Полная версия
Yaşamın Anlamı ve Amacı
Her bireyde duyguların bireyin hedefine ulaşma çabası için gerekli olduğu ölçüde ve bu doğrultuda gelişip büyüdüğüne tanıklık ederiz. Kişinin kaygısı ya da cesareti, neşesi ya da üzüntüsü her daim yaşam tarzıyla bağdaşmıştır. Bunların ölçülü derecede etki ve güçlerinin olması da tam olarak beklentimiz olabilir. Üstünlük kurma hedefine üzüntüyle ulaşan kişi elde ettiklerinden dolayı memnun ve neşeli olamaz. Ancak perişan olduğunda mutlu olacaktır. Duyguların gerektiğinde ortaya çıkıp yok olabileceğini de fark edebiliriz. Alan korkusundan mustarip bir hasta evdeyken ya da başka biri üzerinde hâkimiyet kurduğunda kaygı duygusunu yitirir. Nevrotik hastaların hepsi yaşamlarının başkalarına hükmedecek derecede güçlü hissetmedikleri her bir anını reddederler.
Duygusal tavır yaşam tarzı kadar değişmezdir. Örneğin korkak bir insan her ne kadar daha zayıf insanlara karşı kibirli olsa da ya da başkaları tarafından korunduğunda cesur gibi görünse de her zaman korkaktır. Kapısına üç kilit vurabilir, kendisini koruma köpeği ve tuzaklarla koruyabilir ve hâlâ cesur olduğu konusunda ısrar edebilir. Hiç kimse onun kaygılı hissettiğini kanıtlayamaz ancak korkak karakteri kendini korumak adına çektiği onca zahmetle yeterince açıkça görülmektedir.
Cinsellik ve aşk konusu da bize benzer bir kanıt sunar. Cinsellikle ilgili duygular her zaman birey cinsel hedefine ulaşmayı arzuladığında ortaya çıkar. Dikkatini toplayarak çelişkili vazifeler ile aykırı ilgileri reddetme eğilimindedir. Bu yüzden de münasip duygular ile işlevleri harekete geçirir. Tıpkı iktidarsızlık, erken boşalma, sapkınlık ve cinsel soğuklukta olduğu gibi bu duygular ile işlevlerin yoksunluğunun temeli de uygunsuz vazifeler ile ilgilerden uzak durmayı reddetmek üzerine kurulmuştur. Böylesi anormallikler her zaman hatalı bir üstünlük kurma hedefi ve yanlış bir yaşam tarzı tarafından tetiklenmiştir. Bu gibi durumlarda her zaman vermektense saygı duyulmayı bekleme eğilimi, sosyal duygu eksikliği ile cesaret ve iyimser etkinlikte başarısızlıkla karşılaşırız.
Ailesinde ikinci çocuk olan bir hastam kaçınılmaz ölçüde derin bir suçluluk duygusu çekmekteydi. Hem babası hem de büyük kardeşi dürüstlüğe büyük önem veriyordu. Çocuk yedi yaşındayken öğretmenine bir ödevini kendi başına yaptığını söylemiş. Ancak aslında ödevi ağabeyi yapmış. Çocuk bu suçluluk duygusunu üç yıl boyunca gizlemiş. Sonunda öğretmeninin yanına gidip korkunç yalanını itiraf etmiş. Öğretmeni sadece gülüp geçmiş. Sonra, gözyaşları içinde babasına gidip ikinci kez yalanını itiraf etmiş. Bu sefer daha başarılı olmuş. Babası oğlunun gerçeğe duyduğu sevgiden dolayı gurur duymuş. Onu övüp teselli etmiş. Babasının onu günahından arındırmasına karşın çocuk bunalımda hissetmeyi sürdürmüş. Çocuğun böylesine önemsiz bir şey için kendisini aşırı derecede suçlayarak ne kadar dürüst olduğunu ispatlamaya çalıştığı sonucuna ulaşmaktan kendimizi alamayız. Evindeki yüksek ahlaki ortam ona doğrulukta başarılı olma dürtüsü sağlamıştır. Okul çalışmaları ve sosyal anlamda çekicilik konusunda ağabeyine oranla kendisini aşağılık hissetmektedir ve üstünlük duygusunu kendisini gözden düşürerek elde etmeye çalışmaktadır.
