
Полная версия
Üç Kalp
Sonra, Bocas del Toro’da, Leoncia’dan bir haberci nişan yüzüğünü geri verdi. Ve işte buradasın. Gerçekten de içimde büyük bir tiksinti gelişti. Tüm Solanolar ve hayatımın geri kalanı boyunca oradaki halkın yanına geri dönmeye cesaret edemediğim için burada bir keşiş yaşamı sürmeye ve Morgan’ın hazinesini aramaya başladım… Aynı zamanda, o bıçağı Alfaro’ya kimin sapladığını da çok merak ediyorum. Eğer onu bulacak olursam, Leoncia ve diğer Solanolar huzurunda kendimi temize çıkarmış olacağım, böylece bir düğün gerçekleşeceğine dair bu dünyada kimsenin şüphesi kalmayacak. Ve şimdi her şey bittiğine göre, Alfaro’nun iyi bir izci olduğunu inkâr edemem, öfkesi hayatını yarıda bırakmış olsa bile.”
“Durum parmak izi kadar netleşti.” diye mırıldandı Francis. “Babasının ve erkek kardeşlerinin beni delik deşik etmek istemelerine şaşmamalı. Şimdi sana baktıkça bıyığım dışında birbirimize tıpkı iki bezelye tanesi kadar benzediğimizi görüyorum…”
“Ve bunun için…” Henry kolunu sıvadı ve sol kolunun üzerinde uzun ince bir beyaz yara izini ortaya çıkardı. “Bu yara çocukken oldu. Bir yel değirmeninden, seranın cam çatısına düştüğümde.”
“Şimdi beni dinle.” dedi Francis, zihninde tasarladıklarıyla yüzü aydınlanmaya başlamıştı. “Birinin seni bu karışıklıktan kurtarması gerekiyor ve bu dostun adı Morgan ve Morgan şirketinin ortağı olan Francis olacak. Ben geri dönüp Leoncia ve onun diğer akrabalarına bir şeyleri açıklamaya çalışırken sen burada takılmaya devam edersin ya da Bull üzerine araştırma yapmaya başlarsın…”
“Ben olmadığımı anlayana kadar seni vurmazlarsa.” diye acı acı mırıldandı Henry. “Bu Solanoların sorunu bu. Önce ateş ederler, sonra konuşurlar. Ölüm gerçekleşmediği sürece mantık aramazlar.”
“Sanırım bir şans yaratabilirim, yaşlı dostum.” diye güvence verdi Francis, kendisi Henry ile kız arasındaki sıkıntılı durumu temizleme planıyla bir hamlede bulunacaktı.
Ancak onu düşünmesi bile aklını karıştırıyordu. Sevimli yaratığın kendisine çok benzeyen diğer adama ait olduğunu bilmesi, içinde pişmanlıktan çok daha fazlasını yaşamasına neden oluyordu. Kızla karşılaştığı anları aklına getirdiğinde, kızın da adamı sevdiğini ancak bu durumlardan dolayı onu küçümsediğini ve hor gördüğünü anladı. İstemsizce iç çekti.
“Ne oldu?” diye sordu merakla Henry.
“Leoncia son derece güzel bir kız.” diye cevap verdi Francis saf bir samimiyetle. “Aynı zamanda sana ait ve benim amacım senin onu elde ettiğini görmek olacak. Sana geri gönderdiği yüzük nerede? Senin için onu kızın parmağına takamaz ve bir hafta sonra iyi bir haberle buraya gelemezsem, kulaklarımla birlikte bıyıklarımı da kesebilirsin.”
Bir saat sonra Kaptan, Trefethen sinyale yanıt olarak Angeliue’den sahile bir sandal gönderdikten sonra, iki genç adam birbirleriyle vedalaştı.
“Sadece iki şey daha var, Francis. Birincisi, sana söylemeyi unuttum, Leoncia öyle olduğunu düşünse de o bir Solano değil. Bunu bana bizzat Alfaro söylemişti. O evlat edinilmiş bir çocuk ve yaşlı Enrico ona resmen tapıyor ancak ne kanı ne de ırkı damarlarında dolaşıyor. Alfaro, İspanyol olmadığını söylemesine rağmen bana hiçbir zaman bunun tüm ayrıntılarını anlatmadı. İngiliz mi, yoksa bir Amerikalı mı onu bile bilmiyorum. Manastırda gibi bir yaşam sürmesine rağmen yeterince iyi İngilizce konuşuyor. Anlayacağın, küçükken evlat edinilmiş ve Enrico’nun babası olduğundan başka bir şey bilmiyor.”
“O zaman, senin yüzünden benden nefret etmesine şaşmamalı.” diye güldü Francis. “İnandığı durum açısından bakıldığında, sen onunla tam kan bağı olan amcasını sırtından bıçaklamış oldun.”
