bannerbanner
ERICA'NIN AYNALARI
ERICA'NIN AYNALARI

Полная версия

ERICA'NIN AYNALARI

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4

Sare bomboş pazar arabasıyla evine doğru ilerlerken ağlıyordu. “Çukura düşen Alis’ti tavşan değil!” diye hıçkırıyordu. Böylesine korkunç bir olayın yaşanacağını nereden bilebilirdi o benzetmeyi yaptığında? Üstelik Alis’in düştüğü böyle bir çukur değildi ki! O anda küçük kızın Alis gibi harikalar ülkesine gitmiş olmasını diledi. Ama bu dileğinin kabul olmadığını ertesi sabah büyük bir üzüntüyle, ülkede yaşayan herkesle birlikte öğrenecekti.

Küçük Damla, iki kilometre uzaklıktaki bir kanala sürüklenmiş, cansız halde bulunmuştu. Televizyon, gazeteler ve sosyal medya bu olaya geniş yer vermişti. Gelip geçenlerin yolu üzerindeki bir noktada böyle sorumsuzca kuyu açmaya çalışan ve o karanlık çukurun ağzını açık bırakan ev sahibi suçlanıyordu.

Gel gör ki herkesin suçladığı bu adam, bu çukuru kendisinin açmadığını, onu bahçesinde keşfettiğini anlatıyor; ağzını çelik, sağlam ve ağır bir kapakla kapattığına dair yeminler ediyor, kendini savunmaya çalışıyordu. “Bu benim suçum değil. Güvenlik önlemi de aldım, ne olur inanın bana. Yolun başındaki kameraları inceleyin. Göreceksiniz. Çok çok ağır, çelikten, rögar kapağı kadar sağlam bir malzemeyle kapatmıştım çukurun ağzını. Ama birisi bu kapağı alıp götürmüş! Bu çukuru ben açmadım aslında!” diye haykırıyordu. Ona kimse inanmıyordu… Adam adliye binasının geniş koridorlarında kim bilir daha kaç kez aynı şeyleri anlatacaktı.

Suçlu ya da suçsuz olması Damla için sonucu değiştirmeyecekti elbette… Yine de herkes büyük bir merakla kamera görüntülerinin yayınlanmasını bekliyordu. Küçük sahil kasabası için pek de alışılmamış bir hareketlilikti bu yaşananlar.

Olaydan bir süre sonra adamın doğruyu söylediği, aslında bu kuyu benzeri çukuru kazmadığı, keşfettiği anlaşıldı. Su, atık su ve kanalizasyon ağı sistemleriyle ilgili her türlü bilgi ve birikimden yoksun adam, evinin bahçesindeki uzun çalıların arasında gördüğü, çukuru kapatan, asla açmaması gerektiğini sonradan öğrendiği kapağı bin bir güçlükle kaldırdığını emniyette ve savcılıkta verdiği ifadesinde açıklamıştı. Yıllar önce açılmış ve inşaatı yarım bırakılmış derin çukuru görünce bunun bir su kuyusu olduğunu düşünmüş, işi tamamlamaya karar vermiş, çukurun gürül gürül çağlayan kanalizasyon ağının kollarından birinde son bulduğunu görünce boşa uğraştığını anlamış ve ağır, döküm bir çelik kapakla kuyunun ağzını yeniden kapatmıştı.

Gerçekte bir proje kapsamında, atık su toplama sistemi ve kanalizasyon ağı inşaatının bir parçası olarak başlanan fakat projedeki değişikliğin ardından üstü kapatılan bir kuyuydu bu. Yıllar sonra böyle bir felakete ev sahipliği yapacağı hiç kimsenin aklına gelmezdi.

Bambaşka bir sahnedeyse adamın biri, evine kadar güçlükle yuvarladığı ağır çelik kapağı bahçe kapısının arkasına yerleştirmeye çalışıyordu; yaptığı işten memnun ve olanlardan habersiz. Doğrusu olayların bu noktaya varacağını bilseydi büyük ihtimalle daha farklı davranır, gecenin geç saatlerinde körkütük sarhoş bir durumda o yolda yürürken bahçedeki kuyunun ağzını kapatan ve pırıl pırıl parlayan çeliği yerinden oynatmaz, ne işe yaradığına bakardı.