Yaşamının ileriki dönemlerinde başka şeylerden vicdan azabı duymuştur. Kendini tatmin etmeye başlamış ve derslerinde kopya çekmekten kendini bir türlü kurtaramamış. Bir sınava girmeden önce hep suçluluk duygusu artmış. Zaman geçtikçe kedi kendine böylesi zorluklar biriktirir olmuş. Hassas vicdanı sayesinde ağabeyine oranla daha büyük yüklerin altında ezilmiş. Kendisini aynı düzeyde tutmak için tüm başarısızlıkları için hazırladığı bir bahanesi olmaya başlamış. Üniversiteden ayrıldığında teknik işler yapmayı planlamış. Ancak zoraki suçluluk duygusu o kadar şiddetlenmiş ki Tanrı’nın kendisini affetmesi için bütün gün dua eder olmuş. Bu yüzden çalışmaya vakit ayıramaz hale gelmiş.
Artık durumu o kadar kötüydü ki akıl hastanesine gönderildi ve orada kendisi tedavi edilemez olarak görüldü. Bununla birlikte bir süre sonra durumu iyileşmiş ve hastaneden ayrılmış. Ancak şayet durumu tekrar kötüleşecek olursa tekrar kabul edilmesi için izin istemiş. Mesleğini değiştirmiş ve sanat tarihi okumaya başlamış. Sınav zamanı gelmiş. Bir resmî tatil günü kiliseye gitmiş. Büyük bir kalabalığın önünde kendini yere atmış ve “Tüm insanlar içindeki en büyük günahkâr benim,” diye haykırmış. Bu şekilde duyarlı vicdanına dikkatleri çekmeyi başarmış.
Hastanede geçirdiği bir başka dönemden sonra eve dönmüş. Bir gün öğlen yemeğine çıplak gelmiş. Yapılı bir vücudu varmış ve bu konuda hem erkek kardeşi hem de diğerleriyle boy ölçüşebilirmiş.
Suçluluk duygusu diğerlerinden daha dürüst görünmesinde bir araçtı ve böylelikle üstünlük elde etmeye çabalıyordu. Buna rağmen çabaları yaşamın işe yaramaz bir yönüne doğru yönlendirilmişti. Sınavlardan ve mesleki uğraşlardan kaçması korkaklık ile aşırı derecede yüksek bir yetersizlik duygusuna işaret etmekteydi. Üstelik bütün bu sinir bozuklukları yenilme korkusu yaşadığı her türden etkinlikten bilinçli bir şekilde kaçınması idi. Seviyesiz yöntemlerle üstünlük elde etmeye yönelik benzer çabası kilisede abartılı bir şekilde secde etmesi ile yemek odasına çarpıcı bir biçimde girişinde açıkça belli olmaktadır. Yaşam tarzı bunları gerektirmişti ve kışkırttığı hisler de tamamen bununla uyumluydu.
Daha önce gördüğümüz gibi bireyin zihninin bütünlüğünü oluşturmasıyla zihni ve bedeni arasında ilişkileri düzenlemesinin yaşamın ilk dört ya da beş yılı içinde gerçekleşmektedir. Elindeki kalıtımsal malzemeler ile çevresinden edindiği izlenimleri toplar ve bunları üstünlük arayışına uyarlar. Beş yaşını doldurduğunda karakteri açıklığa kavuşur. Yaşama yüklediği anlam, peşinden koştuğu amacı, sorunlara yaklaşım biçimi ve duygusal eğilimi artık belirlenmiştir. Bunların tümü değiştirilebilir ancak bu değişim yalnızca çocukluk döneminde karakterinin açıklığa kavuşması esnasında yaptığı hatadan kendisini azat edebilirse gerçekleşebilir. Tıpkı önceki dışavurumlarının tümünün yaşamı yorumlamasıyla tutarlı olması gibi şayet bu hatayı düzeltebilirse yeni dışavurumları da yaşama dair yeni yorumlamasıyla tutarlı olacaktır.
