Полная версия
Raffaello
Bu son sözler üzerine bardakları tokuşturup içtik ama hiçbirimiz gülmüyorduk. Michelangelo silahlarımızı alıp arenamıza doğru ilerliyordu ama yine de onun ne kadar iyi bir ressam olabileceği hakkında hiçbir fikrimiz yoktu, rahatsız edici olsa da gerçek buydu. Michelangelo’nun başka bir Davut’u sır gibi saklamayı başardığını hayal edin; bu seferki Davut’un bir resim olduğunu hayal edin. Bardağımı bıraktım ve “Peki, Michelangelo’nun arkadaşları kim?” diye sordum.
Diğerleri bakıştılar. “Hiç arkadaşı yok,” cevabı Andrea’dan geldi.
“Çalışmasını kopyalamak için atölyesine nasıl gireceğiz o zaman?”
Hep bir ağızdan “Girmeyeceğiz,” diye yanıtladılar.
“Tasarımlarını görmenin bir yolunu bulmalıyız.” Bardağımı düzelttim. “Öyle değil mi?”
Ghirlandaio koltuğuna yaslandı. “Raffaello doğru söylüyor. Michelangelo’nun bizi yakalama ihtimali olup olmadığını öğrenmemiz lazım.”
Leonardo yarım yamalak, gizemli gülümsemesiyle “Ya da bizim onu yakalama ihtimalimizin olup olmadığını,” diye ekledi.
V. Bölüm
1505Dudakların için parlak kırmızı. Gözlerin için ince öğütülmüş koyu kahverengi. Tenin için de…” Köprücük kemiğini öpmek için duraksadım. “Alçıtaşı, ama biraz pembemsi kırmızı da olacak.” Bu hanım son zamanlarda en sevdiğim modeldi – ama adı neydi? Hatırlamıyorum. Ona Sofia diyelim. Bir zamanlar sevdiğim bir Sofia vardı. Ansidei ailesi için yaptığım en yeni altar panomda bu Sofia’yı Meryem Ana için model olarak kullanıyordum. Güzel, uzun bir yüzü ve yüksek bir alnı vardı ki bu da son derece inandırıcı bir Bakire olmasını sağlıyordu. En azından resimde…
Saçımın bir tutamına dokundu. “Buklelerinin rengini açmak için safran veya kükürt kullanıyor musun?”
“Hayır. Doğal hali bu,” dedim ve onu tekrar öpmek için eğildim.
Ama elini yüzüme bastırdı. “Sesler duyuyor musun?”
“Yalnızca şair Catullus’un yaşamamız ve sevmemiz için yalvaran sesini…”
“Dinle.” Bluzunun önünü kapattı.
Koridorda iki ses yankılandı. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Kapıyı kilitlemek aklıma gelmiş miydi? Dün kilitlemiştim. Geçen hafta da… İki hafta önce unutmuştum ama içeri kimse girmemişti. Bir düşüneyim. Önce ben girdim ve kapıyı tuttum. Sofia geçtiğinde taze şeftali kokuyordu. Evet. Evet! Kesinlikle kilitlemiştim; hatta kapıyı kilitlemek için zaman harcadım diye kendime de küfretmiştim.
“Calmati,25 kapı…”
Bir anahtar kilide girdi.
“Andiamo.” İskelenin üzerine bir muşamba attım ve Sofia’yı arka duvara çektim. Yakalanırsak benim itibarım devam ederdi ama Sofia’nın iyi bir evlilik şansı, yüksek bir raftan düşen bir kavanoz kırmızı kurşundan daha büyük bir hızla yere çakılırdı. Yeleğimi düzelttim. Her şey yoluna girecekti; içeri giren kişi fresklere bakmak istemediği sürece bizi bulamazdı, iyice gizlenmiştik. Ama amacı fresklere bakmak değilse buraya neden gelmiş olabilirdi ki?
