bannerbanner
Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5
Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5

Полная версия

Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 7

Daha güçlü sezgilere sahip arkadaşımın bir şeyleri fark ettiğini hemen anlamıştım. Alçak, sinsi bir ses duyuldu; bu ses Baker Caddesi’nden gelmiyordu, gizlendiğimiz evin arka tarafından geliyordu. Bir kapı açıldı ve kapandı. Hemen arkasından ayak sesleri duyduk, sessiz olmaya çalışan birinin boş evde şiddetle yankılanan sesleriydi bunlar. Holmes eğilerek sırtını duvara dayadı ve ben de tabancamı kavrayarak onun gibi yaptım. Etrafıma pürdikkat bakınıyorken açık kapının karanlığında, bir ton daha koyu, belli belirsiz bir adamın hatlarını gördüm. Bir an için durdu, sonra da eğilerek ayak uçlarında, âdeta etrafa gözdağı verircesine odaya girdi. Bu meşum adam, artık üç yarda uzağımızdaydı ve üzerime atlayacağını düşünerek tetikte beklemeye başladım. Ama birdenbire bizim varlığımızdan haberi olmadığı aklıma geldi. Çok yakınımızdan geçerek pencereye doğru ilerledi, yavaşça ve sessizce camı yarım fit kadar araladı. Eğildiğinde, ışığın girmesine engel olan tozlu pencere kaldırılmış olduğundan yüzü kabak gibi ortaya çıkmıştı. Adam heyecandan kendinden geçmiş gibiydi. Gözleri yıldızlar gibi parlıyor, yüzü şiddetle titriyordu. Yaşlıca bir adamdı; ince, uzun bir burnu, geniş bir alnı ve kalın, kırlaşmış bir bıyığı vardı. Şapkasını geriye doğru itmişti ve önü açık paltosunun içindeki şık gömleği pırıl pırıl parlıyordu. Çok derin, vahşi çizgileriyle zayıf ve esmer bir yüzü vardı. Elinde baston gibi bir şey taşıyordu; ama yere bıraktığında metalik bir ses çıkarmıştı. Birden paltosunun cebinden bir şey çıkardı ve bir yay ya da vidanın yerine oturması gibi yüksek bir ses çıkana kadar bu nesneyle uğraştı. Dizlerinin üzerinde öne doğru eğilip bütün ağırlığını ve gücünü manivela gibi bir şeye verince yine öncekine benzer uzun bir ses duyuldu. Sonunda tekrar doğrulduğunda elinde, garip bir kabzası olan bir çeşit silah tutmakta olduğunu gördüm. Silahın haznesini açıp içine bir şeyler doldurdu ve hazneyi tekrar kapattı. Eğilerek namlunun ucunu açık pencerenin kenarına yerleştirdi, uzun bıyığının kabzaya değdiğini gördüm ve manzara karşısında gözlerinin parladığını fark ettim. Kabzayı omzuna bastırırken memnuniyetinden iç çektiğini duyduk, sarı zeminin üzerindeki siyah silüete nişan aldığını görünce şaşkınlıktan donakaldım. Bir an kaskatı kesilerek hareketsiz kaldı. Sonra parmağı tetiğe uzandı. Çok tuhaf, yüksek bir gürültüyle duyduğumuz vın sesinden sonra kırılan camın şangırtılarıyla irkildik. Hemen o anda Holmes bir keskin nişancının üzerine bir kaplan gibi atılarak onu yere doğru yüzüstü savurdu; ancak adam hemen harekete geçerek tüm gücüyle Holmes’un boğazına yapıştı. Bunu fırsat bilerek ben tabancamın kabzasıyla onun kafasına vurdum. Adam tekrar yere düştü. Üzerine atladım ve arkadaşım çok tiz ve yüksek sesle bir ıslık çalarken ben de onu sıkıca tuttum. Kaldırımda ayak sesleri duyuldu ve iki üniformalı polis ile bir tane sivil giyimli dedektif ön kapıdan dalarak bizim bulunduğumuz odaya koştular.

“Sen misin Lestrade?” dedi Holmes.

“Evet, Bay Holmes. Bu işi ben üstlendim. Seni tekrar Londra’da görmek ne güzel!”