Bireyin çevresiyle ilişki kurması ve ondan izlenimler kazanması organları sayesinde gerçekleşir. Bu sebeple de bedenini yetiştirme biçimine bakarak çevresinden edinmeye hazır olduğu izlenimleri ve deneyimlerinden nasıl yararlanabileceğini kestirebiliriz. Şayet etrafına nasıl baktığına, etrafını nasıl dinlediğine ve neyin ilgisini çektiğine dikkat edebilirsek hakkında çok şey öğrenmiş oluruz. Vücut duruşunun neden bu kadar önemli olduğunun sebebi de budur. Bireyin vücut duruşu bize organlarının nasıl eğitildiğini ve izlenimler edinmek üzere organlarından nasıl yararlandığını gösterir. Vücut duruşu her zaman bir anlam içerir.
Artık tüm bunları psikoloji tanımımıza ekleyebiliriz. Psikoloji bireyin bedeninin izlenimlerine yönelik tavrının anlaşılmasıdır. İnsanların zihinleri arasında ne denli büyük farklılıklar ortaya çıkabileceğini de anlamaya başlayabiliriz. Çevresine uygun olmayan ve çevrenin taleplerini yerine getirmede zorluk çeken bir beden genellikle zihin tarafından bir yük olarak algılanır. Bu yüzden de kusurlu organları olan çocuklar zihinsel gelişimlerinde normalden çok daha büyük engellerle karşılaşırlar. Böyleleri için bedenlerini etkilemek, hareket ettirmek ve bir üstünlük elde etme yönünde yönlendirmek daha zordur. Zihin için daha büyük bir çaba gerekir ve şayet aynı hedef elde edilecekse zihinsel odaklanma diğerlerine oranla daha yüksek olmalıdır. Bu yüzden zihne aşırı yüklenilir ve sonuç olarak kişi benmerkezci ve bencil birisine dönüşür. Çocuk sürekli olarak kusurlu organları ve hareket zorluklarıyla uğraşmak zorunda kaldığında kendisi dışında başka bir şeye dikkatini veremez. Kendini diğerleriyle ilgili kılmak için ne gerekli vakit ne de yeterince özgürlük bulabilir. Sonuç olarak da daha düşük bir sosyal duygu ve daha az işbirliği becerisine sahip olarak büyür.
Kusurlu organlar şüphesiz pek çok engel ortaya çıkarır ancak bu engeller asla kaçınılmaz bir kader değildir. Şayet zihin kendi adına yeterince aktif olur ve engelleri aşmak için yeterince sıkı çalışırsa o zaman birey kendisine göre doğuştan itibaren sırtında daha az yük olan diğerleri kadar başarılı olma amacına ulaşabilir. Aslında kusurlu organlarla doğmuş çocuklar tüm engellerine karşın çoğu kez daha normal organlarla doğmuş olan çocuklardan fazlasını başarırlar. Bu durumda engel daha ileri gitmek için bir uyarıcı haline gelmiştir. Örneğin gözlerindeki kusurdan dolayı bir çocuk sıradışı ölçüde baskı altında olabilir. Görmek için daha çok çabalamaktadır. Gözle görünen dünyaya daha çok özen gösterir. Renkleri ve biçimleri ayırt etmekle daha çok ilgilenir. Sonuç olarak da gözle küçük ayrıntılara dikkat etmek ve bunlarla mücadele etmek zorunda olmayan diğer çocuklara göre görünen dünyadan çok daha büyük bir tecrübe elde eder. Böylece kusurlu bir organ büyük avantajların kaynağı olabilir. Ancak sadece zihin bu zorlukların üstesinden gelme konusunda doğru tekniği bulabildiyse. Ressamlar ve şairler arasında büyük bir kesimin görme zorluğu çektiği bilinmektedir. Bu zorluklarsa iyi eğitilmiş zihinler tarafından kontrol altında tutulmuş ve sonuç olarak bu zihinlerin sahipleri de neredeyse daha normal olanlara göre gözlerini daha faydalı biçimde kullanabilmişlerdir. Benzer türden bir dengeleme, belki de daha kolayca, solak oldukları fark edilmemiş olan solak çocuklar arasında görülebilir. Evde ya da okul günlerinin başında aksak sağ ellerini kullanmak üzere eğitilmişlerdir. Bu yüzden yazı yazmak, çizim ya da el sanatları için gerçekte pek uygun bir şekilde donatılmamışlardır. Şayet zihin böyle zorlukların üstesinden gelmek üzere kullanılabilirse bu kusurlu sağ elin çoğunlukla yüksek derecede bir sanatsal yetenek için geliştirilebilmesini bekleyebiliriz. İşte olan biten de tam olarak budur. Pek çok örnekte solak çocuklar diğer çocuklardan daha iyi el yazısı, daha iyi çizim ve resim yeteneğine ya da el sanatlarında daha iyi beceriye sahip olmayı öğrenirler. Doğru tekniği bularak, ilgiyle, eğitim ve alıştırmayla dezavantajlarını avantaja dönüştürmüşlerdir.