Sadece dikkatsizlik denebilir mi buna? Ya da korkunç bir tesadüf? Yazgı? Ağır çeliğin ya da hangi malzemeyse bu karanlık ve aç çukurun bir canavara dönüşmesini engellediğini fark etmemişti. Yerinden güçlükle kaldırıp yuvarlarken insanların ne kadar tuhaf olduğunu düşünüyordu. Gecenin kör karanlığında geride bıraktığı karadeliği fark etmeden, çeliği yuvarlarken düşünüyordu. Böyle ağır bir malzeme sokağa atılır mı hiç? Bir şekilde çok işine yarayacaktı; bahçesinde ya da evinde.

Ve sahnede, sabahın erken saatlerinde ofisine gitmek üzere yola çıkan bir başkası vardı şimdi… O, aynı yolda yürürken karanlık ve aç çukuru görmüş, yolun kenarında duran büyük, boş karton koliyi kenarlarından yırtıp açarak bir halı gibi yere sermiş, çukurun üzerini kapatmıştı. Bunun işe yarayıp yaramayacağı hakkında hiçbir fikri yoktu ama sabahın bu saatinde de daha fazlası gelmiyordu elinden. Yere serili kartonun dört köşesine büyük birer taş yerleştirip dikkat çekmeye çalıştı fakat bunun da iyi bir güvenlik önlemi olmadığının farkındaydı. Huzursuz bir şekilde, “Saat dokuz olduğunda belediyeyi ararım. Gelip kapatsınlar bu çukurun ağzını,” diye mırıldanarak yoluna devam etti. Ama aramayı unuttu…

Yavru kedilerin sığınması umuduyla boş koliyi bahçenin kenarına bırakan kadın ise yatağında mışıl mışıl uyuyordu.


Sare yaşanan felaketin ardından birkaç saatini karakolda geçirmiş ve tanık olduğu bu korkunç olayın ayrıntılarını anlatıp yazılı ifadesini verdikten sonra evine dönmüştü. Ilık bir duşun ardından pencerenin kenarına geçip oturdu. Annesi çay ve börek getirmişti ama bir şey yiyecek hali yoktu. Çayını yudumlarken dışarı baktı. Bu sırada yolun kenarında duranları görünce şaşkınlıkla irkildi. Ergen kızla soğukkanlı kadın yolun kenarında durmuş, Sarelerin üçüncü kattaki evlerinin penceresine bakıyorlardı.

Sare şaşırdı. Canavar çukurun başında gördüğü bu insanlar evini nasıl bulmuştu ve niçin buraya kadar gelmişlerdi? Kimdi bunlar? Yaşadıkları küçük kasabada herkesi tanırdı ve daha önce bu insanları hiç görmediğinden emindi. Yerinden fırlayıp kapıya yöneldi.

Sare hızla merdivenlerden inerken, “Acaba beni mi arıyorlar? Eğer öyleyse benden ne isteyebilirler? Küçük Damla’yla mı ilgili acaba?” diye kendi kendine sorular soruyordu.

Birkaç saniye sonra yolun kenarına vardığında ortada ne mısır püskülü gibi saçları olan ergen kız ne de soğukkanlı kadın vardı. Sare yolun iki yanına da iyice baktı ama hiçbir yerde onları göremedi.

Gitmişlerdi! Belki de Sare geçirdiği şokun etkisiyle hayal görmüştü!

Eve girdiğinde kendisine şaşkınlıkla bakıp neler olduğunu anlamaya çalışan annesine, “Bir arkadaşımı evin önünde gördüm de… Ben inene kadar gitmişti,” diyebildi.

Bu iki kadını görmek aklını bütünüyle karıştırmıştı. Kulakları çınlıyor, çınlamaların arasında fısıltılar, sesler duyuyordu. Kuyunun başında gördüğü iki kadın sanki yanına gelmiş de iki kulağına birden aynı anda fısıldıyorlardı. “İçeri gir! İçeri gir!”

