bannerbanner
Yaşamın Anlamı ve Amacı
Yaşamın Anlamı ve Amacı

Полная версия

Yaşamın Anlamı ve Amacı

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

“Şişman adamlarım olsun benim gibi,

Düz kafalı ve gecelerin birikmiş çapağı kadar soluk sarı.”4

Kretschmer, böyle bir fiziksel tipi belirli zihinsel karakteristikleriyle ilişkilendirir. Ancak çalışması bu ilişkinin gerekçelerini açıklığa kavuşturmaz. Kendi koşullarımızda bu fiziğe sahip bireyler organ yetmezliği çekiyor gibi görünmemektedir. Vücutları kültürümüze oldukça uygundur. Fiziksel olarak diğerlerine eşit hissederler. Kendi güçlerine itimat ederler. Stresli değillerdir ve şayet savaşmak isterlerse kendilerinde mücadele etme gücünün olduğunu hissederler. Bununla birlikte diğer insanlara düşmanlarıymış gibi bakmak ya da yaşamla sanki düşmanmış gibi mücadele etmek zorunda değillerdir. Psikolojide bir ekole göre böyleleri dışa dönük olarak adlandırılır ancak buna dair hiçbir açıklama bulunmaz. Böylelerinden dışa dönük olmalarını beklememiz gerekir çünkü kendi vücutlarıyla ilgili hiçbir sorun yaşamazlar.

Bununla çelişecek biçimde Kretschmer’in ayrı tuttuğu bir tip ise ya çocuksu görünümlü ya da sıradışı derecede uzun boylu, yumurta biçiminde kafalı ve uzun burunlu şizoid tipleridir. Ona göre böyleleri çekingen ve içe dönüktür. Şayet zihinsel bir rahatsızlık geçirirlerse şizofren olurlar. Sezar’ın şöyle bahsettiği diğer insan tipidirler:

“Şu Cassius sıska ve aç görünüyor,

Çok fazla düşünüyor, böyleleri tehlikeli olur.”5

Belki de böylelerinin kusurlu organları vardır ve büyüdükçe daha çıkarcı, daha karamsar ve daha “içe kapanık” olurlar. Muhtemelen daha çok yardım talebinde bulunmuşlar ve yeterince dikkate alınmadıklarında küskün ve şüpheci olmuşlardır. Buna rağmen Kretschmer’in de kabul ettiği gibi çoğu karışık tipin, hatta zihinsel vasıflar geliştiren piknoidlerin bile şizoid olarak adlandırıldığını görebiliriz. Şayet koşulları başka bir biçimde zorlaştırılmış ve böylece çekingen olup cesaretlerini yitirmişlerse bunu anlayabiliriz. Sistemli bir cesaretini kırma süreci sayesinde muhtemelen her çocuktan şizoid gibi davranan bir birey yaratabiliriz.

Şayet çok fazla deneyimimiz olsaydı, bireyin tüm kısmi dışavurumlarından yola çıkarak işbirliği kurma becerisinin derecesini ayırt edebilirdik. İnsanlar her zaman bunu bilmeden benzer işaretleri aramaktadır. İşbirliği yapma gereksinimi bizleri her zaman zorlamaktadır. Ve kendimizi bu kaotik yaşama nasıl daha iyi uydurabileceğimizi gösterecek ipuçları bilimsel değil de sezgisel olarak halihazırda keşfedilmiştir. Benzer biçimde tarihe baktığımızda tüm önemli uyum çabalarından önce insanların zihinlerinin bu uyumun gerekliliğini zaten anlamış ve bunu başarma çabasına girmiş olduklarını görebiliriz. Bunu başarma çabası içgüdüsel olduğu müddetçe kolayca hatalar yapılabilir. İnsanlar her zaman göze çarpan fiziksel tuhaflıkları olan bireylerden, biçimleri bozuk ya da kamburlardan nefret etmiştir. Bilincinde olmadan böyle insanların işbirliğine daha az elverişli oldukları hükmünde bulunmuşlardır. Bu büyük bir hataydı ama görüşleri muhtemelen deneyimlere dayanıyordu. Böylesi tuhaf fiziğe sahip olan insanlarla işbirliği kurma derecesini artırmak için gerekli bir yöntem bulunamamış, onların engelleri de böylece aşırı derecede ön plana çıkarılmış ve sonuçta popüler bir batıl inancın kurbanı olmuşlardır.

