bannerbanner
Anadolu Uygarlıkları
Anadolu Uygarlıkları

Полная версия

Anadolu Uygarlıkları

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 4

Peki, nedir bu ticaret merkezleri?

MÖ 1950-1750 yılları arasındaki 200 yıllık süreçte, Mezopotamya bölgesinde yaşayan Asurlular, hem bölgelerinden temin edemedikleri doğal kaynakları dışarıdan almak hem de para kazanmak için Anadolu toprakları sınırlarına gelmişlerdir. Hemen şunu eklemekte fayda var: Mezopotamya coğrafyasına kıyasla Anadolu toprakları oldukça zengin topraklardı. Sadece Asurlar değil, MÖ 2254-2218 yıllarında Akad Kralı Sargon ve torunu Naram Sin de Anadolu zenginliklerini elde etmek için yoğun çaba göstermiştir ve Toros Dağları’na kadar ilerlemişlerdir.

Öyleyse Anadolu’da olup da Mezopotamya’da olmayan şey neydi?

Başta maden geliyordu. Bakır, altın, gümüş gibi değerli madenlerin yanında kereste, mermer, obsidyen önemli maddelerdi. Tabii Asurlu tüccarlar takas usulü karşılığında kalay, dokuma eşyalar ve süs eşyaları getiriyorlardı.

Asur ülkesinden gelen tüccarların, satışlarını karum ve vabartum adı verilen yerleşimlerde yapmaları gerekiyordu. Bu satışları yapmaları için öncelikle şehir devletlerinin başında yer alan kraldan izin almaları zorunluydu. Kralın belirleyeceği vergi miktarı sonrasında, Asurlu tüccarlar karum ya da vabartumda satış yapmaya hak kazanıyordu.

Asurlu tüccarlar, krala verdikleri vergi sonrasında şehirlerin dışındaki pazar yerlerine tezgâh kurup satış yapabiliyorlardı. İşte bu pazar yerlerine karum deniyordu ama karumları sadece bir tezgâh ve tezgâhın üzerinde sergilenen malların bulunduğu alanlar olarak düşünmeyin; evlerin ve sokakların, arşivlerin, aklınıza gelebilecek her şeyin olduğu yerlerdi karumlar. Vabartumlar ise ticaret yolları üzerinde bulunan ve yine krala verilen vergi sonrasında satış yapılabilen daha küçük yerlerdi.

Anadolu’nun en önemli karum yerleşimlerinden olan Kaniş-Karum merkezine ürünlerinizi satmak için gelecekseniz izleyeceğiniz üç yol vardı. Bunlardan birincisi, Dicle kıyısını izleyerek ilerleyeceğiniz Diyarbakır-Malatya-Darende-Gürün-Pınarbaşı yoludur. İkincisi, yine Asur sınırlarından başlayarak Dicle kıyısından devam eden güzergâh, yani Gezire-Harran-Urfa-Birecik-Antep-Gülek Boğazı yolu. Üçüncüsü ise Antep’e kadar devam eden, Pazarcık-Kahramanmaraş-Kussuk Beli-Elbistan-Sarız-Kuruçay Beli-Pazarviran istikametinden ilerleyen ve Erciyes Dağı üzerinden giden yoldur.

Belki aklınıza Asurlu tüccarların mallarını götürmek için kervanlarında develer kullandıkları gelecektir fakat esasında mallarını eşeklerine yüklerler ve yol güvenliği için tüm yolu köpekleriyle beraber katederlerdi.

Asur ticaret merkezlerinde sadece maddi değil kültürel alışverişin de olduğu dönemde Asurlu tüccarlar, yerli kadınlarla evlenebiliyorlardı. Yerli kadın tüccarların sıklıkla köle ticareti yaptığı ve Asurlu tüccarların, topraklarına kölelerle döndükleri bilinmektedir. Ayrıca bu kültürel alışverişler sırasında, Anadolu toprakları ilk defa Asurlular sayesinde yazıyla tanışmıştı. Yine bu dönemde çömlekçi çarkının kullanımı da artmış oldu.

Bulunan kil tabletlerde yapılan analizler sonucunda, Anadolu’da kırktan fazla karum ve vabartum olduğu tespit edilmiştir.

