Полная версия
Mitoloji Rehberi
Artık tavşan, sihrinin ya da m’téoulinin sonuna yaklaşmıştı, yine de son bir oyun için yeterli gücü vardı. Bir gölün yakınına vardığında eline kocaman bir yonga6 aldı ve onu sihirle büyüterek suya fırlattı; böylece yonga, bir anda beyaz adamların yaptığı devasa bir gemi gibi görünmeye başladı. Yaban kedisi göle gelince, yelkenleri açılmış ve bayrağı dalgalanan bir gemiyle karşılaştı. Kollarını kavuşturan kaptan, güvertede tüm görkemiyle duruyordu; hoş, ak saçlı ve ağırbaşlı bir adamdı, iki ucundan büyük ve görkemli boynuzları andıran yanları kalkık bir şapka takmıştı. Ancak yabankedisi büyük yeminini bir an olsun unutmamıştı, bu yüzden “Bu sefer benden kaçamazsın tavşan! Artık seni yakaladım!” diye bağırdı ve suya dalıp gemiye doğru yüzmeye başladı. Tüfek talimiyle meşgul kaptan, suda bir yabankedisi görünce adamlarına ateş etmelerini emretti ve onlar da kulak yırtıcı büyük bir gürültüyle emre uydu. Aslında bu gürültünün esas sebebi, tepede bir grup gece kuşunun silah atışına benzer bir çığlıkla üzerine çullanmasıydı ya da yabankedisi bu sesi silah sesine benzetmişti. Bu yaylım ateşi karşısında dehşete kapılan yabankedisi, bu sefer gerçekten bir hata yaptığını düşünerek kuyruğunu kıstırdı ve karanlık, köhne ormana doğru yüzerek kıyıya çıktı. Eğer hâlâ ölmediyse, muhtemelen tavşanı aramaya devam ediyordur.
Aşağıdaki iki hikâyede, Amerikan Kızılderili mitolojisinin en ünlü iki kahramanı yer almaktadır. Bunlardan ilki, Algonkin Kızılderilileri arasında Manabozho, İrokualar arasında Hiawatha olarak bilinir. Kızılderili efsanelerinde çoğunlukla bir insan olarak tasvir edilmesine rağmen zaman zaman ilahi niteliklere sahip olduğuna rastlanmaktadır. Onunla ilgili alışılagelmiş rivayetlere göre,7 bu kahraman bilge insan veya peygamber niteliğiyle insanlığa gönderilmiş Baş Tanrı’nın elçisi olarak kabul edilmektedir ancak insandaki tüm niteliklere ve mucizeler yaratma gücüne sahiptir. İnsanoğlunun davranışlarına ve geleneklerine mükemmel biçimde uyum sağlar; evlenir, kendine bir ev inşa eder, avlanır, balık tutar, savaşır ve diğer Kızılderililer gibi zaferleri ve yenilgileri vardır. İnsanın güçle ve bilgelikle yapabileceği her şeyi başarabilir ancak insan gücünden daha fazlasını gerektiren durumlarla karşılaştığında mucizevi güçlerini devreye sokar. İstediği yere gidebildiği sihirli bir kanosu vardır ve tıpkı bir ignis fatuus8 gibi geniş ovaların üzerinden atlayabilir. Tanrı gibi aniden belirir ya da yoksul ve aç bir avcı gibi şehrin döküntüleri arasında dolaşır. Sesi bazen gök gürültüsü gibi pes ve gür bir tondayken bazen kadınsı bir yakarışın yumuşaklığını ortaya çıkarır. Kendini istediği herhangi bir hayvana dönüştürebilir ve sık sık kümes hayvanlarıyla, sürüngenlerle ve balıklarla konuşur. Kendini onların akrabası olarak görür, onlara her zaman “kardeşim” diye hitap eder ve en büyük yeteneğinden biri zor durumda kaldığında hayvan kılığına girmesidir.
