bannerbanner
Ertuğrul Bey’den Sultan Vahdettin’e Tarihin En Kudretli Hanedanı Üç Kıtanın Efendileri Osmanlılar
Ertuğrul Bey’den Sultan Vahdettin’e Tarihin En Kudretli Hanedanı Üç Kıtanın Efendileri Osmanlılar

Полная версия

Ertuğrul Bey’den Sultan Vahdettin’e Tarihin En Kudretli Hanedanı Üç Kıtanın Efendileri Osmanlılar

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 8

Viyana bozgunuyla Orta Avrupa topraklarını bırakmak zorunda kalan Osmanlı Devleti ancak Balkan topraklarında tutunabildi. Buna rağmen, Balkanlar’daki varlığı da tehdit altına girdi.

1683’ten sonra askerî alandaki yetersizlik, Osmanlı Devleti için yeni savunma ihtiyacını gündeme getirdi. Karlofça Antlaşması’yla belgelenen ağır mağlubiyetin ezikliği, ancak 1711’deki Prut Savaşı ile giderilebildi. Poltava’da Rus ordusuna yenilen İsveç Kralı 19. Karl’ın Osmanlı Devleti’ne sığınması Prut Savaşı’na giden süreci başlattı. Rusların Osmanlı sınırlarına yaptıkları tecavüzler, Lehistan topraklarındaki egemenlik mücadelesi Osmanlı ordusunu yeni bir sefere sürükledi. Baltacı Mehmet Paşa 1711’de Prut’ta Rus Çarı Petro’yu durdurdu. Rus çarı burada ağır bir yenilgiden son anda kurtuldu. Daha sonra da Venedik ve Avusturya ile savaşlar yapıldı. Venediklilerle yapılan savaşlar sonucunda kaybedilen Mora Yarımadası ve bazı Ege adaları geri alındı. Alınan bu zaferler Osmanlı Devleti’ni yeniden diriliş konusunda ümitlendirdi. Bu nedenle, Karlofça ile kaybedilen toprakların geri alınmasına dönük planlar yapılmaya başlandı. Avusturya ile 1716’da Petervaradin’de yapılan savaş sonunda Osmanlı Devleti Belgrat’ı da kaybetti. Bu yenilginin ardından 1718 yılında imzalanan Pasarofça Antlaşması ile günümüzde Romanya’nın ikinci büyük şehri olan Temeşvar’ı içine alan bölge ile Küçük Eflak ve Belgrat, Avusturya’ya bırakıldı. Böylece 16. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren elde tutulan ve parça parça elden çıkan Macaristan tamamıyla kaybedilmiş oldu.

Yenilgiler Lale Devri’ni Doğurdu

Batı karşısında gerileyişle birlikte, Osmanlı Devleti’nde Batı’ya olan ilgi artmaya başladı. 1718’de imzalanan Pasarofça Antlaşması’ndan sonra 1730’a kadar, Lale Devri denilen müreffeh bir dönem yaşandı. 1730’daki Patrona Halil İsyanı bu dönemin sonunu getirdi

Lale Devri’nin dinginliğini ise 1723’te İran ile tutuşulan savaş bozdu. 1732’de imzalanan antlaşma da barışı getirmedi. 1733’ten itibaren İran-Osmanlı savaşı tırmanış gösterdi. Savaşı sona erdiren ise Osmanlı’nın Avusturya ile geldiği savaş durumu oldu. Nadir Şah ile yapılan anlaşma sonucunda 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması’ndaki sınırlara dönüldü. Yapılan bu mücadeleler sırasında Nadir Şah, Osmanlı Devleti’nden Caferi mezhebini, ehlisünnetin fıkıh ekolü olarak kabul ettiği Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbeliliğin yanında, beşinci mezhep olarak kabul edilmesini şart koştu. Ancak Osmanlı Devleti bu şartı kabul etmedi. Böylece İran’ı gayrimeşru ilan etme siyasetinden vazgeçilmemiş oldu.

Osmanlı Devleti’nin İran ile savaştığı sırada Avusturya, Bosna ve Eflak’a saldırdı. Yapılan savaşı Osmanlı orduları kazandı. Elde edilen zafer sonrasında Belgrat geri alındı. 1739’da Rusya ve Avusturya ile ayrı ayrı imzalanan Belgrat Antlaşması’yla Pasarofça’da kaybedilen yerler geri alındı. Ayrıca Kırım’a saldırıp ardından Yaş ve Hotin’i alan Ruslar da işgal ettikleri yerleri geri verdiler. Azak Kalesi yıkılarak iki devlet arasında tampon bir bölge oluşturuldu.

