bannerbanner
Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret
Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret

Полная версия

Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ve Nedret

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 6

Hele uzun kirpiklerle muhat106 iri siyah gözlerinin mahzun nazarında öyle müessir107 bir kuvvet, öyle derin bir cazibe vardı ki bunlar insanın ruhunda hazin ve ulvi bir his uyandırıyordu. Suat, yanında duran defteri bana uzatarak “Seni müteessir ettim kardeşim; fakat sen öyle istedin! İşte bu defter Fikret’in evrak-ı metrukesidir. Benden öğrenemeyeceğin şeyleri burada okur anlarsın; ömür sergüzeştinin108 bazı safahatı109 burada yazmaktadır,” dedi.

Defteri aldım. Sayfalarını bir bir açıp gözden geçirmeye başladım; çoğu satırda eller titremiş, bazı yerler ise gözyaşlarıyla silinmişti. Sandalyemi sobadan biraz öteye çektim. Lambanın pembe abajurundan bu siyah satırlar üzerine hüzünlü bir ziya aksediyordu. Şu yazıları yazan, şimdi bir avuç türap110 olmuştu, heyhat!

Fırtına biraz sükûnet etmiş, camları kamçılayan kar parçaları kafeslerin arasında kümecikler teşkil eylemişti. Uzaktan köpeklerin kavgası işitiliyor, gecenin zifiri karanlığı içinde evlerin beyaz taşları görünüyordu.

10 MayısÇiftlik

Şafak vakti uyandım; penceremin önündeki leylak dalı üzerinde gizlenen bir yaramaz sakanın ötüşü ne kadar güzeldi. Seher vaktinin gönülçelen renkleri semayı boyamaya başlıyorken, bütün etraf ümit kadar tatlı, sevda kadar hazin bir letafete bürünmüştü. Güneşin ışıkları yavaş yavaş ovalara kadar yayılıyor, her yerde neşeli bir hayatı uyandırıyordu. Ah! Benim emellerim, benim sabah ümidim, böyle ebediyen karanlık, ebediyen siyah mı kalacaktı?

Kalktım, bir bornoza sarıldım, kimseye görünmeden aşağı indim. Zevcime tesadüf etmek istemiyordum, kapıyı açtım, serin bir rüzgâr çehremi okşadı, yavaş yavaş yürüdüm. Sabaha mahsus olan bu sükûtu, ırmağın çağıltısı ihlal ediyordu.

İnce bir yoldan ufak bir tepeye çıktım; burada rayihalı bir ıhlamur ağacının sayesinde111 oturdum. Burası gözyaşlarımın, bitmez elemlerimin tek istirahatgâhıdır. Her gün burada oturur ve vatandan gelen rüzgârla ruhumun tesirli ateşini teskin etmeye uğraşırım; İstanbul buraya sekiz dokuz saat kadar uzaktır. Ta derinlerden gelen neşedar bulutlardan her gün ümitli bir haber beklerim, vadileri tahdit eden112 yüksek dağların sisli tepelerine bakar ve oradan bir hayal gözlerim… Ne boş intizar!113 Ne vahi114 ümit! Heyhat!

Yarım! Hayatın zehirlerini muvakkat115 bir zaman için tathir eden116 gözyaşları olmasaydı, insanlar için rahatlatan bir nefes duymak, bir teselli bulmak acaba nasıl mümkün olurdu?

Zevcimden, bu muhterem adamdan, yeisimi gizlerken ne müthiş azap çekiyorum. Vicdanım bu azabın yükü altında eziliyor. Onun müşfik müsamahası karşısında ölmek istiyorum. Memnuniyetimin temini için bütün fedakârlıklarda bulunuyor, acaba benden ne bekliyor?

Ah! Ben yaşadığımdan bihaber şu sefil ömrü sürüklüyorum. Ona ebediyen veda ettiğim günden beri hayat, nazarımda hiçbir şafağı olmayan ıssız, karanlık bir çölden ibaret kalmıştır. Ne acı, ne unutulmaz bir gündü. O gün ikimiz bir odada yalnızdık. Bütün kalbinin samimi sedasıyla “Fikret!” diyordu. “Sizin için her şeyi fedaya hazırım; sizi ilk gördüğüm günden beri çekmekte olduğum ıstıraba artık bir nihayet vermek, bana sonsuz hayatı bahşetmek dudaklarınız arasından çıkacak bir kelimeye mütevakkıftır.”117

Gözlerim kararmıştı. Sükût ediyordum.