Kötü güçleri ne olursa olsun Manitolar’ı yenebilir. Kızılderili hikâyelerinde Manitolar, perilere benzer nitelikte tasvir edilir. Hayali mizaçları, mertebeleri ve güçleri vardır; bunlar bazen iyi bazen de kötü olabilir ancak Manabozho, en kötü niyetlileri bile bozguna uğratacak, en güçlüleri yenecek ve en kurnazları alt edecek kadar güçlü, büyülü bir güce sahiptir. Bununla birlikte, tüm bu yeteneklere sahip bir şahsiyetten beklendiği üzere tamamen iyiliksever bir varlık değildir; ne yazık ki zaman zaman hırslı, kibirli ve hilekârdı ve bazen kötü bir Manito’dan farkı yoktu. Ama Batı Rüzgârı’nın oğlundan başka ne beklenebilir? Babası Ningabiun, batı rüzgârı tanrısıydı ve rüzgârı kişileştiren efsanevi varlıkların her zaman tıpkı rüzgârın kendisi gibi oyunbaz bir mizacı olduğu görülürdü. Tanrı olarak kendisinden hep büyük beyaz tavşan olarak bahsedilirdi.
Bir diğer Algonkin kahramanı, Gluskap9 da ilki kadar ilginçtir ve Manabozho’ya kıyasla daha gerçek bir kahraman niteliği taşır. Bu tanrısal varlığın adı Gluskap, yalancı anlamına gelir çünkü ruhlar diyarına göçmek için yeryüzünü terk ettiğini ve tekrar döneceğini söylemesine rağmen bunu asla yapmamıştır. Gluskap hakkında birçok harika hikâye anlatılır ama ondan hiçbir zaman Manabozho gibi aptal, zalim veya fantastik olarak söz edilmez. Bugün Yeni İskoçya’yı ziyaret eden herkes Gluskap’ın yaşadığı, Fundy Körfezi ve Minas Havzası arasında uzanan geniş Blomidon Burnu’nu görebilir. Kırmızı kumtaşıyla kaplı zemin, gökyüzüne yükselen granit siperlerle taçlandırılmıştır. Bazen Minas Havzası’nın suları bu devasa burnun tabanına hafifçe çarpar, bazen de suya ulaşmak için burundan 1,5-2 km yürümek gerekebilir. Suyun yükselmesi ve çekilmesiyle bu durum günde iki kez gerçekleşir. Gerçekten de burası büyülü bir diyardır ve Blomidon, kafası yıldızlara değecek kadar yükselebilen ve dev bir düşmanı yayının tek bir hamlesiyle öldürebilen büyük Kızılderili tanrısına son derece yakışan görkemli bir evdir. Bu kahramanların ikisiyle de az sonra tekrar karşılaşacağız.
Manabozho’nun Hikâyesi (İrokua)
En baştan başlamak gerekirse, Manabozho, henüz küçük bir çocukken büyükannesiyle birlikte geniş bir ovanın kenarında yaşarmış. Her türden kuşla ve hayvanla ilk tanıştığı yer burasıymış, gök gürültüsü ve şimşeği ilk burada görmüş. Saat başı oturup bulutların gelip gidişini izler, gün doğup batarken aydınlık ve karanlığın tonları üzerine düşünürmüş. Bir çocuğa göre alışılmamış şekilde kurnazmış. Gökyüzünde gördüğü her yeni manzara dikkatini çeker, karşılaştığı her yeni kuş veya hayvan onda derin bir merak uyandırırmış ve doğanın bağrından gelen her ses, öğrenmesi beklenen yeni bir ders gibiymiş. Küçük Manabozho, gördükleri ve duydukları karşısında sık sık titrermiş. Büyükannesi onu küçük yaşlardan itibaren nöbet tutması için geniş ovalara gönderirmiş. Duyduğu ilk ses baykuş sesi olmuş ve ürkerek tırmandığı ağaçtan hızla inip evine koşmuş. “Noko, Noko! Büyükanne!” diye bağırmış. “Bir monedo duydum!”
Büyükanne onun korkmasına gülmüş ve nasıl bir ses duyduğunu sormuş. Çocuk cevaplamış: “Ko-ko-ko-ko.”