Uzun Barış Dönemi Değerlendirilemedi

1739’da Belgrat Antlaşması’yla başlayan 30 yıllık barış dönemi, 1768’de sona erdi. Bu tarihte Eflak ve Boğdan’a girip Kırım’ı işgal eden Ruslar, İngiltere’nin de desteğiyle 1770 yılında Çeşme Limanı’nda demirli Osmanlı donanmasını yaktılar. 1774 yılında, günümüzde Bulgaristan’ın Şumnu şehri yakınında kalan Kozluca mevkisinde yapılan son savaşı kaybeden Osmanlı ordusu, aynı yıl Güney Dobruca’daki Küçük Kaynarca kasabasında imzalanan antlaşma ile Kırım’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Osmanlı Devleti, bu antlaşma ile aynı zamanda yabancı bir devletin kendi iç işlerine karışması hakkını tanıdı. Küçük Kaynarca Antlaşması ile Ruslara, Ortodoks halkı himaye hakkı tanındı. Karadeniz Rus gemilerine açıldı. Buna rağmen, Osmanlı Devleti, 18. yüzyılın son çeyreğine doğru batıda ve doğudaki rakipleriyle etkili şekilde mücadele etmeyi sürdürdü. Ancak Ruslara karşı askerî alandaki yenilgiler, ordu sisteminde köklü bir değişim ihtiyacını gündeme getirdi.

18. yüzyılın sonlarına doğru başlayan dönemde Osmanlı Devleti kaçınılmaz olarak yapısal değişimler içine girdi ve takip eden yüzyılın başından itibaren de Avrupa kıyaslamasına göre özellikle askerî alanda gerilemiş olduğunun farkına varıp kendini köklü bir şekilde yenilemenin yaşam meselesi arz eden bir zorunluluk olduğunu açıkça gördü.

1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım’ı bağımsız bir hanlık durumuna getiren Ruslar, 1783’te de Kırım’ı ilhak etti. Osmanlı Devleti, bu ilhak kararını resmen tanımak zorunda kaldı.

Bu arada Karadeniz’in bir Türk denizi olmaktan çıkışı ve Rusya ile birlikte kullanılır hâle gelişi Boğazlar sorununu gündeme getirdi. Ayrıca 1783 yılında Osmanlı Devleti’ni kapsamlı bir ticaret anlaşması yapmaya zorlayan Rusya, İngiltere ve Fransa’nın sahip olduğu ticari ayrıcalıkları da elde etti.

Osmanlı Devleti, Küçük Kaynarca’nın rövanşını 1787 yılında almak istedi. Bu çerçevede Kırım’ı fethetmek amacıyla 1787 yılında Ruslara ve Avusturya’ya karşı cephe açtı. Avusturya ile savaş, 1789 Fransız İhtilali ve aynı zamanda Prusya’nın Avusturya’nın genişlemesini istememesi nedeniyle Avusturya’yı çekilmeye zorlaması nedeniyle 1791’de Ziştovi’de imzalanan antlaşma ile sona erdi. Ordu komutanlarının Ruslara karşı yürütülen savaşın zaferle sonuçlanmayacağını anlamlarıyla da Rusya ile 1792 yılında Romanya’nın Yaş şehrinde barış antlaşması imzalandı. Anlaşma sonucunda Tuna Nehri Osmanlı-Rus sınırı olarak kabul edildi. Kuban Nehri’nin sınır kabul edildiği Kafkaslar’da ise Ruslar ilerlemeye devam etti.

Yaşanan Hezimetler Yenilenmeyi Dayattı

Savaşlarda alınan ağır yenilgiler yenilenme ihtiyacını kabul ettirdi. Bu doğrultuda askerî eğitim, ordu ve donanmada yeniliğe gidilmesi kararlaştırıldı. Ancak bunu gerçekleştirmek öyle kolay olmadı. Devlet düzeninde yenileşme ihtiyacının kapsamının genişletilmesi, toplumun değişik kesimlerinde direnç yarattı. Gösterilen direnç nedeniyle yeni ordu anlamındaki Nizam-ı Cedit çalışmaları mali ve idari alandaki kurumsal düzenlemelere rağmen Mayıs 1807’de sona erdi.

