Полная версия
Yaşamın Anlamı ve Amacı
Yaşama yüklenen anlamda sıklıkla hataya neden olan ikinci tür durum ise şımartılmış çocuğun durumudur. Şımartılan çocuk dileklerinin kural olarak kabul edilmesini beklemeye alışıktır. Kendisine önem verilmektedir ve bunu kazanmak için çaba sarf etmek zorunda kalmamıştır. Ayrıca çoğunlukla da bu önemi doğuştan hak ettiğini hissetmeye başlar. Sonuç olarak ilgi odağı olmadığı koşullarla karşılaştığında ve diğer insanlar onun hislerini göz önünde bulundurmayı asıl hedefleri olarak görmediklerinde ne yapacağını bilemez. Dünyasının kendisini başarısızlığa uğrattığını düşünür. Hep başkalarından bir şeyler beklemeye alışıktır, vermeye değil. Sorunlarla baş etmenin başkaca bir yolunu öğrenmemiştir. Diğerleri ona öyle itaatkâr davranmıştır ki bağımsızlığını yitirmiştirtir, kendi başına bir şeyler yapabileceğini bilemez. Bütün ilgisi sadece kendisine tahsis edilmiştir ve asla işbirliğinin ne işe yarayıp ne kadar gerekli olduğunu öğrenememiştir. Karşısına zorluklar çıktığında onlarla baş etmenin tek yolunu bilir – diğer insanlardan talepte bulunmak. Ona göre, önemli konumunu yeniden kazanabilirse, diğerlerini kendisinin özel bir kişi olduğunu ve istediği her şeyin kendisine bahşedilmesi gerektiğini fark etmeye zorlayabilirse ancak o zaman durumu iyileşebilir.
Şımartılarak yetiştirilen bu çocuklar muhtemelen toplumumuzdaki en tehlikeli sınıftır. Bazıları aşırı derecede iyi niyet gösterisi yapabilirler. Hatta diğerleri üzerinde baskı kurma fırsatı elde etmek üzere çok “sempatik” olabilirler. Ancak sıradan insani vazifelerde sıradan insanlar gibi işbirliği yapmaya karşı isyandadırlar. Hatta daha bariz biçimde isyanda olanlar da vardır; alışık oldukları samimiyet ve bağlılığı artık bulamadıklarında aldatılmış hissederek toplumu kendilerine düşman sayanlar ve tüm hemcinslerinden intikam almaya çalışanlar. Şayet toplum onların yaşama biçimine karşı husumet gösterirse (şüphesiz böyle de olacaktır) bu düşmanca tavrı şahıslarına yönelik kötü muamelenin kanıtı olarak kullanırlar. Cezalandırmanın her zaman etkisiz olmasının nedeni de budur. Ceza “herkes bana karşı” görüşünü onaylamaktan başka bir işe yaramaz. Ancak şımartılmış çocuk ayaklanıp açıkça isyan etse de ya da zayıflıkla baskın çıkmaya veyahut şiddetle intikamını almaya çalışsa da aslında çoğunlukla aynı hatayı yapıyordur. Gerçekten de farklı zamanlarda her iki yöntemi de deneyen insanlarla karşılaşırız. Hedefleri değişmeden aynı kalır. Onlara göre “Yaşam, ilk olmaktır, en önemli olarak fark edilmektir, istediğim her şeyi elde etmektir”, ayrıca yaşama bu anlamı yüklemeyi sürdürdükçe benimsedikleri her yöntem hatalı olacaktır.