Bunlardan en önemlileri Kültepe, Acemhöyük, Alişar, İnandıktepe, Kuşsaray ve Alalah’tır.

Anadolu halkları ve Asurlular arasında 200 yıllık ticari ve kültürel alışverişin sonunu elbette Hititler getirmişti.

5. Ticaretle Doğan Kültür Alışverişi

Halaf Kültürü

Bazen bu dönemlerde, insanların dışa kapalı ve kendi içlerinde bir hayat sürdüklerini düşünebiliriz fakat coğrafi faktörler ve hammadde ihtiyacı, toplu halde yaşayan bu grupları sürekli arayışa sokmuştur. İhtiyaç duydukları şeyleri kimi zaman doğrudan kendileri üretmişler, kimi zaman da farklı coğrafyalardan tanıdıkları topluluklardan temin etmişlerdir.

Bugün Türkiye-Suriye sınırı yakınında yer alan Tell Halaf ve çevresinde bulunan Sabi Abyad, Tell Boueid, Mezra-Teleiat höyükleri, Halaf kültürünün temellerini oluşturmaktadır. Kalkolitik çağ süresi boyunca MÖ 6000-5900 yıllarına uzanan Halaf kültürü, Anadolu coğrafyasında da etkisini göstermiştir. Halaf kültürü, Doğu Anadolu bölgesinden Güneydoğu Anadolu ve Doğu Akdeniz bölgesine kadar tüm coğrafyayı etkisi altına almıştır.

Van’da bulunan Tilkitepe’nin yoğun bir obsidyen merkezi olması ve obsidyene duyulan ihtiyaç sebebiyle, buradaki kültürle sürekli etkileşim halinde olunduğu bilinmektedir. Ayrıca Doğu Akdeniz bölgesindeki Yumuktepe Höyüğü’nde ve Tarsus bölgesinde de Halaf kültür izleri mevcuttur, bu kültürün izlerine dair en yoğun buluntular ise Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndedir.

Peki, bu yayılımın olduğunu biz nereden anlıyoruz? Halaf kültürünün özellikleri içinde boyalı ve geometrik desenli, hayvansal figürlü çömlekler başta gelmektedir. Yapılan çalışmalarda da bahsedilen bölgelerde benzer çanak çömlek buluntularının çıkması, bu bölgelerde Halaf kültüründen esintiler olduğunu kanıtlar niteliktedir. Ayrıca bu kültüre dair izler, dairesel planlı kerpiç evlerde de kendini göstermiştir; Yunus Höyük, Coba Höyük, Kurban Höyük ve Nevali Çori’deki yerleşimlerde de bu kültürün izleri bulunmaktadır.

Geç neolitik dönem ile erken kalkolitik dönem arasında yaşanan bu kültür ve ticaret süreci tam iki yüz yıl sürmüştür.

Obeyd Kültürü

MÖ 5900-4300 yıllarına tarihlenen Obeyd kültürü, Güney Mezopotamya topraklarında başlayarak kuzeye doğru ilerlemiştir. Obeyd ismi, ilk incelemelerin Tell El Ubaid Höyüğü’nde yapılması sebebiyle konmuştur fakat daha sonra araştırmacılar, çalışmalardan elde edilen verilere göre, bu kültürün daha da eskiye dayandığı yorumunu yapmıştır.

Obeyd kültüründe artık toplumsal düzende bir sistem oluşturulmuş ve sınıflar arası farklılıklar oluşmaya başlamıştır; bu dönem, kent-devlet olgusunun temellerinin atıldığı dönem olmuştur. Yapılar yer yer iki katlı inşa edilmiş, tapınaklar ortaya çıkmış ve kentlerin çevresi kerpiç duvarlarla örülerek yerleşim yerleri koruma altına alınmıştır.

Nüfusun artmasıyla, şehri beslemek için tarımsal üretimde de artış olmuş, tarımı geliştirmek için kurak alanlara da doğrudan su getirebilen sulama kanalları açılmıştır.