“Biraz gayriresmî yardıma ihtiyacın varmış gibi görünüyor. Bir yılda üç tane faili meçhul cinayetin olması hiç de iyi değil Lestrade ama Molesey Gizemi’ni çözmekteki başarın fena değildi, yani her zamankinden daha iyiydin.”

Hepimiz ayağa kalkmıştık artık. Tutuklumuz derin derin nefes alıyordu, her iki tarafında da korkusuz birer polis dikilmişti. Şimdiden birkaç meraklı caddede toplanmıştı bile. Holmes açık pencereyi kapattı ve perdeleri indirdi. Lestrade ortaya iki tane mum çıkarmıştı, polisler de fenerlerinin örtülerini kaldırmışlardı. En sonunda tutuklumuzu yakından görme şansına sahip olmuştum.

Bize bakan bu yüz, son derece güçlü ve sinsi hatlara sahipti. Bir düşünürün alnına ve bir zevk düşkününün çenesine sahip olan bu adamın hem doğruya hem de yanlışa sapma eğilimi var gibi görünüyordu. Ama vahşi, mavi gözlere, alaycı göz kapaklarına, gaddar ve saldırgan burnu ile tehdit edici derin çizgili alnına bakıp da doğanın en belirgin tehlike sinyallerini görmemek imkânsızdı. Hiçbirimize aldırmıyordu; nefret ile şaşkınlığın harmanlandığı bir yüz ifadesiyle gözlerini Holmes’a dikmiş bakıyordu. “Seni şeytan!” diye devamlı mırıldanıyordu, “Seni kurnaz, hem de çok kurnaz alçak!”

“Ah, albay!” dedi Holmes bozulmuş yakasını düzeltirken, “O eski oyunda ne derler bilirsiniz: ‘Âşıkların buluşmasıyla yolculuklar biter.’ Reichenbach Şelaleleri’nin yamacında bana ilgi gösterme lütfunda bulunduğunuzdan beri sizinle görüşme şerefine nail olamadım.”

Albay transtaymış gibi hâlâ arkadaşımıza bakıyordu. “Seni kurnaz şeytan!” diyebildi ancak.

“Sizi henüz tanıştırmadım.” dedi Holmes, “Bu bey, Albay Sebastian Moran’dır. Kraliçemizin Hindistan ordularından birinde görev almıştı ve doğu imparatorluğumuzun yarattığı en iyi nişancılardan biridir. Sanırım sizin kaplan çuvalı hâlâ rakipsizdir demekle yanılmış olmam değil mi albay?”

Yaşlı adam hiçbir şey demeden dostuma bakmayı sürdürdü. Vahşi gözleri ve sert bıyıklarıyla adamın kendisi de bir kaplana benziyordu.

“Basit taktiklerimin, sizin gibi tecrübeli bir avcıyı alt etmesi hayret verici!” dedi Holmes. “Siz de bilirsiniz; küçük bir çocuğu bir ağaca bağlayıp, silahınızla ağaçta gizlenerek kaplanın yeme gelmesini bekleyen siz değil miydiniz? Bu boş ev benim ağacım ve siz de kaplanımsınız. Başka kaplanların da gelmesi ya da küçük de olsa hedefi vuramama ihtimallerine karşı yanınızda başka silahlar da bulundururdunuz, değil mi? Bunlar da…” dedi etrafını göstererek, “Benim diğer silahlarım. Benzerlik kusursuz.”

Albay Moran hiddetlenerek öne doğru atılmaya çalıştı ama polis memurları onu geri çektiler. Yüzündeki ifade çok korkunçtu.

“Beni biraz şaşırttığınızı itiraf etmeliyim.” dedi Holmes, “Sizin buradaki boş ev ve onun kullanışlı ön penceresinden faydalanacağınızı ummazdım. Bütün faaliyetlerinizi caddeden yürüteceğinizi düşünmüştüm. Orada Lestrade ve onun neşeli adamları sizi bekliyor olacaktı. Bu ufak ayrıntı dışında her şey yolunda gitti.”

Albay Moran resmî görevliye döndü.

“Beni tutuklamak için bir sebebiniz olabilir ya da olmayabilir.” dedi, “Ama en azından bu adamın alaylarına boyun eğmek zorunda olmadığımı biliyorum. Eğer adaletin elindeysem o zaman her şey yasal olmalı.”