Oturduğu kanepede birdenbire ağlamaya başladı. Eve geldiği andan itibaren ağlamamak için kendini zor tutmuştu ama daha fazla dayanamadı. Yaşadıkları ona çok ağır gelmişti, gözlerinden boşanan yaşlara engel olamıyor, sarsıla sarsıla ağlıyordu. Şaşkınlıkla kendisine bakan annesi Yıldız’a olanları anlatabildiğinde onun da öğrendiklerinden oldukça sarsıldığı görülebiliyordu.

Fakat Yıldız’ın şeytanı hazırda beklerdi hep ve kulağına fısıldamakta gecikmezdi. Birkaç dakika sonra, “Efsunlu musun nesin bilmiyorum ki!” diye tısladı Yıldız. “Böylesine korkunç bir hikâyenin kahramanlarından biri olmak zorunda mıydın? Şimdi ya kadın polislere kızını senin ittiğini ya da senin yüzünden o çukura düştüğünü söylerse? Sonuçta düşmeden hemen önce çocuğun saçını çekmişsin. Ya seni suçlarlarsa? Ne diye dokunuyorsun milletin çocuğuna? Nasıl beceriyorsun başına sürekli yeni dertler açmayı? Seninle uğraşmaktan bıktım ama ha, sanki kendi derdim bana yetmezmiş gibi!”

Sare gözlerini devirerek annesine bakarken ondan başka türlü bir tepki beklemediği de açıkça anlaşılabiliyordu. Annesinin beyninin içinde sabaha kadar canlanacak felaket sahnelerinin arasında en az rol alacak oyuncunun Damla olduğunu biliyordu.

5. BÖLÜM

Müdavim

Hangi sabahın güneşi yıkadı seni?Hangisi daha kirli? Bedenin mi, benliğin mi?Daha yüksek sesle haykırır konuşulmayanlar,Sadece hedeftekiler tarafından duyulurlar!

Koridora sıra sıra dizilmiş müzikli ve içkili küçük mekânlardan sızan loş ışık, aynı zamanda bu mekânların müdavimi olanların burnuna çok tanıdık bir kokuyu da getiriyordu. İçeriden gelen uğultu ve seslerden canlı müzikle birlikte gecenin de başlamak üzere olduğu anlaşılıyordu.

Öksürükler, kahkahalar…

Meltem’in yöneldiği mekânın kapısında duran, lacivert pantolon ve beyaz gömlekli iki koruma içeri girmek isteyen müşterilerle ilgileniyor, ilk kez gördükleri kişileri kuşkuyla inceliyorlardı. Aslında onlara koruma demek pek de doğru sayılmazdı. Çünkü bu mekâna gelen herkes çok tanıdıktı ve burada neredeyse hiç olay çıkmazdı. Bu nedenle kapıda koruma görevini içeride çalışan garsonlardan iki tanesi nöbetleşe yaparlardı. Elbette bu küçük eğlence mekânlarına ev sahipliği yapan binanın ana giriş ve çıkış kapıları çok sayıda güvenlik görevlisi tarafından korunmaktaydı. Eşek sudan gelinceye kadar dövülerek atılmıştı bu kapıdan nice dağ gibi babayiğitler…

Meltem kapıdan içeri girerken kısa boylu olanın yanağından bir makas aldı.

“Süpersin Numan.”

Numan elini ağzına götürerek o kendine özgü, herkesçe bilinen ve çok sevilen şaşırma ifadesini yaptı. Ardından beklenen, muzip, kıs kıs o gülüş…

Numan’ın yanında duran ve işe yeni başlayan uzun boylu adam, şımarık ve ciddiyetten uzak bulduğu bu selamlaşmayı içten içe kınayarak burun kıvırdı. Gereksiz hareketlerdi bunlar. “Pehhh!” dedi içinden.

Meltem mekânın asma katındaki ofise geçti. İçeride henüz kimse yoktu. Kot montunu astı, tuvalete girdi, makyajını tazeledi. Siyah mini etek ve doğal taşlarla süslenmiş siyah bir büstiyer giyindi. Tam merdivenlerden aşağıya inecekken sehpanın üzerinde duran paraları gördü, geri dönüp destenin arasından bir tane iki yüzlük çekti ve rulo yaparak cebine yerleştirdi. Basamakları inerken, gidip bir şeyler yerim, diye düşünüyordu. Üzerinde hiç para kalmamıştı bara geldiğinde.