Güneydoğu Anadolu bölgesinde Sakça Höyük, Samsat, Akarçaytepe, Kenantepe, Fıstıklı Höyük ve Domuztepe höyükleri, Obeyd kültürüne dair önemli veriler sunmaktayken Doğu Anadolu bölgesinde ise Arslantepe, Değirmentepe, Tepecik, Tülüntepe, Norşuntepe, Korucutepe ve Pirot höyüklerinde de bu kültüre ait çeşitli izler bulunmaktadır. Doğu Akdeniz coğrafyasındaysa Yumuktepe ve Gözlükule’de Obeyd kültürüne ait izler mevcuttur.

Uruk Kültürü

Obeyd kültürünün hemen arkasından gelen ve MÖ 4000-3100 yıllarına tarihlenen Uruk kültürü, kritik bir çağın son dönemlerini oluşturmaktadır. Bronzun daha da ön plana çıkması sebebiyle, çanak çömlek imalatı daha basit ve yalın hale gelirken, çarklı seramik üretimi de seri üretimin başlangıcı için bir adım olmuştur. Ordu mantığının temelleri yine bu kültür içerisinde gelişirken kent devletlerinin güç kazanması ve tapınak mimarisinin gelişmesi, Uruk kültürünün temel yapıtaşlarından olmuştur. Aynı zamanda çivi yazısının temelleri Uruk kültüründe atılmıştır.

Uruk kültürüne dair ilk buluntulara, günümüzde Tel El-Varka adıyla bilinen bir Sümer kenti olan Uruk şehrinde rastlanmıştır. Uruk kültürü seramikleri, daha basit, boyasız ya da açık renklidir. Ayrıca bu dönemde mühür sanatına, kil tabletlere ve ticari sözleşmeler gibi buluntulara daha sık rastlanmıştır.

Mezopotamya kültüründeki hammadde arayışı, zaman içerisinde diğer bölgelere de yayılmış ve Güney İran bölgesinden Anadolu coğrafyasına kadar uzanmıştır. Özellikle Anadolu’da Hacı-nebi, Zeytinlibahçe Höyüğü, Kurban Höyük ve Arslantepe Höyüğü, Uruk kültürünün etkisi altına girmiştir.


4. Görsel: Halaf kültürüne ait çanak çömlek parçaları


6. Beylerin ve Kılıçların Dönemi: Kalkolitik Çağ ve Tunç Çağı Kentleri

Ticaretin Kalbi Kültepe/Kaniş

Kayseri il merkezine 22 km uzaklıkta yer alan Kültepe bölgesi Asurlulardan Hititlere ve Roma dönemine kadar kullanılan bir yaşam bölgesi olmuştur. Höyüğün Kültepe ismini almasındaki sebep ise uzaktan bakıldığında alanın kül renginde görünmesidir. Bir diğer güncel ismi ise Kara Höyük’tür. Burası bir zamanların karum yerleşimiydi, yani Asurluların ticareti organize ettikleri merkezdi.

Anadolu’nun en eski çiviyazılı tabletlerine burada erişilmiş olup bu tabletlere Kapadokya tabletleri de denir. 19. yüzyılda bölgeye gelen yabancı araştırmacılar tarafından çeşitli kazı girişimleri olmuş, bulunan tabletler ülke dışına çıkarılmıştır. 19.yüzyılda yaşanan bu arkeolojik yarış sebebiyle höyük katmanlarında ciddi tahribatlar yaşanmıştır.

Yüzeyden aşağıya doğru inildikçe Helen-Roma, demir çağı, Hititler, Asur koloni dönemi, orta ve erken tunç çağı dönemlerine rastlanmıştır.

Kültepe’de bulunan tabletler özellikle yaşanan çağ hakkında oldukça fazla veri sağlamaktadır. Asur dönemine ait bu tabletler, borç senetleri ve ticari anlaşmalar gibi ticaret hayatına dair faaliyetleri belirten kaynaklar ve günlük yaşamda tüketilen malları, ihtiyaçları vb. anlatan yazılı kaynaklar olması nedeniyle önemlidir.