“Ah, oldukça mantıklı!” dedi Lestrade, “Buradan gitmeden önce başka bir şey söylemek ister misin Holmes?”

Holmes yerdeki havalı tüfeği kaldırmış mekanizmasını inceliyordu.

“Takdire şayan ve eşsiz bir silah!” dedi, “Sessiz çalışıyor ve müthiş bir güce sahiptir. Profesör Moriarty’nin emirlerini yerine getirmek amacıyla bunu tasarlayan kör mühendisi, Alman Von Herder’yı tanıyorum. Yıllardır bu silahın varlığından haberdardım ama ona dokunma fırsatım daha önce hiç olmamıştı. Onu sana emanet ediyorum Lestrade ve bunlar da silahın mermileri.”

“Onlara iyi bakacağımıza emin olabilirsin Holmes.” dedi Lestrade bütün grup kapıya doğru ilerlerken, “Başka söylemek istediğin bir şey var mı?”

“Onu hangi suçlamayla yargılayacağınızı merak ediyorum.”

“Suçlama mı efendim? Tabii ki Bay Sherlock Holmes’u öldürmeye teşebbüsten.”

“Öyle olmasın, Lestrade. Bu meselede boy göstermeye hiç niyetim yok. Sonuca vardırdığın bu harikulade tutuklamanın saygınlığı sadece sana aittir. Evet Lestrade, seni tebrik ediyorum! Her zaman gösterdiğin cesaret ve kurnazlığınla onu yakalamayı başardın.”

“Yakaladım mı? Kimi yakaladım, Bay Holmes?”

“Bütün polis kuvvetlerinin harıl harıl aradığı adamı. Sayın Ronald Adair’i, geçen ayın otuzunda Park Yolu 427 numaradaki evin ikinci katının ön penceresinden havalı tüfekle vuran Albay Sebastian Moran. Asıl suçlama bu Lestrade. Pekâlâ Watson, kırık pencereden giren soğuk havaya dayanabilirsen seni yarım saatliğine çalışma odamda birer puro içip bu meseleyi konuşmaya davet ediyorum.”

Mycroft Holmes’un ilgisi ve Bayan Hudson’ın bakımı sayesinde eski dairemizde pek bir değişiklik olmamıştı. Evet, içeri girdiğimde odanın alışılmadık derecede derli toplu olduğu gözümden kaçmadı ama eski hatıralar hâlâ yerli yerindeydi. Kimyasal deneylerini yaptığı köşe ile üzerinde asit lekesi olan ufak masa duruyordu. Yukarıdaki bir rafta, birçok insanın zevkle yakacağı ıvır zıvır kitaplar ve referans kaynakları bulunuyordu. Diyagramlar, keman çantası, pipo koyacağı, hatta içinde tütün sakladığı Acem terlikleri bile etrafıma bakınırken gözüme çarpanların arasındaydı. Odada bizi bekleyen iki kişi vardı; biri biz odaya girerken yüzü sevinçle parlayan Bayan Hudson idi, diğeri ise o geceki maceramızda önemli rol oynayan cansız manken. Arkadaşımın bal mumu modeliydi ve hayranlık uyandıracak derecede iyi yapılmıştı.

“Size tarif ettiğim bütün talimatlara uymuşsunuzdur umarım Bayan Hudson.” dedi Holmes.

“Söylediğiniz gibi dizlerimin üzerinde sürünerek gittim.”

“Harika! Çok iyi bir iş çıkardınız. Merminin nereye isabet ettiğini gördünüz mü?”

“Evet, efendim. Maalesef muhteşem büstünüzü mahvetti; çünkü tam baş kısmından geçerek duvara çarptı. Onu halıda buldum. Bakın burada!”

Holmes mermiyi bana doğru tutarak gösterdi. “Gördüğün gibi basit bir tabanca mermisi Watson. Tam bir deha ürünü. Kim bir havalı tüfekten böyle bir şeyle ateş edilmesini bekler ki! Pekâlâ, Bayan Hudson. Yardımlarınız için size minnettarım. Şimdi, Watson, seni tekrar eski koltuğunda görmek istiyorum. Seninle konuşmak istediğim birkaç nokta var.”