Bunun üzerine yaşlı kadın torununa çok küçük ve sersem olduğunu; duyduğu şeyin, adını, çıkardığı tuhaf sesten alan bir kuş olduğunu söylemiş. Bunun üzerine Manabozho nöbetine geri dönmüş. Bulutları izlerken kendi kendine şöyle düşünmüş: “Ben bu kadar budalayken büyükannemin bu kadar bilge olması, ne annemin ne de babamın sağ olması çok tuhaf. Onlarla ilgili tek bir kelime bile duymadım. Sorup öğrenmeliyim.”
Eve dönmüş, sessiz ve kederli bir halde oturmaya başlamış ancak bu durumun büyükannesinin dikkatini çekmediğini fark edince yüksek sesle ağıtlar yakmış ve ağıtların gürültüsü, kulübeyi sarsana ve büyükanneyi neredeyse sağır edene dek artarak devam etmiş. Yaşlı kadın sonunda “Manabozho, derdin ne? Çok gürültü çıkarıyorsun,” demiş.
Manabozho ağıtına devam edip bir yandan da ağlarken hıçkırıkları arasında, “Ne annem var ne de babam,” demiş ve her zamankinden daha da gürültülü bir ağıt yakmaya başlamış.
Kötü kalpli ve intikamcı olduğunu bildiğinden, büyükannesi ona ailesinin başına gelenleri söylemeye korkuyormuş çünkü bu konuda sorun yaratacağını biliyormuş. Manabozho ağlamaya devam ederek üçüncü veya dördüncü kez, anne babası ve hiçbir akrabası olmayan zavallı, talihsiz bir çocuk olduğu için ağıtlar yakmış.
Büyükanne sonunda, “Evet, baban ve üç erkek kardeşin hayatta. Annen öldü; ailesinin rızası olmadan Batı, yani baban onu eş olarak aldı. Kardeşlerinin adları Kuzey, Doğu ve Güney; senden daha büyük oldukları için baban onlara isimlerine uygun rüzgârları estirebilmeleri için büyük bir güç bahşetti. Sen onun en küçük çocuğusun. Bebekliğinden beri sana ben bakıyorum çünkü babanın kötü muameleleri yüzünden annen sen daha bebekken öldü. Doğduğum, sonra da kadın kıskançlıkları yüzünden terk etmek zorunda kaldığım gezegenimin bu tarafında senden başka akrabam yok. Annen benim tek evladımdı, sen de benim tek umudumsun.”
“Babamın hayatta olmasına sevindim,” demiş Manabozho. “Sabah onu ziyaret etmek için yola koyulacağım.”
Büyükannesi ona, babası Xingabiun’un ya da Batı’nın, yaşadığı yerin çok uzakta olduğunu söyleyerek onu vazgeçirmeye çalışmış.
Ancak bu bilgi Manabozho’yu endişelendirmemiş, aksine sevindirmiş çünkü o güne dek o kadar büyümüş ve güçlenmiş ki büyükannesinin küçük çadırını terk edip dışarıda yaşamak zorunda kalmış. Boyu o kadar uzamış ki istese, ayağa kalktığında tırmanma zahmetine katlanmasına gerek kalmadan en uzun ağaçların en tepesindeki dallarına tüneyen kuşların kafalarını koparabilirmiş. Ve eğer, ağaçlardan birini kendine bir baston olarak kullanmak istese, onları başparmağıyla koparıp yapraklarını ve dallarını avcuyla sıyırmaktan başka bir şey yapmasına gerek kalmazmış.
Gidişine çok üzülen büyükannesine veda eden Manabozho, büyük bir hızla yola koyulmuş çünkü tek bir adımıyla bir bozkırdan diğerine geçebiliyormuş.
Babasını batıda, yüksek bir dağın tepesinde bulmuş. Onun yaklaştığını çok uzaktan fark eden babası, oğlunu karşılamak için dağın yamacından birkaç kilometre aşağı atlamış ve yan yana, görünüşe göre birbirlerinden çok memnun bir halde iki ya da üç dev adımla bulutlara yakın bir yükseklikteki evlerine varmışlar. Birkaç gün birbirleriyle konuşarak geçmiş; bu iki devasa insan daha önce hiç küçük çaplı bir eylemde bulunmadığından, konuşmalarının enginliği göz önüne alındığında, tek bir cümle kurmak için bütün bir günü harcamak onlar için oldukça sıradan bir olaymış.