Kolayca hata yapılabilecek üçüncü bir durum da ihmal edilmiş çocuğun durumudur. Böyle bir çocuk sevginin ve işbirliğinin ne olabileceğini asla öğrenmemiştir; içinde bu dostane kuvvetleri içermeyen bir yaşam yorumu kurgular. Yaşamın zorluklarıyla karşılaştığında zorlukları abartacak ve diğer insanların yardım ve iyi niyetiyle zorlukların üstesinden gelme kapasitesini küçümseyecektir. Toplumun kendisine karşı soğuk davrandığını keşfetmiştir ve her zaman böyle olacağını düşünecektir. Özellikle de diğerlerine faydalı olacak eylemler sayesinde sevgi ve saygı kazanabileceğini anlamayacaktır. Bu yüzden de başkalarına karşı şüpheli yaklaşıp kendisine güvenemeyecektir. Gerçekten, ilgisiz sevginin yerini alabilecek hiçbir deneyim yoktur. Bir annenin ilk görevi çocuğuna güvenebileceği bir başka insanın varlığının deneyimini kazandırmaktır. Daha sonra, güven duygusunu çocuğun çevresinin geri kalanını dahil edene dek genişletip büyütmelidir. Eğer ilk vazifesinde başarısız olursa (çocuğun ilgisini, sevgisini ve işbirliğini kazanma görevi) çocuğun sosyal çıkar ve hemcinslerine karşı dostane bir his geliştirmesi çok zor olacaktır. Herkesin diğer insanlara karşı ilgi duyma kapasitesi vardır ancak bu kapasitenin eğitilmesi ve kullanılması gerekir, aksi takdirde gelişimi engellenecektir.
Şayet katışıksız bir şekilde ihmal edilmiş ya da nefret edilen veyahut da istenmeyen bir çocuk tipi olsaydı bu çocuğun muhtemelen işbirliğinin varlığını göremeyecek kadar kör, toplumdan yalıtılmış, diğer insanlarla iletişim kurmada yetersiz ve insanlarla birlikte yaşamasına yardımcı olabilecek her şeyden bihaber olduğunu görürdük. Ancak daha önce de gördüğümüz gibi böylesi koşullar altında birey yok olup gidecektir. Bir çocuğun çocukluk dönemini atlatması kendisine ilgi ve alaka gösterildiğinin kanıtıdır. Bu yüzden aslında katışıksız biçimde ihmal edilmiş çocuk tipleriyle asla karşılaşmamaktayız; aksine olağan ilgiden daha azıyla karşılaşmış çocuklarla ya da diğer çocuklara oranla biraz daha çok ihmal edilmiş çocuklar karşımıza çıkar. Kısacası ihmal edilmiş çocuğun etrafında kendisine güvenebileceği hiç kimseyi bulamamış çocuk olduğunu söylememiz gerekir. Yaşamda bu denli başarısızlığın yetim ya da gayrı meşru çocuklardan gelmesi ve bu tip çocukları genel olarak ihmal edilmiş çocuklar arasında gruplandırmak zorunda kalmamız medeniyetimiz için çok acı bir eleştiridir.
Bu üç durum (kusurlu organlar, şımartılma ve ihmal edilme) yaşama yanlış bir anlam yüklememizin başlıca nedenidir. Ve bu koşullarda gelişen çocuklar neredeyse her daim zorluklara karşı yaklaşımlarını gözden geçirmede yardıma ihtiyaç duyarlar. Yaşama daha iyi bir anlam yükleme konusunda kendilerine yardım edilmelidir. Gerçekten önemli olan bu gibi şeylere dikkat edersek ve bu çocuklarla gerçekten ilgilenirsek yaptıkları her şeyde yaklaşımlarını anlayabiliriz. Rüyalar ve işbirliği yararlı olabilir; insanın rüya yaşamındaki kişiliği aslında uyanık yaşamıyla aynıdır ancak sosyal gereksinimlerin rüyadaki baskısı daha az şiddetlidir ve kişilik de daha az korunaklı ve gizli biçimde açığa çıkar. Bununla birlikte, bireyin kendisiyle yaşama yüklediği anlamın hızlı bir şekilde anlaşılmasında en büyük destek kişinin anılarından gelir. Ne kadar önemsiz olduğunu düşünse de bireyin her anısı kendisi için hatırlanmaya değer bir şeyleri temsil eder. Kişinin resmettiği biçimiyle yaşam üzerindeki etkisinden dolayı bunlar hatırlanmaya değerdir. Kişiye “umman gereken bu” ya da “kaçınman gereken bu” ya da “yaşam böyledir” gibi şeyler söyler. Yine de deneyimin kendisinin o kadar önemli olmadığını, çünkü bu deneyimin hatırada ısrarla kaldığı ve yaşama yüklenen anlamı berraklaştırmak için kullanıldığı gerçeğini vurgulamalıyız. Her hatıra bir andaçtır.