Anadolu’nun En Eski Yerleşimlerinden: Aslantepe

Malatya ilinin Battalgazi ilçesinde bulunan Aslantepe Höyüğü, Anadolu’nun en eski kent yerleşimlerinden biri olması sebebiyle oldukça önemlidir. MÖ 3300-3000 yıllarına uzanan kerpiç sarayı ve MÖ 3600-3500’lere dayanan tapınak yapısıyla kralların, askeri sınıfın ve din adamlarının oluşturduğu sosyal sınıfın temelleri, Aslantepe Höyüğü’nde yaşayanlar arasında mevcuttu.

1930 yıllarında Louis Delaporte başkanlığındaki Fransız ekip tarafından ilk kazılar yapılmaya başlanmıştır. Ele geçirilen buluntular arasındaki kılıçlar, madeni değeri olan eşyalar ve mühürler bölge hakkında çeşitli yorumlar yapma olanağı sağlamıştır. Özellikle mühürlerin incelenmesi sonucunda Aslantepe’de ticaretin yoğun olarak yapıldığı anlaşılmıştır.

2021 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne eklenmesine bölgenin önemi daha da artmıştır.

Anadolu’daki İlk Höyük Çalışmaları: Tilkitepe

Van ilindeki Tilkitepe Höyüğü, günümüzde Van havaalanı parselleri içerisinde bulunmaktadır. Tilkitepe Höyüğü kazı çalışmaları, 1899’da W. Belck başkanlığındaki bir ekip tarafından yürütülmüştür. Saha, kalkolitik çağ ve tunç çağının yanı sıra Doğu Anadolu Bölgesi için de değerli veriler sunmaktadır.

Tunç Çağında Bir Liman Kenti: Limantepe

İzmir’in Urla ilçesinde yer alan Limantepe kazıları, Ege Bölgesi için oldukça dikkat çekici bir özelliğe sahiptir. Troya kenti ve kazıları, tunç çağına dair değerli veriler sunar; Kuzey Ege’den aşağılara inildikçe de tunç çağına dair yerleşimler söz konusudur. Bunlardan biri olan Limantepe, deniz ticaretiyle olan bağları ve kalkolitik çağa kadar uzanan geçmişiyle önemli bir merkez olma yolundadır.

X

Hititler

Balkanlardan gelerek Anadolu içlerine kadar ilerleyen ve Hattilerle kültürel anlamda kaynaşan Nesilileri tarih kitaplarında Hititler olarak göreceğiz. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında ise onlara kimi zaman Etiler de denmiştir.

Hint-Avrupa kökenli olan kavim, Hatti diyarlarına yerleşerek onların kültürel değerlerini ve dillerini zaman içerisinde benimsemişti. Hattilerle kurulan bağlar sebebiyle Hitit çiviyazısı belgelerinde Nesice kelime ya da cümlelere çok ender rastlanmaktadır.

Hattilerle kaynaşmaları sonucunda zaman içerisinde Nesililer, şehir devletlerinin idaresinde ve yönetiminde sorumluluklar almaya başlamışlardı. Görev aldıkları yerlerden biri, yeri günümüzde tam olarak netleşmeyen Kuşşara Krallığı’dır ve başında Kral Anitta yer almaktadır.

Kral Anitta, fetih politikaları ve çevresindeki şehir kentleriyle yaşadığı problemler sebebiyle kendisini sürekli güçlendirmeye çalışmaktaydı. Özellikle Kaniş ve Hattuşaş’la arası hiç iyi değildi. 1400 kişilik bir piyade ordusu ve 40 tane savaş arabasıyla bu iki kentte saldırı düzenlemişti.

İşin ilginç yanı Kral Anitta, Kaniş’e karşı oldukça kibar ve halkına da nazik davranırken aynısını Hattuşaş kenti için söylemek mümkün değildi. Bir gece yarısı yaptığı baskın sonucunda kenti yağmalayıp kimseye merhamet etmeyen Kral Anitta, burayı lanetleyerek yaban otu dikti ve kimsenin buraya yerleşmemesini söyledi.