Hırpani paltosunu üstünden çıkarmış, büstün üzerindeki her zaman giydiği gri ropdöşambırını üzerine geçirerek benim tanıdığım eski Holmes olmuştu.

“Eski avcımız, ne sinirlerinin sağlamlığından ne de gözlerinin keskinliğinden bir şey kaybetmemiş.” dedi gülerek, büstün paramparça olmuş alnını incelerken. “Başın arka kısmının ortasından derine inmiş ve tam beyne isabet ettirmiş. Hindistan’ın en iyi nişancılarından biriydi ve onun gibi hünerleri olan birine Londra’da bir daha rastlanacağını sanmıyorum. Onun adını duymamış mıydın?”

“Hayır, duymadım.”

“Ah, ah, işte ünlü olmak zor! Ama yanlış hatırlamıyorsam asrın dehalarından biri olan Profesör James Moriarty adını da duymamıştın. Raftan biyografilerimin bulunduğu indeksi bana uzatır mısın?”

Sandalyesinde yaslanıp purosundan kalın dumanlar üfleyerek yavaşça sayfaları çevirdi.

“Benim M harfindeki koleksiyonum çok iyidir.” dedi, “Moriarty tek başına bu harfi meşhur edebilir. Ah, herkesi zehirleyen Morgan işte burada. Tiksindirici bir anısı olan Merridew ve Mathews, benim sol köpek dişimi Charing Cross’taki bekleme odasında kırmıştı ve işte, sonunda gecemizin yıldızını buldum!”

Bana kitabını uzattı, okumaya başladım:

“Moran, Sebastian, Albay. İşsiz. Eskiden 1. Bangalore İstihkâm

Alayı’nda görev yapmış. 1840 Londra doğumlu. İngiltere’nin

İran büyükelçiliğini de yapmış olan Sör Augustus Moran, C.

B.nin oğlu. Eton ve Oxford’da eğitim görmüş. Jowaki ve Afgan harekâtlarında, Charasiab, Sherpur ve Kabil’de de hizmet vermiş. ‘Batı Himalayalar’ın Av Hayvanları’ (1881) ve ‘Ormanda Üç Ay’ (1884) kitaplarının yazarı. Adresi: Conduit Sokağı. Üye olduğu Kulüpler: Anglo-Hint, Tankerville, Bagatelle Oyun Kulübü.”

Holmes kenarına bizzat not düşmüştü: Londra’nın ikinci en tehlikeli adamıdır.

“Bu çok şaşırtıcı!” dedim kitabını geri verirken, “Çok onurlu bir asker gibi yaşam sürmüş.”

“Doğrudur.” diye cevap verdi Holmes, “Hayatının belli bir dönemine kadar çok başarılıydı. Her zaman çelik gibi sinirlere sahipti ve yaralı bir kaplanın peşine düşüşü Hindistan’da hâlâ anlatılır. Bazı ağaçlar vardır Watson, belirli bir yüksekliğe çıktıktan sonra bazı tuhaflıklar göstermeye başlarlar. Bunu çoğu zaman insanlarda da görebilirsin. Benim bir teorime göre bireyler gelişimleri sırasında atalarıyla benzerlikler gösterirler. Bu yüzden doğruya ya da yanlışa sapma bazı durumlarda tamamen ataların çizgisinden gider. Kişi böylece kendi aile geçmişini temsil eder.”

“Gerçekçilikten çok uzaksın.”

“Ah, bu düşüncelerimin üzerinde ısrar etmiyorum! Sebep her ne olursa olsun Albay Moran kötülüğün pençesindeydi. Aleni bir skandal olmasa da Hindistan’da çok uzun bir süre kalamadığı kesin. Emekli olduktan sonra Londra’ya geldi ve tekrar kötü şöhretini devam ettirdi. İşte bu sırada Profesör Moriarty tarafından aranıp bulundu ve çetenin başına lider olarak geçirildi. Moriarty onu cömertçe paraya boğdu ve herhangi bir suçlunun üstesinden gelemeyeceği birinci sınıf işlerde kullandı. 1887 yılında Lauder’lı Bayan Stewart’ın ölümünü hatırlıyorsundur. Hayır mı? Ah, eminim o olayın arkasında Moran vardı ama kanıtlanamadı. Albay bu cinayeti, o kadar zekice perdelemişti ki Moriarty çetesi dağıtıldıktan sonra bile onu suçlayacak bir şey bulamadık. Senin dairene geldiğim zaman havalı tüfeklerden korktuğum için panjurları kapattığımı hatırlıyor musun? Şüphesiz benim hayal gördüğümü sanmışsındır. Oysa ne yaptığımı çok iyi biliyordum; çünkü bu müthiş tüfekten haberdardım ve arkasında dünyanın en iyi avcılarından birinin olacağını da çok iyi biliyordum. Biz İsviçre’deyken o da Moriarty ile birlikte geldi. Reichenbach yamacındaki o korkunç beş dakikayı bana yaşatan şüphesiz oydu.

