bannerbanner
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt

Полная версия

Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
9 из 16

Sürâka orada kaldı. Peygamberimizi aramak için gelenlere, “Ben buraları arayıp taradım, kimseler yok, başka tarafa bakalım.” diye onları geri çevirdi.

Daha sonra Ebu Cehil, Sürâka’nın onları bilerek geri çevirdiğini duyunca fena hâlde hiddetlendi. Hatta onu ayıplayan bir de şiir yazdı. Sürâka da ona, “Eğer atımın ayaklarının nasıl yere gömüldüğünü görseydin sen de Muhammed’in peygamberliğine iman ederdin.” diye şiirle cevap verdi.

Daha sonraları Ebu Bekiri’s-Sıddık Radiyallahü Anh Hazretleri de bu olaya dair bir güzel kaside söylemiştir.

Mekke’nin Fethi senesinde Resul-ü Ekrem, Huneyn Gazası’ndan döndüğünde; Sürâka o amanname ile peygamberimizin huzuruna gelmiş ve İslam ile müşerref olarak peygamberimizin iltifatına nail olmuştur.

Resul-ü Ekrem ona, “Ya Sürâka, nasılsın? Kisra’nın bileziklerini takınacağın vakit gelmiştir.” demiş ve “Sanki gözümün önünde gibi görüyorum ki Sürâka, Kisra’nın bileziklerini takınıyor.” diye buyurmuş idi. O vakit bu sözlerin manası gereği gibi anlaşılmamıştı. Sonra Hazreti Ömer’in hilafetinde, Kisra’nın malları ganimet olarak alınarak Medine’ye getirilip de bileziklerini Sürâka’nın takındığı vakit, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mucizelerinden olduğu meydana çıkmıştır. Nitekim yeri gelince açıklanacaktır. Biz yine konumuza gelelim.

Resul-ü Ekrem beraberindekiler ile beraber Kudeyd adlı mahalden ayrılıp giderken, yolda bir çobana rast gelip süt istedi.

Çoban, “Sağılır koyunum yok. Şurada bir keçi var, onun da sütü kalmadı.” dedi.

Hazreti Peygamber, “Onu getir.” diye buyurdu. Çoban da o keçiyi getirdi.

Resul-ü Ekrem, mübarek elini onun memesinin üstüne koydu, hemen sütü geldi. Hazreti Ebu Bekir kalkanını tuttu, kalkan süt ile doldu.

Fahr-i Âlem, onu Hazreti Ebu Bekir, Amir, Abdullah ve çobana içirdi. Ondan sonra yine sağıp kendi içti.

Çoban, “Sen kimsin? Ben senin gibi adam görmedim, ne olursun bana kendini anlat.” diye yalvardı.

Resul-ü Ekrem, “Eğer kimseye duyurmaz isen söyleyeyim.” diye buyurdu. Çoban da kimseye söylemeyeceğine söz verdi.

Fahr-i Âlem, “Muhammed Resulullah, dedikleri benim.” dediğinde çoban, “Ha, şu Kureyş’in dininden dönen kişi dedikleri sen misin?” dedi. Resul-ü Ekrem de “Elbette onlar öyle söyler ya!” diye buyurdu.

Çoban, “Ben şehadet ederim ki sen Hak peygambersin ve senin yaptığını kimse yapamaz, meğerki peygamber ola. Ben seninle beraber giderim.” dedi.

Resul-ü Ekrem, “Şimdi olmaz, sonra benim ortaya çıktığımı haber aldığın vakit gel.” dedi ve yoluna devam etti.

Hz. Ebu Bekir, pek çok kere Şam’a gidip gelmiş olduğundan yol üzerinde onu tanıyanlar çoktu. “Bu önündeki kimdir?” diye soranlara, “Kılavuzdur. Bana yol gösterir.” diye cevap verirdi.

Fakat Zübeyr bin Avvam (r.a.), Şam kafilesiyle henüz Medine’den çıkıp Mekke’ye gelirken onlara rast geldi ve Resul-ü Ekrem ile mağara arkadaşı Hz. Ebu Bekir’e ak ve yeni elbiseler giydirdi.