Barın arkasına geçtiğinde asılı duran boş bardaklardan birine uzandı. İlk yudumunu alırken Doğan’ı gördü ve çapkın bir ifadeyle göz kırptı.

Bar tezgâhının altındaki ahşap kapıdan içeri giren Doğan, Meltem’in arkasına geçip kollarını ona doladı. Arzulu bir öpücükle karşılık verdi Meltem. Bu sırada orta yaşlı bir müşteri sipariş vermek için bara yaklaştı. Adam, Meltem’in uzattığı ellilik bira bardağını alırken onu ve Doğan’ı süzmekten kendini alamadı. Barın diğer köşesindeki taburesine oturduğunda çaktırmadan onları incelemeye devam ediyordu.

Kart zampara. Kızın babasıyla aynı yaşta olduğuna eminim, diye düşündü Meltem’in kalçalarını süzerken.

Mekândaki on dört masadan sadece iki tanesi boştu ve dolu masaların bir tanesi dışında diğerlerinde tanıdık yüzler oturuyordu; neredeyse her cuma gelen müdavimler. Sahnede saat 21.00’e kadar program yapacak olan genç ses sanatçısı, bütünüyle yoğunlaşmış bir halde, yaklaşık beş saatten beri şarkılarını söylüyordu. Meslekteki ilk haftalarını yaşamanın verdiği heyecana; fark edilme, keşfedilme ve yükselme gibi umutlar da eklenince, beş saat daha, ses telleri çatlayana kadar söylemeye devam edebilirdi. Birisinin ona bir yıldız parıltısına sahip olmadığını söylemesi gerekiyordu aslında.

Hangisi daha acımasız?

Gerçeği söylemek mi? Umudunu beslemek mi?

Saatler geçtikçe masada oturanlar şarkılara daha fazla eşlik etmeye, ayağa kalkıp masaların aralarındaki minik boşluklarda dans etmeye başladılar. Saat 21.00’de sahnedeki yeni, kibarca veda ederek ve iyi eğlenceler dileyerek sahneden inmiş, yerini gece yarısına kadar şarkı söyleyecek, daha az yeni başka bir arkadaşına bırakmıştı. Gece yarısından sonra daha hareketli parçalarıyla ülkedeki herkesin tanıdığı ünlü sanatçı sahnedeki yerini almış, herkesçe bilinen o hit şarkılarını söylemeye başlamıştı.

Ünlüydü, başarılıydı tamam ama sanki kendinden önceki iki sanatçı kadar oturmamıştı nedense sahneye. Şarkı söylerken sık sık duruyor, masalarda, kendi aralarında konuşan müşterileri sessiz olup kendisini dinlemeleri ve çatal kaşık sesleri çıkarmamaları yönünde hafif yollu azarlıyordu. Meltem, slow sayılabilecek bir parçada çılgınca dans ederken ünlü sanatçı onu süzüyor, bir an önce yere yığılmasını ve sahneden uzaklaşmasını diliyordu. Herkesten saygı bekleyen ünlü sanatçının aradığını burada ve benzer mekânlarda bulamayacağı çok açıktı. Çünkü içeridekiler gevşemiş, rahatlamış, bambaşka âlemlere dalmışlardı. Gülüyor, ağlıyor, zıplıyor, ne ses sanatçısıyla ne de başka bir şeyle ilgileniyorlardı. Şarkılara olanca güçleriyle eşlik ettiklerinde şarj olan cep telefonları gibi yepyeni bir enerjiyle doluyorlardı. Sanatçının sesi giderek daha az duyulur hale geliyordu.

Saatler sabaha doğru hızla ilerlerken sonunda ünlü sanatçının dileği kabul oldu ve Meltem boş bir çuval gibi yere yığıldı. Hiç kimsenin onunla ilgilendiği ya da ona neler olduğuna aldırış ettiği yoktu. Bu neredeyse haftada bir yaşanan, alışılagelmiş bir görüntüydü. Numan ve uzun boylu, koltuk altlarından tutup, Meltem’i içeri doğru çekerken Doğan göz ucuyla onları izliyor, barın içindeki bir dolaptan çorba kâselerini çıkarıyordu. Neredeyse gün ağaracaktı ve masalardaki kadehlerin yerini, mis gibi kokan çorbalarla dolu kâseler alıyordu.