O mütemadiyen söylüyordu:

“Hiç dikkat etmiyor musunuz? Sekiz aydan beri her gün huzurunuzda biraz daha ölüyorum, biraz daha eriyorum; heyecanlarımı, gözyaşlarımı etrafımızdakilerden saklarken ayaklarınızın altına düşmekten korkuyordum. Siz de aynı marazla malul olmuştunuz, siz de benim duyduğum acıları hissetmiştiniz. Bütün sâfiyet-i vicdanınıza,118 bütün masumiyet-i ruhunuza119 bir ayna olan bu güzel gözlerinizde kalbimin aksini gördüğüm zaman bütün mevcudiyetimi sarsan bir mestle ayaklarınıza kapanmak ihtiyacını duymuştum.

Ah! Fikret sizi o kadar sevmiştim ki, ruhumu tesrir eden120 sedanızı işitmekten mahrum, huzurunuzda yaşadığım kıymetli zamanın bahtiyarlığından uzak bulunduğum günlerde, muhitin boşluğu ve kimsesizliği içinde nasıl bir öksüzlük hissiyle melul ve perişan kaldığımı bilseydiniz! Fikret! Otuz üç yaşındayım, hiçbir vakit hayatın bu kadar sevimli, yaşamanın bu derece tatlı, dünyanın bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum. Söyleyin, bunları bana hissetiren sizin aşkınız mıdır?

Fakat niçin sükût ediyorsunuz? Niçin boynunuzu bükerek ümitsiz bir nazarla yüzüme bakıyorsunuz?

İşte size meşru bir âguş-ı muhabbet121 açıyorum, Fikret! Tevhid-i hayat122 edelim diyorum. Niçin cevap vermiyorsunuz?”

Gecelerin siyahından daha muzlim123 gördüğüm hayat resmi, şimdi sihir bulutlarından münakis124 bir pembelik içinde en gönülçelen tebessümlerle gülüyordu. Galiba burada bir şafak başlıyor, burada tulu edecek125 bir saadetin ilk nurları görünür oluyordu. Lakin birdenbire gözlerim kararmaya, kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Ruhu besleyen o levha nazarımdan silinmişti, her tarafım siyah bir duman, kesif bir zulmet126 içinde kalmıştı. Çeşm-i mükedderimin127 önünde sanki yıkılmış, söndürülmüş bir saadet yuvasının harabesi vardı; o zaman tüylerimi ürperten bir çaresizlikle, ağlayan aşkımın bütün merâretlerini128 hissederek çırpındım, inledim!

İki çocukla bir kadının hayali bana doğru takarrüp ediyorlardı.129 Dişlerini gıcırdatarak, gözlerini açarak sanki beni boğmak, parçalamak istiyorlardı. Kulaklarımda ise “Saadetimizi çaldın, hazinemizi gasp ettin,” diyen bir ses uğulduyordu. Buna peyrev130 olan diğer bir seda ise “Şu üç vücudu kendi saadetine feda etme, eğer aşka mağlup olursan emin ol ki mesut olamazsın. Buradan kaç!” diyordu.

Ayağa kalktım. Sallanıyordum, düşmemek için bir sandalyeye dayandım. Ya Rabbim; pek acı bir hakikat karşısında bütün ümitlerim sönmüş, istikbalim kararmış, hayatın saadetinden mahrum ve binasip131 kalmıştım.

O şaşırmıştı. Ağlayan bir sedayla “Nasıl? Gidiyor musunuz? Bana bir ümit vermeden öyle mi?” diyordu.

Karanlık bir uçuruma doğru sükût ediyorum zannetmiştim; idama hükmettiğim o dakika, çektiğim ıstırapların en tahammül-güdazı132 idi, ona doğru döndüm:

“Ümit mi dediniz? Ben bu kelimenin manasını bilmekten kendimi mahrum ediyorum. Benim için yalnız bir intizar varsa, o da ölümdür!”