Çocukluğun ilk dönemlerine ait hatıralar özellikle bireyin yaşama karşı kendine özgü yaklaşımının ne kadar değişmez olduğunu göstermede ve yaşama karşı duruşunu ilk kez açığa vurduğu koşulları ortaya çıkarmada işe yarar. Tüm hatıralar arasında ilkinin iki nedenden dolayı çok önemli bir yeri vardır. İlk olarak temel benlik tahminini ve içinde bulunduğu durumu içermektedir. Dünyanın kendisine nasıl göründüğüne dair ilk görüşü, kendisi ile kendisinden beklenenlere yönelik az ya da çok ilk eksiksiz semboldür. İkinci olarak birey için öznel başlangıç noktası, kendisi için yarattığı otobiyografinin başlangıcıdır. Bu sebeple de burada çoğunlukla zayıflık noktası ve kendi hissettiği yetersizlik ile ideali olarak gördüğü güçlü ve güvende olma hedefi arasında bir tezat karşımıza çıkar. Psikolojik amaçlar doğrultusunda bireyin ilk olarak tanımladığı hatıranın gerçekte hatırlayabildiği ilk olay olup olmadığı ya da bunun gerçek bir olayın hatırası olup olmadığı önemli değildir. Hatıralar sadece ne olarak “algılandıkları”, nasıl yorumlandıkları ve günümüz ile gelecek yaşamı için ne anlam taşıdıkları bakımından önemlidir.
Bu noktada ilk hatıralara yönelik birkaç örneği ele alıp somutlaştırdıkları “yaşamın anlamı”nı inceleyebiliriz. “Çaydanlık masanın üstünden devrildi ve beni haşladı.” Yaşam işte böyledir! Yaşam hikâyesi böyle başlayan bir kızın çaresizlik duygusuyla devam etmesi ve yaşamın tehlikeleri ile zorluklarını abartmasını görmek bizi şaşırtmamalı. Şayet diğer insanlara kendisine yeterince ilgi göstermedikleri için yürekten sitem ederse de şaşırmamalıyız. Muhakkak yaşamındaki birileri bu kadar küçük bir çocuğu böylesine risklere maruz bırakmak konusunda çok büyük bir ihmalkârlık yapmıştır. Bir başka ilk hatırada benzer bir dünya resmedilmektedir: “Üç yaşındayken bebek arabasından düştüğümü hatırlıyorum.” Bu ilk anının yanında sürekli tekrarlanan bir rüya da karşımıza çıkmaktadır, “Dünyanın sonu geliyor ve gecenin yarısında uyanıp gökyüzünün alevler içinde kıpkırmızı olduğunu görüyorum. Yıldızların hepsi düşüyor ve dünyamız başka bir gezegenle çarpışıyor. Ama tam çarpışmadan önce uyanıyorum.” Kendisine herhangi bir şeyden korkup korkmadığı sorulan bu öğrenci “Yaşamda başarılı olamayacağımdan korkuyorum” diye yanıt veriyor. İlk hatırasıyla tekrarlanan rüyasının cesaretsizlik olarak işlev gördüğü ve başarısızlık ile felaketlere karşı korkusunu onayladığı açıkça ortadadır.
Geceleri altına kaçırdığı ve annesiyle sürekli çatıştığı için kliniğe getirilen on iki yaşındaki bir erkek çocuk ise ilk hatırasını şöyle anlatmaktadır: “Annem kaybolduğumu sanıp sokağa fırlamış. Adımı haykırmış ve çok korkmuş. Bütün bu süre zarfında ben evdeki bir dolabın içinde saklanıyordum.” Bu hatıradan şöyle bir tahminde bulunabiliriz: “Yaşam başkalarına zahmet vererek ilgi kazanmaktır. Güvende kalmak için tek yol hilekârlıktır. Beni göz ardı ettiler ama onları kandırabilirim.” Yatağı ıslatması da kendisini endişe ve ilgi odağında tutmak için benimsenmiş çok iyi bir araçtır ve annesinin ona karşı duyduğu endişe ve tedirginlik de yaşamı yorumlama biçimini onaylamaktadır. Önceki örneklerde de olduğu gibi bu çocuk da dış dünyadaki yaşamın tamamen tehlikelerle dolu olduğu izlenimini çok önceleri edinmiş ve sadece diğer insanların kendisi hakkında endişelendiğinde güvende olabileceği sonucuna varmıştır. Ancak bu biçimde ihtiyaç duyduğunda diğerlerinin onu korumak için etrafında olacaklarını bilerek rahatlayabilirdi.