Yalnızca bütüne katkı sağlamayı arzu eden, ilgisi kendisine odaklanmayan çocuk kusurlarını dengelemek için başarılı bir şekilde eğitilebilir. Şayet çocuklar yalnızca kendilerini kusurlarından kurtarmayı arzularlarsa gerileyeceklerdir. Ancak görünürde çabaları için bir hedefleri olursa ve onlar için bu hedefin yerine getirilmesi önlerinde duran engellerden daha çok önem kazanırsa cesaret bulabilirler. Asıl sorun ilgi ve dikkatlerinin nereye yönlendirildiğidir. Şayet kendilerinin dışındaki bir hedefe ulaşmaya çalışırlarsa doğal olarak kendilerini bunu elde etmek için eğitip donatacaklar. Zorluklar ise başarıya giden yollarında üstesinden gelinebilecek durumlardan başka bir şey ifade etmeyecektir. Şayet, diğer yandan, ilgileri kendi engellerini bastırmaya ya da bu engellerden kurtulmaktan başka hiçbir amaçları olmadan engellerle mücadele etmeye dayanırsa herhangi bir gelişim gösteremeyeceklerdir. Sakar bir sağ elden sadece düşünerek, keşke daha az sakar olsaydı diye temenni ederek ya da sakarlığı göz ardı ederek becerikli bir sağ el geliştirmek mümkün değildir. Böyle bir el ancak pratik eserler üzerinde egzersiz yaparak becerikli kılınabilir ve başarıyı teşvik edici dürtü o zamana dek mevcut olan sakarlıktaki cesaretsizlikten çok daha derinden hissedilmelidir. Şayet bir çocuk sahip olduğu tüm güçleri bir araya getirip güçlüklerinin üstesinden gelecekse hareketlerinin kendisi dışında bir hedefi olmalıdır. Gerçekliğe, diğer insanlara ve işbirliğine dayanan bir hedef.
Miras kalan bir sermaye ile bunun ne için kullanılabileceğine dair güzel bir örneği böbrek yolu yetmezliği çeken ailelere yönelik gözlemlerim sırasında gördüm. Bu gibi ailelerdeki çocuklar çoğunlukla altına ıslatmadan mustariptir. Organ yetmezliği ciddidir. Böbrekte ya da idrar torbasında ya da bir spina bifidanın3 varlığında ortaya çıkabilir. Çoğunlukla da buna karşılık gelen bir bel kısmının bozukluğunun varlığı bu bölgedeki cilt üstünde bulunan bir doğum lekesinden anlaşılabilir. Bununla birlikte organ yetmezliği kesin olarak altını ıslatmanın nedeni olamaz. Çocuk organlarının baskısı altında değildir ve organlarını kendi bildiği gibi kullanır. Örneğin bazı çocuklar geceleri yatağını ıslatır ancak gündüzleri asla altlarına kaçırmazlar. Bazen bu alışkanlık çevrenin ya da ebeveynlerin tavrının değişmesi sonucunda birdenbire yok olur. Altına kaçırmanın, iradesiz çocukları saymazsak, şayet çocuk hatalı bir amaç için organlarının yetersizliğini kullanmayı bırakırsa üstesinden gelinebilir.