“Ya Rabbim, neler söylüyorsunuz? Ne demek istiyorsunuz? Demek meşru bir surette sizin için açılan kollarımın arasına atılmaktan istinkâf133 ediyorsunuz?”

“Hayır, Nejat hayır. Orası benim saadetimin yuvası olacaktı. Fakat! Sen yalnız olaydın, hayatın diğer hayatlara merbut134 olmayaydı.”

Nejat başını elleri arasına alarak bir sandalye üzerine yığılmış kalmıştı. Kendisine bu son sözleri söylerken, onun öyle mağmum135 bir bekleyişi, öyle meftur136 bir dinleyişi vardı ki… Bütün kararımı mahvediyordu. O dakika oraya düşüp helak olmadığıma hâlâ hayretteyim.

Bir hafta sonra beni pederime götürecek olan tren, son düdüğünü öttürdüğü zaman artık her türlü teselliden mahrum olan istikbalimin karanlık meçhuliyeti içinde ağlıyor, ağlıyordum. Pederimin nezdinde geçirdiğim evkati137 tasavvur edemem; bu cehennemi andıran bir hayattı.

Bütün gün meyus ve nevmit halde odamın sükûnuna çekilir, gözyaşlarımı gizlemek, teessürlerimi göstermemek için karanlıkları beklerdim. Artık geceler benim pek sevgili bir arkadaşım olmuştu. Bütün dertlerimi, bütün âlâmımı138 onun ketumluğuna tevdi ederdim. Bu aralık üvey validem beni başından defetmek istiyor, tebdilihava139 için tekrar İstanbul’a gitmemi musırrâne140 talep ediyordu. Bense kendisine kati cevaplar veriyordum. O benim ısrarımdaki sırrı keşfetmeye uğraşıyor gibi daima bu bahsi tazeliyor ve lakırdı devam ettiği müddetçe ta gözlerimin içine bakarak kalbimin derinliklerine vâkıf olmak istiyordu.

Bir gün pederimle aralarında bana dair izdivaç bahsi cereyan ediyorken üzerlerine gitmiştim. Artık anlamıştim ki mevcudiyetim bu kadını izaç ediyor141 ve o da benden kurtulmak için çareler aramaya mecbur kalıyordu. Bir gün yine odamın sükûnunda bedbahtlığımın tefekkürlerine dalmıştım. Üvey validem yavaşça kapıyı açarak içeri girmişti. Benimle hususi görüşmek istediğini hissettim.

“Rahatsız ettiğim için muazzep oluyorum.142 Lakin bugün bir valide ile bir evlat gibi görüşmek mecburiyetinde bulunuyoruz; kalbini, fikrini anlamak istiyorum. Kızım, bana her şeyi söyleyeceksin, değil mi?” dedi.

“Sizden saklı hiçbir şeyim olmadığına sizi defaatle temin etmiştim zannederim,” dedim.

“Evet, lakin genç kızlar bazen büyüklerine karşı pek ketum olurlar. Bahusus143 muktezâ-yı terbiye144 bunu icap ettirdiği için.”

“Sizi istediğiniz suretle temin edebilirim ki kalben hiçbir emel, hiçbir arzu beslemiyorum.”

“Yok, üzülmeyiniz, ısrar etmiyorum. Ben öyle zannetmiştim, olabilir ya!”

Bir dakika kadar sustu. Tekrar devam ederek, “Pek çok zamandan beri pederinizle istikbalinize dair uzun uzun müzakeratta145 bulunuyorduk,” dedi.

“Teşekkür ederim. Fakat rahatsız olduğumu gerek pederim ve gerekse siz görüyorsunuz; bu haldeyken istikbalden bahsetmek pek lüzumsuz olur, değil mi efendim?”

“Affedersiniz ama Fikret Hanım bu hususta pek yanlış düşünüyorsunuz; biz sizin saadet-i hayatınıza hizmet etmek istiyoruz! Rahatsızlık cihetine gelince, maaşallah sizin ufak bir asabiyetten başka bir şeyiniz olmadığını görüyoruz. İnsanın bu gibi ehemmiyetsiz mânilerle redd-i izdivaca bahaneler bulmaya çalışması bilmem bazı gizli sebeplere müstenit146 olabilmek zannını uyandırmaz mı.”