Otuz beş yaşındaki bir kadının ilk hatırası şöyleydi: “Üç yaşımdayken kilere indim. Karanlıkta merdivenlerden inerken benden biraz daha büyük olan erkek kuzenim kapıyı açıp arkamdan geldi. Ondan çok korkmuştum.” Bu anıdan muhtemelen diğer çocuklarla oynamaya alışkın olmadığı ve özellikle de diğer cinsiyetten olanların yanında huzursuz olduğu görünmektedir. Ailesinde tek çocuk olduğuna dair tahmin doğru çıktı ve otuz beş yaşında olmasına rağmen hâlâ bekârdı.
Sosyal duygunun daha yüksek bir düzeyde gelişmesi şu örnekle gösterilebilir: “Annemin bebek kardeşimi arabasında gezdirmeme izin verdiğini hatırlıyorum.” Ancak bu örnekte sadece daha zayıf insanların yanında rahat hissetmenin ve belki de anneye bağımlı olmanın işaretlerini görebiliriz. Yeni bir çocuğun kendisiyle ilgilenecek daha büyük çocukların yardımını alabilecek bir ortamda doğması, onların yeni gelen bebekle ilgilenecek olmaları ve bebeğin refahının sorumluluğunu paylaşmalarına izin verilmesi her zaman en iyisidir. Şayet büyük çocukların işbirliği kazanılırsa bebeğe gösterilen ilginin kendi itibarlarında bir azalma olarak görme eğiliminde olmayacaklardır.
Birlikte olma arzusu her zaman diğer insanlarla gerçekten ilgilenildiği anlamına gelmez. İlk hatıraları sorulduğunda bir kız şu şekilde yanıt vermiştir: “Ablam ve iki arkadaşımla oynuyordum.” Burada şüphesiz sosyal olmaya çalışan bir çocuk görüyoruz. Ancak en büyük korkusunun yalnız bırakılmak olduğunu söylediğinde onunla ilgili yeni bir kavrayış elde ediyoruz. Bu yüzden özgürlük eksikliğinin işaretlerini aramamız gerekir.
Yaşama yüklenen anlam bir kez keşfedilip anlaşıldığında bireyin kişiliğinin anahtarına ulaşırız. Bazen insanın karakterinin değişmez olduğu söylenir fakat bu görüş sadece bu durumun doğru çözümünü bulamamış kişiler tarafından ileri sürülebilir. Bununla birlikte daha önce gördüğümüz gibi asıl hatayı ortaya çıkarmada yetersiz kalırsa hiçbir iddia ya da tedavi başarılı olamaz. Ayrıca tek gelişim olasılığı, yaşama karşı daha işbirlikçi ve cesur bir yaklaşımın öğretilmesinde yatar. İşbirliği ayrıca nevrotik eğilimlerin gelişimine karşı tek korumadır. Bu yüzden de çocukların işbirliği konusunda eğitilip teşvik edilmesi, sıradan görevler ve sıradan oyunlarda kendi yaşlarındaki çocuklar arasında kendi yollarını bulmalarına izin verilmesi son derece önemlidir. İşbirliğini engelleyecek her türlü şey en ciddi sonuçlara yol açacaktır. Örneğin sadece kendisiyle ilgilenmeyi öğrenmiş olan şımartılmış çocuk diğerlerine karşı ilgisizliğini okula da taşıyacaktır. Dersleri sadece öğretmeninin ilgisini elde ettiği müddetçe onun için ilginç olacak, derslerde sadece kendisi için yararlı olduğunu düşündüğü şeyleri dinleyecektir. Yetişkinlik çağına yaklaştıkça sosyal duygu eksikliği giderek daha bariz biçimde vahim bir hal alacaktır. İlk hatasında sorumluluk ve bağımsızlık konusunda kendini eğitmeyi durdurduğu için artık yaşamın herhangi bir sınavına karşı donanımı aşırı derecede yetersiz kalır.