Palazzo della Signoria’nın, bir duvarında Leonardo’nun Anghiari Savaşı freskinin yükseldiği büyük salonundaydık. Floransa’daki Büyük Salon’a girdiniz mi hiç? Abidevidir; yüksek pencerelerden gelen ışıkla aydınlanan iki kat yüksekliğindeki tavanlar… Floransalıların yurttaşlık görevlerini manevi görevleriyle bir tuttukları göz önüne alındığında bu katedral havası uygun görünüyor. O zamanlar, o büyük salonun en göze çarpan özellikleri, Leonardo’nun yaydığı iskele ve zemine serdiği hazırlık çizimleriydi. Bu freskle ilgili tasarımları olağanüstüydü: Savaşın kaosundaki askerler ve atlar. Anghiari Savaşı, Floransalılar için büyük bir zafer olmuştu, ne var ki Leonardo zaferi tasvir etmek yerine şiddeti ve korkuyu resmetmişti. Olağanüstüydü ve her Floransalı şöyle bir göz atmak için yanıp tutuşuyordu. Evet, ben de modellerime özel bir turla, ne zaman isterlerse ünlü freskleri gezdirme nezaketinde bulunuyordum. Leonardo, bu tür ziyaretler sırasında tepelerde yürüyüş yapmaktan her zaman mutlu olmuştur. Bu kadar az proje bitirmesine şaşmamalı: Çalışmamak için her zaman bahane arıyordu.
O gün, iki ses odaya girdi ve ikisi de Leonardo’ya ait değildi.
“Ne kadar istersen öderim.”
“Mevzu para değil. Benden ruhumu ifşa etmemi istiyorsun.”
Toskana aksanlı iki adam. İkisini de tanımadım.
“Ee, ne olmuş? Sanatçıların işi budur.”
Sanatçılar mı? Muşambadaki bir delikten bakarken Sofia’ya geride kalmasını işaret ettim. Sadece birinin kafasının arkasını görebiliyordum.
“Onu bir belediye yetkilisi olarak incelemek için değil, bir dost olarak görmek için soruyorum Michelangelo.”
Michelangelo mu? Daha önce heykeltıraşla aynı odada bulunduğum hiç olmamıştı. Sarto ve Ghirlandaio’nun tavsiyelerini göz ardı etmiş (Sarto’yu dinlemeye başladığım gün kendi lahdimi seçtiğim gün olurdu) ve Michelangelo’nun atölyesine birkaç kez uğrayarak tasarımlarını incelememe izin vermesi için onu kandırmaya çalışmıştım ama insanları kendisiyle çorba içmeye davet eden türden biri değildi. Bir keresinde pazarda ona yaklaşıp Leonardo’nun ödünç verdiği birkaç çizimi yüzüne doğru salladım – kışkırtmak için “Rekabeti buradan inceleyebilirsin,” dedim – ama Michelangelo ters ters baktı ve “Perugino’dan bir şeyler çalan bir cavolo”26 ile ilgili hiçbir şey yapmak istemediğini söyledi. Beni duyması cesaret verici olsa bile tasarımlarını görme konusunda hiçbir ilerleme kaydedememiştim.
Daha iyi görebilmek için muşambanın arkasına geçtim. İkinci adam altın yıldızları olan mavi bir pelerin giyiyordu – bu pelerin, Floransa Cumhuriyeti’nin hükümet başkanı Gonfaloniere Piero Soderini’ye aitti. Onunla tanışmış mıydınız? Kel, yuvarlak gözleri olan, pelerin giymiş bir güvercin hayal edin.
“İstediğin şeyin ne anlama geldiğini bilmiyorsun.” Michelangelo’nun sesi yaralı bir çocuk gibiydi.
Ve Soderini, “O taslağı buraya boşuna getirmediğini biliyorum,” diye yanıtladı.
Şaşkınlığım duyulmasın diye elimi ağzıma bastırdım. Taslak burada mıydı? Sessizce yere çöktüm, yüzüstü uzandım ve muşambanın altından bakmak için öne doğru kaydım. Michelangelo’nun ayakkabıları görünüyordu: Çamur ve mermer tozuyla kaplı, ağır, kahverengi iş botları. Ve gerçekten de yanında uzun bir kâğıt rulosu vardı. Yüce Meryem aşkına… Tasarımları buradaydı.