“Rica ederim, bunu bir daha tekrar etmeyiniz.”

“O halde pederiniz tarafından teklif edilecek bir şeyi kabule söz veriniz.”

“Anlıyorum, hayatın en mühim meseleleri hakkında reyimi almak istiyorsunuz. Bu ise benim için pek çok zaman düşünmeye mütevakkıftır; buna müsaade edersiniz zannederim, bu lütfu bilhassa sizden istirham ederim.”

“Düşünmek için bu kadar uzun zamana lüzum göremiyoruz.”

“Nasıl, bu kadar çabuk, öyle mi?”

“Evet, çünkü pederinizi şiddetle tazyik ediyorlar.”147

“Kim? Aman ya Rabbi! Söyledikleriniz hakikat mi?”

“Tamamıyla.”

“Lakin beni öldürüyorsunuz; şimdiye kadar niçin bana bir kere sormaya lüzum görmediniz, hiç düşünmediniz mi, hiç merhamet etmediniz mi?”

Artık bütün yeisim, bütün âlâmım içinde ağlıyor, inliyordum. Bu kadın benim gözyaşlarımı sakince seyrettikten sonra, “Geçer, hepsi geçer, bu her kız için tabii bir haldir. Ben de zaman-ı bekâretimde aynı bugün sizin yaptığınız gibi ağlamıştım,” dedi.

“Artık biraz efkârınıza sükûnet veriniz de görüşelim. Zira akşam pederiniz kati olarak sizden cevap bekliyor. Aksi takdirde kendisini gücendirmiş olacaksınız.”

“Efendim, Allah aşkına merhamet ediniz, bu derece süratli bir hareketle ölümüme yol açmayınız. Beni bırakınız, yalnız yaşamak istiyorum.”

“Olmayacak bir şeyden bahsetmenizi hayretle telakki ederim. Bir genç kızın yalnız yaşamak ve hele emr-i pedere itaatsizlik göstermek istemesi sizin gibi terbiyeli bir kızdan beklenmeyecek bir isyan değil midir?”

Üvey validem sözünü tamama erdirmek üzereyken oda kapısı açılarak pederimin de içeri girdiğini gördüm; mevkiimin müşkülatı karşısında aciz ve nevmit bir halde kalmıştım. Yavaş yavaş bana doğru geldi ve “Fikret, kızım,” dedi. “Ağlıyor musun, niçin gözlerin kızarmış?”

Sükût ederek önüme baktım. Saçlarımı okşayarak alnımdan öptü. Sonra gizlice zevcesinin yüzüne doğru baktı.

Yanımdaki sandalyeye oturdu, ellerimi tuttu. Bugün her zamandan daha ziyade müşfik bir sesle:

“Bir tane kızım, beni dinle! Bugün karşında hem peder ve hem valide olarak ben varım. Saadet-i atiyeni148 temin etmek ve seni istediğim surette bahtiyar görmekse benim en birinci arzu ve emelimdir. Birkaç ay sonra memuriyetimin buradan başka bir yere alınacağını sen de biliyorsun. Gideceğim mahallin budiyeti,149 bahusus havasının vahameti sana iyi gelmeyebilir; bu ise benim için en ziyade düşünülecek bir meseledir yavrum. Bu sebepten İstanbul’a gitmeye mecbur olacaksın; bunu sen istemediğin gibi ben de istemem; zira büyük validen artık pek ihtiyar bir haldedir, zavallı kadının seninle meşgul olmaya vakti, takati yoktur.

Sense izdivaç edecek çağda bulunuyorsun, bu vazife tamamıyla pederine aittir kızım! Büyükannenin malul ve zayıf fikriyle tasvip edeceği genç, tecrübesiz ve aynı zamanda cahil bir zevç ile tevhid-i hayatın, istikbalin için beni endişeye gark eder; bunu hiçbir zaman arzu etmem. Şimdiye kadar en ziyade meşgul olduğum mesele buydu. Kendi elimle senin refahını temin etmek istiyorum. İşte bugün şu emelimin yerine gelmesinden mütevellit bir huzur içinde bulunuyorum.