III. Selim tarafından başlatılan reform çalışmalarını, II. Mahmut devam ettirdi. Nizam-ı Cedit’in kurulmasını engelleyen Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasından sonra III. Selim devrindeki yenilenmede görülen eski ve yeniyi birlikte götürme mecburiyetinden tamamen kurtulundu. Merkezî yönetimi güçlendirmek amacıyla başlatılan reform çalışmalarıyla, devletin yönetim yapısında köklü değişikliğe gidildi. Böylece devletin değişik yerlerinde yarı bağımsız hâle gelen yerel güçler tasfiye edildi. Mısır dışında merkezîleşme çalışmaları başarıyla uygulandı. Tabii 1789 Fransız İhtilali ile ateşlenen milliyetçilik fikirleri, Osmanlı Devleti’ndeki merkezîleşme çalışmalarına karşı direnç gösterilmesine de neden oldu. 1821’deki Mora isyanı bağımsız Yunanistan’ın oluşum sürecini başlattı. Kuzey Afrika’daki Osmanlı toprakları üzerindeki merkezî otorite ise 18. yüzyılda olduğu gibi hükmünü ancak hukuki bağlılığı içinde ismen sürdürebildi. 1830 yılında Cezayir ve 1881 yılında Tunus Fransızların, 1882 yılında ise Mısır İngilizlerin eline geçti.

Anayasal Sistemde Değişikliğe Gidildi

Yeni şartların yenileşmeyi zorunlu hâle getirmesiyle Osmanlı Devleti, anayasal devlet olmak yolunda önemli bir adım attı. Yapılan reformlar 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile taçlandırıldı. Ferman, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde çok öncelerde ilan edilmiş ve uygulamaya sokulmuş olan bir “Osmanlı insan hakları beyannamesi” olarak değerlendirildi. 1839’daki Tanzimat Fermanı, 1856’da ilan edilen Islahat Fermanı ile geliştirildi. Sosyal ve siyasal alanda atılan adımlar 1876’da kabul edilen Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu (Anayasa) ile geliştirildi.

Avrupa’da, siyasal ve sosyal alandaki değişimin dayatması neticesinde atılan adımların eseri olan Tanzimat Fermanı, özellikle Mısır sorununun çözümünü kolaylaştırmayı ve başta İngiltere olmak üzere liberal Avrupa çevrelerinin yardımını sağlamayı amaçlamaktaydı ve bunda da başarılı olundu. Çünkü Temmuz 1798’de Fransa’nın Mısır’ı işgali Osmanlı Devleti’nin aczini gözler önüne sermişti. Mısır’ın Fransızlar tarafından işgali ancak Ocak 1799’da yapılan Osmanlı-İngiliz ve Rus ittifakları sonrasında başlatılan askerî operasyon ile mümkün olabildi. Buna rağmen, Mehmet Ali Paşa’nın 1805 yılında Mısır’da söz sahibi olarak kendisini vali tayin ettirmesi önlenemedi. Mehmet Ali Paşa, Mısır’ın gerçek hâkimleri olan Kölemen beylerini ortadan kaldırdı. Koyduğu ağır vergilerle halkın yaşamını zorlaştırsa da Mısır’ın kalkınmasını hızlandırdı. Oluşturduğu savunma sistemiyle Mısır ordusunu güçlendirdi. İslam’ın kutsal yerlerine musallat olan Vehhabileri etkisiz hâle getirdi. Diğer yandan, 1826 yılında Mora’da ayaklanan Yunanların bastırılmasına verdiği destek ile de Osmanlı halkının sevgisini kazandı. Bu arada 1832’de Osmanlı Devleti üzerine yürüyen Mısır orduları da Kütahya’da Rusların yardımı ile durdurulabildi. Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı’ya isyanının faturasını, Osmanlı Devleti, 8 Temmuz 1833’te Beykoz’da imzaladığı Hünkar İskelesi Antlaşması ile ödedi. Antlaşma ile Osmanlı Devleti’nin Rusya’nın koruması altına girdiği belgelendi. Antlaşmanın gizli maddesinde yer alan boğazların Rusya dışındaki diğer devletlere kapalı olması konusu Avrupa devletleri arasında hoşnutsuzluk yarattı.