Kral Anitta’dan sonra başa geçen Kral Labarna da devletin sınırlarını genişletmek için yoğun çaba sarf etmiştir. Fakat onun döneminde de Hitit ismi kullanılmamaktadır ve başkent Hattuşaş değildir. I. Hattuşili (MÖ 1650-1620) başa geçtiğinde Hattuşaş başkent ilan edilmiştir. Tabii I. Hattuşili yeni başkent yaptığı yere kendi ismini vermiştir ve Hititçe bir ek olan a/aş eklenerek yeni yerleşimin ismi Hattuşa/Hattuşaş olmuştur.22

1. Aşağı ve Yukarı Kentleriyle Hitit Şehirleşmesi ve Mimari Durumu

400 yıl boyunca Hititlere ev sahipliği yapan Hattuşaş’a vardığınızda, size o dönemi hatırlatacak surlarla karşılaşacaksınız. Aslında bu sur duvarları bize oldukça fazla bilgi veriyor. Buradaki sur duvarlarını sadece savunma aracı olarak görmemek gerek. Bu sur örneği, saray yapılarından tapınak mimarisine kadar tüm yapıların temelinde kullanılan taş temel ve kerpicin bir örneğini teşkil ediyor.

Hattuşaş, aşağı şehir ve yukarı şehir olarak ikiye ayrılmıştır. Aşağı şehir Asur ticaret kolonilerine ait temeller üzerine kurulurken, yukarı şehir kralların yaşadığı ve kamusal işlerin yönetildiği yerdi, yani imparatorluğun kalbiydi.

Hattuşaş kentindeki birçok yapı asimetrik planlıdır. Ayrıca Roma ve Helen dönemlerinde olduğu gibi mermer sütün başlıkları ve sütunlar yoktur. Bunun yerine ahşap direkler ve yapıların arasına sağlamlaştırmak adına koyulan hatıllardan, Hititlerde ahşabın ne kadar önemli olduğunu da görmüş oluyoruz.

Elbette Hattuşaş sadece tapınakların ve saray yönetiminin olduğu bir alan değildi. Arşivlerin olduğu iki katlı yapılar da mevcuttu ve günümüzdeki gibi ahşap raflar üzerine sıra sıra koyulan devlet arşivleri vardı. Kentin en önemli yapılarından birisi tahıl depolarıydı. Vergilerle ve üretimle elde edilen tahıllar büyük ambarlarda saklanır ve bu ambarlar özenle korunurdu. Bu tahıl ambarlarının bir kıtlık ya da savaş durumunda 20-35 bin kişilik bir nüfusu bir yıl boyunca doyuracağı tahmin edilmektedir.

Kente girişi sağlayan altı kapı arasında Aslanlı Kapı, Sfenksli Kapı ve Kral Kapısı oldukça popülerdir. Özellikle gizli bir geçit olduğu düşünülen potern girişinin hâlâ tam olarak neden yapıldığı bilinmemektedir. Bazı araştırmacılara göre poternler bir saldırı esnasında bu kapılardan kaçmak için kullanılıyordu, bazılarına göreyse düşman askerlerinin arkasından dolanmak için yapılmıştı. Öte yandan bazı araştırmacılar da bu kapıların dini ayinlerde kullanıldığını söylüyor fakat bu konuda net bir bilgi hâlâ bulunmamaktadır.

Hattuşaş’ta sivil mimariye rastlama ihtimali çok düşüktür. Hatta halkın Hattuşaş’a yakın irili ufaklı köylerde yaşadığı düşünülmektedir fakat surlar içerisindeki bazı kalıntıların sivil yapılara ait olduğu da düşünülüyor. Bu yapıların da yine yukarıda bahsettiğimiz gibi asimetrik planda olduğu fark ediliyor ve düz damlı, iki odalı, bazense iki katlı yapılar olarak dikkat çekiyorlar.

2. Aile ve Toplumsal Yapı

Muhtemelen Hattuşaş’ta gezerken aklınıza burada yaşayan insanlar gelecektir. Hitit aile yapısından bahsedersek aslında toplumdaki kadın ve erkek rollerini de bir nebze anlamış oluruz. Hitit aile kültürü tamamen ataerkil bir yapıya sahipti fakat kadın hakları da gözetilmeye çalışılıyordu. Örneğin kurulacak bir ailede erkek, kadına başlık parası vermek zorundadır. Eğer kadın nişanı bozarsa başlık parasının iki katını vermek durumundaydı. Sorunsuz yapılan bir evlilik sonrasında erkek, duruma göre içgüveyi olarak kadının ailesiyle beraber yaşayabiliyordu. Doğurganlığın çok önemli olduğu Hitit toplumunda kadın, eşine erkek bir çocuk veremezse, kocasına kendi eliyle bir cariye satın almak durumundadır. Öte yandan cariye, aileye bir erkek çocuk verirse ailenin kadınını başka birine satma hakkı vardır.