Bir akşam Manabozho babasına dünyada onu en çok korkutan şeyin ne olduğunu sormuş.
“Hiçbir şeyden korkmam,” demiş babası.
“Hiç mi? Fazlasından zarar göreceğin hiçbir şey mi yok? Haydi, söyle bana.”
Manabozho ısrarlarına devam edince babası sonunda şöyle demiş:
“Var, buradan birkaç kilometre ötede, şu tarafta kara bir taş var,” demiş ve eliyle işaret etmiş. “Korktuğum tek şey bu çünkü vücudumun herhangi bir yerine çarparsa, canımı çok yakar.”
Batı, bu önemli bilgiyi büyük bir gizlilik içinde oğluna açıklamış.
“Şimdi, söyle bakalım oğul, bu kara taşın baban için kötü bir etkisi olduğunu kimseye anlatmayacaksın değil mi?” diye sormuş ve eklemiş: “Sen hayırlı bir evlatsın, bu sırrı saklayacağını biliyorum. Şimdi söyle bakalım oğul, senin hoşuna gitmeyen bir şey var mı?”
Manabozho hemen cevap vermiş: “Yok.”
Kararlı ve inatçı bir mizacı olan babası aynı soruyu on yedi kez sormuş ve her defasında Manabozho aynı yanıtı vermiş: “Yok.”
Batı ısrar etmiş.
“Korktuğun bir şey olmalı.”
“Pekâlâ,” demiş Manabozho. “Söyleyeceğim.”
Konuşmak için büyük çaba sarf etmiş ancak bu ona ağır gelmiş.
“Çıkar şu ağzındaki baklayı!” diye bağırmış Ningabiun ya da Batı ve Manabozho’nun sırtına öyle bir yumruk atmış ki sesi dağları inletmiş.
“Je-ee, je-ee, şey…” diyebilmiş Manabozho, çektiği acı her halinden belli oluyormuş. “Yeo, yeo! Adını söyleyemiyorum, tir tir titriyorum.”
Batı ona korkularından kurtulmasını ve yüksek sesle konuşmasını, kimsenin ona zarar vermeyeceğini söylemiş.
Manabozho yeniden konuşmaya çalışmış ve gücüyle boy ölçüşemeyeceğini bildiği babası, onu birkaç kilometre ötedeki nehre atmakla tehdit etmese, yine aynı ıstırap numarasını tekrarlayacakmış ancak sonunda pes edip haykırmış:
“Baba, nasılsa öğreneceksin, korktuğum şey su kamışı köküdür.”
Bütün gün boyunca cümleleri ağzından kolayca çıkaran kişi, “su kamışı” kelimesini telaffuz edebilme çabasıyla bitkin düşmüş.
Birkaç dakika sonra Manabozho, “Sadece nasıl göründüğüne bakmak için bu kara taştan bir parça koparıp geleceğim,” demiş.
“Pekâlâ,” demiş babası, “Ben de sadece nasıl bir tadı olduğunu anlamak için su kamışı kökünden bir parça koparacağım.”
İkisi de düzenbazlık yaparak gözü kara emelleri için içten içe hazırlanmaya başlamış.
Akşama doğru ayrılmışlar; Manabozho kara taşı alacağı yere ulaşmak için kilometrelerce yürümüş, Ningabiun da dağın diğer yamacından aşağıya doğru koşturmaya başlamış.
Gün ağarırken ikisi de dağın tepesindeki büyük düzlükte belirmiş; bir yanda en az yirmi kiloluk kara taşla Manabozho, diğer yanda da bir kucak dolusu su kamışıyla Batı duruyormuş.
İlk hamle Manabozho’dan gelmiş, taş parçasını savurarak Batı’nın tam gözünün ortasına isabet ettirmiş; babası da bu hamleye su kamışlarıyla karşılık vermiş ve darbesi Manabozho’nun omuzlarının üzerinden, tıpkı bulutların arasından geçen şimşeğin kılıca benzer darbesi gibi, geniş bir alana yayılmış.