Soderini sesini alçaltarak babacan bir tonda çıkmasını sağladı. “Oğlum, biz yalnızız. Bana güvenebilirsin.”
Karşılıklı sözler bir süre daha devam etti ama Michelangelo’nun tartışmaları her zaman biraz sıkıcı oluyor – öyle değil mi? – o yüzden nihayet pes edip tasarımlarını açmaya başladığı zamana atlayalım. Çizimini ince bir altın varak tabakasıymış gibi özenli bir şekilde elinde tuttu ve Soderini taslağın ortaya çıkışını benim kadar dikkatle izledi.
Sofia fısıldadı, “Dai,27 bakmıyorlar, dai, dai.”
Elimi sallayarak onu susturdum.
Soderini açılmış çizime bakıp “Mucizevi,” diye mırıldandı.
Durduğum yerden bakınca o çizimin tek bir çizgisini bile göremiyordum, bu yüzden zıpladım ve hızla iskeleye tırmandım. Ruloyu kapatmayın, kapatmayın, kapatmayın. Sofia ayağımı tuttu ama elini tekmeledim. Tahta gıcırdasa da devam ettim. İskelenin üstü muşambayla örtülmemişti, bu yüzden de kenardan bakmak için düz yatmam gerekiyordu.
İlk başta, kahverengi tebeşir ve siyah mürekkeple yapılmış çizimin yalnızca bir köşesini görebildim. Şişkin bir baldır, onu kavrayan bir el, bükülmüş bir diz. Figür çıplak mıydı? Kendini yerden yukarı mı itiyordu? Başka bir çıplak adam eğilmişti. Üçüncüsü saldırı pozisyonu almıştı. Neler oluyordu?
Dirseklerimin üzerine kalktım.
Che roba,28 o çizim…
Cascina Muharebesi, Floransa tarihinin gizli yanlarındandır, öyleyse bunu nereden bileceksiniz? On dördüncü yüzyılda Floransalılar ve Pisalılar arasında gerçekleşen bir muharebeydi – evet, iki şehir ezelden beri savaş halindeydi. Floransalılar kazandı ama Michelangelo zafer ânını tasvir etmemişti. Hayır. Pisalıların Arno’da yıkanan Floransa ordusuna sürpriz bir şekilde saldırdığı o ânı, yani hikâyenin belirsiz bir bölümünü seçmişti. Michelangelo’nun çizimi, saldırı kadar şoke ediciydi; nehirden çıplak adamlar fırlarken tamamen zırhlı askerler arkadan hücum ediyordu. Bugün bu tür tabloları görmeye alışkınız ama on beş yıl önce hiç kimse böyle çarpıcı, düzensiz bir şey görmemişti. Her biri bir öncekinden daha şaşırtıcı olan bir düzineden fazla figür vardı. Kaburgaları derisine baskı yapan çıplak sırtlı bir adam; gözlerinde dehşetle yerde uzanan sakallı bir asker; sudan fırlayan rahatsız edici bir çift el, herkes panik içinde birbirine dolanmış… Böyle çizebilen herkes kesinlikle resim de yapabilir. O askerler gibi nefesimin kesildiğini hissetmiştim.