Bununla birlikte çoğunlukla altını ıslatan çocuklar bunun üstesinden gelmek yerine bunu sürdürmeye teşvik edilmektedir. Becerikli bir anne doğru eğitimi verebilir. Ancak anne becerikli değilse gereksiz bir zayıflık sürüp gider. Böbrek sorunları ya da idrar torbasıyla ilgili problemlerin yaşandığı ailelerde idrarla alakalı her şeyin üstünde aşırı derecede durulur. Sonrasında ise anneler yanılgıya düşüp çocuğun altını ıslatma alışkanlığını durdurmak için çok çaba sarf ederler. Şayet çocuk bu konuya ne kadar çok dikkat edildiğini fark ederse büyük olasılıkla bu alışkanlığı bırakmama konusunda ısrarcı olacaktır. Bu durum ona böyle bir eğitim tarzına karşı direnişini savunma konusunda elverişli bir fırsat sağlar. Eğer çocuk ebeveynlerinin kendisine sunduğu eğitime karşı direnirse, her zaman onların en zayıf noktasına saldırmanın bir yolunu bulur. Almanya’da çok iyi tanınan bir sosyolog suçluların şaşırtıcı derecede büyük bir kesiminin suçun yok edilmesiyle uğraşan bireylerin oluşturduğu ailelerden geldiğini ortaya çıkarmıştır. Bu tip ailelere örnek olarak hâkimler, polis memurları ya da hapishane muhafızlarının aileleri verilebilir. Öğretmenlerin çocukları da çoğunlukla ısrarla geç öğrenen tiplerdir. Deneyimlerime dayanarak bunun çoğunlukla doğru olduğunu gözlemledim. Ayrıca sinir hastası olan çocukların çoğunun doktor çocukları olduklarını ve suça eğilimli olanların da din görevlilerinin çocukları arasından çıktığını da gördüm. Benzer biçimde altını ıslatma sorununu abartan ebeveynleri olan çocukların da kendi iradelerine sahip olduklarını göstermek konusunda yollarının açık olduğu da görülmektedir.
Altını ıslatma alışkanlığı bize ayrıca rüyaların niyet ettiğimiz eylemlere uygun hislerimizin harekete geçirilmesi için nasıl kullanılabileceğine dair iyi bir örnek sunmaktadır. Çoğu durumda altını ıslatan çocuk rüyasında yatağından çıkıp tuvalete gittiğini görmektedir. Bu şekilde kendilerini mazur gösterebilirler çünkü artık yatağı ıslatmaya hakları vardır. Yatağı ıslatmak burada genellikle dikkat çekme, diğerlerini kontrollerinin altına alıp gündüzleri gösterdikleri ilgiyi geceleri de göstermelerini sağlama amaçlarına hizmet etmektedir. Bazen amaç sırf onları kızdırmaktır. Bu alışkanlık da onlara karşı duydukları düşmanlığın açığa vurulması için bir araçtır. Hangi açıdan bakarsak bakalım altını ıslatmanın gerçekte yaratıcı bir dışavurum eylemi olduğunu görebiliriz. Çocuk bizimle ağzıyla değil de idrar torbasıyla konuşur. Böylesi bir organ yetmezliği kendi görüşlerini ifade etmenin bir aracı olmaktan başka bir işe yaramamaktadır.
Kendilerini bu biçimde ifade eden çocuklar her zaman bir tür gerginlikten mustariptir. Genel olarak bakıldığında bu çocuklar ilginin tek merkezi olma konumlarını kaybetmiş olan şımartılmış çocuklar sınıfına girerler. Belki de başka bir çocuk doğmuştur ve onlar da annelerinin önceden kendilerine verdikleri bölünmemiş ilgilerini korumada zorluk çekmektedirler. Bu yüzden, altını ıslatma her ne kadar nahoş bir biçimde de olsa anneyle daha yakın olmaya yönelik bir hareketi temsil eder. Aslına bakılırsa bu hareketle çocuk annesine “Sandığın kadar gelişmedim. Hâlâ gözetimine mecburum,” demektedir. Farklı şartlar altında ya da farklı bir organ yetmezliği söz konusu olduğunda bu tip çocuklar diğer yollara başvururlar. Örneğin anneyle bağ kurmak için seslerini kullanabilirler. Bu durumda geceleri tedirgin olup ağlarlar. Bazı çocuklar uykularında yürüyebilir, kâbus görebilir, yataktan düşebilir ya da susayıp su isteyebilirler. Bu gibi dışavurumların psikolojik temeli benzerdir. Belirti seçimi kısmen organların durumuna kısmen de çevrenin tavrına dayanmaktadır.