İkisi de tekrar kendini toparlayınca, Manabozho bir kaya fırtınası estirmeye, Nigabiun da bir su kamışı yağmuru yağdırmaya başlamış. Darbe üstüne inen darbeler, küt küt çarpan vuruşlar kaya bitene, su kamışı tükenene dek devam etmiş.
Sonra birbirlerine kayalar fırlatmaya, dev meşe ağaçlarıyla saldırmaya başlayıp bir dağın tepesinden diğerine kadar boğuşmuşlar; zaman zaman granit kayaları birbirlerinin kafalarına atmışlar. Dağlarda başlayan savaş, batının fersah fersah ötesine taşmış. Batı boyun eğmek zorunda kalmış. Manabozho, onu nehirlerden, dağlardan, bayırlardan ve göllerden geçirerek sonunda dünyanın eşiğine sürüklemiş.
“Dur!” diye bağırmış Batı. “Oğul, gücümü biliyorsun; şu an nefesimin tükendiğini kabul etsem de beni öldürmenin imkânsız olduğunu söylemeliyim. Daha fazla ileri gitme, sana da kardeşlerininki kadar büyük güçler vereceğim. Dünyanın dört bir yanını doldurdum ama sen, gidip yaşamlarına büyük zararlar veren yılanlar, canavarlar ve yaratıklar tarafından kuşatılmış insanlara büyük faydalar sağlayabilirsin. Git ve iyilik yap; sahip olduğun gücün yarısını bile kullansan, sonsuza dek unutulmayacak bir kahraman olursun. İşini bitirdiğinde sana bir yer ayarlayacağım. Sonra da gidip kardeşin Kabinocca’yla kuzeyde yaşayacaksın.”
Bu anlaşmanın ardından Manabozho elini uzatarak babasını uçurumun kenarından almış ve onun yanından ayrılarak kendi topraklarına dönmüş ve orada, aldığı yaralar yüzünden bir süre acı içinde yatmış.
Ancak bu yaraların çoğu kapanmış ve kısa süre sonra, büyükannesinin şifalı ellerinde iyileşen Manabozho, eski iriliğine ve gücüne kavuşup yeni maceralara hazır hale gelmiş. Gölün diğer ucunda yaşayan ve büyükbabasını öldüren kötü kalpli yaşlı Manito, İnci Tüyü’ne savaş açmayı aklına koymuş. Büyük yaylar ve sınırsız sayıda mızraklar yaparak hazırlıklara başlamış ama mızraklarının başı yokmuş. Noko, biraz ötede yaşayan yaşlı adamın ona ihtiyacı olan şeyi verebileceğini fısıldamış, o da Noko’yu adama göndermiş. Kadın kısa süre sonra elleri dolu bir biçimde dönmüş ama Manabozho bunların yetmeyeceğini söyleyip kadını geri göndermiş. Kadın, bir o kadar da mızrak başıyla dönünce Manabozho kendi kendine, “Bunları yapmanın bir yolunu bulmalıyım,” demiş.
Bu mızrak başlarının nasıl yapıldığını doğrudan sormak yerine, – tıpkı Manabozho gibi – büyükannesini kandırarak istediği bilgiye hileyle ulaşmayı tercih etmiş. “Noko,” demiş, “ben davulum ve çıngırağımla savaş şarkıları söylerken sen de gidip bana daha büyük mızrak başları bulmaya çalış çünkü getirdiklerinin hepsi aynı boyda. Git de bak bakalım, bu yaşlı adam biraz daha büyüğünü yapmaya istekli mi?”
Büyükannesi giderken onu uzaktan takip etmeye başlamış ve tepesine kocaman bir kuş bağladığı davulunu kulübede bırakmış; böylece kuş çırpınarak davulu titretmeye devam edecek, herkes de onun kulübede kaldığını zannedecekmiş. Yaşlı ustayı çalışırken izlemiş ve mızrak başlarının nasıl yapıldığını öğrenmiş; ihtiyarın bir de güzel kızı varmış ve Manabozho ilk kez bir kalbi olduğunu anlamış ve öyle bir iç çekmiş ki, kulübe şiddetli bir rüzgârla sarsılmış.
“Nasıl da esiyor!” demiş yaşlı adam.