Artık hayatın yeni bir devre-i inkılâba girmek üzeredir yavrum: Vakıa150 seni genç bir kocaya vermiyorum, bunu itiraf etmek lazım; çünkü benim tasvip edeceğim bir zevci senin reddetmeyeceğine emin bulunuyorum. Kendisi, senin istikbalini temin edecek ve sana mesut bir ömür geçirtecek kadar güvenilir ve faziletli bir zattır.”

Bu anda beynim bu felaketle sarsılmıştı. Gayri ihtiyari bir hareketle başım ellerimin arasına düştü. Şu çaresizlik içinde isyan etmek istiyordum, heyhat! Karşımda duran babamdı. Saadeti servetle satın almak fikrine mağlup olan şu zavallı adamdan merhamet beklemenin pek de uygun olmadığını teessüfle görüyordum. Artık göğsümü yırtan hıçkırıklar içinde gözyaşlarım kalbime damlıyordu.

Babam benim yeisli sükûtuma karşı derin derin yüzüme baktı. Fikrinin kati olduğunu ima eden metin bir sesle, “Fikret! Sükûtun bence bir tasdiktir. İnkıyadın151 beni son derece memnun etti, seni takdir ederim kızım,” dedi.

Bu sözleri söylerken ayağa kalktı; yavaş yavaş odadan çıkıyordu. Arkasından yürüdüm. Nutkum tutulmuştu; kalbimin bütün ümitsizliğiyle bir kere “Babacığım,” diye inledim.

Döndü baktı. Sonra, bu elemli sedayı işitmek istemiyormuş gibi yürüdü. Odadan çıktı. Ben bir sandalyenin üzerine yığıldım, kaldım. Artık esaret kararımı kendi elimle mühürlemiş oldum. Benim için başka bir çare var mıydı? Babam, ret cevabına meydan vermeden yanımdan kaçmıştı. Fikrinin nâ-kabil-i tağayyür152 olduğunu gösteriyordu. Onun hatrı için üvey validemin sitemkâr nazarları altında yaşamak, bu da ayrıca tahammül edilmesi müşkül bir azap değil midir? Ya Rabbim şu tehâcüm-i âlâm153 arasında biraz teselli olacak bir cihet var ise o da zevcim olacak vücudun ihtiyar bulunmasıdır. Mademki er geç şu felakete maruz kalmaya mahkûm bulunuyormuşum, bir genç erkeğin muhabbetlerine mukabeleye mecbur olmayarak sakin bir hayat içinde âlâmımla yalnız yaşamak benim için bir saadet demekti. Zaten pederimin şu teklifini kabul etmekten başka benim için bir yol da yoktu. Tekrar İstanbul’a gitmek, birtakım üzüntülü hallerin yeniden uyanmasına yol açacaktı; tekrar onu görmek yahut tesadüf etmek, ölüme mahkûm bir vücudun maddeten o talibe satılmasını iktiza ettiriyordu.154

Ertesi gün üvey validem tekrar odama geldi; elinde büyük bir mahfaza155 vardı. Yanımdaki masanın üzerine koyarak kapağını açtı ve “Zevciniz olacak Sait Bey tarafından nişan hediyesi,” dedi.

Bu, iri inciyle karışık pırlanta bir gerdanlıktı. Ah! Zavallı adam şu parlak maden parçalarının tezyin edeceği156 mahallin altında nasıl kanlı bir ceriha bulunduğunu bilseydi! Bir ay sonra izdivacımız icra edildi. O günün safahatını iyice tahattur edemiyorum157 çünkü bir ölü gibi nereye götürülürsem oraya gidiyordum. Daha doğrusu sürükleniyordum. Yalnız üstümde beyaz bir gelin elbisesi vardı; zevcimin düğün hediyesi olarak gönderdiği gerdanlıkla birörnek pırlantalı başlığı saçlarımın arasına iliştirirlerken aşkımın bir darbe-i hicranla ezildiğini, ümidimin bütün bütün kaybolduğunu görüyordum. Karşımda ise Nejat’ın hayali vardı. Onun ağlayan bir nazarla yüzüme bakarak, “Fikret, senin için açılan kollarım, metruk halde göğsümde kaldı!” diyen sesini işitiyordum. Gözlerimden akan yaşlar şu beyaz gelin elbisesi üzerine katre-i zehr-âlûd158 gibi dökülüverdiler. Yirmi gün kadar pederimin yanında oturduktan sonra çiftliğe gittik. Zira zevcim, pek sevdiği için iki senedir burada yaşamaktaydı.