Eskiz defterimi açtım ve kopyalamaya başladım. (Ah, keşke o çizimlerden bazılarını size gösterebilseydim. Hayır, hayır, eskizlerimi asla yakmam ama hayat işte… Bazıları sel, yangın ya da aşırı hevesli bir hizmetçi nedeniyle kaybolur. Kiminin sonu da taşınırken gelir – yolda yitip giderler ya da arkamda bırakırım. Asistanlar da bir çizimi oradan oraya götürürler; incelediklerini düşünmek hoşuma gidiyor ama bazen onları satmalarından korkuyorum. Ne zaman bir tanesinin eksik olduğunu fark etsem, kendimi bir kavanoz bozuk lacivert boya kadar kötü hissederim. Muhtemelen hatırladığımdan daha fazlasını kaybetmişimdir; önemsiz çizimlerin anıları, diğer çöplerle birlikte pencereden dışarı atılıp gitmiştir. Ya da belki önemsiz olanları unuttuğum falan yoktur; hatırlamak, özlemek ve pişmanlık duymak onları önemli kılıyordur.) Michelangelo’nun taslağını kopyalamaya o kadar odaklanmıştım ki Leonardo’nun boya fırçalarından birinin iskelenin kenarına doğru yuvarlandığını fark etmemiştim. Ufacık bir fırçanın çok yüksekten düşüp mermer bir zemine çarptığında bu kadar gürültü çıkarabilmesi inanılmaz, değil mi?
İki adam etraflarında döndüler. Sofia haykırdı ve kısmen bağladığı giysilerini kaldırarak odanın diğer tarafına koştu, kapıdan dışarı fırladı. Soderini kıkırdadı. Michelangelo ise durumu bu kadar komik bulmadı. “Cosa fai?”29
Ayağa kalktım. “Buongiorno,30 maestro.” Pantolonumu toparlamadığıma anında pişman oldum.
“Cosa fai?” Bu kadar tuhaf birine göre Michelangelo şaşırtıcı derecede hızlıydı. Ben tepki veremeden iskeleye tırmanmaya başlamıştı bile.
“Michelangelo,” diye seslendi Soderini. “Bu, Urbinolu genç Raffaello. Sadece bir öğrenci, buraya da çalışmaya gelmiştir, canını sıkmaya değecek bir şey olmadığına eminim.”
Üstümü başımı beceriksizce düzeltirken “Evet maestro. Büyük bir hayranınızım,” dedim.
İskelenin tepesine çıkarken “Hırsız!” dedi Michelangelo. Benden sekiz yaş büyüktü ama önemli ölçüde daha varlıklıydı, değil mi? O gün, kirli gri bir tunik (bir zamanlar mavi olabilirdi ama artık gri görünüyordu) ve baldırına kadar gelen lağım sularında yürüyen sokak temizlikçilerine uygun hantal kahverengi iş botları giyiyordu. Dağınık siyah saçları ve kaba bir sakalı vardı – berbere hakaret mi etmişti? – ama pis kokusu bir yana, onunla ilgili en çarpıcı şey etrafa yaydığı güçlü dalgalardı. Tam olarak ne dalgasıydı bunlar? Tutku, öfke, korku? Peder Ficino, bunu uygun şekilde nasıl adlandıracağını bilirdi, değil mi? (Adını muhakkak duymuşsunuzdur. Hani şu Medici bahçelerindeki hümanist bilgin? Evet, işte o Ficino.) Yaşlı rahip ona ne derdi? Terribilità31 mı? O şey her neyse, daima orada ve her zaman dizginsiz. Michelangelo’nun öfkesine dair söylentiler duymuştum ama yakından bu kadar korkunç olmasını beklemiyordum. Alnındaki damarın zonklaması mı yoksa deforme olmuş burnunun (kıskanç bir çırakla tartışırken kırıldığını duymuştum) öfkeden kızarması mı yahut da kaslarının seğirmesi ya da bakışları mı; onu bu kadar korkutucu kılan şey neydi? O gün, muhtemelen kafama indirilecek ve tek darbesiyle burnumu uçurabilecek o ağır mermer çekiciydi.
“Şey, Sanzio.” Soderini yerden seslendi. “Şimdi kaçmanın tam zamanı olabilir.”
O mermer çekicinin ilk darbesi eskiz defterimi elimden aldı. Sayfalar uçtu. Düşen birkaç sayfayı alırken kulağımın yanından geçen çekicin havada çıkardığı sesi duydum. Bir daha eğildim ve iskeleden aşağı koştum. Çizime bir an için baktım ama o sırada Michelangelo da çoktan aşağı inmişti. Çekici kaldırdı, yeniden savurdu. Kafamı zar zor kurtardım ama kalbim tamamen başka bir konuydu.