“Güneyden esmiş olmalı,” demiş kızı. “Mis gibi kokuyor.”
Manabozho sessizce uzaklaşmış ve iki adımda evine vararak sanki kulübeden hiç ayrılmamış gibi şarkılarını söylemeye devam etmiş. Büyükannesi gelip ona daha büyük mızrak başlarını getirene kadar, davula bağladığı kuşu serbest bırakacak zamanı olmuş.
Akşam olunca büyükannesi, “Oğlum, savaşa gitmeden önce ağabeylerinin yaptığı gibi oruç tutmalısın, böylece muzaffer olup olmayacağını anlarsın,” demiş.
Manabozho itiraz etmemiş; ormanda gölgeli bir yer bulmuş ve iki ya da üç düzine ağız sulandıran ayıyı, bir geyiği ve en yumuşak etli kuşları dizdiği yirmi ipi özenle saklamış; sonrasında büyükannesinin onu göremeyeceği kadar uzaklaşıp, “Akşam çöktüğünde bir düzine kuşu ve bir ayının yarısını mideme indirdikten sonra yaşlı ve bilge büyükannemi duygulandıracak şekilde açlıktan ölmüş ve bitkin bir halde evime dönerim,” diye düşünmüş.
Oruç tutacağı yeri Noko seçmiş ve gideceği yerin sesinin duyulamayacağı kadar uzakta olması gerektiğini, yoksa uğursuzluk getireceğini söylemiş.
Bir süre sonra, her daim yaramazlık peşinde olan Manabozho, kendi kendine, “Büyükannem neden tam burada oruç tutmamı istiyor, neden endişeleniyor?” diye düşünmeye başlamış.
Ertesi gün mesafeyi biraz azaltınca büyükannesi hemen, “Biraz daha uzaklaş!” diye bağırmış ama yaramaz olduğundan Manabozho, kulübeye yaklaşsa da uzaklaşıyormuş gibi görünebilmek için alçak bir sesle bağırmaya başlamış ve o kadar yaklaşmış ki kulübede olan biteni görebilir hale gelmiş.
Pusuya yatalı çok geçmeden, omuzlarından sırtına doğru bir çalı gibi uzanan upuzun saçları olan yaşlı bir büyücünün kulübeye girdiğini görmüş. Onun hakkında konuşmaya başladıklarını duymuş ve bu sırada ikisinin kafası birbirine o kadar yakınmış ki Manabozho onların öpüştüğünden emin olmuş. Birinin saygıdeğer büyükannesine böyle bir cürette bulunmasına öfkelenerek kendisine yapılan bu hakareti cezalandırmak için yanan bir kömüre üfleyerek yaşlı büyücünün saçlarına dokunmuş. Maalesef yaşlı büyücü, büyükanneyi bir kez daha öpecek zaman bulamadan alevleri hissetmiş ve havaya sıçramış. Bunun üzerine ateş harlanınca, bir ateş topu gibi parlayarak kırlara doğru koşmaya başlamış.
Bu esnada oruç tuttuğu yere kaçan Manabozho, kalbi kırık bir halde ve açlıktan ölmek üzereymişçesine haykırmış: “Noko! Noko! Eve dönme vaktim geldi mi?”
“Evet!” diye bağırmış büyükannesi ve kulübeye vardığında, “Etrafta bir şey gördün mü?” diye sormuş.
“Görmedim,” demiş çocuksu bir samimiyetle ve olabildiğince saf görünerek. Bunun üzerine büyükannesi ona yakından bakmış ve hiçbir şey söylememiş.
Manabozho orucunu bitirmiş; bu sürede sinsice yirmi tombul ayı, altı düzine kuş ve iki nefis geyik tüketmiş; savaş şarkılarını söylemiş ve savaşa hazır halde kanosuna binmiş.
Savaşta kullanacağı silahların yanı sıra büyük miktarda yağ da stoklamış. Gece gündüz demeden yoluna devam etmiş çünkü sadece istemesi veya konuşması, kanoyu hareket ettirmeye yetermiş. Sonunda alevli yılanların görüş alanına varmış, onları incelemek için durmuş ve birbirlerinden biraz uzakta olduklarını ve durmaksızın püskürttükleri alevlerin geçit boyunca uzandığını görmüş. Onlara günaydın diyerek arkadaşça konuşmaya başlamış ancak yılanlar “Seni tanıyoruz Manabozho, buradan geçemezsin,” demişler.