Henry onaylarcasına başını salladı ve anlatmaya devam etti.
“İkinci durum ise oldukça önemli. Ve kanun bu. Ya da yokluğu daha doğrusu. Onlar bu çukurda ne istiyorlarsa onu yapıyorlar. Panama’ya kadar çok uzun bir yol var ve bu eyalet, bölge ya da buraya her ne diyorlarsa o şey, miskin yaşlı bir Silenus. San Antonio’daki Vali, dikkat edilmesi gereken bir adam. O ormanın, o körfezin küçük çarıdır ve huysuz bir heriftir, kendinden pay biçebilirsin. Rüşvetçi, bazı anlaşmalarına sadık kalmayacak kadar zayıf, tek kelime ile sansar kadar acımasız ve kana susamış bir adamdır. Ve bu adamın en büyük zevki infaz etmektir. Asmaya bayılır. Ne yaparsan yap, gözlerini ondan sakın ayırma… Eh, işte hepsi bu kadar. Ve Bull’da bulacağım her şeyin yarısı senindir… O yüzüğü Leoncia’nın parmağına yeniden tak.”
İki gün sonra, melez Kaptan karaya çıktıktan ve Leoncia’nın ailesindeki tüm erkeklerin uzakta olduğu haberini geri getirdikten sonra, Francis onunla ilk karşılaştığı sahile inmişti. Bu sefer sahilde gümüş tabancalı bir bakire ve ellerinde tüfekleri olan adamlar yoktu. Her şey fazlasıyla sakindi. Sahildeki tek kişi, bozuk parayı görünce büyük çiftliğin genç senyoritasına küçük bir not ulaştırmaya hemen razı olan, yırtık pırtık kıyafetli, küçük Kızılderili bir çocuktu. Francis not defterinin sayfasına bir şeyler karaladı. “Ben Henry Morgan sandığınız adamım ve size ondan bir mesaj getirdim.” Bu notu yazarken, istenmeyen olayların ilk ziyaretinde olduğu gibi aynı hız ve sıklıkta gerçekleşeceğine pek ihtimal vermiyordu.
Eğer, Leoncia’ya notu yazarken sırtını dayadığı kayanın çıkıntılarının üzerinden etrafına şöyle bir bakmış olsaydı, yüzmekten henüz dönen deniz tanrıçası gibi bir genç kadının, arkasından onu gözetlediğini görerek irkilebilirdi. Fakat yazmaya sakince devam etti, Kızılderili çocuk verilen göreve ondan daha fazla kendini adamıştı, bu yüzden de ikisi de fark etmedikleri bir anda, Leoncia’nın bir kayanın arkasından ortaya çıkmasıyla onu gören ilk kişi oldu. Boğuk bir çığlığın ardından, körü körüne ormanın yeşilliklerinin arasına dalarak kaçtı.
Francis ona yaklaşan genç kadının varlığını, ilk olarak ürkütücü bir biçimde atmış olduğu çığlığın ardından fark etmişti. Çığlığın geldiği yöne doğru fırladığı sırada elindeki not defteri ve kalemini kuma düşürmüş, çığlık atmasına neden olan şeyi anlamamış, ıslak ve üzerinde bir parça kıyafetle kaçmaya çalışan genç kadınla çarpışmıştı. Bu beklenmedik çarpışmanın bir saldırı değil, aksine onu korumak için yapılan bir hamle olduğunu anlayana kadar, genç kadın, ikinci bir korkunç çığlık daha koparmıştı. Yüzü korkudan kireç gibi beyaza dönmüş hâlde onun yanından geçmiş, Kızılderili oğlanın üzerine doğru tökezlemiş, ancak açık kuma varana kadar durmadan ilerlemişti.
“Bu da nedir?” diye bir cevap istedi Francis. “Yaralandın mı? Ne oldu?”
Genç kadın çıplak dizini işaret ederek güçlükle fark edilebilen iki küçük yaradan yan yana damlayan, iki küçük kan damlasını gösterdi. “Bir engerek yılanıydı.” dedi. “Ölümcül bir engerek yılanı. Beş dakika içerisinde ölü bir kadın olacağım ve bundan mutluyum, mutluyum çünkü o zaman kalbim artık senin tarafından kırılmayacak.”
Suçlayıcı parmağını ona doğru doğrultarak, söyleyemediği bazı sözlerin sıkıntısıyla ilk başta nefesini tutmuş, sonrasında baygın bir hâlde yere yığılmıştı.