Şimdi durumumuzu bir özetleyelim. Yaşamının ilk dört ya da beş yılında çocuk zihinsel uğraşlarını bir bütün haline getirir ve zihni ile bedeni arasındaki kökten ilişkileri tesis eder. Belirli bir yaşam tarzı ile buna uygun duygusal ve fiziksel bir habitus6 benimsenmiştir. Gelişimi daha büyük ya da küçük ölçekli bir işbirliğini kapsar ve işte bu işbirliği derecesine göre birey hakkında bir yargıda bulunup onu anlamayı öğrenebiliriz. Tüm başarısızlıklarda en yaygın olarak karşımıza çıkan durum işbirliği yapma becerisinin en düşük seviyede oluşudur. İşte burada psikolojiye yönelik bir tanımlamada daha bulunabiliriz. Psikoloji işbirliği yapmadaki yetersizliklerin anlaşılmasıdır. Zihin bir bütün olduğu ve tüm dışavurumlarında benzer bir yaşam tarzı sürdürüldüğü için bir bireyin tüm duygu ve düşünceleri yaşam tarzı ile bağdaşık olmalıdır. Şayet açıkça zorluklara neden olan ve bireyin kendi refahına aykırı düşen duygularla karşılaşırsak bu duyguları değiştirmeye çalışarak başlamak tamamen faydasız olacaktır. Bunlar bireyin yaşam tarzının hakiki dışavurumlarıdır ve ancak birey yaşam tarzını değiştirirse yok edilebilir.

Bu noktada bireysel psikoloji eğitim ve tedaviye yönelik bakış açımız için özel bir ipucu sunmaktadır. Asla tek bir belirti ya da dışavurumu ele almamalıyız. Tüm bir yaşam tarzında, zihnin deneyimlerini yorumlama biçiminde, yaşama yüklediği anlamda ve bedeni ile dış çevresinden edindiği izlenimlere tepki verdiği eylemlerinde yapılan hatayı ortaya çıkarmalıyız. İşte bu psikolojinin gerçek görevidir. Şayet bir çocuğa iğneler batırıp ne kadar yükseğe zıpladığına ya da biraz gıdıklayıp ne kadar yüksek sesle kahkaha attığına bakarsak buna tam anlamıyla psikoloji denmez. Modern psikologlar arasında oldukça yaygın olan bu girişimler aslında bize bireyin psikolojisi hakkında bir şeyler verebilir. Ancak belirli bir yaşam tarzının varlığına dair ipuçları sunabildikleri müddetçe yardımcı olabilirler. Yaşam tarzları psikoloji için asıl uygun araştırma konuları ve araştırma malzemeleridir. Diğer araştırma konularını ele alan diğer öğretiler çoğunlukla fizyoloji ya da biyolojiyle uğraşırlar. Bu durum uyarıcılar ve tepkilerini inceleyenler, sarsıntılı ya da şok edici bir deneyimin izlerini bulmaya çalışanlar, kalıtımsal becerileri inceleyip bunların nasıl kendilerini ifşa ettiklerini inceleyenler için de geçerlidir. Bununla birlikte, bireysel psikolojide ruhun kendisini, bir bütün olarak zihni ele almaktayız. Bireylerin dünyaya ve kendilerine yükledikleri anlamı, hedeflerini, çabalarının hangi tarafa yöneldiğini ve yaşamın sorunlarına karşı nasıl yaklaştıklarını incelemekteyiz. Psikolojik farklılıkları anlama konusunda şimdiye dek elimizdeki en iyi anahtar işbirliği yapmadaki becerinin derecesini inceleyerek edindiğimiz anahtardır.