Osmanlı orduları, Mısır ordusu ile ikinci büyük çarpışmayı Haziran 1839’da Nizip’te yaptı. Osmanlı Devleti’ni içine düştüğü zor durumdan bu sefer de İngiltere kurtardı. İngiltere’nin yardım etmesinin nedeni, Rusya’nın müdahalesine fırsat vermemek idi. İngiltere’nin yardımı ile Fransa tarafından desteklenmekte olan Mehmet Ali’nin direnişi kırılabildi. 24 Mayıs 1841’de varılan anlaşma ile Mısır’ın özerkliği resmen kabul edildi. Bu arada büyük devlet temsilcilerinin Londra’daki toplantısı sonucunda 13 Temmuz 1841’de hazırlanan Londra Boğazlar Sözleşmesi’yle, Osmanlı Devleti’nin katılmadığı savaşlarda, boğazların bütün devletlerin savaş gemilerine kapalı olması kabul edildi. Böylece boğazlara devletler arası bir statü verildi.

Rusya’nın Planını Avrupalılar Bozdu

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından en büyük yarar uman devlet Rusya idi. Rusya’nın tek başına Osmanlı Devleti’ni tasfiye planını bozan, Avrupa devletleri oldu. 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren artık, Rusya’nın Osmanlı üzerinde tek başına istediği gibi tasarrufta bulunmasını önleyen gelişmeler, 1848’de Polonya ve Macaristan’daki ihtilalin kanlı bir şekilde bastırılması, İngiltere, Fransa ve Avusturya’da Rusya aleyhine bir hava esmesine neden oldu. Polonya ve Macaristan’daki ihtilalin bastırılması sırasında her iki ülkeden Osmanlı Devleti’ne sığınan mültecilerin, her türlü tehdide rağmen iade edilmemesi, bu ülkelerin halklarının desteğinin kazanılması sonucunu doğurdu. Rusya, Küçük Kaynarca Antlaşması ile elde ettiği imtiyazları bahane ederek, “kutsal yerler sorunu”nu yarattı. Osmanlı Devleti’ni tasfiye etmeyi amaçlayan Ruslar, Osmanlı uyruğundaki 10 milyondan fazla Ortodoks’tan vergi alınmaması, ayrı mahkemeler kurulması gibi taleplerde bulundu. Bu talepler iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilmesine neden oldu. Rusya’nın Avrupa karşısında güçlenmesini istemeyen Fransızlar da Osmanlı Devleti’ni destekledi. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve Osmanlı Devleti, ittifak halinde Rusların egemenliği altındaki Kırım’a saldırdı. 1853-1856 yılları arasında yapılan savaş sonunda kazanılan zaferle, Küçük Kaynarca’nın rövanşı alınmış oldu. Elde edilen zaferle birlikte Rusya’nın Ortodoks himayesiyle ilgili iddialarına son verildi. Buna karşılık 18 Şubat 1856’da Islahat Fermanı ilan edildi. Ferman, İngiliz, Fransız ve Avusturya elçileri tarafından hazırlanmış, Müslüman ve gayrimüslimler arasında vatandaşlık hukuku itibarıyla mevcut olan eşit olmama hâlini iptal ederek gayrimüslimlerin bu anlamda “kısıtlı” olma hâline son vermiştir. Anayasal yöndeki bu değişiklik özellikle ahalisi karışık olan vilayetlerde Müslüman ve gayrimüslim ahali arasında önemli çatışmalara ve yabancı devlet müdahalesine yol açtı. Gayrimüslimlere tanınan imtiyazlar, toplum içinde hukuki, mali, idari, eğitsel özerk adacıklar doğurdu. Ayrıca gayrimüslimleri sahip oldukları meclisleriyle devlet içinde devlet konumuna soktu. 1875 senesine gelindiğinde ise Hersek, Karadağ, Sırbistan ve Bulgaristan’da ayaklanmalar başladı. Ayaklanmaları bastırmak için Osmanlı ordusunun yaptığı müdahaleler de Batı kamuoyunda “Hristiyanlar katlediliyor” şeklinde propaganda edilerek Türk düşmanlığı körüklendi.