Zübeyr bin Avvam (r.a.) kafileyle Mekke’ye gelip işlerini bitirdikten sonra, o da Medine’ye göç etmiştir. Resul-ü Ekrem’in Mekke’den çıktığı daha önce Medine’de duyulunca Müslümanlar birkaç sabah Medine dışına çıkıp, sıcak basıncaya kadar Hz. Peygamber’in Medine’yi şereflendirmesini beklediler.

Yine bir pazartesi günü çıkıp çok sıcak bastırınca geri dönmüşlerdi. Bir iş için evinin damına çıkmış olan bir Yahudi, uzaktan Resul-ü Ekrem ile mağara arkadaşının ak elbiselere bürünmüş şekilde gelmekte olduklarını gördü ve “İşte beklediğiniz geliyor.” diye Müslümanları müjdeledi.

Müslümanlar silahlanıp o tarafa koşuştular ve Fahr-i Âlem’i büyük bir saygıyla karşıladılar. Peygamberliğin on dördüncü senesi ve rebiülevvel ayının başları idi.

Pek sıcak bir gündü ve Resul-ü Ekrem yorgundu. Medine’ye bir saat kadar uzaklığı olan Kuba köyüne indi ve Neccâroğullarından birinin evine kondu. Birkaç gün Kuba’da kalmak üzere karar verdi ve orada bir mescit yaptı.

Ondan önce Müslümanlardan bazıları, kendileri için mescit yapmışlarsa da Müslüman cemaati için ilk önce yapılan mescit, bu Kuba mescididir.

Resul-ü Ekrem’in Kuba’ya geldiğinde ensarın hepsi gelip Medine topraklarına ayak basmasını tebrik ettikleri sırada, Medine’nin en usta ve ünlü şairi olan Hassan bin Sabit de (r.a.) Hz. Muhammed’in şeref vermesine dair güzel ve övücü bir kaside söyledi ve onu bir şükrane olarak Fahr-i Âlem’e sundu.

Hz. Ali, Resul-ü Ekrem’den sonra üç gün Mekke’de kalıp, kendisine bırakılmış olan emanetleri sahiplerine verdikten sonra Mekke’den ayrılmıştı. Resul-ü Ekrem henüz Kuba’dayken o da gelip Kuba’ya erişti.

Sonra Resul-ü Ekrem, bir cuma günü kendi devesine bindi ve yüz kadar Müslüman ile beraber Kuba’dan kalktı, Medine’ye doğru yollandı.

Yolculuk esnasında sol tarafına saparak Beni Salim yurdunda Ranuna denilen vadinin üst tarafına indi ve orada çok belagatli bir hutbe okuyup cuma namazı kıldı. Hâtemü’l-Enbiya’nın ilk kıldığı cuma namazı budur. İlk hutbesi de burada verdiği hutbedir. Kısaca şöyledir:

“Ey halk! Sağlığınızda ahiretiniz için hazırlık görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki kıyamet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra yüce Allah ona diyecek. Ama nasıl diyecek? Tercümanı yok, perdedarı yok. Bizzat diyecek ki: ‘Sana benim resulüm gelip de bildirmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne hazırladın?’ O kimse de sağına soluna bakacak, bir şey görmeyecek. Önüne bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek. Öyleyse her kim kendisini velev ki bir yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecek ise hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, hiç olmazsa dua, niyaz ve salavat getirerek, yani kelime-i tayyibe ile kendisini kurtarsın. Çünkü onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir. Vesselamü alâ Resulullahi ve rahmetullahi ve berekâtühû…”

Resul-ü Ekrem, birinci hutbeyi bu şekilde tamamladıktan sonra, ikinci hutbeye de kalkıp şöyle buyurmuştu:

“Allah’a hamdolsun, Allah’a hamdederim ve ondan yardım isterim. Nefislerimizin kötülüklerinden ve fena işlerimizden Allah’a sığındık. Allah’ın doğru yola yönelttiğini, kimse çeviremez Allah’ın sapıklıkta bıraktığını da kimse doğru yola iletemez. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. O tek ve eşsizdir. Sözün en güzeli Allah’ın kitabıdır. Her kimin kalbini yüce Allah, Kur’an ile süslü kılarsa, onu sapıkken İslam’a sokar ve o da Kur’an’ı başka sözlere üstün tutar. İşte o kimse kurtulur. Doğrusu Allah’ın kitabı, sözlerin en güzeli ve en üstünüdür. Allah’ın sevdiğini seviniz, Allah’ı candan ve gönülden seviniz. Allah’ın kelamından ve onu tekrardan usanmayınız. Allah’ın kelamından kalbinize sıkıntı gelmesin. Çünkü Allah kelamı, her şeyin en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların seçkini olan peygamberlerin ve kıssaların iyisini mevzu eder, helal ve haramı açıklar. Artık Allah’a ibadet ediniz ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız. Güzel sözünüz de Allah’a doğru olsun. Aranızda Allah sözü ile sevişiniz. Muhakkak bilmelisiniz ki yüce Allah, sözünden dönenlere gazap eder. Vesselamü aleyküm.”