Üçüncü Kısım

Aşağılık ve Üstünlük Duyguları

Bireysel psikolojinin en önemli keşiflerinden biri olan “aşağılık kompleksi” artık dünya çapında tanınıyor gibi görünmektedir. Pek çok ekolden gelen psikolog bu terimi benimseyip kendi uygulamalarında kullanmaktadır. Ancak bu terimi anladıklarından ya da doğru kullandıklarından pek emin değilim. Örneğin bir hastaya aşağılık kompleksinden mustarip olduğunu söylemek hiçbir zaman işimize yaramaz. Böyle yapmak sadece kendisine bunun üstesinden nasıl gelebileceğini göstermeksizin aşağılık duygusunu vurgulayacaktır. Yaşam tarzında sergilediği belirgin cesaretsizliği fark etmeli, cesaretinin eksik kaldığı yerlerde onu cesaretlendirmeliyiz. Her sinir hastasının bir aşağılık kompleksi vardır. Hiçbir sinir hastası da diğerlerinden sırf kendisinin aşağılık kompleksi var diğerlerinin yok diye farklı değildir. Diğerlerinden yaşamın yararlı yönünde ilerlemede yetersiz hissetmesi bakımından ve çabaları ile eylemlerine koyduğu sınırlamaları ile ayrılır. Başı ağrıyan birisine “Sorununuzun ne olduğunu biliyorum. Başın ağrıyor!” demenin ne kadar faydası olursa böyle birisine “Aşağılık kompleksiniz var,” demek de o kadar yardımcı olur.

Çoğu sinir hastasına kendilerini aşağılık hissedip hissetmedikleri sorulsa “Hayır,” yanıtını verir. Hatta bazıları “Tam tersi. Etrafımdaki insanlara göre üstün olduğumun gayet farkındayım,” der. Aslında sormamıza bile gerek yok. Yalnızca davranışlarını izlememiz gerek. Davranışlarında kendisinin ne denli önemli olduğuna dair telkin etmede hangi numaraları kullandığını fark edebiliriz. Örneğin kendini beğenmiş birilerini görsek “Diğer insanlar bana yukardan bakma eğilimindeler. Önemli birisi olduğumu göstermeliyim,” şeklinde hissettiğini tahmin edebiliriz. Konuşurken el kol hareketlerini kullanan birisini gördüğümüzde “Eğer jestlerimle vurgulamazsam söylediklerimin bir ağırlığı olmaz,” şeklinde hissettiğini düşünebiliriz. Diğerlerine göre üstünmüş gibi davranan herkesin ardında çok özel gizlenme çabalarını gerektiren bir aşağılık duygusunun varlığından şüphelenebiliriz. Bu durum sanki çok kısa olduğundan çekinip kendisini daha uzun göstermek için parmak uçlarında yürüyen bir adamın durumuna benzemektedir. Bazen bu çok belirgin davranışı iki çocuk boylarını karşılaştırdıklarında görebiliriz. Daha kısa olduğundan çekinen çocuk yukarı doğru uzanıp vücudunu olabildiğince gerecek, olduğundan daha uzun görünmeye çalışacaktır. Şayet böyle bir çocuğa “Çok kısa olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sorsak bu gerçeği kabullenmesini beklememiz çok zordur.

Bu sebeple aşırı derecede aşağılık duygusuna sahip birinin uysal, sakin, soğukkanlı, zararsız türden birisi gibi görüneceği sonucu çıkmaz. Aşağılık duygusu kendini binlerce farklı biçimde belli edebilir. Belki de bunu ilk kez hayvanat bahçesine götürülen üç çocuğun hikâyesiyle örneklendirebilirim. Aslan kafesinin önünde dururken çocuklardan biri annesinin eteğinin ardına sinip “Eve gitmek istiyorum,” demiş. İkinci çocuk durduğu yerde kalmış, rengi solup ürpererek “Hiç de korkmadım,” demiş. Üçüncü ise aslana korkusuzca bakıp annesine “Aslana tüküreyim mi?” diye sormuş. Çocukların üçü de gerçekte aşağılık hissetmiş ancak her biri kendine özgü biçimde, yaşam tarzlarına uygun biçimde duygularını ifade etmiştir.