Osmanlı Devleti’nin Geleceği, Tersane Konferansı’nda Masaya Yatırıldı

Avrupa devletlerinden aldığı borçla 1854’te Ruslarla savaşa tutuşan Osmanlı Devleti, 1875’te borçları ödeyemeyeceğini ilan etti. Bu durum Avrupa kamuoyunun Osmanlı Devleti’ne duyduğu tepkiyi daha da artırdı. Yaşanan ekonomik bunalım, içeride de Müslüman halkın ve medrese öğrencilerinin sokak gösterileri yapmalarına neden oldu. Bunun sonucunda, 1876 yılı sonunda büyük devletler, Osmanlı İmparatorluğu’nun akıbetini görüşmek üzere toplanmaları amacıyla Tersane Konferansı’nı düzenledi. 23 Aralık 1876’da anayasanın ilanı bu krizden bir çıkış yolu olarak düşünüldü. Ancak sorunun anayasal sistemden kaynaklanmadığı tarihî tecrübelerle anlaşıldı.

Osmanlı Devleti’nin 1876 yılında anayasayı kabul etmesi, Balkanlar’da ayaklanmaları hızlandırdı. Bu ayaklanmalar, Rusya için uygun bir fırsat yarattı. 1877 yılında Osmanlı Devleti’ne savaş ilan eden Rusya, bir yıl süren savaşın sonunda hem Kafkaslar’da hem Balkanlar’da Osmanlı Devleti’ne karşı büyük bir üstünlük sağladı. Rumi takvimle 1293 yılına denk gelmesinden dolayı 93 Harbi olarak tarihe geçen savaş, sonuçları itibarıyla Türk tarihinin en karanlık safhasını teşkil etti. Savaş Osmanlı ordularının Avrupa ve Asya cephelerindeki yenilgisiyle sonuçlandı. Plevne müdafaası ve Gazi Osman Paşa ile doğuda Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın direnişleri, yaşanan ağır hezimetlerin tesellisi olmak için abartıldı ve bunlar, halkın acılı yüreğine bir nebze su serpti. Savaş sonrasında özellikle Balkanlar’da, Türkler katliama maruz kaldı. Türklerin birkaç yüzyıllık birikimi talan edildi. Pek çoğu yaşadıkları yurtlarından sürgün edildi. Özellikle Balkanlar’dan Anadolu’ya doğru büyük bir göç dalgası oldu. Göç edenlerin büyük bölümü yollarda yaşamını yitirdi. Anadolu’ya ulaşan Balkan göçmenlerini yerleştirmek büyük bir sorun oldu. Gayrimüslimler ve özellikle Ermeniler, nüfus oranlarını bozabilecekleri endişesiyle bunların kendi bölgelerine yerleştirilmesini yabancı devlet konsoloslarını tahrik ederek önlemeye çalıştılar.

1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Ruslarla imzalanan Ayastefanos Antlaşması, Rusları, Balkanlar’ın tek hâkimi durumuna getiriyordu. Osmanlı Devleti’nin yaşamasını güçleştiren bu antlaşma, Avrupa devletlerinin de çıkarlarına aykırı olduğu için 1878 yılında Berlin’de, Avrupa devletlerinin de taraf olduğu yeni bir antlaşma yapıldı. Antlaşma sonucunda Avrupa’daki Osmanlı topraklarında Romanya, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan bağımsızlıklarını elde etti.

Bağımsızlığını Elde Edenler, Genişleme Peşine Düştü

Bağımsızlığını elde eden Bulgaristan, Ayastefanos Antlaşması’nda kendisine bırakılan ancak Berlin’de geri alınan Doğu Rumeli ve Makedonya topraklarına tekrar sahip olabilmek amacıyla hareket etmeye başladı, 1885’te Türk nüfusunun en yoğun olduğu Filibe merkezli Özerk Şarki Rumeli eyaletini ele geçirdi. Osmanlı Devleti, Bulgarların bu genişleme siyasetine karşılık vermedi.

Öte yandan Balkan devletleri arasında paylaşım sorununa neden olduğu için Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti’ne iade edilen Selanik, Manastır, Üsküp vilayetlerinin (Makedonya) paylaşımı mücadelesi, 1912-1913’teki Balkan Savaşlarına neden oldu.