Francis, Orta Amerika yılanlarını sadece söylentilerden biliyordu ama söylentiler bile yeterince korkunçtu. İnsanlar, on beş ila yirmi inç uzunluğundaki bu minik sürüngenler tarafından ısırıldıktan beş on dakika sonra korkunç acılar içerisinde ölen katır ve köpeklerden bahsetmişlerdi. O kadar hızlı nüfuz eden bir zehrin yayılmaya başlamasıyla beraber kadının bayılmış olmasına şaşmamalıydı. Yılan ısırığının tedavisine dair öneriler de aynı şekilde söylentilerden ibaretti ancak yaranın üzerindeki dolaşımı durdurması gerektiği ve zehrin kalbe ulaşmasını önlemek için bir turnike yapması gerektiği aklına gelmişti.
Hemen mendilini çıkardı ve dizinin yukarısından bacağının etrafına gevşek bir şekilde bağladı, kısa bir dal parçasını mendilin kenarından düğümün altına iterek mendili çok şiddetli biçimde kızın bacağını kavrayacak hâle gelene kadar sıktı. Sonra, tüm söylentilere uygun bir şekilde hızlı çalışmaya dikkat edip, çakısının küçük bıçağını açtı, mikroplara karşı emin olmak için birkaç kibritle ucunu yaktı ve yılanın dişlerini geçirdiği iki deliği dikkatlice ama acımasızca kesti.
Kendisi de korku içindeydi, ateşli bir ustalıkla çalışıyordu ve zehrin her an önünde yatan güzel varlığın bedenine yayılmaya başlayabileceğini düşünüyordu. Duyduğu kadarıyla, yılanın ısırmasından sonra kurbanların bedeni hızla ve olağanüstü bir şekilde şişmeye başlıyordu. Diş yaralarını açma işlemini tamamladıktan sonra, sıradaki iki eyleminin ne olacağına karar verdi. İlk olarak, alabileceği tüm zehri emmeye çalışacak, sonra bir sigara yakarak ısırılan yerin etrafındaki eti dağlayacaktı. Ama bıçağının ucuyla hafif, çapraz kesiler yaptığı sırada, genç kadın huzursuz bir biçimde hareket etmeye başladı.
Kadın doğrulmaya çalıştığında, “Uzan.” diye emretti ve tam o sırada dudakları görevini yerine geirmek için kadının bacağının üzerine eğiliyordu.
Buna karşılık, genç kadının küçük elinden, yüzüne patlayan bir tokat geldi. Aynı anda Kızılderili çocuk ormanın kenarında, elinde kuyruğundan tuttuğu küçük, ölü bir yılanı sallayarak ve coşkulu bir şekilde bağırıp dans ediyordu:
“Katırcın! Katırcın!”
Francis bu konuda en kötüsü olabileceğini varsayıyordu.
“Uzan ve sakin ol!” diye tekrarladı sert bir şekilde. “Kaybedecek bir saniyen bile yok.”
Ama genç kadının gözleri sadece ölü yılanın üzerine odaklanmıştı. Fazlasıyla sakinleşmişti fakat Francis henüz buna tanık olmamıştı çünkü yılan ısırığının klasik tedavi yöntemini icra etmek üzere yine onun üzerine eğilmişti.
“Bunu sakın yapma!” diye onu tehdit etti genç kadın. “Bu sadece bebek bir katırcın ve ısırığı zararsız. Bir engerek olduğunu sandım. Katırcınlar küçük olduğundan birbirlerine benziyorlar.”
Turnike yüzünden kan dolaşımının yavaşlaması onun canını yakıyordu ve aşağıya doğru baktığında, mendilin bacağına düğümlenmiş olduğunu fark etti.
“Ah, ne yaptın sen?”
Genç kadının yüzü kızardı.
“Ama o sadece bebek bir katırcındı.” diye sitem etti tekrar ona.
“Bana bunun bir engerek olduğunu söyledin.” diye karşılık verdi Francis.
Genç kadın yüzünü ellerinin arasına aldı, kıpkırmızı kesilmiş yüzü öfkeden yanıyordu. Yine de Francis delirdiğini düşünmese de onun güldüğüne yemin edebilirdi; ayrıca üstlendiği görev icabı, başka bir adamın yüzüğünü bu kadının parmağına takmanın ne denli zor olacağının da ilk kez farkına varmıştı. Bu nedenle onun güzelliğine ve büyüsüne karşı yüreğini elinden geldiğince soğutarak, acı bir şekilde şöyle dedi:
“Sanırım şimdi, aile eşrafınızdan bazıları beni delik deşik edecek çünkü ben ne engerek ne de katırcın yılanını tanıyorum. Bunun için çiftlikten birkaç kişinin gelmesini sağlayabilirsin. Ya da belki de bana doğrudan sen ateş etmek isteyebilirsin.”
Ama genç kadın, sanki onu duymamış gibi davranıyordu çünkü böylesine muazzam bir güzellikten beklenilmeyecek kadar güçlü bir çeviklikle ayağa fırlamış ve ayağını kuma vurmakla meşguldü.