Aşağılık duyguları aslında belli bir ölçüde hepimize özgüdür. Çünkü hepimiz kendimizi geliştirmeyi dilediğimiz durumlarda buluruz. Şayet cesaretimizi koruyabilirsek yalnızca doğrudan, gerçekçi ve makbul araçlar kullanarak yani durumumuzu iyileştirerek kendimizi bu duygulardan kurtarmaya başlayabiliriz. Hiçbir insan herhangi bir aşağılık duygusuna uzun süre katlanamaz. Bir tür eylem gerektiren gerilimin içine atılır. Ancak cesaretini yitirmiş bir birey olduğunu varsayalım. Diyelim ki gerçekçi çabalar sarf ederse durumunu iyileştirebileceğini kavrayamıyor. Yine de aşağılık duygusuna katlanamaz. Yine de bu tip duygulardan kurtulmak için uğraşacaktır. Ancak kendisini ileriye götüremeyen yöntemler deneyecektir. Hedefi hâlâ “zorluklara karşı üstünlük kurmak” olacaktır ancak engelleri aşmak yerine üstünlük duygusuyla kendini hipnotize etmeye ya da kendi kendini zehirlemeye çalışacaktır. Bu arada aşağılık duyguları çoğalacaktır çünkü bunları oluşturan durum değişmeden kalmıştır. Dürtü hâlâ yerli yerindedir. Attığı her adım onu kendini kandırmaya daha da yaklaştırır ve sorunları giderek daha büyük bir aciliyetle üstüne gelecektir. Şayet anlamadan hareketlerine bakacak olursak bunların amaçsız olduğunu düşünürüz, durumunu iyileştirebilecek biçimde tasarlanmadığı izlenimini ediniriz. Yine de herkes gibi yeterli olduğu hissi için mücadele ettiğini ancak amaçlanan durumunu değiştirmeye yönelik umudunu yitirdiğini gördüğümüz an hareketleri tutarlık göstermeye başlar. Eğer zayıf hissediyorsa kendisini güçlü hissettiği koşullara doğru yönelir. Daha güçlü, daha yeterli olmaya çalışmaz. Kendi gözlerinde daha güçlü olmaya çalışır. Kendini kandırma çabaları ancak kısmi bir başarı getirir. Eğer meslek sorunlarına karşı kendini eşit değilmiş gibi hissederse iş yerinde despot olarak önemli olduğuna dair şüpheleri gidermeye çalışacaktır. Bu şekilde kendisini uyuşturabilir ancak gerçek aşağılık duygusu olduğu gibi kalacak, eski durumdan kaynaklanan aynı aşağılık duyguları kaybolmayacaktır. Bunlar ruhsal yaşamının daimî gizli eğilimi olacaktır. Böyle bir durumda gerçek anlamda bir aşağılık kompleksinden söz edebiliriz.

Artık aşağılık kompleksini tanımlamanın zamanı geldi. Aşağılık kompleksi bireyin doğru dürüst uyum sağlamadığı ya da yeterince donanımlı olmadığı bir sorunun karşısında görünmekte ve bireyin bu sorunu çözemeyeceği görüşünü belli etmektedir. Bu tanımlamadan öfkenin de gözyaşları ya da mazeretler kadar aşağılık kompleksinin bir dışavurumu olabileceğini anlarız. Aşağılık duyguları her zaman gerginlik yarattığı için daima üstünlük duygusuna yönelik dengeleyici bir eylem olacaktır. Ancak artık sorunu çözmeye yönelik bir eylem olmayacaktır. Bu yüzden de üstünlük kurmaya yönelik bu hareket yaşamın yararsız yönüne doğru gerçekleşecektir. Gerçek sorun rafa kaldırılacak ya da dışlanacaktır. Birey kendi hareket alanını sınırlandırmaya çalışacak ve başarıya doğru kendini zorlamak yerine yenilgiden kaçınmakla meşgul olacaktır. Tereddüt eden, duraklama dönemine giren ya da zorluklarının karşısında geri çekilen bir birey resmi çizecektir.