Bu gibi vakalar zihnin beden üzerinde bıraktığı etkiyi açık bir biçimde göstermektedir. Tüm olasılıklar dahilinde zihin sadece belirli bir bedensel belirtinin seçimini etkilemekle kalmaz, bedenin bir bütün olarak gelişimini etkileyip onu yönlendirir. Bu varsayıma yönelik doğrudan bir kanıtımız bulunmamaktadır. Üstelik böyle bir kanıtın nasıl saptanabileceğini kestirmek de kolay değildir. Bununla birlikte ispatı yeterince açıktır. Şayet bir erkek çocuk ürkekse çekingenliği tüm gelişim sürecine yansır. Fiziksel başarılarla ilgilenmez, hatta bunların kendisi için olasılık dahilinde olduğunu bile düşünmez. Sonuç olarak kaslarını etkin bir biçimde geliştirmek onun için söz konusu olmayacaktır ve genel olarak kas gelişimini uyarabilecek dışarıdan gelen tüm etkileri dışlayacaktır. Kaslarını geliştirme konusundan etkilenen ve bununla ilgilenen diğer çocuklar fiziksel anlamda forma girme konusunda ilerlerken kendisi geride kalacaktır.
Böyle bir görüşten yola çıkarak bedenin biçim ve gelişiminin tümüyle zihinden etkilendiği ve zihnin hataları ya da eksikliklerini yansıttığı sonucuna pekâlâ varabiliriz. Çoğu kez zihinsel başarısızlıkların nihai sonucu olan bedensel dışavurumları gözlemleyebiliriz. Bu gibi durumlarda bir zorluğun doğru bir şekilde telafi edilebileceği yöntem ortaya çıkarılamamıştır. Örneğin endokrin bezlerinin yaşamın ilk dört ya da beş yılında etkilenebileceğinden emin olabiliriz. Kusurlu bezler bireyin eylemleri üzerinde asla zorlayıcı bir etkiye sahip değildir, diğer yandan sürekli olarak tümüyle çevrenin, çocuğun izlenim bırakmaya çabaladığı yönelimin ve bu ilginç durumda zihninin sergilediği yaratıcı eylemin etkisi altındadır.
Bir başka kanıt daha kolay anlaşılıp kabul edilebilir çünkü daha tanıdık ve bedeni belirli bir eğilimden çok geçici bir dışavuruma yönlendirir. Belirli bir dereceye kadar her duygu kendisine belli bir dışavurum yolu bulur. Birey duygusunu gözle görülür bir biçimde gösterir. Belki bir eğilim ve tavırla, belki yüz ifadesinde belki de bacakları ile dizlerinin titremesinde. Şayet yüzü kızarır ya da örneğin benzi atarsa bundan kan dolaşımı etkilenir. Öfke, endişe, üzüntü ya da diğer herhangi bir duygu halindeyken beden her zaman bizimle konuşur ve her bireyin bedeni kendisine has bir dilde konuşur. Örneğin kiminin korktuğu bir durumdayken bedeni titrerken, başkasının tüyleri diken diken olur. Bir başkasının ise kalbinde çarpıntılar başlar. Başkalarının terleyip nefesleri kesilir ve boğuk bir sesle konuşmaya başlarlar ya da ezilip büzülüp çekinirler. Bazen bedenlerinde kasların gerilmesi etkilenir, iştah kaybı olur ya da kusmaya başlarlar. Bazıları için etkilenen çoğunlukla idrar torbası, diğerleri için ise cinsel organlar olur. Çoğu çocuk sınav olurken cinsel organlarından uyarılır ve suçluların sıklıkla suç işledikten sonra geneleve ya da sevgililerine gittikleri iyi bilinmektedir. Bilim camiasında cinsellik ile kaygının yan yana olduğunu iddia eden psikologlar ve bunların arasından uzaktan yakından hiçbir ilişkinin olmadığını düşünen psikologlarla karşılaşırız. Bakış açıları kişisel deneyimlerine dayanmaktadır. Kimileri için bir bağlantı varken diğerleri için yoktur.