Ne zaman Leonardo’nun bir işinin kopyasını çıkarsam, ustanın nereden başlayıp nereye doğru ilerlediğini hissederim. Örneğin ipek tüccarının karısının portresini kopyaladıktan sonra, çizgilerinin inceliği, gölgelerin ustalığı ve fırça darbelerine yeni bir soluk getirmesi hakkında bir his geliştirdim. O zamanlar bunu asla söylemezdim ama Vinci’nin ustalığı ulaşabileceğim mesafedeydi. Öte yandan Michelangelo’nun çizimi şimdiye kadar gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu. Figürleri heykelsiydi; geriye, yanlara ve öne doğru öyle bir güçle patlıyordu ki sanki resim düzleminden fırlıyormuş gibi hissettiriyordu. Leonardo her zaman güzelliği hedef aldı – içgüdüsel olarak anladığım bir şey – ama Michelangelo’nun hedefi başkaydı ve ne olduğunu bilmiyordum.
Oldukça farklı bir şey.
Ve bunu nasıl alt edeceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu.
VI. Bölüm
Michelangelo’nun mermer çekicinden kurtulduktan sonra – bu arada Sofia ortalıkta görünmüyordu – şehrin öbür ucunda, güzel cephesi Leon Battista Alberti tarafından tamamlanmış Dominik kilisesi Santa Maria Novella’ya koştum. Genellikle o kilisenin cephesini çizmek için orada otururum – beyaz, yeşil ve siyah mermerin dengeli ve uyumlu geometrik şekilleri beni rahatlatır – ama o gün ön tarafta durmadım bile. Ayrıca yüksek nefi, ince sütunları veya zarif siyah-beyaz çizgili kemerlerine bakmak için içeride de durmadım. Hayır. Doğrudan Masaccio’nun freski Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’a gittim. Tüm Floransa’da en sevdiğim resim: Meryem, Yuhanna ve iki koruyucu yanındayken çarmıhta asılı duran İsa, arkasında duran Baba Tanrı, aralarında uçuşan Kutsal Ruh’un beyaz güvercini; hepsi de bir şapelde tasvir edilmiş. O kadar gerçek görünüyor ki, Masaccio’nun o kilisenin duvarına gerçek bir oda oymuş olduğunu düşünebilirsiniz. Perspektif inanılmaz, her öğe – İsa’nın ellerindeki çivilere kadar – tek bir ufuk noktasına doğru geriliyor. Masaccio’dan önce – “Pasaklı Tom” lakabını seviyorum, ya siz? – resimler düz, cansız şeylerdi ama o, bize düz bir resim yüzeyine gerçek derinliği nasıl katabileceğimizi gösterdi.
Bu fresk mükemmel değil. Tam aksine! Ama ne olduğunu biliyorsunuz, değil mi? Bu bizim mükemmellik haritamız. Bize hedefleyeceğimiz şeyi gösteriyor: mükemmel kompozisyon, mükemmel perspektif, mükemmel renk, mükemmel gölge, mükemmel ışık, mükemmel figürler, mükemmel perdeler, mükemmel denge, mükemmel uyum. Masaccio’nun o freski yapıp bize mükemmelliğe giden yolu göstermesinin üzerinden o zamanlar seksen yıl geçmişti ama tek bir ressam bile bunu başaramamıştı. Henüz. Masaccio fresklerin altına, bir lahdin üzerinde yatan bir iskelet çizmişti ve hayatın kısalığına dair bir uyarı yazmıştı: Bir zamanlar ben de senin gibiydim ve sen de benim gibi olacaksın. Masaccio, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’u resmettiğinde gençti – benim o zamanlar olduğumdan çok daha yaşlı değildi – ve birkaç yıl sonra, 27 yaşında, Pasaklı Tom öldü.