Eksikliklerinden dolayı artık onu suçlayamayız. Sadece bu durumun sonuçlarını hissetmeye başladığında bunları düzeltmesine yardım edebiliriz. Hiç coğrafya eğitimi almamış bir çocuktan bu dersin sınav sorularını başarılı bir şekilde yanıtlamasını bekleyemeyeceğimiz gibi işbirliği hakkında hiç eğitilmemiş bir çocuğun önüne işbirliği eğitimi gerektiren görevler serildiğinde doğru yanıtlar vermesini bekleyemeyiz. Ancak yaşamın her sorunu çözülmesi için işbirliği yapma becerisini gerektirir. Her bir görev insan topluluğu çerçevesinde ve insanlığın refahını sürdürebilecek biçimde ustalaşmayı gerektirir. Yalnızca yaşamın işbirliği anlamına geldiğini anlayan birey zorluklarını cesaretle ve büyük bir başarı olasılığıyla karşılayabilecektir.
Şayet öğretmenler ve psikologlar yaşama anlam yüklemede yapılacak hataları anlayıp kendileri de aynı hataları yapmazlarsa o zaman sosyal çıkardan yoksun çocukların kendi kapasiteleri ve yaşamın sunduğu fırsatları hakkında daha iyi hissedeceklerinden emin olabiliriz. Sorunlarla karşılaştıklarında çabalarından vazgeçmeyecekler, kolay bir çıkış aramayacaklar, kaçmaya çalışmayacak ya da yüklerini başkalarının sırtına yüklemeyecekler, özel muamele ve sevgi talep etmeyecekler, aşağılanmış hissetmeyecekler ve kendi başlarına intikam almaya çalışmayacaklar ya da “Yaşam ne işe yarar? Bana ne faydası var?” diye sormayacaklardır. Aksine “Kendi yaşamlarımızı kendimiz kurmalıyız. Bu bizim görevimiz ve bununla yüzleşebiliriz. Kendi eylemlerimizin hâkimi biziz. Yeni bir şeyler yapılacaksa ya da eski bir şeyin değiştirilmesi gerekiyorsa kendimizden başkasına ihtiyacımız yok,” gibi cümleler kurarlar. Şayet yaşama bu şekilde, bağımsız insanların gerçekleştirdiği bir işbirliği biçiminde yaklaşırsak insan topluluğumuzun gelişiminin sınırlarının olmadığını görebiliriz.
İkinci Kısım
Zihin ve Beden
İnsanlar her zaman zihnin mi bedene yoksa bedenin mi zihne hükmettiği konusu üzerine tartışmışlardır. Düşünürler de tartışmaya katılmışlar ya bir tarafı ya da diğerini seçmişler ve kendilerine idealist ya da materyalist demişlerdir. Bu konuda binlerce sav ortaya atmışlar ancak sorun her zaman olduğu gibi çekişmeli ve belirsiz kalmıştır. Belki bireysel psikoloji çözüme yönelik biraz yardım sunabilir. Çünkü bireysel psikolojide zihin ve bedenin canlı etkileşimiyle karşı karşıyayız. Burada tedavi edilmesi gereken birileri (zihin ve beden olarak) karşımızdadır ve şayet tedavimiz yanlış temeller üzerine dayanırsa bireye yardımcı olmakta başarısız oluruz. Teorimiz kesinlikle deneyimlerden gelişmeli, muhakkak uygulama deneyine dayanmalıdır. Bu etkileşimlerin arasında yaşıyoruz ve doğru bakış açısını bulmak konusunda en büyük güçlükle karşı karşıyayız.