Bu tepkilerin tümü farklı tipteki bireylere aittir. Muhtemelen belli bir dereceye kadar kalıtımsal oldukları keşfedilebilir ve bu türün fiziksel dışavurumları çoğunlukla bize aile ağacının zayıflıkları ve tuhaflıkları hakkında ipucu verir. Ailenin diğer üyeleri çok benzer bir bedensel tepki sergileyebilir. Ancak buradaki en ilginç nokta hisler aracılığıyla zihnin nasıl da fiziksel koşulları etkinleştirebildiğini görmektir. Duygular ile duyguların fiziksel olarak dışavurumları zihnin olumlu ya da olumsuz olarak yorumladığı bir duruma karşı nasıl davranıp tepki verdiğini bizlere gösterir. Örneğin bir öfke patlaması anında birey olabildiğince hızlı bir şekilde kusurlarının üstesinden gelmek istemektedir. Ve bunun için en iyi yöntem bir başka bireye vurmak, onu suçlamak ya da ona saldırmak gibi görünmektedir. Buna karşılık öfke organları etkiler, harekete geçmeye zorlar ya da organlar üstünde fazladan bir baskı kurar. Bazı insanlar kızdıklarında aynı zamanda mide rahatsızlığı çekerler ya da yüzleri kızarır. Kan dolaşımları öylesine değişir ki baş ağrısı çekmeye başlarlar. Genellikle migren nöbetleri ya da alışılmış baş ağrılarının ardında kabul edilmeyen öfke ya da aşağılamanın yattığını görmekteyiz. Ve bazıları için öfke yüz nevraljisi ya da bir nevi epilepsi nöbetine yol açar.
Bedenin hangi yöntemlerle etkilendiği hiçbir zaman tam anlamıyla keşfedilemedi ve muhtemelen de asla bu yöntemleri tümüyle anlayamayacağız. Zihinsel bir stres hem istem sistemini hem de bitkisel sinir sistemini etkilemektedir. Stresin olduğu durumlarda istem sisteminde bir etkinlik belirir. Birey parmaklarını masaya vurarak tempo tutabilir, dudağını yolabilir ya da bir kâğıt parçasını yırtabilir. Şayet gergin ise bir biçimde hareket etmek zorundadır. Kurşun kalem ya da puro çiğnemek ona stresinden kurtulmak için bir çıkış yolu sağlar. Bu hareketler bize kendisini belirli bir durumun yarattığı sorunla yoğun bir biçimde karşı karşıyaymış gibi hissettiğini göstermektedir. Yabancıların arasındayken kızarması, titremeye ya da bir tik sergilemeye başlamasının nedeni hep aynıdır. Hepsi de gerginliğin bir sonucudur. Bitkisel sinir sistemi yoluyla gerginlik tüm vücuduna iletilmektedir. Böylece her türden duygu aracılığıyla bedenin tamamı bir stres haline girer. Ancak bu stresin dışavurumu her durumda bu kadar net değildir. Üstelik sadece sonuçların keşfedilebileceği durumlardaki belirtilerden bahsedebiliriz. Şayet daha yakından inceleyecek olursak bedenin her bir bölümünün duygusal bir dışavuruma dahil olduğunu görürüz. Üstelik bu fiziksel dışavurumların da zihin ile bedenin eylemlerinin sonuçları olduğu görülür. Her zaman zihnin beden üzerindeki ve bedenin de zihin üstündeki karşılıklı eylemlerini aramak gerekir. Çünkü her ikisi de üzerinde durduğumuz bütünü oluşturan parçalardır.