Diğer yandan Berlin Antlaşması sonrasında paylaşım büyük devletleri de tatmin edecek bir şekilde yapıldı. Bosna-Hersek, Avusturya-Macaristan’a bırakıldı. Yunanistan Epir bölgesini kazandı. Rusya; Kars, Ardahan, Batum vilayetlerini topraklarına kattı. Tunus ve Mısır Fransa’ya, Kıbrıs İngiltere’ye bırakıldı. Bütün bunların yanında Rusya’ya ağır bir savaş tazminatı ödendi. Böylece Osmanlı Devleti’nin Anadolu’da küçük bir devlet hâline getirilmesi için askerî ve siyasi şartlar hazırlandı. Ermenilerin, Anadolu’da bağımsız bir devlet kurmak istemeleri de Ayastefanos ve Berlin Antlaşmalarının önemli sonuçlarından biriydi.

Ödenemeyen Borçlar İçin Düyun-u Umumiye Kuruldu

1875’te borçlarını ödeyemeyeceğini ilan eden Osmanlı Devleti, 93 Harbi’nden sonra Ruslara karşı ağır savaş tazminatı ödemekle karşı karşıya kalınca iflasın eşiğine geldi. Osmanlı borçlarının ödenmesi işi, devletler arası alacaklılardan oluşan bir kuruma bırakılmak üzere 1881 yılında Düyun-u Umumiye yönetimi kuruldu. Devletin önemli gelir kaynaklarına el koyan Düyun-u Umumiye yönetimi, borç ve faiz tahsilatını kendisi yaparak devlet içinde devlet gibi çalıştı. Böylece devletin mali kaynakları büyük ölçüde alacaklı devletlerin eline geçti.

Hızla dağılma tehdidiyle karşı karşıya kalan Osmanlı, varlığını devam ettirebilmek için II. Abdülhamit’in baskı yönetimine girdi. İstibdat Devri denilen baskı dönemi 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanına kadar sürdü. Döneme, Anadolu’da giderek daha kanlı bir şekilde gözlenen ve artık İstanbul’da da kendini gösteren Ermeni terörü ve Makedonya’daki huzursuzluklar, Girit Adası’nın ilhakını amaçlayan Yunanistan’la yaşanan savaş damgasını vurdu.

Ermeniler Bağımsızlık Hayali Kurmaya Başladı

Osmanlı Devleti’ni kaos yaratmadan, sürece yayarak parçalamayı ve paylaşmayı amaçlayan Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas ve Elazığ’da “reformlar” yapılmasını öngörmekteydi. Bu altı vilayetin günümüzdeki sınırları; Erzurum, Erzincan, Van, Ağrı, Hakkâri, Muş, Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Elazığ, Mardin, Bingöl, Malatya, Sivas, Amasya, Tokat ve kısmen Giresun vilayetlerini içine alıyordu. “Reform”un amacı, bölgede Osmanlı Devleti yönetimini zayıflatmak, Ermeni çoğunluğu temin etmek ve önce özerklik, ardından bağımsızlığı kazanmaktı. Bu durum Ermenilerin bağımsızlığa olan inançlarını artırdı. Bulundukları yerlerde nüfus çoğunluğunu elde etmek için Müslüman komşuları ile çatışmaya girip Avrupa’ya “Hristiyan katliamı” yapıldığı propagandasını yapıp, askerî müdahale ortamı yaratmaya çalıştılar.

Ermeni terör ve ihtilal örgütleri 1890’lı yıllarda eylemlerini iyice artırdılar. 1893-1894’te Muş-Diyarbakır çevresinde yapılan eylemlerle Avrupa’nın dikkati çekilip askerî müdahale ortamı yaratılmaya çalışıldı. Aynı şekilde Ermeni terörü, İstanbul’a sıçratılarak ezilen millet havası yaratılmaya çalışıldı. Devam eden süreçte özellikle Doğu Anadolu’da Ermeniler ile Kürtler arasında kanlı çatışmalar oldu. Terör eylemlerinin artan şiddeti dönemin padişahı Abdülhamit’i de hedef aldı. 21 Temmuz 1905’te mutat cuma selamlamasını yaptığı sırada düzenlenen suikasttan, Abdülhamit kıl payı kurtuldu. Avrupalılar, olayları hep Ermenilerin penceresinden takip ederek haklı olanın onlar oldukları tezini kabul ettirmeye çalıştılar. Katledilen Müslüman halk ise hiç gündeme getirilmedi.

Balkan Faciası Büyük Yıkım Yarattı

Bu arada Osmanlı Devleti dört koldan saldırıya maruz kaldı. 1911’de İtalyanlar Libya’yı işgal ederken bu durumdan istifade Balkan devletleri Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan aralarında ittifak yaparak 1912 yılında I. Balkan Savaşı’nı başlattılar ve Osmanlı Devleti’ne tarihinin en büyük hezimetini yaşattılar.