O resmin önünde diz çöktüm ve Michelangelo’nun taslağının kurtarmayı başardığım kopyasını düzelttim. Figürlerin hızlı ve titrek bir kopyasını çıkarmıştım. Michelangelo mükemmelliği hedeflemiyordu ama bana bunu başarmanın anahtarlarından birini vermişti. Masaccio – gölge, kıvrımlar ve perspektif yoluyla – gerçekçi figürler yaratmaya çalışmış ama başarısız olmuştu. Öte yandan Michelangelo… Figürleri mükemmel olamayacak kadar kıvrımlı, gergin ve ıstırap verici ama heykelsi ve şimdiye kadar düz bir yüzeye çizilmiş olarak gördüğüm her şeyden daha gerçekti. Kusursuz bir resim yaratmak için onunki kadar gerçek ve yuvarlak figürler çizmeyi öğrenmem gerekecekti.
Masaccio’nun Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’unun önünde diz çökerek bir tebeşir parçası çıkardım, kollarımı sıvadım, bileğimi şöyle bir döndürdüm ve ezberimden Michelangelo’nun figürlerini çizmeye başladım, ama günün son ışıkları da kaybolmaya başlayınca ayağa kalktım. O kilisenin içinde görmek istediğim bir şey daha vardı: Domenico Ghirlandaio’nun ana şapeldeki freskleri – Vaftizci Yahya ve Meryem’in hayatlarından sahneler. Floransa’ya geldiğimden beri o fresklerin kopyasını birkaç kez çıkarmıştım ama bu sefer, daha önce bulmayı hiç düşünmediğim bir şeyi arıyordum. Masumların Katliamı tablosu umut verici görünüyordu – kıvrılan, yalpalayan figürlerle dramatik bir sahneydi. Ghirlandaio’nun en ünlü çırağının resmettiği parça bu muydu? Bunlar Michelangelo tarafından bir duvara sürülen ilk boyalar mıydı?
Michelangelo, Ghirlandaio’nun atölyesine katıldığında ve o şapelin dekorasyonuna yardım ettiğinde on üç yaşındaydı – öksüz kaldığım zamanki yaşımdan iki yaş büyüktü ama hâlâ gençti. Rakipleri onu aşağılık bir taş yontucusu olarak görebilirdi ama o, Floransa’nın tanıdığı en büyük freskçilerden birinin yanında ressamlık eğitimi almıştı. Michelangelo resim yapmayı biliyordu.
Karanlık çökerken, kasabadan atölyeme geri döndüm. Ön kapıyı açtım – eşiği geçmeden önce ayaklarımı iki kez sildim – ve atölyemin ön kısmına girdim. Kovalara, halatlara, paçavralara, kavanozlara ve fırçalara dikkat ederek yürüdüm; asistanlarım burayı çok dağıtıyordu. Hiç Michelangelo’nun böyle bir bottega32 hakkında sızlandığını duydunuz mu? Çırakların tek bir ustanın tasarımlarını gerçekleştirmek için birlikte çalışması fikrini iğrenç bulduğunu açıkça belirtiyor: “Hayal gücü ve yeniliklere zaman ayırmadan, hepsi tek bir ustanın tasarımlarına dayanan parçalar üretiliyor ama ne için? Satmak için mi? Kime? Tüccarlar ve çevrelerindeki yapışkanlara mı?” Öf, herkes onun gibi katedrallerden ve belediye meclislerinden düzenli olarak kazançlı işler alabildiği zaman hiçbirimizin küçük dükkânlarımıza ihtiyacımız olmayacak. Ama o zamana kadar… Bir arka kapıdan eğilerek geçtim.