Kadının ölümü durumunda çeyizi çocuklarına kalırdı. Eğer adam ölürse, dul kalan kadın eşinin kardeşiyle, o da yoksa eşinin babasıyla, o da yoksa eşinin en yakınından bir akrabasıyla evlenmek zorundaydı.

Hitit devletinde kadın ve erkek eşit cezalara çarptırılırdı. Sadece köleler söz konusu olduğunda farklılıklar vardı ve tecavüz gibi olaylardaysa durumlar biraz daha değişikti. Eğer erkek, kadına dağlık bir arazide tecavüz etmişse erkek suçluydu; fakat tam tersi erkek dört duvar arasında tecavüz etmişse kadının erkeği baştan çıkardığı düşünülürdü ve suçlu kadın olurdu. Tecavüz konusunda en katı kuralsa ensest ilişki durumunda geçerliydi. Bir baba, ister üvey ister öz olsun, kendi kız çocuklarıyla ilişkiye giremezdi. Girerse sonucu ölüm cezasına kadar gidebilirdi. Ancak bir oğul üvey annesiyle ilişkiye girebilir ya da babası ölürse üvey annesiyle evlenebilirdi. Ayrıca bir hayvanla ilişkiye girmenin cezası da kesinlikle ölümdü. Bunun yanında kral ve yargıcın kararına itiraz etmek ya da kara büyü yapmanın cezaları da yine ölümdü.

Maddi durumu iyi olan her ailenin en az bir kölesi olurdu. Bir kölenin değeri katırdan, eşekten, attan daha azdı. Kölelerin, Hitit vatandaşı kadar hakkı olmazdı fakat çeşitli yasal haklarla belirli imtiyazları vardı. Bir köle özgür bir kadınla evlenebilirdi ancak başlık parasını vermesi gerekiyordu fakat bu kadını kölesi yapmazdı; sadece erkek üç yıl içerisinde başlık parasını tamamlayamazsa o zaman köle durumuna düşüyordu. Buradan şunu anlamamız da mümkün: Bir köle, kendi parasını biriktirebiliyordu. Özgür bir kadının köle bir erkekle evlenmesi durumunda da erkek, kölelikten çıkmazdı. Özgür bir erkek köle bir kadınla evlenirse kadın özgür hale gelirdi.

Köleler mülk sahibi olabiliyorlardı. Para biriktirebiliyorlardı fakat bu onları yine de özgür bireyler yapmıyordu; çünkü ancak iki köle bir özgür vatandaşa eşit olabiliyordu. Yine bir kölenin cezası, sivil vatandaşın aldığı cezanın iki katına denk olurdu. Köleler kiralanabilen, babadan çocuklara devredilebilen, vârisler arasında paylaşılan mallardı.23

3. Hitit Ekonomisi ve Meslekler

Hitit ekonomisinin kökeni tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. Halk sur duvarları içerisinde yaşamaz, kentin uzağında yer alan tarımsal arazilere mahsullerini diker ve ufak köylerde yaşardı. Sur içerisinde yaşayanlarsa buradan gelen mahsulleri alırlardı. Bugün bir bozkır havasında olan Hattuşaş ve çevresi, o dönem verimli tarım arazileriyle doluydu. Suyun olmadığı yerlere ise sulama kanalları açarlar, tarımın devamlılığı için sulak alanları aramak zorunda kalmazlardı.

Halk buğday, arpa, bezelye, mercimek, fasulye, nohut, soğan, sarımsak, pırasa, havuç, armut, salatalık, incir, zeytin, üzüm, kayısı, elma, armut, erik, nar, keten, zeytin ve üzüm üretirdi. Özellikle şarap imalatı sebebiyle üzüm bağları oldukça değerliydi.