Balkan Savaşları’nın bir nedeni, Rusya’nın 1905 yılında Japonya karşısında uğradığı ağır yenilginin yarattığı itibar kaybını telafi etmek istemesi idi. Japonya karşısında aldığı yenilginin ardından dikkatini tekrar Balkanlar’a çeviren Rusya, Yunanistan’ı Girit’in ilhakı konusunda cesaretlendirdi. Balkan devletleri arasındaki ittifaktan habersiz olan Osmanlı Devleti’nin, Rumeli’de konuşlu kuvvetlerinden önemli bir bölümünü terhis etmesi de savaş konusunda Balkan devletlerini harekete geçirdi. Aynı şekilde İstanbul’daki siyasi istikrarsızlık da Balkan devletleri için bir fırsat oldu. Balkan Savaşı’nın patlaması üzerine Babıali, İtalya ile süregelen savaş hâlini sona erdirmek mecburiyetinde kaldı. 15 Ekim 1912’de Trablusgarp ve Bingazi ile Rodos ve On İki Ada İtalya’ya terk edildi.

Eylül-Ekim 1912’de Arnavutluk, Makedonya ve Trakya’da yapılan Balkan Savaşı, Osmanlı ordularının hezimeti ile sonuçlandı. Bulgarlar Edirne’yi alarak Çatalca’ya kadar ilerlediler. Manastır Sırpların, Selanik Yunanistan’ın eline geçti. Osmanlı Devleti 14. yüzyılda ayak bastığı Balkan topraklarını ve Rumeli’de fethettiği ilk yerleri kısa sürede terk etmek zorunda kaldı.

Balkan faciası sadece toprak kaybına yol açmadı. Beraberinde büyük bir göç dalgası getirdi. Millî hafızamızda derin bir travmaya yol açan “Doksanüç Bozgunu” gibi, yüz binlerce Rumeli Türk’ü göçe zorlandı ve bunlar, “Bulgar zulmü” kavramının millî vicdanda unutulmadan yaşamasına yol açacak derecede acımasızca katliama uğradılar.

Savaşın sona ermesine ilişkin anlaşma görüşmeleri Londra’da yapıldı. 16 Aralık 1912’de yapılan antlaşma sonucunda Edirne, Doğu Trakya dâhil bütün Rumeli ve Ege adaları Osmanlı Devleti toprağı olmaktan çıktı. Arnavutluk 28 Kasım 1912’de bağımsızlığını ilan etti.

İttihat Terakki Yönetime El Koydu

Balkan Savaşı’nda yaşanan hezimet, Osmanlı yönetiminde köklü değişikliğe neden oldu. Enver Paşa ve Talat Paşa liderliğindeki İttihat Terakki Cemiyeti üyeleri, Babıali’yi basarak hükûmet darbesi yaptılar. Başbakanlığa Mahmut Şevket Paşa’yı getirdiler. Yeni oluşturulan hükûmet I. Balkan Savaşı’nın sonuçlarını onaylamakla birlikte, kaybedilen toprakları geri almak için hazırlık yapmaya başladı. Bu arada 11 Haziran 1913’te Başbakan Mahmut Şevket Paşa bir suikast sonucu öldürüldü. Yerine İttihat Terakki Cemiyetinin adayı Sait Halim Paşa başbakan yapıldı.

Osmanlı Devleti’nin aradığı fırsatı, Balkan devletleri kendi aralarındaki paylaşım kavgasıyla verdiler. Paylaşmada en büyük hisseyi almış olan Bulgaristan, bu duruma karşı çıkan Romanya dâhil olmak üzere diğer üç müttefikiyle 1913 yılının Haziran ayında savaşa girdi. Bu gelişme, son bir gayretle Edirne’nin kurtarılması için iyi bir fırsat oldu. Sonuç olarak, Balkanlar’da bugünün Trakya’sı kadar bir toprak parçası yeniden ele geçirildi. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ve 1912 Balkan bozgununun tek tesellisi, II. Balkan Savaşı’nda geri alınan Edirne dâhil Doğu Trakya toprakları oldu.