Ancak elbette ki Manabozho bu kadar kolay vazgeçmemiş. Sanki geri dönecekmiş gibi kanosunu döndürürken birden dehşet verici bir sesle bağırmış:
“Arkanızdaki de ne?”
Tetikte bekleyen yılanlar birden başlarını çevirmiş ve Manabozho göz açıp kapayana dek aralarından geçip gitmiş.
Sonra dönüp, “Pekâlâ, hamlemi beğendiniz mi?” demiş.
Ardından yayını ve mızraklarını alıp dikkatlice nişan alarak yılanların her birini tek tek vurmuş çünkü yılanlar tek bir noktaya sabitlenmiş ve hiçbir yere dönemiyormuş. Devasa bir uzunlukları ve pasparlak renkleri varmış.
Böylece muhafız yılanları atlatan Manabozho, kanosuyla yoluna devam ederek gölün zift kısmına gelmiş, bu suya dokunan her şey yapışıp kalırmış ancak Manabozho hazırlığını yaparak kanosunu baştan sona yağlamış ve kolaylıkla burayı aşarak o zamana dek bu sudan geçen ilk kişi olmuş.
“Ziftin içinden geçmek için biraz yağ kullanmaktan daha iyi bir yol yoktur,” demiş kendi kendine.
Artık kara görünmüş, Nurlu Manito’nun kulübesi uzaklardaki tepenin üzerindeymiş.
Tokmaklarını ve mızraklarını sıraya koyan Manabozho, gün ağarırken bağırıp çağırarak, davulunu çalarak ve sesinin üç katı yüksekliğinde haykırarak saldırmaya başlamış:
“Etrafını sarın! Etrafını sarın! Koşun! Acele edin!” diye bağırarak çok sayıda yandaşı varmış gibi bir izlenim yaratmış. “Büyükbabamı sen öldürdün,” diye bağırarak bir orman dolusu mızrağı fırlatmış.
İnci Tüyü bir güneş gibi parlayarak tepede belirmiş ve Manabozho’nun mızraklarına dolu gibi yağan bir ok fırtınasıyla karşılık vermiş.
Savaş bütün gün boyunca sürmüş ve Manabozho üç mızrak dışında hepsini boşa fırlatmış çünkü Nurlu Manito, saf wampum giysiler içindeymiş ve Manabozho, Manito’nun ellerinden çıkıp çam ağaçları gibi dört bir yanını saran sert darbelerden ancak sağa sola yaptığı muazzam sıçrayışlarıyla kurtulabilmiş. Büyük bir ağaçkakan uçarak yanından geçip bir ağacın dalına konduğunda fena halde yaralıymış ve bilincini kaybetmek üzereymiş. Ağaçkakan, evinin yakınındaki kırlardan uçup gelen tanıdık bir kuşmuş.
“Manabozho,” demiş, “düşmanının zayıf bir noktası var. Başının tepesindeki saç tutamına ateş et.”
Manabozho ilk mızrağını fırlatınca düşmanının sadece birkaç damla kanını akıtabilmiş. Manito biraz sendeledikten sonra toparlanmış. Bunun üzerine müzakerelere başlamış ama Manabozho artık rakibinin yumuşak karnını öğrendiğinden, oyalanmaya hiç niyeti yokmuş ve Nurlu Manito’yu dize getirecek bir mızrak daha fırlatmış ve kafasına daha iyi nişan alabileceği şartlar oluştuğunda üçüncü mızrağı da atarak Manito’yu yere sermiş ve öldürmüş.