Meltem asma kattaki uzun, deri ofis koltuğunda boylu boyunca yatıyordu. Aşağıdaki seslerden müşterilerin gittiği ve kasadaki paraların toparlandığını fark edebiliyordu. Uyumakla uyanıklık arasında tuhaf bir duygu yaşıyordu. Yukarı taşınırken tutulan koltuk altlarındaki ağrı ile votkadan kaynaklanan midesindeki kramplar büyük bir saygıyla yer değiştiriyor, sırayla birbirlerinin yerini alıyorlardı. Baş ağrısı da yer değiştirme aralarında yaptığı sağlam vuruşlarla bu acılı armoniye tempo tutuyor, döngüyü tamamlıyordu.

Asma katın kapısı yeniden açıldığında merdivenlerden yukarıya yansıyan ışık Meltem’in gözlerini kamaştırdı. Doğan kapı ağzında öylece dimdik duran, sahibi olmayan bir gölge gibiydi. Bir eliyle kapıyı kapatırken diğer eliyle de kemerini açtığını biliyordu Meltem, görmese bile…

Yüzünü iğrentiyle buruşturdu. Kilitlenmiş gibiydi ve bin yıllık bir araba motoru gibi titriyordu karnındaki kramplar nedeniyle. “Sehpanın üzerinden iki yüz lira aldım,” diye mırıldanırken rüyalar âleminde gibiydi.

Doğan vanilyalı pipo tütünü kokan nefesiyle solurken Meltem’in uzun saçlarını geriye itti. Sehpanın üzerindeki paralara uzanıp tamamını Meltem’in çantasına sokuşturdu. “Neyine yetecek ki iki yüz lira. Kaç gün önce hepsini senin için bırakmıştım oraya. Almadan defolup gitmişsin,” dedi.

“Param varken ve ihtiyacım yokken niye senden para alayım ki?”

“Olsa da almazmışsın gibi geliyor. Beni kendine yakın biri olarak görmüyor musun? Bir yabancı mıyım ben?”

“Öyle bir şey yok… Gerekirse alırım ve gerekirse ben de sana veririm.”

Meltem’in olacakları geciktirmek için açtığı bu saçma muhabbet birkaç saniye içinde bitmişti. İçini sıkıntıyla çekti ve Doğan’ın anlamaması için o nefesi dünyanın en uzun zamanında, ağır ağır verdi.

Yatak görevi gören uzun, üçlü koltuğun üzerinde alışılagelmiş anlar yaşanırken asma katın kapısı birkaç kez açılıp kapanmış, içeri birileri girip çıkmıştı. Gelen herkes en az Doğan kadar, en az Meltem kadar sarhoştu. Hiç kimse kimsenin ne yaptığını görecek, kınayacak ya da yargılayacak durumda değildi. Kimin ne haddine! İçerideki hiç kimse bir diğerinden daha az ya da daha çok değildi.

Sabahın ilk ışıkları asma katı aydınlatmayacaktı. Aslında ışık hiçbir zaman dolduramazdı burayı, çünkü asma katın pencereleri sokağa açılmıyordu. Eğlence merkezi olan binanın giriş katındaki koridorlardan başka bir yer görünmezdi buradan.

Meltem korkunç bir baş ağrısıyla uyandığında içerisi her zamanki gibi çok karanlıktı. Uzanıp baktığında saatin on olduğunu gördü. Ayağa kalkıp giysilerini çekiştirdi, toparlanmaya çalıştı. Bu sırada masada, koltuğa oturmuş kendisine bakan Doğan’ı gördü. Elinde bir fincan tutuyordu ve içindeki kahvenin mis kokusu tüm asma kata yayılmıştı.

“Sana da kahve yapayım mı? İçer misin?”

“Ben gidiyorum,” dedi Meltem.

Külotlu çorabını giyerken, bir ayağını yukarıya doğru çektiğinde bacaklarının arasındaki ağrıdan gözleri yaşarmıştı. Öyle ki bu, başının ağrısını bile unutturmuştu ona.