Böyle bir tavırla alan korkusu vakalarında kolaylıkla karşılaşılabilir. Bu belirti “Daha ileri gitmemeliyim. Kendimi bildiğim koşullarda tutmalıyım. Yaşam tehlikelerle dolu ve bunlarla karşılaşmaktan kaçınmalıyım” görüşünün dışavurumudur. Bu tavır sürekli bir şekilde yürütüldüğünde birey kendisini bir odaya kapatacak ya da yatağına çekilip orada kalacaktır. Zorluklar karşısında geri çekilmenin en kusursuz dışavurumu intihardır. Burada birey yaşamın tüm sorunları karşısında yenilgiyi kabul eder, durumunu iyileştirmek konusunda hiçbir şey yapamayacağına dair inancını belli eder. İntihar düşüncesindeki üstünlük arayışını intiharın her daim bir sitem ya da intikam olduğunu fark ettiğimizde anlayabiliriz. Her intihar vakasında intihar edenin kendi ölümünün sorumluluğunu yüklediği bir başkasını bulabiliriz. Sanki kişinin intihar eylemi “Tüm insanlar içinde en hassas ve en duygusal olan kişi bendim ve sen bana en gaddarca biçimde davrandın,” der.

Belli bir dereceye kadar her nevrotik birey eylem alanını, içinde bulunduğu durumun tümüyle olan temasını kısıtlar.

Karşısına çıkan yaşamın üç gerçek sorununa karşı mesafesini korumaya çalışır ve kendini etrafına hükmedebileceğini hissettiği koşullarla sınırlandırır. Bu şekilde davranarak kendisi için dar bir ahır inşa eder, kapıyı kapatıp tüm yaşamını rüzgâr, güneş ışığı ve temiz havadan uzakta geçirir. Çevresi üstünde zorbalık yaparak mı yoksa mızmızlanarak mı egemenlik kurduğu eğitimine bağlıdır: En işe yarar olarak belirlediği ve amacına en uygun gördüğü aracı seçecektir. Bazen, şayet bir yöntemden memnun kalmazsa bir diğerini deneyecektir. Her iki durumda da amaç aynıdır: Durumunu geliştirmek için çaba harcamadan üstünlük duygusu elde etmek. En çok gözyaşları sayesinde zorbalık edebileceğini öğrenen cesaretsiz çocuk mızmızın biri oluverecektir ve böylece mızmız bir çocuktan yetişkin bir melankoliğe doğrudan bir gelişim hattı izleyecektir. Benim “suyun gücü” olarak tanımladığım araç niteliğindeki gözyaşıyla şikâyet ise artık işbirliğini altüst etmede ve diğer insanları kölelik konumuna indirgemede son derece güçlü bir silah olabilir. Utangaçlık, mahcubiyet ve suçluluk duygusu çekenlerde olduğu gibi böyle insanlarda da yüzeysel olarak aşağılık kompleksiyle karşılaşırız. Rahatlıkla zayıflıklarını ve kendilerine bakmada yetersiz olduklarını kabullenirler. Saklayabilecekleri şey aşırı derecede yüksek üstünlük kurma hedefleri, yani ne pahasına olursa olsun her şeyde birinci olma arzularıdır. Diğer yandan böbürlenmeye alışkın bir çocuk ilk bakışta üstünlük kompleksini açığa vurur. Söyledikleri yerine davranışlarını inceleyecek olsak itiraf edilmeyen aşağılık duygusunu hemen keşfederiz.

Sözde Oidipus kompleksi gerçekte nevrotik bireyin özel bir “dar ahır” durumundan başka bir şey değildir. Şayet birey genellikle dünyadaki önemli sorunlardan biri olan aşkla yüzleşmekten korkuyorsa kendini bu sorundan kurtarmakta başarılı olamayacaktır. Eğer hareket alanını aile çevresiyle sınırlandırırsa cinsel çabalarının bu sınırlar içinde detaylandırıldığını görmek bizi şaşırtmayacaktır. Güvensizlik duygusundan dolayı ilgisini en çok aşina olduğu az sayıdaki kişinin dışına asla taşıyamamıştır. Diğerlerine alışık olduğu biçimde hükmedemeyeceğinden korkmaktadır. Oidipus kompleksi kurbanları genellikle anneleri tarafından şımartılmış, isteklerinin kendilerine bunların yerine getirilmesi hakkını da getirdiğine inanmaya alıştırılmış ve kendi bağımsız çabaları sayesinde evlerinin sınırları dışında sevgi ve aşk elde edebileceklerini asla fark edememiş çocuklardır. Yetişkinlik yaşamlarında annelerine aşırı derecede bağlı kalırlar. Aşk yaşamlarında kendilerine denk bir eş değil de bir hizmetçi ararlar. Ve onlar için desteğinden en çok emin oldukları hizmetçi de anneleridir. Muhtemelen herhangi bir çocukta Oidipus kompleksini kışkırtmayı başarabiliriz. Tek ihtiyacımız olan şey annesinin çocuğu şımartması, ilgisini diğer insanlara yaymasına izin vermemesi ve babasının görece kayıtsız ve soğuk davranması olur.