Bunun üzerine Manabozho, büyük bir savaş çığlığı atmış, davulunu çalmış ve Manito’nun kafa derisini savaş ganimeti olarak almış ve ağaçkakanı yanına çağırarak verdiği ipucunun ödülünü alması için Nurlu Manito’nun kanını kafasına sürmüş. İşte ağaçkakanın kafası bu yüzden bugün bile kırmızıdır. Manabozho, zafer coşkusuyla davulunu hiddetle çalarak ve şarkılarını yüksek sesle söyleyerek evine dönmüş. Büyükannesi kıyıda onu savaş dansıyla karşılamaya hazırmış ve bu dansı, yaşına göre çok başarılı bir şekilde sergiliyormuş.
Manabozho’nun yüreği kabarmış, içine bir alev düşmüş ve daha fazla maceraya atılmak için karşı konulmaz bir arzuya kapılmış. Güçlü İnci Tüyü’nü yok etmiş, yılanlarını öldürmüş ve tüm hilelerinden ve cazibesinden kurtulup büyük bir kara savaşından galip gelmişti ve böylece bir sonraki galibiyet sırası suya geçmiş.
Bunun üzerine bir balıkçı olarak hünerlerini test etmiş ve öyle başarılı olmuş ki devasa büyüklükte ve yağ bakımından oldukça zengin bir balık yakalamış. Balıktan çıkan yağla küçük bir göl oluşturabilmiş. Cömertçe davranıp hinlik güderek bir plan yapmış, tanıdığı tüm kuşları ve hayvanları davet etmiş ve ziyafete hangi sırayla katıldıklarını, gelecekte ne kadar şişmanlayacaklarının bir göstergesi olarak kabul etmiş. Davetliler gelir gelmez göle dalmalarını ve keyiflerine bakmalarını söylemiş.
Sahneye ilk çıkan ayı olmuş, sudan uzun uzun içmiş. Sonrasında geyik, keseli sıçan ve konforlu kürkleriyle tanınan ailenin diğer üyeleri gelmiş. Kanada geyiği ve bizon hımbıl davranmaya devam etmiş ve hiçbir zaman etine dolgun olduğu görülmeyen keklik, ziyafet stokları tükeninceye dek beklemiş. Tavşan ve kırlangıç göl kenarına geldiğinde bir lokma bile yiyecek kalmamış ve sonuç olarak tüm bu canlılar içinde en zayıf onlar kalmış.
Tören bittiğinde Manabozho arkadaşlarına, etrafında toplanan kuşlara ve hayvanlara ortamın biraz eğlenmek için uygun olduğunu söylemiş ve davulunu eline alarak haykırmaya başlamış:
“Güneyden yeni bir şarkı geliyor, haydi dostlarım dansa!”
Töreni daha neşeli hale getirmek için onlara gözlerini kapamalarını ve onun etrafında bir daire oluşturarak dönmelerini istemiş.
Bir kez daha davulunu çalmış ve haykırmış:
“Güneyden yeni bir şarkı geliyor, haydi dostlarım dansa!”
Tüm davetliler dansa katılmış ve turlarına başlamışlar.
Çemberin içinde duran Manabozho, yanından geçen semiz bir kümes hayvanı gördüğünde ustaca boynunu sıkıp canını alarak onu kuşağına sokuyor, çırpınış seslerini bastırmak için davuluna vurup avazı çıktığı kadar şarkı söylüyor ve hayvanları yüreklendirmek için hayran bir edayla bağırıyormuş:
“İşte böyle kardeşlerim, işte böyle!”
Sonunda dalıcı familyasından küçük bir ördek bir terslik olduğunu düşünerek gözlerini açmış ve Manabozho’nun ne yaptığını görmüş. Birdenbire sıçrayarak haykırmış:
“Ha-ha-a! Manabozho canımıza kıyıyor!” diyerek suya doğru koşmuş.
Manabozho, bu hayvanın kendisini gözetlemesine çok sinirlenerek onun peşine düşmüş ve tam ördek suya dalmak üzereyken ona bir tekme atmış; işte dalıcı ördeğin kuyruk kısmındaki tüylerin seyrekliği, sırtının ve bacaklarının düzleşmesinin sebebi budur. Bu yüzden karaya çıktığında yürürken zayıf bir yapısı vardır.
Bu sırada Manabozho’nun kuşağına girip ona yemek olmak istemeyen diğer kuşlar uçarken diğer hayvanlar da ormana doğru kaçışmış.