Çiftçiliğin yanında yoğun bir şekilde küçük ve büyükbaş hayvan yetiştiriciliği vardı. Hatta Hitit kralları fethettikleri yerlerden dönerken ganimet olarak topladıkları küçük ve büyükbaş hayvanları yanlarında getirirlerdi. Birinin sürüsü ne kadar büyükse ve erkek çocuğu ne kadar çoksa o kişi o kadar güçlü demekti.

Sur içerisinde de dönen bir ekonomik yaşam vardı. Yazılı kaynaklarda da belirtilen çeşitli meslek türleri arasında çömlekçilik, fırıncılık, mandıracılık, inşaatçılık, duvarcılık, dansçılık, balıkçılık, bira imalatçılığı, marangozluk, kuyumculuk, bakırcılık, demircilik, dericilik, ayakkabıcılık, şarkıcılık, aşçılık, dokumacılık, terzilik, berberlik, meyhanecilik, müzisyenlik, depo bekçiliği, şarap imalatçılığı ve değirmencilik bulunuyordu. Burada değirmencilere dikkat çekmek istiyorum. Değirmenlerde sebebi net bilinmemekle beraber çoğunlukla kadınlar çalışırdı fakat bir kadın işçi, bir erkek kadar kazanamazdı. Kadın işçilere erkeklerin kazandığının yarısı verilirdi.

Belki aklınıza şöyle bir soru gelebilir: “Bu kadar meslek ve ticaret varken, para nasıl yoktu?”

Hitit ekonomisi değiş tokuşa bağlı bir ekonomi gibi görünse de “şekel” ve “mina” olarak isimlendirilen gümüş madenler satışlar sırasında kullanılıyordu. Şekel, gümüşten yapılmış bir halka ya da bir çubuk olabiliyordu. Bir Hitit şekeli 11,75 gramdı ve 40 şekel, bir mina ederdi. Hitit döneminde bir öküz kiralamak isterseniz bir şekel vermek zorundaydınız. Erkek bir işçinin yıllık maaşı ise hemen hemen 100 şekeldi.

4. Ekmek, Daha Fazla Ekmek: Hitit Beslenme Alışkanlıkları

Yazının Anadolu’da aktif olarak kullanılması sayesinde arkeoloji bilimi, tahminler üzerinden yorum yapmak yerine doğrudan yazılı metinlere bakarak MÖ 1600-1200 yıllarında yaşayan insanlarla bugün de aynı yemekleri yediğimizi fark ediyor.

Daha önce de bahsettiğimiz gibi üretim çiftçilik üzerine kuruluydu. Bu sebeple Hitit halkı yoğun bir şekilde tahıl tüketimi yapıyordu. Temel besin ekmek ve suydu. Muhtemelen şu an aklınıza günümüz ekmekleri geliyor ancak durum bundan tamamen farklı. Mesela kil tabletlerde geçen üç peynirli ekmek… Kurutulmuş ya da duruma göre yaş meyvelerin hamura karıştırılarak pişirildiği ekmekler ve balın un veya hamura karıştırılmasıyla hazırlanan ekmekler mevcuttu. Hitit toplumunda yüze yakın ekmek çeşidi vardı ve her birinin özelliğine göre ismi vardı. Mesela asker ekmeği, çavdar ekmeği, balık şeklinde ekmek, kurban ekmeği gibi isimlerle anılan ekmekler bulunuyordu. Sarayda ise ekmeğin yanında pasta, börek ve çeşitli unlu mamuller de mevcuttu.

Tahıldan başladık fakat yazılı kaynaklardan öğrendiklerimiz bunlardan ibaret değil. Süt ürünleri de Hitit toplumunda oldukça önemliydi. Peynir, yağ, lor, tereyağı ve hayvanın içyağından yararlanırlardı. Hatta kil tabletlerde saray mutfağında sütle yapılmış bir bulamaçtan bahsedilir fakat tarifi ne yazık ki yoktur. Ayrıca Hitit beslenme kültüründe bal ve yağın önemi de oldukça büyüktü. Zeytinyağı, badem yağı, fındık yağı, ceviz yağı, ketenyağı gibi yağları üretebiliyorlardı.

