerse kemali şükranla dinlemeye hazırım,” dedi.
Kendilerine Manon’dan bir parça çalmak istiyordum, kalbimin feveranı parmaklarıma sirayet etmişti. Artık ruhumun galeyan eden aşkıyla çalıyordum. Manon’dan Safo’ya geçtim. Bu gece sanki Manon’un ve Safo’nun sevdasını anlatmak istiyordum. Mediha Hanım sıkıldığını ima eden bir tavırla çocuklarıyla meşgul oluyordu. Zevcime baktım, bir koltuğun yumuşak yastıklarına gömülmüş sigarasını içiyordu.
Nejat başını bir eline dayamış, gözleri dalgın, rengi solgun, müteessir halde dinliyordu. Ona bu halde ruhumun bütün hasretiyle o kadar çok bakmak istiyordum ki… Fakat mümkün müydü? Derhal nazarlarımı notalara çevirdim ve onları kapadım, artık kalkıyordum.
Nejat’ın küçük kızı Nihal yavaş yavaş annesine sokuldu. Kulağına doğru eğilerek babasını gösterdi. Kadın dikkatli bir nazarla kocasına baktı.
“Nejat!” diye seslendi.
Derin bir uykudan uyanır gibi Nejat gözlerini kaldırdı.
“Bir şey mi söyleyecektiniz?” dedi.
“Hayır, yorgun gibi görünüyorsunuz da.”
“Bir şeyim yok.”
“Biraz istirahat etseniz, yarın dört beş saatlik bir mesafe katedeceksiniz.”
“Hayır, yarın gitmeyeceğim, bir gün sonra olsun, nasıl olsa bir hafta vakit verilmiştir. Bundan dört gün istifade edebilirim. Üç günü de vazifeye hasrederim. Ne olur ki?”
“Fakat iki gözüm.”
“Hiçbir şey düşünmek istemiyorum şimdi.”
Mediha Hanım yerinden kalktı. Kocasına doğru yürüdü, yanına oturdu. Bu adama bütün ruhunun mahremiyetiyle, bütün zevcelik hakkının verdiği tahakkümle sokularak bir şey söylemek, onu istirahate davet etmek istiyordu. İşte yalnız bu manzaranın yanında kalbimin öksüzlük hissiyle yandığını duydum.
Salondan dışarı fırladım. Hizmetçileri çağırdım. Misafirlerin her şeylerinin hazır olup olmadığını bir kere daha sordum. Tekrar odaya girdiğim zaman Mediha Hanım’a hitaben, “Daireniz hazırdır. Gerek çocuklar, gerek beyefendi istirahat etmek isterlerse emrediniz,” dedim.
“Teşekkür ederim,” diyerek ayağa kalktı. Kocasına doğru baktı. Gidelim demek istiyordu. Nejat bunu anlamamazlıktan geldi. Kadın bundan fena halde sıkıldı. Dayısıyla bana döndü:
“Şu hareketimi affediniz. Kendisiyle bu kadar meşgul oluşum sıhhatinin muhafazası içindir. Geceleri uykusuz kalmak asabını bozuyor. Geçen sene çektiği rahatsızlığı görmüş olsaydınız, şimdi siz de hakkımı teslim ederdiniz.”
Nejat güldü. Sonra içini çekerek başını salladı.
“Peki, üzülme. Uyumaya gayret ederim,” dedi.
Genç kadın çocuklarıyla beraber salondan çıktı. Kendilerini odalarına kadar götürdüm. Çocukların soyunmalarına yardım ettim. Geceliklerini giydirdim. Onların ikisini de gözlerinden, yanaklarından öptüm. Bu ilgi kendilerini pek memnun etmişti. Yarım saat kadar Mediha Hanım’la oturdum. Daha sonra veda ederek çıktım.
Bu gece kalbimde fevkalade bir rahatsızlık hissediyordum. Ara sıra teneffüs etmek için kendimi zorlamaktan damarlarım patlayacak gibi oluyor, onun verdiği tazyikle başım dönüyordu. Aşağı kata indim. Sabah için bazı siparişlerimi hizmetçilere söyledim. Salona girdim. Burada büyük asma lamba söndürülmüş, piyano üzerinde iki mum yanıyordu. Zevcime baktım, yoktu, gitmişti. Bu büyük oda aydınlıktı; terasının açık kalmış kapısından mehtabın nuru yerdeki halının üzerine doğru süzülmüştü. O tarafa doğru yürümek istedim. Göğsümü gecenin bu soğuk, bu rutubetli rüzgârına arz etmek ihtiyacını duyuyordum. Zira orada bir şey oluyor, orada bir şey parçalanıyordu. Bir rüya denecek kadar kısa bir saadet serabıyla hayatımı tenvir eden202 emelin böyle sırf tahayyülden ibaret kaldığını, sonra birdenbire muhitimi boğan siyah dumanların içinde ümitlerimin ebediyen söndüklerini görmek, bu gece bütün mevcudiyetimi rencide ediyordu. Birdenbire helecandan ne yapacağımı şaşırdım. Nejat oradaydı. Odanın boş bir köşesinde pencerenin önünde oturuyordu.
Oradan ayrılmamak istedim. Ne yapacağımı bilmiyordum. İnler gibi bir sesle “Fikret,” diyordu, “akşamdan beri gördüklerim rüya mıdır söyle, çıldırıyorum.”
“Hal ve mevkiimi dikkate alınız,” dedim. Gözlerim kararıyor, başım dönüyordu.
“Evet, hakkınız var. Bir şey düşünemeyecek kadar şuurum kuvvetini kaybetti. Beni mazur görünüz. Zira size bu kadar yakın olmak bütün metanetimi yok ediyor.”
“Rica ederim gidiniz. Buradan, benden uzaklaşınız. Çünkü korkuyorum. Beni bu sakin, bu münzevi hayatıma terk ediniz.”
“Sizden uzaklaşmamı emrediyorsunuz, öyle mi? Bana şurada iki günlük bir saadeti çok görüyorsunuz. Peki, emrinize itaat edeceğim. Lakin siz, bana o kadar büyük bir fedakârlık teklif ediyorsunuz ki icrası pek müşkül. Pek ağır. Of, Fikret artık hakkımda bu derece merhametsiz olmayınız.”
“Başka türlüsünü yapmaya muktedir değilim. Düşününüz halimi, mevkiimi, sonra da vazifemi… Bana acıyınız, Allah aşkına Nejat!”
Nejat derin bir ah çekti ve sonra dudakları arasından mırıldandı:
“Biçare Fikret, fedakâr kadın!”
Oradan ne suretle ayrıldığımı bilmiyordum. Sendeleye sendeleye oda kapısına doğru yürüdüm. Onun bütün çaresizlikler içinde perişan halde arkamdan baktığını hissetmek, beni o dakika en kahredici üzüntüler altında inletiyordu. Odama geldim, bir kanepenin üzerine düştüm. Nefes almak kabil değildi. Bütün elbisemin göğsünü parçaladım. Hiç kimseyi çağırmak, bu halimi göstermek istemiyordum. Burada yalnızca ölmek, ne bir ıstırap feryadı ne bir şikâyet sedası çıkararak ölmek istiyordum. Bu anda, yatağın ayakucundaki kapı açıldı. Zevcim beyaz sakalı, uzun boyu, beyaz geceliği ile göründü. Ağır ağır geldi yanıma oturdu. Odayı bir gece kandilinin ziyası aydınlatıyordu.
Dikkatli dikkatli yüzüme bakarak:
“Yavrum, seni mustarip görüyorum, ne oldun? Söyle bana! Çok mu rahatsızsın?”