Geçici olarak Fransa’da kaldığım sırada gazeteleri büyük bir ihtimamla okuduğuma ve bu adamı yakalamak için her türlü fırsatı kolladığıma inanabilirsin. O Londra’da serbest gezdiği sürece hayatımın bir anlamı yoktu. Gece gündüz onun gölgesini üzerimde hissediyordum ve er ya da geç onu yakalayacağımdan emindim. Ne yapabilirdim? Onu görür görmez vuramazdım; yoksa kendimi sanık sandalyesinde bulurdum. Sulh yargıcına başvurmanın da hiç faydası olmayacaktı. Deli saçması bir şüphe üzerine harekete geçemezlerdi. Bu nedenle hiçbir şey yapamıyordum ama suçlularla ilgili haberleri takip ediyordum ve eninde sonunda yakalanacağını biliyordum. Bunun peşi sıra Ronald Adair’in ölümü meydana çıktı. Sonunda bir şans yakalamıştım. Bu olayın arkasında Albay Moran’ın olduğundan emindim. O gençle kâğıt oynamıştı, sonra kulüpten eve kadar onu takip etmişti ve açık olan pencereden ateş ederek öldürmüştü. Bundan hiç şüphem yoktu. O mermiler tek başına onun beynini ilmik ilmik dağıtmaya yeterdi. Hemen atlayıp Londra’ya geldim. Gözcüleri tarafından fark edildim; varlığımı albaya söyleyeceklerini çok iyi biliyordum. İşlediği suç ile benim ani dönüşümü bağdaştırması an meselesiydi ve bunun üzerine çok endişelenecekti. Beni hemen ortadan kaldırmak için mutlaka bir girişimde bulunacaktı ve bunu yapmak için ölümcül silahını ortaya çıkaracaktı. Pencereden gözükecek şekilde muhteşem büstümü yerleştirdim ve ihtiyaç duyulacağına emin olduğum polislere de haber verdim. Ha, bu arada Watson, kapı girişindeki polisleri inanılmaz gözleminle fark ettiğini söylemeden geçemeyeceğim. Gözlemlemek için oldukça mantıklı bir yer tespit ettim; ama onun da saldırmak için aynı noktayı seçeceğini hiç akıl edemedim. Şimdi, sevgili Watson, sormak istediğin başka bir şey var mı?”

“Evet…” dedim, “Albay Moran’ın, Ronald Adair’i öldürmesindeki amaca pek açıklık getirmedin.”

“Ah sevgili dostum Watson, işte o noktada en mantıklı zihnin bile hataya düşebileceği tahminler dünyasına giriyoruz. Herkes var olan delillere dayanarak kendi hipotezini geliştirebilir ve seninki de en az benimki kadar doğru olabilir.”

“Senin de bir tahminin var ama değil mi?”

“Gerçekleri açıklamakta pek zorlanmayacağımı düşünüyorum. Albay Moran’ın ve genç Adair’in birlikte çok yüklü miktarda para kazandığı biliniyor. Şimdi, şüphesiz Moran hainlik etti, uzun zamandır bunun farkındaydım. Cinayetin işlendiği gün Adair’in, Moran’ın hile yaptığını öğrendiğini sanıyorum. Onu bir kenara çekip baş başa konuştuğuna inanıyorum ve kendi isteği ile kulübün üyeliğinden ayrılmazsa durumu herkese açıklayacağını söylediğini ve bir daha kâğıt oynamayacağına dair söz vermesi için baskı yaptığını tahmin ediyorum. Adair gibi bir gencin kendisinden yaşça büyük ve çevresi olan bir adamın adını kötüye çıkararak iğrenç bir skandala sebep olacağını sanmıyorum. Belki benim dediğim gibi davrandı. Hileli kazancıyla geçinen Moran’ın kulüplerden dışlanması onun yıkımı olurdu. Bunun üzerine, o sırada ortağının hileli oyunuyla kazandığı paranın ne kadarını geri vermesi gerektiğini hesaplamakla meşgul olan Adair’i öldürdü. Eğer evdeki bayanlar ona aniden baskın yapıp isim ve paraların ne olduğunu soracak olurlarsa diye de tedbir olarak kapıyı içeriden kilitlemişti. Bunlar yeterince inandırıcı mı?”