Et tüketimindeyse hayvanın her bölümünden faydalanıyorlardı. Yapılan analizlerde hayvanların kemiklerindeki iliklerin dahi çıkarıldığı, kimi zamansa hayvan beyninin tüketildiği gözlemlenmiştir. Hatta hayvanın kulağını ateş üzerinde tutup kıvama getirdikten sonra, ekmeğin arasına koyup yiyorlardı. Ayrıca kalp ve ciğer una bulandıktan sonra ateşte pişirilirdi.

Dönem şartları düşünülünce elbette ki kış için erzak stoku yapılması gerekirdi. Meyveler kurutularak kışa hazırlanırdı. Etler tuzla salamura yapılır, böyle saklanırdı. Bazense tütsülenerek kışa hazırlanırdı.

Hitit kültürünün vazgeçilmezlerinden olan arpa ve üzümün ise toplum için ayrı önemi vardı. Arpa sayesinde bira imalatı yapabiliyorlardı ve halkın susuz kaldığı zamanlarda su ihtiyacını birayla giderdiği oluyordu. Yalnız bu birayı günümüzdeki bira gibi düşünmeyin. Biranın içinde posası kalabiliyordu ya da arpa kılçığı olabiliyordu. Bu sebeple bira içerken ucunda filtresi olurdu. Üzüm ise şarap üretiminden dolayı oldukça değerliydi. Ticari değeri kadar dini ritüeller içinde de önemli bir yer edinmiş olan şarabın besleyici özelliği olduğuna inanılırdı. Hatta temiz olduğu inancı sebebiyle bazen büyü ve kutsal temizliklerde kullanılırdı.

5. Hitit Sanatı

Hitit sanatı erken, orta ve geç olarak üçe ayrılmaktadır fakat bu detaylara girmek bu kitabın kapsamının dışında kalacağı için kısaca müzelerde karşılaşacağınız örneklere değinmek istiyorum.

Hititlerde heykeltıraşlık, güneyde antik Mısır, batıda Girit ve Miken uygarlıkları gibi çağdaşlarında olduğu kadar gelişmiş değildi. Profilden yapılan kabartmalar daha yaygındı.

Çömlekler ise kahverengi, kırmızımsı kahverengi ve kırmızıdır. Tek kulplu bardaklar, mercek biçimli mataralar, adak amaçlı minyatür kaplar, el biçimli sunu kapları, kabartmalı çömlekler, dinsel sahne kabartmalı çömlekler vardır. Ayrıca gaga ağızlı testiler ve ördek formlu kaplar da vardır.

XI

Demir Çağı

İnsanlığın dönüm noktalarından biri olan demir kullanımı, aslında günümüz dünyasının coğrafi koşullarını da belirlemekte oldukça etkiliydi. Bunun sebebi, bir ton demiri eritmek için sekiz ton odun kullanmanın gerekmesiydi. Daha önceleri de bahsettiğimiz gibi tüm topluluklar dünya demir rezervlerini bir anda bulmamıştı. Anadolu’da MÖ 1300-1000 yıllarında demirin işlendiği bilinmektedir. Örneğin Alacahöyük prens mezarlarında demirden yapılmış hediyelik eşyalar mevcuttu. Benzer durum antik Mısır firavunlarının mezarları için de geçerliydi. III. Amenhotep ve IV. Amenhotep’in mezarlarında demir silahlar bulunmuştur. Mesela Sicilya adasında MÖ 2000 yıllarında demirin varlığı bilinse de yaygın kullanımı MÖ 900’lere rastlamaktadır.

Öyleyse yeni bir madenin, bir topluluğun hayatında sık kullanılmasının sebeplerinden birincisi ucuz ve gündelik yaşama dair işlevselliği olacak bir ürün olmasıdır. İkincisi ise askeri sanayide yer etmesidir. Tunç çağında ahşaptan yapılan tarımsal aletler (saban vs.) artık demirden yapılmaya başlanmış ve gündelik eşyalar da demirden üretilmiştir.

На страницу:
3 из 4