Akabe’deki biatle ensar, her ne zaman Resul-ü Ekrem, kendi şehirlerine gelirse, her şekilde onu korumak üzere söz verip yemin etmişlerdi.

Evvelce Resul-ü Ekrem, onların memleketine gelip bir süre Kuba’da kaldıktan sonra, bu sefer Medine’ye girmek üzere olduğundan, artık onların verdikleri söze uymak zorunda olacakları an gelmişti. Bunun içindir ki Resul-ü Ekrem, bu hutbenin sonunda yüce Allah’ın sözünden dönenlere gazap edeceğini belirterek hutbesine son vermiştir.

Resul-ü Ekrem öylece Ranuna’da cuma namazını kıldıktan sonra yine devesine bindi ve Medine şehrine yöneldi. Fakat kimin evine misafir olacağını kimse bilmiyordu.

Ensarın gerek ilk başta, gerekse sonraları muhacirlere yaptığı yardım, haklarında gösterdikleri saygı ve ev sahipliği doğrusu tarif edilmez derecedeydi.

Bu defa Hz. Peygamber’in Medine’ye gelişinde ise sanki düğün bayram derecesinde şenlik ettiler. O gün Medineliler için gerçekten büyük bir bayram günüydü. Çocukları sevinip sokaklarda, “Allah’ın elçisi geldi!” diye çağrışıyorlar, kadınlar damların üstüne çıkıp güzel güzel şiirler okuyorlar ve “Hoş geldiniz!” diye bağrışıyorlardı. Hangisinin evinin önünden geçse, “Buyurunuz ey Allah’ın elçisi!” diye evine davet ediyor ve devesinin yularından tutup döndürmeye çalışıyordu.

Onlar bu şekilde devenin yularına sarıldıkça Allah’ın elçisi, “Ona dokunmayınız, memurdur, Allah tarafından memur olduğu yere gidiyor. Durunuz bakalım, nereye gidecek?” diye engel olurdu ve Resul-ü Ekrem, devenin yularını bırakıp hiç dokunmazdı. O mübarek hayvan da sağa sola bakarak kendiliğinden giderdi.

Sonunda Malik bin Neccâr’ın evinin önündeki boş arsada çöktü, fakat durmayıp kalktı, tavus gibi süzülüp giderek Neccâroğullarından Halid’in yani Ebu Eyyûb Ensari’nin evinin önüne vardı ve orada çöktü. Ama durmayıp yine kalktı ve dönüp evvelki çöktüğü yerde çöktü ve hemen boynunu uzatıp bağırdı. Resul-ü Ekrem de “İnşallah konağımız burasıdır.” diyerek devenin üzerinden indi ve Ebu Eyyûb Hazretleri’nin evini şereflendirdi.

Hz. Halid, Zeyd bin Harise ile beraber devenin üzerindeki şeyleri alıp evine götürdü.

Ensarın en büyüğü olan Es’ad bin Zürare de (r.a.) teberrüken deveyi alıp kendi evine götürdü.

Hâtemü’l-Enbiya’nın şerefli gelişiyle Medine şehri mesut oldu ve nurla doldu. Vatanlarından ayrı düşüp de gönülleri üzgün olan muhacirlere taze can geldi. Ensarın da yüzü güldü.

O gün Medine halkı, Hz. Halid’in (r.a.) evine gelip Resul-ü Ekrem’i ziyaret ettikleri sırada, Yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selam da geldi ve dikkatle Hz. Peygamber’in yüzüne baktı, “Bu yüz yalancı yüzü değildir.” deyip, hemen Müslüman oldu.