“Böyle olduğundan hiç şüphem yok.”

“Mahkemede ya doğruluğu ya da aksi ispat edilecek. Bu arada ne olursa olsun Albay Moran bizi bir daha rahatsız edemeyecek. Von Herder’nın ünlü havalı tüfeği ise artık Scotland Yard Müzesini süsleyecek. Ve Bay Sherlock Holmes, hayatını, Londra’nın karmaşık yaşantısının yeteri miktarda sunduğu o ilginç, ufak tefek problemlerini yeniden incelemeye adayabilecek!”

Norwood’lu Müteahhit

“Kriminal uzmanın bakış açısına göre…” diye başladı Sherlock Holmes, “Yası tutulan Profesör Moriarty’nin ölümünden beri, özellikle Londra, çekiciliğini kaybetti.”

“Birçok saygıdeğer vatandaşın seninle hemfikir olacağını sanmıyorum.” diye cevap verdim.

“Tamam tamam bencil davranmamalıyım!” dedi gülümseyerek, kahvaltı masasından sandalyesini geriye doğru çekerken. “Toplum kazançlı çıktı ama işsiz kalan bu zavallı uzman dışında hiç kimsenin kaybı olmadı. Oysa Moriarty ortalıktayken sabah gazeteleri, her zaman sonsuz sayıda ihtimalle dolu oluyordu. Çoğu zaman sadece küçücük bir iz olurdu Watson, ufacık bir işaret… Ama o bile tehlikeli dâhinin ortalıkta dolaştığını bana anlatmaya yeterdi; tıpkı bir ağın uçlarındaki en hafif titreşimlerin, ortasında sinsice dolaşan örümceği bize hatırlatması gibi. Küçük hırsızlıklar, keyfî saldırılar, sebepsizce patlak veren isyanlar… İşin aslını bilen adam için bunların birbirine bağlı bir bütün olduğunu anlamak zor değildi. Örgütlü suç dünyası konusunda eğitim alan bir öğrenci için Avrupa’daki hiçbir başkent Londra kadar büyük avantajlar sunamazdı o zamanlar. Oysa şimdi…”

Sonucun bu hâle gelmesinin en büyük sebeplerinden birinin kendisi olduğu gerçeğini bilmezden gelerek alaycı bir ifadeyle omuzlarını silkti.

Size bunları anlattığım sırada, Holmes’un geri dönüşünün üzerinden birkaç ay geçmişti ve ben, onun ricasıyla, muayenehanemi satmış, Baker Caddesi’ndeki dairemizi paylaşmak üzere geri gelmiştim. Verner adında genç bir doktor benim Kensington’daki muayenehanemi satın almıştı ve istemeye cesaret edemediğim yüksek bir fiyatı hiç tereddüt etmeden çok şaşırtıcı bir şekilde kabul etmişti. Bunun sebebi birkaç yıl sonra anlaşılmıştı; Verner, Holmes’un uzaktan akrabasıymış ve parayı aslında arkadaşım temin etmiş.

Onun iddia ettiği gibi beraberliğimiz boyunca çok da az vaka görmemiştik; çünkü notlarıma göz attığımda bu dönemde “Eski Başkan Murillo’nun Kâğıtları” vakası ve neredeyse canımıza mal olan Hollandalı buharlı gemi “Friesland” meselesi gibi vakalarda çalıştığımızı görebiliyordum. Onun soğuk ve gururlu tabiatı, toplumun beğenisini kazanma konusunda daima gönülsüz davranmasına sebep oluyordu. Kendisinden, metotlarından ya da başarılarından söz etmememi isteyip sınırlar çizerek beni müşkül duruma düşürüyordu; ancak daha önce de dediğim gibi bu yasaklamayı yeni kaldırmıştı.