Bu sınırlı hareket vaziyeti nevrozun tüm belirtilerine benzemektedir. Kekeleyen kişinin konuşmasında tereddütlü tavrını fark edebiliriz. Sosyal duygusundan arta kalanlar onu hemcinsleriyle ilişki kurmaya iter ancak kendisinin önemsiz olduğuna dair düşüncesi, sınanmaktan korkması sosyal duygusuyla çelişir ve konuşmasında tereddüt eder. Okulda “geri kalmış” çocuklar, otuzunda ya da daha ileri yaşta hâlâ iş bulamamış ya da evlilik sorununu rafa kaldırmış insanlar, aynı hareketleri tekrar ve tekrar etmek zorunda olan zorlanım nevrotikleri, gündelik işlerle kendilerini bezdiren uykusuzluk hastaları – bunların tümü yaşamın sorunlarını çözmede ilerleme kaydetmelerini engelleyen aşağılık kompleksini sergilerler. Kendi kendini tatmin etme, erken boşalma, cinsel iktidarsızlık ve sapıklık yaşam tarzında bir aksaklık gösterir ve diğer cinsiyete yaklaşmada yetersizlik korkusuna neden olur. Şayet “Neden insan yetersizlikten bu kadar korkar?” diye sorsak buna eşlik eden bir üstünlük hedefi ortaya çıkacaktır. Sorunun yanıtı şudur: “Çünkü birey kendisine çok yüksek bir başarı hedefi belirlemiştir.”

Aşağılık duygularının kendi başlarına anormal olmadıklarından bahsetmiştik. İnsanlığın konumundaki tüm gelişmelerin nedenidirler. Örneğin bilim ancak insanlar kendilerini cahil hissettiklerinde ve geleceği tahmin etme ihtiyacı duyduklarında ortaya çıkar: İnsanların tüm durumlarını geliştirme, evren hakkında daha fazla bilgi edinme ve evreni daha iyi kontrol edebilme çabalarının bir sonucudur. Aslında bence insanlık kültürümüzün tamamı aşağılık duygusuna dayanıyor gibi görünmektedir. Örneğin tarafsız bir gözlemcinin gezegenimizi ziyaret ettiğini hayal edecek olsak kesinlikle şu sonuca varırdı: “Tüm birliktelikleri ve kurumlarıyla, güvenlik konusundaki tüm çabalarıyla, yağmurdan korunmak için kurdukları çatılarıyla, kendilerini sıcak tutmak için kullandıkları kıyafetleriyle ve ulaşımı kolaylaştırmak için döşedikleri yollarıyla bu insanlar besbelli yeryüzünün sakinleri içinde en zayıfı olduklarını düşünüyorlar.” Bir bakıma insanlar tüm yaratıkların en zayıfıdır. Bir aslanın ya da gorilin gücüne sahip değiliz ve çoğu hayvan yaşamın zorluklarıyla tek başına mücadele etme konusunda daha iyidir. Bazı hayvanlar zayıflıklarını birleşerek telafi eder, bir sürü kurarak bir araya gelirler. Ancak insanoğlunun dünyanın her yerinde karşılaşabileceğimiz herhangi bir işbirliğinden daha çeşitli ve derin bir işbirliğine ihtiyacı vardır. İnsanın çocuğu bilhassa zayıftır ve uzun yıllar boyunca ilgi ile korumaya ihtiyaç duyar. Her insan bir kez tüm insanların en küçüğü ve zayıfı olduğundan ve insanlığın işbirliği olmadan kaderi tamamen çevrenin insafına kaldığından kendini işbirliği kurma konusuna geliştirmemiş bir çocuğun nasıl da kaçınılmaz olarak karamsarlıkla değişmez bir aşağılık kompleksine sürükleneceğini anlayabiliriz. Hatta yaşamın işbirliğine en yatkın bireyin karşısına da sorunlar çıkarmaya devam edebileceğini anlayabiliriz. Hiçbir birey kendisini nihai üstünlük hedefine ulaşmış, çevresinin tam anlamıyla hâkimi konumunda bulamaz. Yaşam çok kısa, vücutlarımız çok zayıf, üstelik yaşamın önemli üç sorunu her zaman daha zengin ve kapsamlı çözümler gerektirecektir. Her zaman bir çözüme yaklaşırız ancak asla başarılarımızla tatmin olmayız. Mücadele her halükârda devam edecektir. Ancak işbirliğine yatkın birey için bu umut verici ve katkıda bulunan bir mücadele olup genel durumumuzu gerçek anlamda geliştirmeye yönelecektir.