Ensarın her biri, Resul-ü Ekrem’i kendi evine misafir etmek istiyordu. Hangisi tercih olunsa diğerlerinin üzülmesi hatırlara gelirdi. Hâlbuki konak yerini deve belirleyince kimsenin bir diyeceği kalmadı. Fakat o boş arsada çökmesinin sebep ve hikmeti neydi? Onu da anlatalım:

O arsa, Neccâroğullarından iki çocuğun, miras kalmış mülküydü. Resul-ü Ekrem, onu on miskal altına satın aldı. O miktar altını Hz. Ebu Bekir’e ödettirdi. O da bu parayı sahiplerine verdi.

Sonra Resul-ü Ekrem, kerpiç kestirdi ve kereste buldurdu. O arsada bir mescit yaptırmaya ve bir tarafında kendisi için odalar bina ettirmeye başladı. Daha sonraları zaman içinde nice yüksek binalar eklenerek bugünkü bayındır ve süslü “peygamber mescidi” işte bu camidir ve kapısı, devenin çöktüğü yerdir. Bu cami yapılırken Allah’ın elçisi, ashabıyla beraber çalışmış ve elleriyle kerpiç taşımıştır. Kâbe-i Mükerreme, müşriklerin elinde bulunduğu için, Resul-ü Ekrem, Medine’ye geldikten sonra Beytü’l-Makdis’e, yani Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılardı. Bunun için bu mescidin kıblesi Kudüs yönünde olmak üzere yapımına başlandı.

Resul-ü Ekrem’in kızlarından Rukuyye (r.a.), evvelce kocası Osman bin Affan (r.a.) ile birlikte Medine’ye göç etmişti.

Bu defa mescidin yapılmasına başlandıktan sonra, Resul-ü Ekrem’in diğer kızlarıyla hanımı Sevde’yi getirmek üzere kendi azatlıları olan Zeyd bin Harise ile Ebu Râfi’yi Mekke’ye gönderdi. Onlar da gidip Resul-ü Ekrem’in kızları olan Ümmü Gülsüm ve Fatıma’yla (r.a.) hanımı Sevde’yi (r.a.) ve Zeyd bin Harise’nin hanımı Ümmü Eymen ile oğlu Üsame’yi (r.a.) alıp Medine’ye getirdiler. Onlarla beraber Hz. Ebu Bekir’in oğluyla bütün ailesi de geldiler.

Resul-ü Ekrem’in büyük kızı Zeyneb’in (r.a.) kocası Ebu’l-As İbn Reb’i, henüz İslam’a girmemiş olduğundan Hz. Zeyneb, Mekke’den çıkamayıp geri kalmışsa da sonradan o da Medine’ye göç etmiştir.

Kısaca muhacirlerin hepsinin Mekke ile alakaları kesildi ve Resul-ü Ekrem’in gelmesiyle şereflenen ve aydınlanan Medine şehri, artık kendilerinin sevgili vatanları oldu.

Ama aradan çok geçmeden, Hz. Ebu Bekir ile Bilâl-i Habeşî (r.a.), sıtmaya yakalandılar. Sıtma tutarken, Mekke’nin hava ve suyunu hatırlayıp sayıklayarak hasretlerini belli ederlerdi. Bilâl-i Habeşî, Mekke’den çıkmaya sebep olanlara ve en çok Utbe bin Reb’ia, Şey-be bin Reb’ia ve Ümeyye bin Halef’e beddua ederdi.

Fahr-i Âlem de “Ya Rabbi! Sen bize Mekke gibi Medine’yi de sevdir ve burada bize bereket ve geçim genişliği ver.” diye Allah’a yalvarırdı. Yüce Allah da duasını kabul buyurdu ve Medine’yi muhacirlere sevdirdi.

Hatta Hz. Ömer (r.a.), “Ya Rabbi, bana senin yolunda şehitlik nasip et ve resulünün şehrinde ölmeyi takdir et.” diye dua ederdi.

Mescid-i Şerif ile yanındaki odaların yapılmasına kadar Resul-ü Ekrem, yedi ay süresince Ebu Eyyûb Ensari’nin (r.a.) evinde kaldı.

Ensar, her gün oraya, Allah’ın elçisi için, sırayla yemek getirirdi.