Bay Sherlock Holmes garip iddiasından sonra sandalyesinde geriye doğru yaslandı. O, sabah gazetesini aheste aheste açarken zilin ısrarlı bir biçimde çalması, sonra da birinin kapıyı yumrukluyormuş gibi gürültülü bir sesin gelmesi dikkatimizi o yöne çekmişti. Kapı açılır açılmaz koridorda coşkulu bir koşuşturma, merdivenlerde de hızla yukarı çıkan birinin ayak sesleri duyuldu ve hemen arkasından vahşi bakışlı, solgun, üstü başı darmadağın, heyecandan titreyen, çıldırmış gibi bir adam odamıza daldı. İkimize de baktıktan sonra meraklı bakışlarımız karşısında nezaketsiz bir şekilde odamıza girdiğinin farkına vardı ve bir özür borcu olduğunu anladı.

“Affedersiniz, Bay Holmes!” diye bağırdı, “Beni suçlamayın! Neredeyse çıldırmak üzereyim Bay Holmes, ben çok talihsiz bir adam olan John Hector McFarlane’im.” Sadece isminin, bu ziyareti ve garip tavrını açıklamaya yeteceğini düşünüyormuşçasına söylemişti bunları sanki; ama arkadaşımın tepkisiz ifadesinden bu sözlerin benim için olduğu kadar onun için de bir anlam ifade etmediğini görebiliyordum.

“Bir puro için Bay McFarlane.” dedi kutusunu ona doğru uzatarak, “Sizin durumunuz için arkadaşım Dr. Watson size bir sakinleştirici yazacaktır eminim. Son birkaç gündür havalar ne kadar da güzel gidiyor değil mi? Şimdi, kendinizi toparladıysanız, oradaki sandalyeye oturup sakin bir şekilde kim olduğunuzu ve bizden ne istediğinizi anlatmanızı istiyorum. Adınızı sanki sizi tanıyor olmam gerekiyormuş gibi söylediniz ama emin olun, bekâr bir avukat, bir mason ve aynı zamanda astımlı bir hasta olmanız dışında hakkınızda hiçbir şey bilmediğim konusunda sizi temin edebilirim.”

Arkadaşımın metotlarını artık çok iyi bildiğimden onun tümdengelimlerini takip etmekte zorlanmamıştım. Müşterimizin giyimindeki dağınıklığı, yanındaki yasal evrakları, saatini ve nefes alışını gözlemleyerek bunları doğrulamak benim için zor olmamıştı.

“Evet, söylediğiniz her şey doğrudur, Bay Holmes ve buna ek olarak şu an Londra’nın en talihsiz adamlarından biri olduğumu söyleyebilirim. Tanrı aşkına, beni bir başıma bırakmayın, Bay Holmes! Hikâyemi bitirmeden beni tutuklamaya gelirlerse ne olursunuz tüm gerçekleri anlatmam için bana zaman vermelerini sağlayın. Sizin benim için dışarıda çalıştığınızı bilirsem hapse daha mutlu bir hâlde gideceğim.”

“Tutuklanmak mı?” diye sordu Holmes, “Bu çok, çok ilginç bir durum. Hangi suçlamayla sizi tutuklayacaklar?”

“Aşağı Norwood’lu Bay Jonas Oldacre’yı öldürmekle suçlayacaklar.”

Dostumun yüzünden, içinde memnuniyetin de olduğu bir sevecenlik okunuyordu.

“Bakın işte!” dedi, “Daha bu sabah kahvaltıdayken, ses getiren davaların artık gazetelerde yayımlanmadıklarını arkadaşım Dr. Watson’a söylüyordum.”

Ziyaretçimiz, titreyen elini uzatarak hâlâ Holmes’un dizlerinde duran Daily Telegraph”ı aldı.