Sanırım nihayetinde yaşamlarımızın en üst derecedeki hedefine ulaşamayacağımız gerçeği konusunda hiç kimse tasalanmayacaktır. Şayet tek bir bireyin ya da tüm insanlığın artık daha fazla zorlukla karşılaşmayacağı bir noktayı vardığını hayal edecek olsak böylesi koşullar altında yaşamın çok sıkıcı olması gerektiğini de düşünmek gerek. O halde her şey öngörülebilir, her şey hemen tahmin edilebilir olurdu. Yarın beklenmedik hiçbir fırsat getirmezdi, gelecekten sabırsızlıkla bekleyeceğimiz hiçbir şey olmazdı. Yaşama karşı ilgimiz çoğunlukla belirsizlikten kaynaklanır. Şayet her şeyden emin olsaydık ve her şeyi bilseydik o zaman tartışılacak ya da keşfedilecek hiçbir şey olmazdı. Bilim denen şeyin sonu gelirdi. Etrafımızı çevreleyen evren ikinci kez anlatılan bir öyküden başka bir şey olmazdı. Bizi ulaşılmamış hedeflerimizin hayaliyle keyiflendiren sanat ve dinin artık bir anlamı olmazdı. Neyse ki yaşam o kadar kolaylıkla bitirip tüketilecek bir şey değil. İnsanların çabaları aralıksız olarak devam eder ve her zaman yeni sorunlar bulabilir ya da yoktan var edebilir ve işbirliğiyle katkıda bulunmak üzere yeni fırsatlar yaratabiliriz. Nevrotik bireyin yolu daha en başında kesilmiştir. Getirdiği çözümler çok düşük bir düzeyde kalır ve buna karşın karşılaştığı zorluklar büyüktür. Normal birey sorunları için gitgide çözümler bulup ardında bıraktıkça yeni sorunlara yönelip yeni çözümlere ulaşır. Bu biçimde diğerlerine katkıda bulunur, toplumda geri kalmaz ve hemcinsleri için sorumluluk almış olur. Özel ilgiye ihtiyacı yoktur ve böyle bir şeyi talep etmez. Aksine cesurca ve özgür iradesiyle sorunlarını sosyal duygusuna uygun olarak çözmeye başlar.