Bireysel psikolojinin bulguları bu sorun hakkındaki yükün büyük bir kısmını ortadan kaldırır. Artık sorun basit bir “ya bu ya da şu” sorunu değildir. Hem zihnin hem de bedenin aslında yaşamın dışavurumu, yaşamın bütününün ayrılmaz parçaları olduğunu anlıyoruz. Ve bu bütün içerisinde karşılıklı olarak birbirleriyle ilişkilerini anlamaya başlıyoruz. İnsanın yaşamı devingen bir varlığın yaşamıdır ve sadece bedenini geliştirmek onun için yeterli olmayacaktır. Bir bitki kök salar, bir yerde kalır ve hareket edemez. Bu yüzden de bir bitkinin zihninin olduğunu keşfetmek çok şaşırtıcı olurdu. Ya da en azından bizim kavrayabileceğimiz türden bir zihnin varlığından bahsetmek. Şayet bir bitki tahminde bulunabilseydi ya da sonuçları öngörebilseydi bu becerisinin hiçbir yararı olmazdı. Bitki için “İşte birisi geliyor. Bir dakika içinde beni ezecek ve ayaklarının altında öleceğim,” diye düşünmesinin ne gibi bir avantajı olurdu? Neticede bitki hâlâ hareket edip adamın yolundan çekilemez.
Bununla birlikte tüm devingen canlılar tahminde bulunup hangi yöne gidebileceklerine karar verebilir. Bu gerçeklik zihinleri veya ruhlarının olduğunu varsaymayı gerekli kılar.
“Elbet vardır duyuların,
Yoksa kımıldayamazdın.”2
Bu hareket yönünü önceden görme yetisi zihnin temel ilkesidir. Bunu fark eder etmez zihnin bedene nasıl hükmettiğini, eyleme geçme hedefini nasıl belirlediğini anlayabilecek bir noktaya varırız. Ancak sadece bir andan bir başka ana rastgele bir hareketi başlatmak hiçbir zaman yeterli değildir. Bunca çabanın bir amacı olmalıdır. Hareketin yöneleceği noktayı belirlemek zihnin işlevi olduğundan yaşamda hâkim bir konumda yer alır. Öte yandan beden de zihni etkiler. Hareket ettirilmesi gereken bedendir. Zihin bedeni ancak bedenin sahip olduğu imkânlar ile bedenin geliştirmeyi öğrendiği diğer imkânlar doğrultusunda harekete geçirebilir. Şayet örneğin zihin bedeni Ay’a götürmeyi tasarlarsa bedenin sınırlarına uygun bir teknik geliştirmedikçe başarısız olacaktır.
İnsanlar hareket etmekle diğer bütün canlılardan daha çok meşguldürler. Sadece daha çok biçimde hareket etmekle kalmazlar, ayrıca ellerinin karmaşık hareketlerinde de görebileceğimiz gibi hareketleri sayesinde etraflarındaki çevreyi de hareket ettirmede daha beceriklidirler. Bu nedenle de öngörme yeteneğinin en çok insan zihninde gelişmiş olabileceğini ve konumlarının tümünü etraflarını çevreleyen tüm koşullara göre geliştirmeye yönelik amaçlı çabanın en bariz örneğini temsil edebileceklerini beklememiz gerekir.
Dahası, her insanda kısmi hedeflere yönelik tüm kısmi hareketlerin ardında tek bir kapsamlı hareket olduğunu keşfedebiliriz. Çabalarımızın tümü güvenlik duygusunu elde edebileceğimiz bir konuma yöneltilmektedir; yaşamın tüm zorluklarının üstesinden gelindiği ve sonunda etrafımızı çevreleyen tüm koşullarla bağlantılı olarak nispeten güvende ve galip gelmiş olma hissi. Bu amacı göz önünde bulundurarak tüm hareketlerin ve dışavurumların eşgüdümlü olup bir bütünlük yaratması gerekir: Zihin sanki nihai kusursuz bir hedefi başaracakmış gibi gelişmeye mecburdur. Aslında bedenden hiçbir farkı yoktur. Beden de bir bütünlük oluşturmayı amaçlar. Yine beden de hücrelerinde önceden var olan kusursuz bir hedefe yönelik gelişim gösterir. Örneğin eğer deride kesik olursa vücudun tamamı bunu yeniden onarmakla meşgul olur. Ancak beden potansiyelini açığa çıkarma konusunda tek başına bırakılmaz. Gelişiminde zihin ona yardımcı olabilir. Alıştırma ile eğitimin ve genel olarak da temizliğin değerinin ne denli önemli olduğu ispatlanmıştır. Üstelik bunların tümü, nihai hedefine ulaşma çabasında bedene zihnin sağladığı araçlardır.
Bu büyüme ve gelişim ortaklığı yaşamın ilk günlerinden başlayıp kesintisiz bir biçimde sonuna dek sürer. Beden ile zihin tek bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak işbirliği içindedir. Zihin tıpkı bir motor gibi bedende keşfedilebileceği tüm gizli güçleri yanında sürükleyerek bedeni tüm zorluklar karşısında güvenli ve üstün olabileceği bir konuma taşımaya yardımcı olur. Bedenin her hareketinde, her bir dışavurum ve belirtide zihnin amacının etkisini görebiliriz. Bir insan hareket eder ve bu hareketi bir anlam taşır. Gözlerini, dilini, yüzünün her bir kasını hareket ettirir. Böylece yüzünde bir ifade belirir ve bir anlam taşır. Bu anlamı buraya yerleştiren zihindir. Artık psikolojinin ya da zihin biliminin gerçekte neyle ilgilendiğini anlamaya başlayabiliriz. Psikolojinin çalışma alanı bir bireyin tüm ifadelerine ilişkin anlamı keşfetmek, amacına açığa çıkaran anahtarı bulmak ve bu amacı diğerlerinin amaçlarıyla karşılaştırmaktır.
Nihai güvenlik hedefine ulaşma çabasında zihin her daim bu amacı somutlaştırma gereksinimiyle, “güvenlik belirli bir noktada bulunuyor ve bu noktaya da belirli bir yönde ilerleyerek varılır” hesabını yapmakla yüzleşir. Şüphesiz burada bir hata yapma olasılığı da mevcuttur. Ancak belirli bir hedef olmadan ve bu hedefe gidecek doğrultuyu belirlemeden hiçbir ilerleme kaydedilemez. Şayet elimi kaldırıyorsam bu hareket için zihnimde halihazırda bir amaç olmalıdır. Zihnin belirlediği hareketin doğrultusu gerçek yaşamda felaketle sonuçlanabilir ancak zihin bu doğrultuyu yanlışlıkla en avantajlı olarak algıladığı için seçilmiştir. Bu sebeple psikolojik hataların hepsi hareket doğrultusunun seçiminde yapılan hatalardır. Güvende olma hedefi tüm insanlara özgü bir hedeftir ancak bazı insanlar güvenliğin bulunduğu doğrultuyu yanlış anlarlar ve somut olarak ortaya koydukları hareketler onları kötü bir yola sevk eder.
Şayet bir dışavurum ya da belirti görür de ardında yatan anlamı fark etmede başarısız olursak bunu anlamanın en iyi yolu, öncelikle bunu kabataslak olarak sade bir harekete indirmektir. Örneğin çalma eyleminin dışavurumunu ele alalım. Çalmak kişinin bir şeyin iyeliğini başkasından alıp kendisine vermesidir. Şimdi de bu hareketin amacını inceleyelim; hedef kişinin kendisini zenginleştirmesi ve daha fazla şeye sahip olarak daha güvende hissetmesidir. Yani, hareketin çıkış noktası fakir ve yoksun hissetmektir. Bir sonraki adım ise bireyin hangi koşullar içine konumlandırıldığı ve hangi şartlarda kendisini yoksun hissettiğini öğrenmektir. Sonuç olarak bu koşulları değiştirmek ve yoksun kalmışlık hissini alt etmenin doğru yolunu bulup bulmadığını, yaptığı hareketin doğru doğrultuda olup olmadığını ya da istediğini elde etme konusunda yanlış bir yönteme başvurup başvurmadığını anlayabiliriz. Nihai hedefini eleştirmememiz gerekir ancak bunu somutlaştırmada yanlış bir yol seçtiğini gösterebiliriz.
İnsan ırkının etrafında gerçekleştirdiği değişiklikleri kültürümüz olarak adlandırıyoruz ve kültür de insanların zihinlerinin bedenleri için başlattıkları hareketlerin tümünün sonucudur. Yaptıklarımız zihnimizden ilham alır. Bedenlerimizin gelişimi zihnimiz tarafından yönlendirilir ve desteklenir. Nihayetinde zihnin ortaya koyduğu amaçla dolu olmayan tek bir insan dışavurumu bulamayız. Bununla birlikte zihnin kendi payına düşeni aşırı derecede önemsemesi hiç de arzu edilir bir şey değildir. Şayet zorlukların üstesinden gelmek istiyorsak bedenin sağlıklı olması gereklidir. Bu yüzden zihin bedeni koruyabilecek biçimde çevreyi kontrol etmekle meşgul olur. Böylece beden hastalıktan, rahatsızlıklardan ve ölümden, zarar görmekten, kazalardan ve işlev kaybından korunabilir. Keyif ve acı hissetme, fantezi kurma ve iyi ile kötü koşullarla kendimizi özdeşleştirme yeteneğimizin hizmet ettiği amaç da budur. Hisler bedeni herhangi bir durumu belirli türde bir tepki karşılayabilecek ölçüde formda tutar. Fantezi kurma ile kendini özdeşleştirme öngörme yöntemleridir. Ancak bundan fazlası vardır; aynı zamanda hisleri bedenin davranışını belirleyecek şekilde uyarırlar. Böylelikle bireyin hisleri onun yaşama yüklediği anlamın ve uğraşlarının hedefinin izlerini taşır. Her ne kadar bedenine hükmediyor olsa da büyük ölçüde bedenine bağımlı değildir. Her daim öncelikle bireyin hedefine ve yaşam tarzının sonuçlarına dayanacaktır.
Bir bireyi yönlendirenin tek başına yaşam tarzı olmadığı yeterince açıktır. Kişinin tavırları tek başına belirtileri ortaya çıkarmaz. Eyleme geçmek için duygularla desteklenmesi gerekir. Bireysel psikolojinin bakış açısındaki yenilik ise duyguların asla yaşam tarzıyla çelişmediğine yönelik gözlemlerimizdir. Bir hedefin bulunduğu yerde duygular daima bu hedefi gerçekleştirmeye yönelik olarak şekillenir. Bu sebeple artık sadece fizyoloji ya da biyolojinin alanında değilizdir. Duyguların yükselişi kimyasal teoriyle açıklanamaz ve kimyasal incelemeyle öngörülemez. Bireysel psikolojide fizyolojik süreçleri varsaymalıyız ancak psikolojik hedefle daha çok ilgiliyizdir. Kaygının sempatik ve parasempatik sinirleri etkilemesi artık bizi ilgilendirmemektedir. Artık daha çok kaygının amacı ile sonuna bakmaktayız.
Bu yaklaşım sayesinde kaygının sebebi cinselliğin bastırılması olarak görülemez ya da talihsiz doğum deneyimlerinin bir sonucu olarak geride bırakılamaz. Bu gibi açıklamalar söz konusu değildir. Annesinin sürekli etrafında olmasına, onun yardımına ve desteğine alışkın olan bir çocuğun kaynağı ne olursa olsun kaygıyı annesini denetiminde tutmada çok etkili bir silah gibi göreceğini biliyoruz. Öfkenin fiziksel tanımı bizim için yeterli değildir. Deneyimlerimiz öfkenin aslında herhangi bir kişi ya da durum üzerinde hâkimiyet kurma aracı olduğunu göstermiştir. Her bir bedensel ve zihinsel dışavurumun kalıtsal unsurlara dayandığını kanıksayabiliriz ancak ilgimiz daha çok belirli bir hedefe ulaşma çabasında bu malzemeden nasıl yararlanabileceğimize yönelmiştir. Görünüşe göre bu, tek gerçek psikolojik yaklaşımdır.