“Eğer gazeteye baksaydınız bu sabah, size hangi amaçla geldiğimi anlardınız. Adımın ve talihsizliğimin herkesin ağzına dolandığını düşünüyorum.” Gazetenin ana sayfasını göstermek için açtı. “İşte burada, izin verirseniz size okumak istiyorum. Bunu dinleyin, Bay Holmes. Başlıklar şöyle:

Aşağı Norwood’daki Gizemli Olay. Ünlü Bir Müteahhidin Kayboluşu. Cinayet ve Kundaklamadaki Şüpheler. Suçluya Ait Bir İpucu.

Bu ipucunun üzerinde duruyorlar, Bay Holmes ve doğrudan beni işaret ettiğini biliyorum. Beni Londra Köprüsü İstasyonu’ndan beri takip ediyorlar ve tutuklamak için sadece tutuklama emrinin çıkmasını bekliyorlar. Annem çok üzülecek, çok üzülecek!”

Endişeyle ellerini sıkmaya başladı ve sonra da sandalyesinde bir ileri bir geri sallandı. Bir cinayete adı karışmış bu adamı ilgiyle incelemeye başladım. Sarışındı, yakışıklıydı, olumsuz bir intiba bırakacak derecede solgundu ve korku dolu mavi gözleri, sinekkaydı tıraşı ile zayıf, hassas bir ağız yapısı vardı. Yirmi yedi yaşında olmalıydı ve üzerindeki giysilerle tam bir beyefendiye benziyordu. Yazlık, hafif pardösüsünün cebinden, mesleğini belli eden dosyalı bir evrak çıkmıştı. “Geri kalan zamanımızı iyi değerlendirmeliyiz.” dedi Holmes, “Watson, sana zahmet olmazsa gazeteyi alıp söz konusu paragrafı okuyabilir misin?”

Müşterimizin okuduğu etkili başlıkların altındaki yazıyı okumaya başladım:

“Dün gece geç saatlerde ya da sabaha karşı, Aşağı Norwood’da bir olay meydana gelmiştir ve maalesef ciddi bir suçun işlendiği ortaya çıkmıştır. Bay Jonas Oldacre, bölgede uzun yıllar boyunca müteahhitlik işiyle uğraşmıştır ve o bölgenin tanınmış sakinlerinden biridir. Elli iki yaşındaki Bay Oldacre bekârdır ve Sydenham’deki Deep Dene Malikânesi’nde yaşamaktadır. Çok tuhaf alışkanlıkları, ketum ve çekingen tavırlarıyla tanınmaktadır. Birkaç yıldır mesleğini yapmıyordu; çünkü dediğine göre oldukça yüklü bir servete sahip olmuştu; ancak ufak bir kereste deposu hâlâ faaliyet göstermekteydi. Evin arka tarafında olan bu yerde, dün gece saat on iki sularında, istiflenmiş yığınların yanmakta olduğu alarmı verilmişti. İtfaiye kısa sürede olay yerine ulaşmıştı; ancak kuru keresteler tutuşmuştu ve yangın itfaiyecilerimiz tarafından güçlükle kontrol altına alınmıştı. Sonuç olarak kereste yığını tamamen ziyan olmuştu.

Bu noktaya kadar olay kaza görünümü veriyordu. Ancak yeni bulgular ciddi bir suçun işlendiğini gösteriyor. Tesis sahibinin olay yerinde bulunmaması merak uyandırdı ve hemen peşinden bir soruşturma başlatılınca bu kişinin ortadan kaybolduğu ortaya çıktı. Odasında yapılan bir tahkikatın sonucunda yatağında hiç yatmadığı, içeride bulunan bir kasanın açık olduğu, önemli evrakların odaya saçıldığı ve son olarak ölümcül bir mücadelenin verildiğine dair ipuçlarına rastlandığı söyleniyor. Odada, meşe kaplamalı bir bastonun sap kısmında da hafif kan izleri görülmüştür. Bay Jonas Oldacre’nın o gece geç saatte odasına bir ziyaretçi kabul ettiği biliniyor ve içeride bulunan bastonun, Graham & McFarlane, 426 Gresham Binaları, E. C.nin genç ortaklarından ve Londralı Avukat yapan John Hector McFarlane’e ait olduğu kanıtlanmış durumdadır. Polis, ellerinde bulunan delillerin yeterli ve inandırıcı olduğunu savunuyor. Bunun yanı sıra, ses getiren gelişmelerin olacağı şüphe götürmüyor.

На страницу:
3 из 7