Her bir bireydeki üstünlük kurma hedefi kişisel ve eşsizdir. Kişinin yaşama yüklediği anlama bağlıdır ve bu anlam kelimelerle anlatılmaz. Kişinin yaşam tarzında gelişir ve kendi yarattığı tuhaf bir melodi gibi yaşamı boyunca akıp gider. Yaşam tarzında hedefini nihai olarak formülünü çıkarabileceğimiz biçimde ifade etmez. Hedefini belli belirsiz ifade eder bu yüzden de bize sunduğu emarelerden tahmin etmek zorunda kalırız. Kişinin yaşam tarzını anlamak bir şairin eserini anlamak gibidir. Ancak bu anlam şairin kullandığı sözcüklerden öte bir şeydir. Bu anlamın büyük bir kısmı tahmin edilmelidir. Satırlar arasını okumak zorundayız. Aynı şey en bilgili ve en karmaşık canlı olan bireyin yaşam tarzı için de geçerlidir. Psikolog satır arasını okumayı öğrenmek zorundadır; yaşama yüklenen anlamları değerlendirme sanatını öğrenmelidir. Bunun aksi düşünülemez. Yaşamın anlamına bireyin yaşamının ilk dört ya da beş yılında ulaşılır ve buna matematiksel bir süreçle değil aksine el yordamıyla, tam olarak anlaşılamayan hislerle, ipuçlarına tutunarak ve beceriksizce yorumlarda bulunarak varılır. Üstünlük kurma hedefi de benzer biçimde el yordamıyla ve tahmin edilerek belirlenir. Yaşam boyu süren bir mücadele, devingen bir eğilimdir. Planlanmış ve coğrafi olarak konumlandırılmış bir nokta değildir. Hiç kimse tam anlamıyla tanımlayabilecek derecede kendi üstünlük hedefini bilemez. Belki mesleki hedeflerini bilebilir ancak bunlar da bireysel çabalarının küçük bir kısmından fazlasına karşılık gelemez. Hatta hedefin somutlaştığı durumda bile bu amaca ulaşmak için binlerce farklı çaba ortaya çıkabilir. Örneğin bir insan doktor olmak isteyebilir ancak doktor olmak pek çok şey anlamına gelebilir. Mesela iç hastalıkları uzmanı ya da patoloji uzmanı da olmak isteyebilir. Yaptıklarında kendine yönelik hususi ilgisini ve diğerlerine karşı olan ilgisini gösterir. Hemcinslerine yardımcı olmak için ne kadar çok kendini eğitebileceğini ve yardımseverliğini ne kadar sınırlandırdığını anlarız. Bunu belirgin bir aşağılık duygusuna telafi olarak amaç edinmiştir. Mesleğinde ve diğer şartlarda ortaya koyduğu dışavurumlardan telafi etmeye çalıştığı özel duyguyu tahmin edebilmeliyiz.

Örneğin çoğu kez doktorların çocuklukta çok erken dönemde ölüm gerçeğiyle tanıştığını ve ölümün onlar üstünde en büyük etkiyi bırakan güvensizlik hissinin bir parçası olduğunu görmekteyiz. Muhtemelen ailede bir kardeş ya da ebeveyn ölmüştür ve bu gibilerin eğitimleri daha sonra hem kendileri hem de diğerleri için ölüme karşı korunmanın bir yolunu bulmaya doğru yönelmiştir. Bir başkası ise öğretmen olmayı somut hedefi haline getirmiştir. Ancak öğretmenlerin ne kadar farklı olabileceğini çok iyi biliyoruz. Eğer bir öğretmen düşük düzeyde bir sosyal duyguya sahipse öğretmen olmadaki üstünlük kurma hedefi daha aşağı konumda olanlar arasında hüküm sürme olabilir. Ancak kendisinden daha zayıf ve daha az deneyimli olanların yanında kendini güvende hissedebilir. Aksine yüksek düzeyde bir sosyal duyguya sahip olan öğretmen öğrencilerine kendisiyle eşitlermiş gibi davranacaktır. Gerçekten de insanlığın refahına destek olmayı diler. Öğretmenlerin yeterlikleri ile ilgilerinin ne kadar çok farklılık gösterebileceğinden ve ayrıca hedefleri ne denli büyük olursa olsun bu dışavurumların hepsinin de ortaya çıkabileceğinden bahsetmemize bile gerek yok. Bir hedef somutlaştığında bireyin gizilgüçlerinin kısıtlanması ve hedefine uyacak biçimde sınırlandırılması gerekir. Ancak bütün hedef, prototip daima bu sınırları çekiştirecek ve her koşulda yaşama yüklenen anlam ile nihai üstünlük arayışına dair ideali ifade etmenin bir yolunu bulacaktır.

На страницу:
4 из 5