Resul-ü Ekrem’in şeref vermesine karşılık olarak ensarın her biri böyle bu şekilde yardım etmiş ve her biri bir şey vermiştir. Enes bin Malik’in annesi pek fakir olduğundan, hiçbir şey götürüp veremediğine üzülüp dururdu. Nihayet bir gün, on yaşında olan oğlu Enes’in elinden tuttu, götürüp, “Ey Allah’ın elçisi! Bu da size hizmet etsin.” diyerek bırakıp gitti. Ondan sonra Enes de (r.a.) Hz. Peygamber’in hizmetine devam etti.

Peygamber mescidi ile yanındaki odalar yapıldıktan sonra Resul-ü Ekrem, Ebu Eyyûb Ensari’nin evinden odalara taşındı.

Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) sevgili kızı olup, Mekke’deyken Resul-ü Ekrem’e nikâhlanmış olan Aişe’nin (r.a.) zifafı da o sırada oldu. Onun odasından Mescid-i Şerif’e bir yol açıldı. O zaman, Hz. Muhammed’in hicretinin üzerinden sekiz ay geçmişti.

Mescidin bir tarafında bir sofa vardı. Üstü sundurmalıydı, yani üstü kapalı, önü açık bir yer idi. Orada ashabın fakirleri yatardı. Onlara “ashab-ı suffa” denilirdi. Onların akşam yiyecekleri yoktu. Her gün akşam olunca bir kısmını Resul-ü Ekrem yanında tutar, diğerlerini ashabın evlerine paylaştırırdı. Her biri varıp bir evde yemek yerdi.

Resul-ü Ekrem, sadaka kabul etmeyip ancak hediye kabul ederdi. Kendisine sadaka diye gelen şeylere el sürmeyip onları suffa ashabına verirdi. Gelen hediyelerden de onlara hisse ayırırdı.

Ashab-ı suffa, daima mescitte hazır bulunurdu ama öteki ashap, namaz zamanı mescide gelerek Hz. Peygamber ile birlikte namaz kılıp giderdi.

Sonra ezan okumak uygun görüldü. Namaz vakti olunca Bilâl-i Habeşî (r.a.) ezan okurdu. Ashap da onu işitir işitmez camiye toplanırdı.

Bu sene Mekke’de müşrik reislerinden As bin Vâil ile Velid bin Mugire dünyadan göçüp ceza yerine gittiler.

Medine-i Münevvere’de de ensarın en büyüklerinden olan Es’ad bin Zürare ile Berâ (r.a.) dünya sıkıntısından geçip, İslam’a yaptıkarı hizmetin bol bol mükâfatını almak üzere ahirete gittiler.

Bu seneye Senetü’l-İzin, yani Ruhsat Yılı denilir. Başında Mekke’den Medine’ye göç etmek üzere ashaba izin ve ruhsat verildi. Onlar da hemen muharrem ayında göçe başlamış ve arka arkaya Mekke’den Medine’ye gitmişlerdir. Nihayet Resul-ü Ekrem de safer ayında Mekke’den çıkıp, rebiülevvel ayında Medine’ye ulaşmıştı.

Sonradan bu sene, muharrem ayının başı İslam tarihinin başlangıcı sayılmıştır. İşte Hicret tarihi dediğimiz budur. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) doğumunun elli dördüncü ve Hz. İsa’nın doğuşunun altı yüz yirmi ikinci yılıdır.

Müslümanların tamamen Mekke’den çıkıp gitmeleri, ilk bakışta müşriklerce bir çeşit başarı sayılıyordu. Mekke’nin, artık yabancılardan boşalmış olarak kendilerine kaldığını sanıyorlardı.

Hâlbuki Medine’de muhacirlerin yerleşip, ensar ile birleşmesiyle müşriklerin aleyhine büyük bir ordu toplanıyordu.

Hakikat gözüyle bakanlara bu senenin muharreminin başlangıcı, kâfirlere karşı Müslümanların elinde yalın kılıç bir zafer silahı gibi görünüyordu.

İlk zamanlarda ashaptan bazıları, “Kâfirlerin niçin bu kadar eza ve cefalarını çekelim?” diyerek kendilerine saldıran kâfirlere silahla karşı koymak üzere izin istedikçe, Resul-ü Ekrem, “Şimdilik savaşa izinli değilim.” derdi. Bu sene kâfirlerle çarpışmak için Müslümanlara izin verildi.