Kendisi hakikaten zarif, necip159 bir adamdı. Elli bir, elli iki yaşında görünüyordu. Sakalının beyazı siyaha galip gelmişti; müdevver160 siması, zekâya delalet eden geniş alnı, şefkat ve muhabbet gösteren siyah gözleri, uzun boyu, enli omuzları ona vakur ve necibane bir letafet bahşediyordu. Buraya akşam saat on bir civarında vasıl olmuştuk.161 O, arabada bulunduğumuz müddet zarfında çiftlik hayatının saflığından, letafetinden bahsediyordu. Beraber geçireceğimiz ömrün bahtiyarlığını tasvire çalışıyordu.

“Eğer sıkılırsanız İstanbul’a gideriz ve orada istediğiniz surette yaşarız. Nasıl emrederseniz,” diyordu.

Ah! Tekrar oraya gitmek, onun teneffüs ettiği havayı teneffüs etmek, ona yakın olmak, bu mümkün mü?

“Teşekkür ederim,” dedim. “Sizinle beraber olduktan sonra benim için her yer müsavi!162 Bahusus ben sükûneti, yalnızlığı severim.”

Ya Rabbim, ben daha o günden itibaren onu aldatıyordum! Zira hakkan ve vicdanen diğer birini sevmeye artık mezun163 değildim, işte bu esaret bana pek girân164 gelmişti.

Akşamın sükûn-ı garibânesi165 arasında koruların karanlığından ilerleyerek çiftliğin büyük kapısına vardık; köylü kadınlar koşarak bizi istikbal ettiler, hizmetçiler dışarı fırladılar, hepsi çiftliğin yeni hanımını görmek istiyorlardı. Cümlesine mütebessim166 bir çehreyle mukabele ediyordum. Zevcim ise pek mesut ve neşedâr bulunuyordu. Karşımda büyük panjurlu pencereli, teraslı ve dört tarafı ağaçlarla sarılı büyük bir bina vardı.

Enli bir mermer merdivenden çıktık ve gayet geniş bir salona dahil olduk. Buranın mefruşatı167 köyde yaşayan bir adamdan asla beklenmeyecek kadar mükemmeldi. Zevcim, “Yoruldunuz, sizi odanıza çıkarayım,” dedi.

Yukarı çıktık; camlı bir kapıyı açtı. Burada ufak bir koridor ile üç oda vardı; burası âdeta ayrı bir bölüktü. Karşıda bir camlı kapı daha görünüyordu. Zannedersem orası da ayrı bir daire olacaktı. Yanımda pederimin nezdinden getirdiğim hizmetçim vardı; zevcim sağ tarafta bir kapı açarak “Yürüyünüz ve biraz istirahat ediniz, soyununuz,” dedi ve çekildi gitti.

Ah! Şimdi bu yalnızlık benim için pek kıymetdâr idi. Etrafıma bakıyordum; her şey intizarım dahilindeydi. Bu adam son derece yüksek bir zevk ve iyi bir tabiata malik bulunuyordu. Bir genç kadına lazım olan her şeyi en ufak teferruata kadar düşünmüş; oraya koymuştu. Eşyalarda bir zarafet, bir incelik vardı.