“Bir süre gelmem artık,” dedi dişlerinin arasından. Kendinden daha fazla iğrenmemek için konuyu değiştirmeye çalıştı ve daha önce söylediğini bildiği halde bir kez daha tekrarladı. “Söylemiş miydim sana dün gece? Sehpanın üzerinden iki yüz lira aldım. Dün yanıma çok az para almıştım onu da yolda bir sokak çalgıcısına verdim. Öyle açtı ki…”

Doğan odanın diğer köşesinde, yere serilmiş battaniyenin üzerinde yatan iki kişiye tiksintiyle bakarken sessizce konuşmaya gayret etti. “Söyledin de dün gece de söylediğim gibi parayı senin için bırakmıştım oraya, hatırlamıyor musun? Geriye kalanını da çantana koydum.”

Doğan içini çekti, kahve fincanını masanın üzerine bıraktı.

“Meltem, lütfen söyle artık, nereye gidiyorsun, neler yapıyorsun? Nasıl yaşıyorsun, ne yiyip içiyorsun? Maddi olarak iyi bir durumda mısın, zorluk mu yaşıyorsun?”

“Neyin sorgusu bu Doğan? Gelemem ben böyle sorguya falan.”

Başı yeniden zonklamaya başlarken bacaklarının arasındaki sızı da dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Paramparça hissediyor, ağrının şiddeti kulaklarında uğulduyor, başını döndürüyordu. Görünmez bir el karnının içinde dolaşıyor, iç organlarını yakaladıktan sonra onları sıkıca kavrıyor, döndürüyor, döndürüyordu. Canı çok yanıyordu ve gece ne yaşadığını hiçbir şekilde hatırlamıyordu. Ağrılar, sancılar içindeydi ama başka bir taraftan da sanki ta derinliklerde, bedeninde ya da beyninde hiç bilmediği bir nokta, çok ama çok aç olan bir nokta bu ağrılar ve sancılarla besleniyor, tıka basa doyuyordu.

Meltem asma katı terk etmeden önce köşede uyuyanlardan biri kımıldandı. Meltem de tıpkı Doğan gibi tiksintiyle yüzünü buruşturdu ve hızla başını çevirdi. Taşımakta güçlük çektiği görünmez bir yükle birlikte asma katın merdivenlerinden inerken kendisini acılı, yapış yapış, pislik içinde ama bir o kadar da doymuş hissediyordu.

“İyi, ne halin varsa gör,” diye mırıldandı onun ardından Doğan kahvesini yudumlarken.

6. BÖLÜM

Bir Opera Melodisi, Ritüel, Gölge ve Ninni

Aynı nakaratı ne çok tekrarladı operacı!Müzikseverlerin ağızları sulandı.Bebek ağlıyor…Süt ister, anne ister, ninni ister

“La la la la la la laaaa. La la la la la la laaaa.”

Defne gözlerini açtı, opera öğrencisinin durmaksızın tekrarladığı bu melodiyi dinlerken gözünü tavana dikti. Sanki soğuk, koyu mavi bir boşlukta yükselip alçalıyor, notaların eşliğinde kanatları olmadan uçuyordu. Yerçekimsiz bir ortamda olabileceğini düşündü… Yok, hayır, içinde bulunduğu durumu karşılayan cümle tam olarak bu değildi. Yerçekiminin ta kendisiyim ben, diye düşündü. Mıknatısın çiviyi çekişi gibi evrendeki tüm olayları üzerine çekiyordu.

Bir keresinde bunu Ela’ya anlatmaya çalıştığında Ela burun kıvırıp terslemişti. “Kendini bu kadar özelleştirmekten vazgeç kızım, sonuçta bu hepimizin hissettiği bir şeydir. Bizler, evrende kendimize özgü bir çekim gücü oluştururuz ve yaşanacakları üzerimize çekeriz. Böylece kendi yaşam öykümüzün merkezi durumuna geçeriz ve bu merkez, sahnede sergileyeceğimiz yaşam gösterimizin sahnelerini, oyuncularını mıknatısın çiviyi çekişi gibi üzerimize çeker. Herkesin farklı bir evreni olduğuna inanıyorum. Bunlar benim çıkarımlarım.”

Bunları düşünürken derinden, ta derinden başka bir ses geldi kulağına. Doğrulup dikkat kesildi ve dinlemeye başladı. Bu bir bebek sesiydi. Bütün gücüyle bağırıp ağlıyordu ve Defne bu sesi çok iyi tanıyordu. Bu, çöp konteynerinin yanında bulduğu bebeğin sesiydi. Evet, onun sesiydi ve işte, şimdi doğruyu söylediğini Ela’ya kanıtlayabilecekti.

Ela, diye düşündü. Neredesin?

Sonra dikkatini yine bebek sesine yoğunlaştırdı. Acaba nereden geliyordu ses, hangi odadan? Ela onu bulmuş ve odalardan birine mi götürmüştü? Bebeği bulması gerektiğini düşündü. Ama evin diğer katlarını dolaşmadan önce yapması gereken bir rutini vardı. Kalktı, konsolun çekmecesini açtı, makası aldı ve saçlarının ucundan yarım santimlik bir tutamı kesti. Çekmecenin altında duran kapağı açarak bir bez kese çıkardı. Tutamı, kesenin içindeki diğer tutamların arasına bırakarak kesenin ağzındaki ip bağcığı sıkıştırdı, kesenin ağzını bağladı. İşte tamam, diye düşündükten sonra sokak kapısının yanındaki dolaba yöneldi ve içinde duran ayakkabı fırçasını aldı, kapıyı açtı ve fırçayı üç kez kapı eşiğine vurdu. Kapıyı kapadı ve fırçayı yerine koydu.

Pencereden bakarken sigarasını içen kirli saçlı kadın, “Arif, bu kadın gerçekten manyak, yine fırçayla kapı eşiğine üç kez vurdu,” diye seslendi kocasına.

Defne içeri girdi ve yeniden sesleri dinlemeye başladı. Ağlayan çocuğun sesini işitemedi. Dikkat kesildi. Derin bir sessizlik her yanı kaplamıştı.

“Ela!” diye bağırdı. “Neredesin?”

Cevap veren olmadı.

Ayakkabı dolabına gidip dikkatle inceledi. Ela’nın spor ayakkabılarının yerinde olmadığını gördü. Demek ki evde değildi. Giriş kattaki odalardan birine girdi. Ela’nın yatağı dağınıktı. Koltuklardan birinin üzerinde bir erkeğe ait kazak ve pantolon vardı. Dikkatle baktığında odada Ela’yla bir erkeğin kaldığına dair daha fazla ipucu buldu. Hafızasını zorladı. Belirsiz bir şekilde Ela’yı en son gördüğü an gözünün önüne geldi. Yanında bir adam vardı; hatırladı, adamın ismi Alp’ti ve bir kediden söz ediyorlardı. Diğer odaya da girdi. Burada da biri kalmıştı ve etrafa saçılan eşyalardan bu kişinin Ela olduğunu anladı. Demek ki Ela odasını bir başkasına vermiş kalması için, diye düşündü.

Kafası karışmıştı çünkü Alp ve Ela’yla ilgili başka görüntüler de bir görünüp bir kayboluyordu. Yaşandığı anı hiç hatırlamadığı diyaloglar kulaklarında çınlıyordu. “Rüyamda görmüş olmalıyım,” dedi kendi kendine. Kafa karışıklığından kurtulmanın en iyi yolu olarak görürdü ve bu nedenle hep rüyalara, kurduğu hayallere sığınırdı.

Görüntüler kafasında gidip geliyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Eve tanımadığı insanlar yerleşirken kendisinin nerede olduğunu, neler yaptığını ve neden hiçbir şey hatırlamadığını anlamaya çalışıyordu. Kafası zonkluyordu. Bu sırada bebek ağlaması yine duyulmaya başladı. Ses üst katta yankılanıyor ve hiçbir kuşkuya yer vermeyecek kadar net duyuluyordu.

Defne yukarı çıkmak için basamakların önünde durdu. İşte bu, en zorlandığı anlardan biriydi. Yaşadığı bu konakta üst katlara çıkmak onun için büyük bir olaydı. Mecbur kalmadıkça asla bunu yapmazdı ve en son çıkışının üzerinden ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordu bile. Konağı temizlemek için belirli aralıklarla gelen Nermin bütün katları sırayla köşe bucak temizlerdi.

Basamaklardan dördünü çıktı ve yeniden geri indi. Sonra üç basamak çıktı ve indi. Bu kez iki basamak çıktı ve tekrar indi. Son olarak bir basamak çıktı ve bir basamak indi.

Elini üç kez çırptıktan sonra iki eliyle saçlarını sıvazladı. İşte, ritüeli tamamlanmıştı. Koşar adımlarla üzerine bastıkça gıcırdayan eski basamakları tırmandı. Bebeğin sesi gittikçe daha yakından geliyordu. Başı dönmeye başladı. Evde kimse yoksa bebek nasıl yukarı çıktı? Bu düşünceyle kalbi korkuyla sıkıştı. Kat arasında durdu, korktuğu her zaman yaptığı gibi bulunduğu yerde sola doğru, kendi çevresinde üç kez döndü. Böylece kötülüklerden korunacağına inanarak son basamağa kadar tırmandı. İşte, orta kattaydı, kalbi hızla çarpıyor, boğazı düğümleniyordu. Gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı ve o anda bunu yaptığına hemen pişman oldu. Çünkü kontrolü kaybetmiş gibi hissetti, yeniden açmaya cesareti yoktu ve bebek susmuştu. Ardından bir gramofondan yükselen eski bir şarkının melodisini duydu. Şimdi yüreği yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Gramofon tavan arasındaydı ve orada hiç kimse yoktu. Gözlerini açtı ve ne kadar korksa da bebeği bulmaya karar verdi. Evet, kesinlikle eve yabancılar girmişti ve bebeği odalardan birinde ya da çatı katında tutuyorlardı. Şöminenin üzerinde duran mermer şamdanı aldı. Bununla kendini koruyabilirdi. Müzik aniden sustu ve bebek yeniden ağlamaya başladı. Ses çatı katındaki daireden geliyor olmalıydı. Atıldı, elinde şamdanla delicesine koşup bir kat daha çıktı ve kat arasında yeniden dikkat kesildi. Ardından çatı katının daha az basamaklı merdivenlerini tırmandı.

Çatı katının kapısı tuhaf bir şekilde ardına kadar açıktı. Kapıyı iterek içeri girdi. İşte, bebek oradaydı. Salondaki koltuğun üzerinde tek başınaydı ve ağlıyordu. Defne’yi görünce birden sustu, sanki rahatlamıştı. Defne uzandı ve onu kucakladı.

Gözleriyle taradı geniş salonu. Her yer tertemiz ve her şey yerli yerinde görünüyordu. Temizlikçi kadının iyi iş çıkardığını düşündü. Ona güvenmekle hata etmemişti, ki Defne’nin bu kata hiç çıkmadığını bildiği halde kadın her yeri pırıl pırıl temizlemişti.

Defne korku içinde titriyor, burada neyle karşı karşıya kalacağını hesaplamaya çalışıyordu. “Bebek bu kata tek başına gelmiş olamaz. O zaman evde kim var?” diye mırıldanıyordu kaygıyla. Kesinlikle Ela olmalıydı bu ya da yanındaki Alp! Nermin’i de uzun zamandır görmediğini düşündü ama o zaman evi kim temizlemişti? Mantıklı düşünmeye çalıştı. Ben dışarıdayken Ela ona kapıyı açmış olabilir ve parasını da ödemiştir.

“Ela!” diye bağırdı korku dolu bir sesle.

Bir cevap gelmedi. Dönüp pencerenin önündeki koltuğa baktı. Sehpanın üzerinde bir kahve fincanı duruyordu. Kalkıp dokundu. Fincan soğuktu ama içi yarıya kadar kahve doluydu. Dehşete kapıldı, kalbi yerinden çıkacakmışçasına atıyordu. Masanın üzerine takıldı gözü ve ağırlık olarak konulan kül tablasının altında duran kâğıt paraları gördü. Hemen yanında mavi, kumaş bir bel çantası duruyordu ve bu çanta kendisine aitti. Yıllar önce dedesi armağan etmişti. Peki buraya nasıl gelmişti?

На страницу:
2 из 4