Çünkü Evs ve Hazreç kabileleri iman edince İslam dini kuvvet bulmuş ve Müslümanların kudreti, müşriklerle savaşabilecek kıvama gelmişti.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hicretinden beş altı ay sonra, zaman zaman muhacirlerden birer birlik kurulur ve Resul-ü Ekrem’in amcası Hz. Hamza İbni Abdül-Muttalib ve amcasının oğlu Hz. Ubeyde İbni’l-Haris İbni Muttalib İbni Abdi Menaf gibi ashabın büyüklerinden biri kumandan tayin edilirdi. Beyaz bir bayrak verilerek bu birlikler Mekke müşriklerinin kervanlarına saldırmak üzere Medine’den çıkarılır oldu.

Hicret’in ikinci yılının safer ayında Resul-ü Ekrem altmış kişilik bir muhacir grubu ile Medine’den çıktı ve Sa’d bin Ubade’yi Medine’de vekil bıraktı. Sancağı amcası Hz. Hamza’ya (r.a.) verdi. Hemen Medine ile Mekke arasında olan Veddân ve Ebvâ köylerine doğru yürüdü.

Bu seferden maksat o yerden geçip giden bir Kureyş kervanına yetişmek ve Kinâne Kabilesi’nden olan Zamreoğulları Aşireti’ni itaat altına almak idi. Hâlbuki Ebva köyüne varılınca kervanın savuşup gitmiş olduğu anlaşıldı. Zamreoğulları şeyhi gelip aman diledi. Resul-ü Ekrem de bundan sonra Müslümanların düşmanlarına yardım etmemek ve icabında Müslümanların tarafını tutmak üzere Zamreoğulları ile bir anlaşma yaptı ve kendilerine bir de amanname verdikten sonra Medine’ye döndü.

Daha sonra Ebu Süfyan’ın bir kafile ile Mekke’den çıkıp Şam’a gittiği işitilince yine Hicret’in ikinci yılının cemâdi’l-û’lasında Resul-ü Ekrem (s.a.v.) yüz elli kadar Müslüman ile Medine’den çıktı. Bu defa Ebu Selem İbni Abdi’l-Esed’i Medine’de vekil bıraktı. Bayrak yine Hz. Hamza’nın (r.a.) omuzundaydı.

Yenbu tarafında Uşeyre denilen yere vardılar. Kureyş kervanının yine savuşup gitmiş olduğu haber alındı. Hemen Kinâne’den, orada oturan Müdlicoğulları ile barış yapıldı. Onlara da Zamreoğulları gibi bir amanname verildikten sonra Medine’ye dönüldü.

Birkaç gün sonra, Mekke taraflarında göçer olan Kureyş kabilelerinden ve Fihr bin Malik’in soyundan Kürz İbni Câbiri’l-Fihri’nin, müşriklerden bir grupla Medine yakınlarına gelip, Medine halkının hayvanlarını yağmalamış olduğu haberi alındı. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem hemen Zeyd bin Harise’yi Medine’de vekil bıraktı ve bayrağı Hz. Ali’ye verip muhacirlerden bir grup ile Medine’den çıktı ve Kürz İbni Câbiri’l-Fihri’nin peşine düştü. Kürz ise sapa yollardan savuşup gitmiş olduğundan, Resul-ü Ekrem ona yetişemeyip geri döndü.

Daha sonra Resul-ü Ekrem’in hâlâ çocuğu olan Abdullah İbni Cahşi’l-Esedi, on kadar muhacir ile Kureyş’in durumunu anlamak için Mekke taraflarına gönderilmiştir. Recep ayının sonlarında Mekke ile Taif arasında Batni Nahle denen yerde, Kureyş’in, Taif’ten Mekke’ye gelmekte olan bir kervanına rastladılar. Reisleri Amr İbni Hadremî olup, Osman bin Abdullah ile Hakem bin Keysan da beraberinde bulunuyordu. Müslümanlar Amr İbni Hadremi’yi öldürdüler ve Osman ile Hakem’i de tuttular. Diğer arkadaşları kaçtı. Abdullah İbni Cahşi’l-Esedi de bu iki esiri ve kervanda bulduğu eşyayı aldı. Arkadaşları ile beraber sağ salim, üstelik ganimetlerle Medine’ye geri döndü. İşte Müslümanların ilk aldıkları ganimet budur.

Osman bin Abdullah, daha sonra bedel vererek esirlikten kurtuldu. Hakem bin Keysan ise İslam’la şereflenip Medine’de kaldı. Müslümanların böyle Mekke yakınlarına kadar gidip de kervan vurmaları Kureyşlilere pek dokundu.

Bu yılın şaban ayında ise kıble, Kudüs’teki Beytü’l-Makdis’ten Kâbe’ye çevrildi. Yani, Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılınırken, bundan sonra Kâbe’ye doğru namaz kılınması emrolundu. Böylece Müslümanların yüzü Mekke’ye döndü. Beş vakit namazda muhacirlerin asıl vatanları olan Mekke hatırlarına gelir oldu. Mekke müşriklerine karşı üstünlük sağlama arzusu, gönüllerde kuvvetle yer etmeye başladı. Bu ana kadar Medine’den şuraya buraya gönderilen askerler, hep muhacirlerden olup, ensardan şimdiye dek savaş için çıkan olmadıysa da muhacirlere baktıkça onlara da din uğrunda çarpışma arzusu gelmeye başladı.

Bununla beraber Evs ve Hazreç kabileleri içinde birtakım münafıklar vardı. Bu münafıkların başı Abdullah İbni Ubeyy İbni Selûl idi. Çünkü Abdullah İbni Ubeyy İbni Selûl, Hazreç’in ileri gelenlerinden olup, Medine’de sözü geçen biri olduğu hâlde İslam’ın çıkışından sonra eski nüfuzu kalmadı. O da hasedinden dolayı İslam aleyhine düştü. Diğer münafıklar ile birlikte Yahudilerle birleşip gizlice fitne ve fesattan geri kalmazdı. Ama açıkça muhalefete cesaret edemezdi. Çünkü İslam’ın kudret ve kuvveti olgunlaşmıştı. Bu yılın ramazan ayında oruç tutmak farz oldu. Aynı ramazan ayı içinde Bedir Savaşı meydana geldi. Bedir’deki zaferle Müslümanların yüzü güldü ve Mekkeli putperestlerin kuvveti kırıldı.

Hz. Peygamber zamanında yapılan savaşların hepsini etraflıca yazmaya bu kitabın sayfaları yetmez. Fakat en önemli savaşları kısaca anlatalım ve hemen Bedir Savaşı’ndan başlayalım. Çünkü Müslümanların rahat bir nefes almasına ve İslam dininin hızla her tarafa yayılmasına sebep, işte bu büyük savaştır.

Bedir Savaşı

Bedir Savaşı, Hicret’in ikinci yılının ramazanında meydana geldi. Önceden düşünülüp hazırlık yapılmış bir muharebe değildi, tevafuk olarak meydana gelen önemli bir olaydı.

Yukarıda anlattığımız gibi Mekke’den Şam’a giden Kureyş kervanına yetişmek üzere Resul-ü Ekrem, Medine’den çıkıp, Uşeyre denen yere kadar gitmiş fakat o kervana rastlayamamış ancak Müdlicoğullarını itaat altına alarak Medine’ye dönmüştü.

Bu kervanın başı Ebu Süfyan olup Şam’dan epeyce mal alarak geri döndü. Amr bin As da Ebu Süfyan ile beraberdi ve yanlarında ancak elli kadar adam vardı. Böyle yüklü mal ile Şam’dan çıktıkları haber alınması üzerine Resul-ü Ekrem, o malları ganimet olarak ele geçirmeleri için ashabı cesaretlendirdi. Kervanın durumunu anlamak üzere Talha İbni Ubeydullah ile Said İbni Zeyd’i (r.a.) Şam tarafına gönderdi. Sonra Resul-ü Ekrem, ramazan başlarında Medine’den çıkıp, Revha denen yere vardı. Orada ordusunu teftiş etti, ufak çocukları, hasta ve sakat olanları geri çevirdi.

Bu seferde geride İbn-i Ümmü Mektûm (r.a.), peygamberin mescidinde imamlığa memur olarak Medine’de kalmış ve Ebu Lübâbetü’l-Ensari, Medine’nin korunması için vekil bırakılmıştı.

Medine’nin avali denilen köylerinde karışıklık olduğuna dair bazı şeyler işitildiğinden, Asım İbni Adiyyü’l-Aclani de (r.a.) Kuba ve avali köylerine hâkim tayin edilerek Kuba’ya gönderilmişti.

Affanoğlu Osman (r.a.), hanımı ve Resul-ü Ekrem’in kızı Rukuyye (r.a.) de hasta olduğundan, Resul-ü Ekrem’le birlikte gidemediği gibi, Ebu Ümâme’nin (r.a.) annesi ağır rahatsız olduğundan, Medine’de kalmak üzere kendisine izin verilmişti.

Ashabın diğer büyüklerinin tamamı Resul-ü Ekrem’le birlikte oldukları hâlde Revha’dan kalkılıp Safra Konağı’na yürüdüler. İslam askerleri üç yüz beş kişiydi. Altmış dördü muhacirlerden geri kalanı ise ensardan oluşuyordu. İçlerinde yalnız üç kişi atlıydı ki bunlar Mikdad İbni Esved, Zübeyr İbni Avvam ve Mersed Ganevî’ydi. Yanlarında yetmiş deve olup ashap bunlara sırayla binerlerdi. Hatta Resul-ü Ekrem, Hz. Ali ve Zeyd İbni Harise (r.a.) için bir deve tahsis edilmişti, üçü sırayla binerdi.

Muhacirlerin beyaz sancağını Mus’ab bin Umeyr taşıyordu. Ensarın da iki sancağı vardı. Biri Hazreç Kabilesi’ne, diğeri Evs Kabilesi’ne ait idi.

Daha sonraları dünyanın meşhur kıtalarında zafer bayrakları açıp da âlemi titreten Müslümanların ilk ordusu işte bu ordudur.

Resul-ü Ekrem’in kervan üzerine hareketini Ebu Süfyan önceden haber alarak, Zamzam İbni Amru’l-Gaffâri’yi haberci olmak üzere ücretle tutup Mekke’ye göndermiştir. O da süratli bir şekilde Mekke’ye varıp Kureyş’i telaşa düşürmüştü. Ebu Süfyan ise bu şekilde Mekke’ye haberci göndermekle beraber kıyı yolundan büyük bir süratle hareket ederek, Müslümanların Medine’den çıktığı sırada, o da kervanla Bedir yakınından savuşup gitmiştir.

İlginç bir olaydır ki Zamzam’ın Mekke’ye varışından üç gün önce Âtike binti Abdül-Muttalib rüyasında şöyle bir olay görmüştür: Deveyle Mekke’ye bir kimse gelmiş ve “Ey cemaat, üç güne kadar muharebe meydanına yetişiniz.” diye haykırdıktan sonra, Ebu Kubeys Dağı üzerine çıkarak büyük bir kayayı yerinden koparıp aşağı atmış ve o kaya, parça parça olup Mekke’nin her evine birer parçası isabet etmiş. Sabahleyin Âtike, bu rüyayı kardeşi Abbas’a anlatmış ve “Bu günlerde Kureyş’e büyük bir musibet isabet edecek.” diye yorumlayarak gizli tutmasını ihtar etmiş.

Abbas ise bunu gizlice Velid bin Utbe’ye, o da babası Utbe bin Reb’ia’ya ve o da bazı kimselere söylemiş. Bu sözler ağızdan ağıza yayılarak bütün Kureyş’in ileri gelenlerinin kulağına gitmişti. Bir gün sonra Utbe bin Reb’ia, kardeşi Şeybe, Ebu Cehil, Ümeyye bin Halef, Zem’a bin Esved, Ebul-Bahterî ve diğer Kureyş büyükleri, Kâbe’de toplanıp, Âtike’nin rüyasını konuşurlarken Abbas da onların yanına vardı.

Ebu Cehil, Abbas’a dönerek, “Kız kardeşinize ne zaman peygamberlik geldi? Ey Abdül-Muttaliboğulları, erkeklerinizde peygamberlik davası çıktığına kanaat etmeyip şimdi de kadınlarınız mı peygamberlik davasına kalkışacak?” yollu ileri geri konuşarak, bütün Abdül-Muttalib soyuna dokunacak sözler sarf etti.

На страницу:
9 из 16