Burası benim özel alanımdı, burada bottega tasarımları üzerinde ve kendi yaptığım bir tabloya yeterince yüksek fiyat ödeyenler için komisyonlu işler üzerinde çalışıyordum: Zengin Doni ailesi, Urbino’daki düküm, İngiltere Kralı’nın bir elçisi. (O sırada hâlâ VII. Henry kraldı, en azından bir süre daha. Kaç yılı kalmıştı? Dört veya beş yıl mı?) Atölyenin bu bölümünde her şey düzenliydi: Kıl boyuna göre düzenlenip kusursuz şekilde sıralanmış fırçalar; renk ve tonlarına göre düzenlenmiş pigment kavanozları; ahşap türüne göre gruplandırılmış panel yığınları ve konuya göre düzenli yığınlar halinde kataloglanmış çizimler. Ve duvarlara asılı, sandalyelere yaslanmış ve şövalelere dayanmış resimlerim: Meryem, bir Meryem daha, bir tane daha…
Mumları yaktım ve Michelangelo’nunki kadar heykelsi figürler yapmak için oturdum. Sonraki birkaç hafta boyunca tavernaya gitmedim ya da vaftizhane kapılarının yanında diğerleriyle kiraz kırmızısı şarap içmedim. Hayır. Odamda kaldım, gerektiği kadar az uyudum ve Michelangelo’nun taslağından hatırladığım ayrıntıları mükemmelleştirmeye çalıştım: Hamle yapan figürler, kıvrılan kaslar, çıkıntı yapan kemikler… Hiç bu kadar hassas bir şekilde resmedilen karın, ayak bileği veya eklemler görmemiştim. (Evet, Michelangelo’nun insan anatomisini incelemek için ölüleri kesmek üzere morglara girdiğine dair söylentileri sizin gibi ben de duydum. Tüm o kan ve pis kokuyu hayal edebiliyor musunuz? Ne zaman göğüs kemiğine bir keski saplamayı düşünsem… Uffa! Ölüleri incelemek yerine, sanırım başkalarının çalışmalarını incelemeye devam edeceğim.) Michelangelo’nun daha büyük ve şişkin, dizleri daha sıkı bükülmüş ve gövdeleri daha uzağa dönen figürlerinin kaslarını, mümkün olduğunca yaklaştığımı hissedene kadar çizmeye çalıştım. Sonra yüzlerce ek eskiz çizdim ve bu figürleri adım adım kendi zevklerime göre ayarladım: Kasları uzattım, kıvrımları yumuşattım, eti yumuşattım, yüzleri idealleştirdim, savaşın ritminden dansa doğru ilerledim. Ama tüm bunlardan sonra bile onun enerjisini, tutkusunu, onun…onun… O iyiydi. Çok iyi.
Bir gün Sarto, atölyeme kafasını uzattı. “Michelangelo Roma’ya gidiyor,” dedi.
Parmaklarım zonkluyordu ama tebeşirimi bırakmıyordum. Henüz. “Neden?”
“Papa’ya mermerden bir mezar yapmak için.”
Parmaklarım biraz gevşedi. “Mermerden mi?”
“Tabii ki mermerden. Söylentiye göre kırk mermer heykelle dolu üç katlı bir cephesi olacakmış. Kırk. Onu oymak bir ömür sürer. Olur da bitirebilirse yani.”
“Peki ya belediye binasındaki fresk?” diye sordum.
“Başlamadan bıraktı.”
Sarto haberi yaymaya devam ederken tebeşirimi bıraktım ve kramp giren ellerimi gerdim. Michelangelo mermere dönecekti. Derin bir nefes verdim. Meryem Ana’ya, Kutsanmış Oğluna, Kutsanmış Mavi Cüppesine, Mübarek Parmaklarına ve hatta Mübarek Ayak Parmaklarına şükürler olsun ki heykeltıraş ressam olmayacaktı.
VII. Bölüm
Mart, 1505Gonfaloniere Piero Soderini, Ponte Vecchio’ya sıra sıra dizilmiş balıkçıların ve kasapların kakofonisi eşliğinde yürüdüğümüz esnada “Çizimini göstermem için beni ikna etmeye çalışıyorsan bilgin olsun, bana gizlilik yemini ettirdi,” dedi.
“Tasarımlarını çalmaya çalışmıyorum Gonfaloniere.” Kalçasında bir sepet uskumru taşıyan bir hizmetçiye çarptım. Gözünün önüne gelen saçları savurdu. Güzeldi, bu yüzden Soderini’yi takibe devam etmeden önce başımı sallayarak hızlıca özür diledim. “Freski bitirmek için hizmetlerimi sunuyorum.”