İlk Açılım Ermeniler İçin Yapılmak İstendi

Balkan Savaşları sona erdikten sonra Avrupa devletleri, Doğu vilayetlerinde reform yapılmasını yeniden gündeme getirdiler. Rusya’nın baskısı, İngiliz ve Fransızların da desteğiyle Ayastefanos Antlaşması’nın 16. maddesine tekrar işlerlik kazandırıldı. Bu çerçevede, Ermeni nüfusun da yaşadığı altı vilayetin iki gruba ayrılması gündeme getirildi. Birinci grup vilayetler; Erzurum, Trabzon, Sivas; ikinci grup vilayetler Van, Bitlis, Elazığ (Harput), Diyarbakır olmak üzere başlarına iki yabancı genel müfettiş tayin edilmesi, bu müfettişlere valiler dâhil bütün memurların atanması ve görevden alınması hakkı tanınması, Kürt Hamidiye alaylarının kaldırılması, Ermenicenin Kürtçe ve Türkçe ile beraber resmî dil olarak kullanılması, dolayısıyla bu vilayetlerde Türk ve Kürtlerden oluşan Müslüman çoğunluğa kıyasla genelde çok daha düşük bir nüfus oluşturan Ermenilere eşit oranda ve uluslararası garantisi olan haklar verilmesi istendi. Böylece, bölgenin Osmanlı denetiminden çıkartılması hedeflendi. Bu durum 8 Şubat 1914’te Rusya ile yapılan ikili antlaşma ile hukuki bir geçerlilik kazandı. Böylece Ayastefanos ve takiben imzalanan Berlin anlaşmaları uygulamaya geçirildi. Yürürlüğe konmak istenen bu reformu kesintiye uğratan ise Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması oldu.

Rusların, Osmanlı Devleti aleyhine İngiltere ile girdiği ittifak ve İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Ermeni reformunu hayata geçirmek için başlattıkları girişim, Osmanlı Devleti’ni müttefik arayışına itti. Bu noktada Osmanlı Devleti de Almanya ile 2 Ağustos 1914’te yaptığı gizli ittifak anlaşması ile tarafını belirlemiş oldu. Anlaşmanın 2. maddesi, Almanya ile Rusya arasında savaş çıkacak olursa bu savaşa Osmanlı Devleti’nin de katılmasını öngörmekteydi. Anlaşmanın üçüncü maddesi, böyle bir gelişme hâlinde Osmanlı kuvvetlerini Alman askerî heyetinin emir ve komutası altına sokmaktaydı. Antlaşmada savaşın zaferle neticelenmesi durumunda Osmanlı Devleti’nin çıkarının ne olacağı cevapsız bırakılmıştı. Esasında Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa ve Rusya bloku ile Almanya, Avusturya-Macaristan bloku arasında sıkışıp kalmıştı. 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nın hükümleri tatbik edilmek isteniyordu. Bu çerçevede ilk hedef Osmanlı Devleti’nin tasfiye edilmesi idi. Osmanlı Devleti bu paylaşım mücadelesinde kendisi için en az zararlı olanı tercih etmek zorunda kaldı. Osmanlı Devleti ile Almanya arasındaki gizli ittifakı eyleme geçirten ise Akdeniz’de dolaşan Göben ve Breslau adlı iki Alman gemisinin İngilizlerin takibinden kaçmak bahanesiyle Çanakkale Boğazı’na yönelmesi ve 11 Ağustos 1914’te bu gemilere geçiş izni verilmesi oldu. Gemilerin kabulüyle oluşan kriz, bunların kâğıt üzerinde satın alınması ve isimlerinin değiştirilmesiyle geçiştirilmek istendiyse de Alman subay kadroları ve mürettebatının aynen muhafaza edilmekte olması müttefikleri teskin etmedi. Bu gemilerin Karadeniz’e çıkarak Rus limanlarını vurması Osmanlı Devleti’nin bir oldu bittiyle savaşa girmesine neden oldu. 14 Kasım’da “cihad-ı ekber” ilan edilerek bütün Müslümanlar din savaşına davet edildi. Ancak İngiltere ve Fransa’nın sömürgesi durumuna gelen Hindistan, Mısır, Cezayir, Fas, Tunus gibi yerlerde yaşayan Müslüman nüfusun ayaklanması beklentisi gerçekleşmedi. Aksine, Osmanlı sınırlarında yaşayan Müslüman Araplar, bağımsızlık beklentisiyle İngiltere’nin tesirine girerek Osmanlı aleyhine faaliyet yürütmeye başladılar.

На страницу:
2 из 8