Böyle bir kanıttan mantıklı bir şekilde herhangi bir yaşam tarzı ile buna uygun gelen karakterin sürekli bir biçimde bedenin gelişimi üzerinde etki bıraktığı sonucuna varabiliriz. Eğer bir çocuğun çok erken yaşta yaşam tarzını belirginleştirdiği doğru ise ve biz de yeterince deneyimli isek bunun sonucunda yaşamının ilerleyen döneminde ortaya çıkacak fiziksel dışavurumları keşfedebiliriz. Cesaretli bir birey bu tavrının etkilerini fiziğinde gösterecektir. Bedeni farklı biçimde gelişmiştir. Kaslarının gerilimi güçlü ve vücudunun duruşu daha sıkı olacaktır. Vücudun pozisyonu muhtemelen beden gelişimini önemli ölçüde etkiler ve muhtemelen de kasların daha iyi gerilmesinin sebebidir. Cesaretli bireyin yüz ifadesi ve sonuç olarak siması farklıdır. Hatta kafatasının biçimi de etkilenebilir.
Günümüzde zihnin beyni etkileyebileceğini inkâr etmek zordur. Patoloji bir bireyin beynin yarısındaki bir lezyon yüzünden okuma yazma becerisini kaybettiği ancak beyninin diğer kesimlerini eğiterek becerisini geri kazandığı vakaların bulunduğunu göstermiştir. Bir bireyin felç geçirmesi ve beynin hasar gören kısmının tedavi edilme olasılığının bulunmaması sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Ancak yine de beynin diğer kısımları durumu telafi eder, organların işlevlerini eski haline geri döndürür ve böylece de beynin yetilerini bir kez daha tamamlar. Bu gerçek bireysel psikolojinin eğitime uygulanması olanaklarını gösterme konusunda bize yardımcı olduğun için özellikle önem taşır. Zihin beyin üzerinde böyle bir etki yaratabiliyorsa, şayet beyin zihnin araçlarından biriyse hatta en önemli aracı olmasına rağmen sadece bir araçsa, o zaman onu geliştirip düzeltmenin yollarını bulabiliriz. Belirli bir beyin potansiyeli standardıyla doğan hiç kimse tüm yaşamı boyunca kaçınılmaz biçimde bu standarda bağlı kalmaz. Beyni yaşama karşı daha uyumlu hale getirmenin farklı yöntemleri bulunabilir.
Amacını yanlış bir yola yönlendirmiş bir zihin (örneğin işbirliği becerisi geliştirmeyen bir zihin) beynin gelişimi konusunda yararlı bir etki uygulama konusunda başarısız olacaktır. Bu nedenle işbirliği yeteneğinden yoksun pek çok çocuk yaşamlarının ilerleyen döneminde zekâlarını, anlama becerilerini geliştirmediklerini gösterir. Bir yetişkinin duruşunun tamamı yaşamının ilk dört ya da beş yılında geliştirdiği yaşam tarzının etkilerini açığa çıkardığı, önümüzde idrak şeması ile yaşama yüklediği anlamın sonuçları gözle görünür biçimde bulunduğu için bunlarla ilintili olarak katlanmakta olduğu sorunları keşfedebilir ve hatalarını düzeltmeye yardımcı olabiliriz. Bireysel psikolojide bu bilime doğru çoktan ilk adımları atmış durumdayız.
Çoğu yazar zihnin dışavurumları ile bedeninkiler arasında sürekli bir ilişki bulunduğuna işaret etmektedir. Ancak görünüşe göre hiçbiri bu ikisi arasındaki köprüyü keşfetme girişiminde bulunmamış. Örneğin Kretschmer bedenin inşasında nasıl belirli bir zihin türüne karşılık gelen bir şey olduğunu keşfedebileceğimizi tanımlamıştır. Böylece insanlığın büyük bir kısmına uyan zihin tipleri ayrımını yapabilmektedir. Örneğin, kısa burunlu, şişmanlama eğiliminde ve yuvarlak yüzlü pyknoid’ler vardır. Julius Sezar böyleleri hakkında şöyle demiştir: