Полная версия
Raffaello
Tünediğim yerden bakınca ufukta Aziz Petrus Bazilikası’nın çan kulesini görebiliyordum. Bir gece önce Roma’da olmalı, kirlerimden temizlenmeli, iyi bir gece uykusu çekmeli, eskiz defterimi düzenlemeliydim ama onun yerine işte burada, hâlâ bir ağacın tepesindeydim. Ah, gece gizlice dışarı çıkmadığıma nasıl pişman olmuştum, ama adamlar çok fazla şarap içtiğinden sürekli bir tanesi nöbette oluyordu.
Güneş çoktan sabah göğünün yarısına kadar yükselmişti. Romalı haydutlar olsun ya da olmasın, artık gitme zamanım gelmişti.
Mümkün olduğu kadar sessizce ağacın uzak tarafına doğru ilerledim. Küçük çantama sıkıca sarıldım – Evangelista, ben yerleştikten sonra eşyalarımın çoğunu sandıklara koyup göndermeye söz vermişti – ayaklarımı bir daldan sarkıttım. Uno, due, tre, quattro…
Sert şekilde yere inerken kurumuş yaprakların arasına kafa üstü yuvarlandım. “Uffa!”
Adamlar silahlarına davrandılar. Çoğu da pantolonunu çekti. Diğerleri aceleyle kılıçlarını kınından çıkardı. “Yakalayın!” Saldırıya geçtiler.
Sendeleyerek uzaklaşırken çantamın askısı bir dala takıldı. Çantayı çekiştirdim ama bir türlü kurtaramadım. Eskiz defterim o çantadaydı ve Papa’yla görüşürken çizimlerin yanımda olması gerekiyordu. Kutsal bir adam görünmeyen ruha inanabilir, ama bir papa bile yeteneğine dair bir kanıt görmeden bir ressama inanmaz. Kilidi zorlayıp çantanın kapağını açtım. Orsinilerin gürz sallayan iki adamı yaklaştı. Elimi çantaya soktum – içinde gümüş paralar vardı, neden beş tanesini almayı düşünmemiştim? Derken, parmaklarım eskiz defterime ulaştığında, adamlardan biri kolumu yakaladı. “Yakaladım seni.” Nefesi çürümüş et kokuyordu.
Şans eseri üzerimde ipek bir gömlek vardı, bu yüzden beni tutan eli kaydı. Kolumu gömleğimin yeninden sıyırdım, adamın kirli parmaklarında kalan tek şey içi boş ipekti. Serbest kaldım; adamsa kükreyip gömleğimin yırtık kolunu bir savaş bayrağı gibi havada salladı.
Hiçbir zaman en hızlı saray mensubu olmadım ama o gün, eskiz defterime sımsıkı sarıldım, kütüklerden atladım ve köklerin üzerinden sıçradım. Kendimi harika hissediyordum – bu tür adamlardan kaçabilecek kadar güçlü ve hızlıydım – ama arkama baktığımda beni kovalamadıklarını gördüm. Çantamın etrafına toplanmış, madeni paralarımı sayıyorlardı. Beni değil paramı istiyorlardı. Ama eskiz defterim bendeydi ve o zamanlar önemli olan tek şeyin bu olduğunu düşünmüştüm.
Roma’ya ilk gelişiniz hangi yıldı? Va bene, ama o zamanlar yedi muhteşem tepenin üzerinde parlayan mermer metropol değil, her tarafını yabani otlar bürümüş, yarısına kadar tozlara gömülmüş yıkık dökük binalardan oluşan bakımsız bir mezarlık gibiydi burası. Ebedi Şehir’e girdiğimde gördüğüm ilk şeylerden biri sokakta, bir ilmiğe asılı duran cesetti. Ceset çırılçıplaktı, derisi çivit mavisiyle sıvanmış alçıtaşı rengindeydi ve gözlerinin akı bozuk yumurta sarısı gibiydi. Asıldığına göre onun bir suçlu olduğunu düşünmüştüm ama gerçekten bilmemin hiçbir yolu yoktu. İki sokak ötede, sosisler gibi asılı duran bir dizi ceset vardı. Nehrin aşağısında bir tane daha… Kibar Romalıların “Bu köşeyi dönünce, ölü bir adamla yüz yüze geleceksiniz,” diyen uyarılar asmalarını beklerdiniz. Tüm bu çürüyen cesetlerin, şehrin pis kokusuyla bir ilgisi olmalıydı. İnek gübresi, idrar, ıslak odun, kokuşmuş nehir suyu ve -her nedense – çürümüş portakal kokusunun keskin bir karışımıydı. Sonra, ulumaları harabelerde yankılanan kurtlar vardı. Garipti ama zaten Roma’da her şey gariptir. Mesela yosunlar. Parlak sarımsı yeşil ve rahatsız edici derecede kalın. Ciddiyim, Roma’nın sıcak, nemli havası tuhaf yosunlar üretir. Ama en garip kısmı ne mi? Tüm heykellerin kafaları kesilmiş ya da en azından tahrif edilmişti – burunları eksik, bir gözü ya da yanakları çıkarılmış, saçlarının yarısı kopmuştu.
Tel tel dökülen şehir dikkatimi öyle dağıtmıştı ki adımlarımı saymak bile aklıma gelmedi. Vatikan’a dört mü, sekiz mi, yoksa şanssız bir sayı olan on beş adımla mı geldiğimi bilmiyorum, ama hemen girişe kadar yürüdüm ve muhafızlardan beni derhal majestelerine götürmelerini kendimden emin bir tavırla istedim. İki kez denemek zorunda bile kalmadan adımlarımı yediye tamamlamışım gibi bir özgüvenle hareket ediyordum. (Ah, genç olmayı nasıl da özlüyorum. Yaşla birlikte insana böyle korkular da geliyor, değil mi? Eskiden bilginin, kendimden daha emin olmamı sağlayacağını düşünürdüm, oysa bilgi sadece gerçeğe dayalı korkuları besler: İşler ters gidebilir ve genelde ters gider. Geçen gün olduğu gibi, birinin çıkıp en yeni portremi çalacağı korkusuna kapıldım. Önlenemez olanı nasıl önleyeceğimi bulmaya çalışırken günümün geri kalanı uçup gitti. Hayali hırsızların, eserimi kendilerine aitmiş gibi göstermelerini engelleyeceğini düşünerek hanımefendinin kolundaki bir bandın üzerine adımı yazdım ama bu beni daha iyi hissettirmedi çünkü, şey…yangınlar, seller, ahşap panelleri paramparça eden fırtınalar… Bir endişeyi çözersin ama her zaman sırada bekleyen bir başkası vardır.) Ne var ki o zamanlar hâlâ gençtim ve muhafızların şüpheli bakışlarının beni caydırmasına izin vermedim. Hayır. Papadan aldığım tebligatı gösterdim ve onlara – gülümseyerek, sì certo – beni ona götürmezlerse Papa Hazretleri’ne gömleğimi yırtıp beni böyle hırpalayanların onlar olduğunu bildireceğimi söyledim. Bana içeri kadar eşlik ettiler – bu düşündüğümden daha kolay oldu; Roma o kadar korkutucu değil – ve Papa’nın kâhyası muhafızlara Papa Hazretleri’ni Sistine Şapeli’nde bulacağımızı söylediğinde bir heyecan hissettim. Papa, Sistine’de beni bekliyordu. Bu, Urbino’nun şansının da ötesindeydi; adımlarıma Eskilerin Yazgısı rehberlik ediyor olmalıydı.
Sistine’e ilk girdiğiniz zamanı hatırlıyor musunuz? Sizin de nefesiniz kesilmiş miydi? O uzun, ince, yekpare şapel sonsuzluğa uzanıyormuş gibi geliyor. Ve duvarlar boyunca devam eden o ünlü freskler… Ne zaman yapılmışlardı? Kırk yıl önce mi? Yine de o zamanlar yarımadadaki en modern resimlerden bazılarıydılar. Sizin favoriniz hangisi? Durun, tahmin edeyim. Favoriniz, Rosselli’nin Son Akşam Yemeği’ndeki görkemli yapı. Hayır, biliyorum, ruhunuz Domenico Ghirlandaio’nun mistik eseri Havarilerin Çağrısı’ndaki sulu manzaradan kopamıyor. Sakın bana Perugino’nun Mesih’in Anahtarları Aziz Petrus’a Vermesi eserini tercih ettiğinizi söylemeyin; bundan daha kışkırtıcı bir şey olacağını düşünmüştüm. Benim favorim Botticelli’nin eseri olan İsa’nın Günaha Meyli; bu konuyu anlatan tablolar arasında acıya bu kadar az atıfta bulunup da güzelliğe bu kadar çok odaklanan başka bir tanesini hiç gördünüz mü? Ben de görmedim.
Kafama bir şey düştü. Saçlarıma dokundum ve parmaklarıma bakınca gördüğüm şey…beyaz toz mu? Parmaklarımın arasına alıp kokladım. Sıva. Yukarı baktım ve tavanın bir yarısının altında uzanan iskeleyi görünce şoke oldum. Şapelde yapı iskelesi görmek beni neden şaşırtmıştı? Çünkü bu normal bir iskele değildi; yerde duran ve tavana kadar yükselen hantal bir ahşap yapı falan yoktu. Hayır. Yer boştu. (Sanırım tipik bir yapı iskelesi, papalık ayinlerini engellerdi: “Scusi Kardinal, Vespers’ı böldüğüm için affedersiniz ama yeni sıvayla oraya çıkmam lazım!”) Tahtaların arasından baktım; iskele, tonozdan sarkan halatlara da asılmamıştı, zaten böyle asılsaydı tavanda açık delikler kalırdı. Hayır. Bu yapı iskelesi, eski, ünlü fresklerin üzerindeki duvara, boya için hazırlanan yeni bölümlerin altına sabitlenmiş, birbirine bağlı yaya köprülerinden oluşan yaratıcı bir diziydi. İskelenin alt basamağına ulaşmak istenirse, sanatçının sağlamak istediği erişim seviyesine bağlı olarak yukarı veya aşağı çekebileceği bağımsız merdivenlere tırmanmak gerekiyordu. İskelenin kullanımı kolaydı, zemindeki etkinliklere engel olmuyordu ve duvarlarda gereksiz delikler açmıyordu. Dâhiceydi. (Kimin tasarladığını henüz bilmiyordum, ama lütfen şimdi durup yorum yapmama izin verin: Michelangelo hâlâ mimar olmadığını iddia ediyor, değil mi?)
Ama Sistine’deki ilk gün hayal gücümü ele geçiren şey, bu harika iskele tasarımı değildi. Hayır. O iskelede işçiler o uzun, beşik tonozlu tavandan bir şeyi söküyorlardı: mavi gökyüzü ve altın yıldızlardan oluşan geniş bir fresk. Tavanı, yeni resim için hazırlıyorlardı. Düküm haklıydı; Sistine’in yakında yeni bir efendisi olacaktı. (Sistine tavanına o gök parçasını ilk resmeden sanatçının adını söyleyebilir misiniz? Size düşünmeniz için bir dakika vereceğim. Hayır mı? Kimseyi bulamadınız mı? Sorun değil. Ben de sadece birkaç yıl önce adını bulmaya çalıştığımda kimsenin onu hatırlamak için bir nedeni olmadığını anladım: Piermatteo d’Amelia. Umbrialı, bir süre için Fra Filippo Lippi’nin öğrencisiymiş. Freskin tavandan sökülmesi emrinden önce öldüğü için seviniyorum. O devasa tonozu boyayla kaplamak – şekilsiz bir renk alanı bile olsa – yıllar alacak zorlu bir iş olurdu, ama şimdi, o uçsuz bucaksız cennet birkaç keski darbesiyle sökülüyordu.)
Papa’yla ilk görüşmemde bana rehberlik etmekten sorumlu olan hemşerim, resmî papalık mimarı maestro Bramante’yi gördüm. Onu yıllardır görmemiştim. O zamanlar kaç yaşındaydı? Altmış beş var mıydı? Zaman tenini erimiş balmumuna çevirmeden önce köşeli yüz hatlarıyla yakışıklı sayılıyordu. Sırtında bir ok sadağı gibi çaprazlamasına uzanan çantasında bir tomar parşömene çizilmiş mimari planları taşıyordu. Beni gördüğünde sinirli gibiydi. “Roma’da bir yere zamanında gitmek geç kalmak demektir,” dedi.
Eğilerek selamladım. “Tavsiye için teşekkürler maestro. Bundan sonra aklımda tutacağım.”
Muhafızlara uzaklaşmaları için el salladı, onlar da itaat ettiler. (Evet, Bramante’nin papalık muhafızlarına komuta etme yetkisine sahip olduğunu aklımın bir köşesine yazdım.) Görünüşüme burun kıvırdı. Gömleğimin kollarından biri eksikti, pembe kadife yeleğim yandan yırtılmıştı ve şapkam gitmişti – saçıma yanlışlıkla takılmış bir tüy bile yoktu. Dizlerime ve çizmelerime çamur bulaşmıştı ve bu çamur kırmızımsı kahverengi bir kil bile değildi; kasvetli, kül rengi bir griydi. Ayrıca bir haftadır sokaklarda yatıyormuşum gibi – ki zaten öyleydi – kokuyordum. “Papa Hazretleri’ni Urbino’nun gerçekten de medeniyetten nasibini almamış ufak bir yer olduğuna ikna etmeye mi çalışıyorsun? En azından saçını tara,” diye emir verdi Bramante kendi tertemiz yeşil kadife ceketini düzeltirken.
Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim, yırtık yeleğimi düzelttim ve popomdaki tozları silkeledim. Gömleğimin ikinci kolunu da yırtmayı ve bunu yeni bir moda olarak ilan etmeyi düşündüm ama tekrar düşününce vazgeçtim. “Belki ceketinizi ödünç alabilirim maestro, olmaz mı?”
“Ben de Papa’nın huzuruna gömleğimle çıkayım öyle mi?” Burun delikleri inanılmaz bir şekilde şişti. “Papa Hazretleri hâlâ burada olduğu için şanslısın.”
Çocukken, ne zaman babamın ibadet resimlerinden birini kopyalayıp sonrasında gururlu görünsem annem kulağımdan tutar, yere çöktürür, dizlerim uyuşana kadar alçakgönüllülük için dua ettirirdi. Ve ben hâlâ ne zaman kendini beğenmiş göründüğümü biliyorum çünkü dizlerim sızlıyor. O gün, Papa’yla buluşmak için Sistine Nehri’ni boydan boya geçerken dizlerim, bacaklarım ve hatta ayaklarım diken diken olmuştu.
Papa II. Julius, Sistine Şapeli’nin ortasında duruyordu. Kırmızı cüppeli kardinallerden oluşan bir maiyetle çevriliydi; uzun, bembeyaz cüppesini, geleneksel beyaz takkesini ve ünlü kırmızı ayakkabılarını giymişti. Ve büyük bir göksel ışık sütunu, yüksek bir pencereden içeri girip onu inci gibi bir parıltıyla örtüyordu! Şaka yapıyorum sì certo, böyle bir ışık yoktu. Duymuş olabileceğinizin aksine, o da herhangi bir adam gibi yaşlanmıştı; beyaz bir şapkanın altından çıkan gri saç tutamları, kırışıklar, solmuş ayçiçekleri gibi sarkık yanaklar… Bir zamanlar ünlü bir Adonis olarak nam saldığını duymuştum; gençliğim gittiğinde ben de mi böyle görünecektim? Efsanevi öfkesi en azından yerli yerindeydi çünkü uzun, altın kaplamalı bastonunu…
Aynı darmadağın siyah saçlar, aynı ıstıraplı yüz hatları, aynı hantal iş botları…
Michelangelo.
Heykeltıraş Papa’nın bastonunu kaptı ve homurdandı, “Beni niye suiistimal ediyorsunuz? Şu mübarek ve imkânsızı işi isteyen sizsiniz!” (Aslında söylediği kelime mübarek değildi.)
Tartışmalar sırasında kendimi iyi hissetmiyorum – tartışanlar başkaları olsa bile – bu yüzden Papa karşılık vermek üzereyken neredeyse aralarına girecektim ama Bramante beni tuttu, “Bırak da bir kez olsun kendi mezarını hazırlasın.”
Benim yerime kırmızı cüppeli bir kardinal Michelangelo’nun önüne geçti. “Mi dispiace, Papa Hazretleri. Kardeşime bakmayın siz.” Yumuşak teni ilerlemiş yaşını gizleyen, gerdanı kat kat olmuş bir adamdı; nasıl oluyordu da zengin adamlar her zaman genç görünüyordu? Onu Rosselli’nin portresinden hemen tanıdım: Il Magnifico’nun oğlu Floransalı Kardinal Giovanni de’ Medici. Söylentilere göre Michelangelo, Medici sarayında bu kardinalle beraber, onun erkek kardeşi gibi büyümüştü, bu yüzden kardinalin “Küçüklüğümüzden beri geçimsizdi,” derken koruyucu bir tavır almasına şaşmamak gerek.
Papa, “Sanatçımız hakkında bu şekilde konuşma,” diye kükredi. “Geçimsiz zavallı sensin.” Sopasını kardinalin kafasına doğrulttu.
İşte tam o an, Bramante beni Papa’ya takdim etmeye karar verdi. Her zaman bunun yaşlı mimarın nezaketi olduğunu varsaymışımdır. “Papa Hazretleri, hakkında çok şey duyduğunuz Urbinolu genç ressamı takdim etmeme izin verin.” Papa’nın burun delikleri şişti. Medici kardinalinin gözleri kısıldı. Ama görünüşe göre Bramante acele ettiği için zamanlamasının tuhaflığını fark etmemişti. “Genç ve delicesine yetenekli. Hemşerim ressam ve şair Giovanni Sanzio’nun oğlu, Pietro Perugino’nun öğrencisi, yeğeniniz Urbino Dükü Francesco Maria’nın tebaasından ve ünlü Meryem Ana tablolarının ressamı: Raffaello Sanzio da Urbino.”
Bramante farkında olmadan parmak uçlarında zıplarken, şapelin fresklerinden birinin içinde kaybolmayı, hatta belki de Signorelli’nin Ahit ve Musa’nın Ölümü eserindeki seyircilerden biri olmayı diledim. İyi olurdu. Bunun yerine Papa Julius, kılık kıyafetime bakarak suratını buruşturup “Bugünlerde sanatçılara nasıl giyineceklerini öğretmiyorlar mı?” derken orada dikilmek zorunda kaldım.
Elimden geldiğince canlılıkla gülümsedim ve iyi bir saray mensubunun yapacağı şeyi yaptım: Dikkatleri sosyal gariplikten uzaklaştırıp başka bir şeye odakladım. “Papa Hazretleri, meslektaşımı affetmelisiniz,” – başımı Michelangelo’ya doğru kaldırdım – “öfkesi insanları üzebilir ama onun işine bu kadar canlılık veren de bu ruhtur.”
Michelangelo, Kardinal de’ Medici’ye inanamayan gözlerle baktı ve Papa bastonunu indirerek, “Öyle. Siz ikiniz nereden tanışıyorsunuz?” dedi.
“Ben… Ben…” diye kekeledi heykeltıraş yüzümü inceleyerek.
Lütfen beni hatırlama, lütfen beni hatırlama. Yüz hatlarımı gölgede bırakmayı umarak hürmet ediyormuş numarasıyla başımı eğdim. “Maestronun beni hatırlaması için bir neden yok efendimiz,” dedim. “Meslektaşım derken, ikimizin de aynı zamanlarda Floransa’da sanatçı olduğumuzu kastediyorum. Oldukça gençtim, o zamanlar sadece bottega’mı işletiyordum. Beni fark etmek için hiçbir nedeni yoktur. Henüz d’Este ailesi, Oddi veya Colonna, Baglioni veya…”
Papa, bu isimler listesinin arasında kemikli elindeki kutsal yüzüğünü bana uzattı. Diz çöktüm, yüzüğü öptüm ve şöyle dedim: “Dünyanın bir parçasını biraz daha güzelleştirmek için Papa Hazretleri’nin bana biraz tahta veya duvar bağışlayacağını umuyor ve kendimi mütevazı bir hizmetkâr olarak size sunuyorum.” Tekrar ayağa kalktım. “Papa Hazretleri Floransalıyı işe almakla üstün bir zevk sahibi olduğunu göstermiş; bu yüzden biraz küstahlık etmeme izin verirseniz, onun mermerde yapabildiğini benim resimde nasıl başardığımı size göstermeyi çok isterim.” Eskiz defterimi uzattım.
Papa, “Böyle bir küstahlıktan zevk almamız gerektiğine inanıyoruz,” dedi.
Bakışlarımı başka tarafa çevirdim – asillerin her zaman gözlerini ilk kaçıranın karşıdaki kişi olmasını tercih ettiklerini düşünmüyor musunuz? – ama defterimi Papa’nın uzun, açık parmaklarına uzatırken Michelangelo eskiz defterimi kutsal elinden kaptı.
Gözlerim aniden heykeltıraşın bakışıyla buluştu ve orada hayatımda gördüğüm en korkunç şeylerden birini buldum: tanınma. “Şapelimden defol.”
Papa, “Bu delikanlının önemsiz çalışmalarını görmek istediğimize inanıyoruz,” dedi.
“Efendimiz, bu adam bir hırsız.” Michelangelo’nun alnındaki mavi bir damar zonkluyordu.
Papa’nın bakışları bana döndü.
Yere baktım. “Sadece sadık bir öğrenciyim.”
Michelangelo, “Bir keresinde gizli gizli tasarımlarıma bakarken yakaladığım için onu özel çalışma alanımdan bir mermer çekiciyle kovalamak zorunda kalmıştım,” diye çıkıştı.
Papa Hazretleri, gülümserken dudaklarını birbirine bastırıyordu. Çukur yanaklarına bakılırsa bütün dişlerini kaybetmiş ve diş etlerini göstermemeye çalışıyor olmalıydı. “Gerçekten mi?”
Michelangelo’ya, “O gün seni korkuttuğum için özür dilerim, ama,” – gözlerimi Papa’ya çevirdim – “Vincili,” – gözlerimi tekrar heykeltıraşa çevirdim – “maestro Leonardo,” dedim, “o odaya girmeme izin vermişti. İkiniz de o odada çalışıyordunuz.”
Heykeltıraşın yüzü kıpkırmızı oldu. “Peki Leonardo, sosyal tırmanış girişimlerin için onun adını kullanmana da izin veriyor mu?”
Vücudumu tamamen Papa’ya çevirdim ama bakışlarımı, alçakgönüllü bir hava katmak için yere çevirdim. “Böbürlenmeyi sevmem ve bana kalsa bu konuyu asla açmazdım Papa Hazretleri, ama Vincili maestro, eğer faydası olacaksa, bir tavsiye mektubu teklif etmişti…”
“Şu ustanın,” – Michelangelo usta kelimesini hırlayarak söylemişti – “o gün tasarımlarımı kopyalaman için sana izin verme hakkı yoktu.” Papa’ya döndü ve “Papa Hazretleri, yükselmek isteyen bu genç kişi sadece benden değil, kendi öğretmeni Perugino’dan da çalışmalarını çalan bir hırsız,” dedi.
Ben de, “Hocasını geçemeyen zavallı bir talebedir,” dedim.
Michelangelo homurdandı, “Gesù,41 şimdi de Leonardo’dan mı alıntı yapıyorsun? Kafanın içinde özgün bir düşünce var mı?”
Dudaklarımı araladım ama kaçamak bir cevaba vakit bulamadan Papa parmaklarını şıklattı ve “Onun çalıp çalmadığına biz karar veririz,” dedi.
İşte o zaman Michelangelo eskiz defterimi arkasına sakladı. “Çalışmalarını gördüm Papa Hazretleri, hiç de iyi değiller.”
“Çalışmalarımı gördün mü?” dedim. Hâlâ böyle bir sürprizi duymaktan gurur duyacak kadar gençtim.
“İyi değil,” diye tekrarladı Michelangelo.
Papa, “Kararı biz veririz,” dedi.
“Michel, per favore,” diye fısıldadı Kardinal de’ Medici. “Eskiz defterini teslim et.”
Heykeltıraş gözlerini bir o yana bir bu yana çevirdi – daha önce hesap yaptığını hiç görmemiştim – ve sonra çenesini sıkarak, “Eğer o Vatikan’da çalışıyorsa, ben çalışmam,” dedi.
Papa Julius bana baktı, beyazlaşmış gür kaşlarını kaldırdı. Zaten oldukça iyi davranmıştım ve tekrar konuşmak sadece tartışmayı büyütmeye yarayacaktı, bu yüzden kibar bir seçim yaptım: Gülümsedim ve adilce davranılmasını bekledim.
Ama Papa sadece omuz silkti – omuz silkti! – ve “Öyle olsun,” dedi. Parmaklarını sallamasından sonra iki papalık muhafızı bana doğru yürüdü. Az önce ne olmuştu öyle? Bramante homurdanırken Papa, Michelangelo’ya şöyle dedi: “Madem senin için böyle bir ödülden vazgeçiyoruz, karşılığında bize borçlusun. Tavanında mucizeler görmeyi bekliyoruz Buonarroti.”
Michelangelo eğildi; hayal ettiğimden daha az beceriksizce bir hareketti. “Öyle olacak.”
Papa uzaklaşırken, iki yanıma birer muhafız geldi. Dayanamayıp Michelangelo’ya sordum, “Neden senin tavanın dedi? Tavanda Papa için bir mezar mı yapacaksın?”
“Sen bir aptalsın,” diye homurdandı Bramante ve ağır adımlarla yürüdü.
Michelangelo, “Boyaya hazır olması ne kadar sürer?” diye seslendi.
Bir ses “İki, üç gün,” diye cevap verdi.
“Maria Vergine,”42 dedim, midem İkarus gibi düşüyor, balmumu kanatlarım güneşte eriyordu. “O tavanda mermerden bir şey yapmıyorsun. Tavana resim yapıyorsun.”
Muhafızlar beni uzaklaştırırken Michelangelo “Evet,” dedi. Sonra eskiz defterimi içine tıkıştırıp çantasını kapattı.
“Eskiz defterim,” dedim ama muhafızlar beni dışarı doğru sürüklemeye çoktan başlamışlardı. Sadece Vatikan’dan çıkarılmak, eskizlerimi kaybetmek ya da işi alamamaktan değil, aynı zamanda farkına vardığım korkunç gerçeğin etkisiyle kalbim sızlıyordu. Michelangelo bir kez daha ressam olacaktı.
XI. Bölüm
Uğultulu yapı sahasından geçen Bramante’yi takip ederken “Sistine’i nasıl aldığını anlamıyorum,” dedim.
“Ben ayarladım,” diye yanıtladı, bir yandan da koroyu yöneten bir orkestra şefi gibi işçileri oraya buraya göndermek için elini sallıyordu.
“Ama neden?” Babamın eski boya fırçasını öfkeyle çeviriyordum.
“Onu mezardan uzaklaştırmak için.”
“Ama neden?”
“Böylece mermerini alabilirim.”
“Neden mermerini istiyorsun?”
“Kilisem için.” Bramante kollarını açarak yeni Aziz Petrus Bazilikası’nın hareketli şantiyesini işaret etti.
Orijinal Aziz Petrus, aynı adı taşıyan kişinin mezarının üzerine ne zaman dikilmişti? Bin yıldan fazla mı olmuştur? Gelgelelim şimdi her şey, yeni bir kiliseye yer açmak için yıkılıyordu. Halk, saygıdeğer eski binanın yıkılmasına öfkeliydi ve program esasen Papa Julius’un fikri olmasına rağmen, insanlar projeyi yöneten kişi olduğu için Bramante’ye Il Ruinate43 adını taktılar. Bramante’yle tanışmış olsaydınız, her zaman insanları yatıştırmaya çalışan biri olduğunu bilirdiniz. Onu bu kadar garip kılan şeylerden biri de buydu. İşte bunun için alışılmadık bir plan yaptı; eski kiliseyi bir anda yıkmadı. Hayır. Yeni Aziz Petrus’un inşaatına bir ucundan başladı ve eski binayı sadece gerektiği kadar yıktı. O öğleden sonra, iki inşaatın ortasında Bramante’nin peşinden gitmiştim: Bir tarafta yüzlerce işçi taze taş bloklardan oluşan temiz, beyaz bir alanda koştururken diğer tarafta eski kilise, yavru kuşlar uçmaya başlayınca boş kalmış bir yuva gibi çürüyordu. Değişimler olur, bir fikir olarak bunu kabul ediyordum ama yeni olanın eskiyi parça parça yuttuğu bir yerde durmak korkunçtu. (Ne zamandı? On iki yıl olmuş mudur? Bugün yeni kilise, eskisinden daha da fazlasını yemiş halde – azar azar götürmeye de devam ediyoruz – ve yakında hiçbir şey kalmayacak. Bir noktada, insanlar eski Aziz Petrus’u hatırlayacaklar mı? Yeni Aziz Petrus’a sadece “Aziz Petrus” diyeceğimiz bir zaman da gelecek mi?) Bramante homurdandı, “Bir taş ustasının Aziz Petrus’a ayrılan kaynaklardan faydalanmasına izin vermeyeceğim. Papa’nın mezara ihtiyacı yok. Bir kiliseye ihtiyacı var. Ve bu projeye harcanmayan herhangi bir mermer ya da duka sadece israf olur.”
“Ama maestro, o tavan benim olmalı. Sen papalık mimarısın. Papa’nın sanat programını kontrol ediyorsun. Tek söz söylesen…”
Bramante, bir kireçtaşı bloğunu çeken bir eşeğin yanından geçti. “Sanat programını kontrol ediyorum çünkü gireceğim savaşları akıllıca seçiyorum ve sen, genç Raffaello’m” – parmağını salladı – “uğrunda ölmeye razı olacağım bir kale değilsin.” Bunun üzerine döndü ve beni geride bırakarak inşaat sahasına doğru ilerledi. Bazen bir durumun – ya da bir tablonun, bir aşkın, bir hayatın-onarılamayacak durumda olduğunu kabul etmeli, çekip gitmeli ve farklı bir yol bulmalısınız, değil mi? Babamın boya fırçasını cebime attım ve çürüyen eski neften çıktım.
Michelangelo’nun Pietà’sına bu eski bazilikanın ev sahipliği yaptığı herkesin malumuydu. Mermer şaheserin beni çağırdığını hissedebiliyordum ama bunu o gün yapamadım, bunun yerine tavana odaklanıp her bir çatlağı saydım. Çıkışa yaklaştığımda, ufalanan bir mozaikten altın bir parça düştü. Gözlerimi kıstım ve resmi hemen tanıdım. Bu, Giotto’nun su üzerinde yürüyen İsa’yı tasvir ettiği efsanevi eseri Navicella’ydı. Ah, tam o sırada oturup o şaheserin bir kopyasını çıkarmadığım için nasıl da pişmanım. Size bir çizimini gösterebilmek ya da orijinalini detaylı bir şekilde anlatabilmek için neler vermezdim. Ama elimde bir çizim yerine sadece büyük yelkenli bir gemi, haleler ve gökyüzünde trompet çalan melekler hakkında puslu bir anı var. O zamanlar bile Giotto’nun ünlü mozaiklerinin kilisenin geri kalanıyla birlikte yıkılacağını biliyordum. Ama bu değişim emredildiğinde bile, ne kadar hızlı geleceğini ve ne kadar geri döndürülemez olacağını anlamak zor, değil mi?