Soyundum, elimi yüzümü yıkadım, sırtıma koyu renkli bir robdöşambr giydim. Saçlarımı sadece topladım, yataklığın arka ucunda aralık görünen bir kapıyı iterek içerisine doğru baktım; orası kalın perdelerle loş bir halde bulunan yazı odasıydı, kütüphane ciltlenmiş kitaplarla doluydu. Yazıhanenin üzerinde sarı abajurlu bir lamba duruyordu. Lacivert renkli atlas168 kanepe, sandalyeler ve duvarların koyu renkli kâğıtları buraya elemli bir manzara veriyordu. Bu odanın içinde bir kapı daha vardı; burasını da açtım. Aynı benim odamın büyüklüğündeydi; panjurlar tamamıyla kapalı, karşıda muzlim169 bir yataklık, mavi perdeleri enzarıma170 mâruzdu.171 Burası zevcimin odasıydı. Elim bir yalnızlığa düşenler gibi kalbimde bir gariplik, bir öksüzlük hissi vardı. Ya Rabbim, gönlümdeki zulmeti izale edecek172 olan o emelin ışığı şimdi nerelerdedir? Ben ondan ne kadar uzaktayım? Vücudum o kadar yorgun ve bitaptı ki gayri ihtiyari bir kanepeye oturdum; karşımda büyük bir ceviz ayna vardı; buradan çehremin fark edilecek kadar sarardığını görüyordum. Göğsümün sol tarafında ise hafif bir sancı hissediyordum. Hizmetçim bazı ufak tefek eşyaları dolaplara yerleştiriyor, ben bunlara lakayt bir nazarla bakıyordum. Bu aralık Sait Bey içeri girmişti. Benim mahzunca oturuşum dikkatini celp ettiği için midir nedir bilmem, derin derin yüzüme baktıktan sonra, “Rahatsız mısınız meleğim?” dedi. “Sizi biraz dalgın görüyorum.”

Mütebessim bulunmaya gayret ederek “Yorgunluk efendim!” diye cevap verdim.

Aramızdaki sohbet devam ettiği müddetçe o kadar sıkıldım ki tarif edemem. Demek her gün kendisine teminat vereceğim, bütün elemlerimi riyakâr bir tebessümle gizleyeceğim. Ya Rabbi, bu ne müşkül bir vazifeydi! Akşam taamından173 sonra iki saat kadar beraber oturduk. Yorgunluğu bahane ederek müsaade istedim. Odama çekildim, soyundum; bu gece uyumak mümkün olamayacaktı; muhitimin ıssızlığı kalbimdeki üzüntüyü artırıyordu. Balkona çıktım. Sema bulutlu; mehtap yağmur bulutlarının arasından sönük bir ziya neşrediyorken dağlar ve vadiler sükût içinde uyuyordu. Kollarımı terasın soğuk demirlerine dayadım; beynim ateşler içinde yanıyordu. Serin ve hafif bir rüzgârın alnımı okşamasından hoşlanıyordum. Oh! Serinliğe ruhum ne kadar da muhtaçtı. Bütün etrafımız sık bir ormanla sarılıydı. Ayın gölgeli ve sönük ziyasıyla uzaktan hayvanata174 mahsus olan ahırların damları görünüyordu. Bunların yanındaki kulübelerin pencerelerinden intişar eden175 bir ziya, meyus kalplerdeki ümitler kadar batmaya meyyaldi.176

Çiftliğin büyük saati sabaha bir saat kaldığını ilan ederken, ben hâlâ mevkiimi terk etmemiştim. Seherin yakın olduğunu ilan eden horoz sesleri işitiliyordu. Ormanın kenarındaki dere sanki çağıldıyordu; bir çağıltı ile fecre177 hazır olduğunu söylüyordu. Artık bir saat sonra çiftlik hayatına mahsus meşgale başlayacak ve hayvanlar ahırlarından, koyunlar ağıllarından, işçiler kulübelerinden çıkacaklardı. Sabahleyin zevcimin sedasıyla uyandım, “Çok uyudunuz; rahatsız mısınız diye merak ettim,” dedi.

“Teşekkür ederim. Hiçbir şeyim yok, tembellik sadece,” dedim.

Zavallı adam beni derin ve müsterih bir uyku uyudu zannediyordu; fakat çehremin sarılığı dikkatini celp etmiş olmalı ki başımı iki eli arasında tutarak müşfik bir nazarla yüzüme baktı. İstirahat ettiğime dair bir emare göremediği için esefle başını salladı.

“Siz bu gece uyumamışsınız,” dedi.

Ne söyleyeceğimi şaşırdım.