“Herkes seni seviyor Sanzio ama bu iş Michelangelo’nun.” Soderini, babasının tezgâhıyla ilgilenen bir kıza, “Bir şişe balık sosu ver oğlum,” dedi. Kız bir porsiyon fermente balık sosu alıp bir şişeye doldurdu. Oğlanların taktığına benzer bir şapka takmıştı ama yüz hatlarına bir kez bakınca kız olduğundan asla şüphe duymazdınız. Bazı insanların bu denli açık şeyleri görmeyi reddetmesi inanılmaz, değil mi?
Sesime biraz da şüphe katarak “Michelangelo’nun Floransa’ya geri döneceğine gerçekten inanmıyorsun, değil mi?” diye sordum. “Platon’un dediği gibi, ‘Aldatmaların en kötüsü, kendini aldatmaktır.’”
Soderini’nin kaşları çatıldı. “Michelangelo’nun geri dönmeyeceğini mi düşünüyorsun? Hiçbir zaman dönmeyecek mi?” Elinde sadece değersiz bir soldo33 vardı, ben de genç hanımın masasına iki madeni para daha attım. Gülümsedi ve fazladan bir damla balık sosu ekledi.
“Anladığım kadarıyla o mezarı yapmak bir ömür sürer,” dedim.
Soderini serçe parmağını balığın bağırsaklarına soktu ve yaladı. “Ama o freskleri görmek için gelip şehrin kasasını dolduracak gezginlere güveniyorum.”
Balıkçı kıza göz kırptım ve üzüntüyle Soderini’ye dudaklarımı büzdüm. “Mi dispiace Gonfaloniere, korkarım başka bir ressam bulman gerekecek, bir resmin kalabalığı çekeceğini düşünmüyorsan tabii.”
Yemin ederim ki Soderini’nin bu yorumu tavsiye olarak almasını istememiştim. O çizimi halka açık olarak sergileyeceğini hiç düşünmemiştim. Ama yaptığı bu oldu, büyük ölçekli taslakları Büyük Salon’un karşılıklı duvarlarında sergiliyordu – Leonardo’nunki doğuda, Michelangelo’nunki fresklerin sonunda yerleşeceği yer olan batıda. (Bitmiş olsaydı, sì certo. Geçen gün, iş için Roma’yı ziyaret eden Floransalı bir bankeri, “düello yapan fresklerin” hiç bitmemiş olmasının ne büyük bir trajedi olduğunu söylerken duydum. “Aynı odada yan yana rekabet etmelerine izin verilseydi, Leonardo ve Michelangelo birbirlerini ‘daha da büyük bir büyüklüğe’ götürebilirlerdi.” Bu saçma sözler benim değil, onun söylediklerini iletiyorum. “Keşke Papa ya da Fransa Kralı için çalışmak üzere seçilselerdi,” dedi, “keşke izin verilseydi.” Uzunca bir süre, bu fresklerin hiç şüphesiz tarihin en iyileri olacağı konusunda atıp tuttu. Ta ki mekânın tartışmasız en güzel iki kadınının arasında oturup sırıtan beni fark edene kadar. Bu onu susturdu.)
Bu çizimler sergilendiğinde, biz sanatçılar oturup kopyalarını çıkarırken, büyük kalabalıklar belediye binasına girip çıkıyor ve ağızları açık kalıyordu. Yabancılar zamanlarını iki çizim arasında eşit olarak böldüler, ama biz Floransa’dan gelenler olarak Michelangelo’nunkine odaklandık – onun ne zaman dönüp hepimizi kovalayacağını kim bilebilirdi? Andrea della Robbia hep aynı yerde, ortanın hemen sağında oturuyordu. Sarto yüzüstü yatmış, çizimlerinin sayfalarını teker teker buruşturuyordu. Davide Ghirlandaio hızlanmıştı. Düzgün tebeşir ve eskiz kâğıdımla ilk gelen ve en son giden bendim. Ya da en azından ben öyle sanıyordum, ta ki…