“Emin olunuz, pek rahat bir gece geçirdim,” diye cevap verdim.

Onun derin nigâhı178 altında bütün vücudum titredi. Sanki ıstıraplarımı keşif için nazarlarıyla kalbime nüfuz etmek istiyordu.

25 MayısÇiftlik

Bazı tesadüfler var ki insan hakikat olduğuna ihtimal veremiyor. Aniden beynini sarsıyor, müfekkireyi179 perişan ediyor. Acaba rüya mı görmüştüm, hâlâ mütereddid180 bir haldeyim; hayal ile hakikati ayırt edemeyecek kadar müfekkireden mahrum bulunuyorum. Dün akşamki posta ile zevcimin gazeteleri, mektupları gelmişti. İkimiz de aşağıdaki salonda oturuyorduk. Ben kendisine piyano çalıyordum. O ise neşeyle dinliyordu. Hizmetçi gazetelerle mektupları getirerek masanın üzerine koydu. Ben döndüm. Piyanonun önünden kalkıyordum. Zevcim niyazkâr bir surette, “Fikretciğim, bırakma. Saadetimin tatlılığıyla mest olmuştum. Vücudunun bana bahşeylediği mesudiyeti bilmiş olsan acaba derece-i muhabbetimi tayin edebilir miydin? Yemin ederim ki şimdiye kadar hayatın bu kadar tatlı anları olduğunu bilmiyordum,” dedi.

Bu sözler ruhuma bir inşirah181 vermişti. Tebessüm ederek dedim ki:

“Beni çok şımartıyorsunuz; şerik-i182 hayatınız olduğum için ben de bugün cidden bahtiyarım! Zaten bundan ziyade hayattan ne beklenir, değil mi?”

“Hayır, sizin için böyle değil; siz pek çok şey bekleyebilirdiniz; çünkü ihtiyar bir zevcin şerik-i hayatı olan genç bir kadın için saadette büyük bir noksanlık vardır. Bu hususta bahtiyarlığın daha çoğu bendedir.”

“Rica ederim efendim! Bana bundan bahsetmeyiniz, zira son derece meyus oluyorum; eğer ben istememiş olsaydım, hayatımızın birleşmesine muvafakat etmezdim. Bugün benim için en büyük zevk ve huzur, sizi mesut etmek için çalışmaktır.”

“Teşekkür ederim yavrum. Bu sözlerinle beni ne kadar memnun ettiğini bilsen.”

İkimiz de masanın başına gittik. O, mektupları gözden geçiriyor, ben de gazeteleri açıyordum.

Zevcim birdenbire, “Fikret!” dedi. “Saadet, insanı hakikaten gamsız ediyormuş. İki aydır sizinle o kadar meşgul olmuşum ki kendime yakın bulunan vücutları tamamıyla unutmuşum; ezcümle183 Mediha, hemşirezadem! Bakınız, bundan bir kere bile size bahsetmeye vakit bulamamıştım; çünkü siz beni o derece mutlu etmiştiniz ki mevcudiyetimden bihaber denecek bir mest hali içinde yaşamıştım!”

Elinde tuttuğu bir mektubu uzattı.

“Bakınız, şu mektup beni pek ziyade seven sevgili yeğenimdendir. Okuyunuz, size de selamları var.”

Mektubu aldım. Şöyle başlıyordu:

Muhterem bey dayıcığım!

Şimdiye kadar saadet-i izdivacınızı tebrik etmek hususunda gösterdiğim tembelliği af buyuracağınızdan ümitvarım.184

Zira zevcimin epeyce müddet devam eden hastalığı mazeretimin kabule şayan olduğunu ispat eder, hamt olsun ki şimdi biraz daha iyidir. Birkaç güne kadar seyahat icra edecek ve dört beş ay kadar Lozan’da kalacaktır. İnşallah oranın letafeti ruhundaki ekdarın185 silinmesine yardım eder. Nejat, bir hayli zamandan beri bir daimi bir hüzün içinde yaşıyor, esbabı anlaşılamıyor, şu hastalığa buhran diyorlar; bilmem, belki doğrudur. Elbet bir doktor kendi teşhisinde yanılmaz.

На страницу:
2 из 6