“Uyuşmuş… Ayağım.” diye açıklamada bulundu genç kadın, bu sefer attığı kahkahayı eliyle gizlemeye gerek duymadan.
“Gerçekten inanılmaz utanç verici davranıyorsun.” diyerek sitemkâr bir tavırla karşılık verdi Francis ona. “Amcanızın katili olduğumu düşündüğünüze göre.”
Bu sözler onun eskiyi hatırlamasına sebep olmuştu, kahkahası bir anda kesildi ve yüzünün rengi çekildi. Ona hiçbir cevap vermedi ama eğilerek öfkeyle titreyen parmaklarıyla sanki iğrenç bir şeymiş gibi mendili açmaya çalıştı.
“Bırak, yardım etmeme izin ver.” dedi nazik bir şekilde Francis.
“Sen bir canavarsın!” dedi genç kadın öfkeyle. “Çekil kenara. Gölgen üzerime düşüyor.”
“Şimdi gerçekten çok tatlı ve çekicisin.” diye kucakladı onu Francis, onu kollarının arasında tuttuğunda içinde kabaran arzularını görmezden gelmeye çalışarak. “Burada, sahilde son geçirdiğimiz anları yeniden canlandırabiliriz, bir anlığına gelip seni öpmediğim için beni suçladın, sonra beni gelip sen öptün -evet, sen de öptün beni- ve daha sonra elindeki küçük oyuncak tabancanla beni sandalıma kadar kovalayarak, sonsuza kadar buradan gitmem konusunda tehdit ettin. Hayır, son seferden bu yana zerre kadar değişmemişsin. Tıpkı eski Leoncia hâline geldin yine. Bunu senin için çözmeme izin versen iyi olur. Düğümün sıkışmış olduğunu görmüyor musun? Küçük parmaklarınla bunu asla başaramazsın.”
Genç kadın, öfkesini tam anlamıyla ifade edemediği bir tavırla ayağını sertçe yere vurdu.
“Neyse ki yüzmeye giderken oyuncak küçük tabancanı yanına almadığın için şanslıyım.” diye alay etti Francis. “Yoksa tam burada, sahilde, niyeti asla kötülük yapmak olmayan mükemmel derecede hoş genç bir adamın cenazesi olurdu.”
Kızılderili çocuk tam bu sırada çiftlikten alelacele kapıp getirdiği havluyla koşarak geri dönmüştü. Küçük çocuğun yardımıyla genç kadın düğümü tekrar açmaya çalıştı. Mendil bacağından çıktıktan sonra, onu bir engerek yılanıymış gibi elinden fırlatıp attı.
“Kirliydi.” diye parladı, sanki ona kötü bir şey söylemek istemiyormuş gibi.
Ama yüreğini ona karşı hâlâ hissizleştirmeye çalışan Francis, başını yavaşça salladı ve şöyle dedi:
“Bu seni kurtarmaz Leoncia. Artık üzerinden asla gitmeyecek bir iz bıraktım.”
Dizinde açtığı yaraları işaret ediyor ve gülüyordu.
“Canavarın işareti.” diye karşılık verdi genç kadın, ayrılmak üzere harekete geçtiğinde. “Buradan hemen gitmen için seni uyarıyorum, Bay Henry Morgan.”
Ama Francis onun yolunu kesti.
“Tamam, şimdi artık biraz iş konuşalım Bayan Solano.” dedi Francis ses tonunu değiştirerek. “Ve sen de dinleyeceksin. Gözlerin istediği kadar ateş püskürsün, sözümü kesmeyeceksin.” Eğildi ve biraz evvel yazmakla meşgul olduğu notu aldı. “Sen çığlık attığın sırada, sana bu çocukla bir mesaj göndermeye hazırlanıyordum. Al bunu. Oku. Seni ısırmaz. Bu engerek yılanı değil.”
Almayı reddetmeye çalışsa da gözleri istemsizce, açılmış olan not kâğıdındaki yazıya takılmıştı:
“Ben, sizin Henry Morgan sandığınız adamım…”
Ona sanki hiçbir şey anlamıyormuş ama pek çok belirsiz şeyi tahmin edebiliyormuş gibi şaşkın gözlerle bakıyordu.
“Şerefim üzerine yemin ederim.” dedi Francis ciddi bir şekilde.
“Sen… Sen… O… Henry değil misin?” diye kekeledi.
“Hayır, ben o değilim. Lütfen alıp okur musun?”
Bu sefer Francis’in solgun yüz hatlarına ve gözlerine kararlı bir şekilde doğrudan bakmasından mı yoksa altın rengi tropik yüz hatlarına basan kanın şaşırtıcı derecedeki güzel dokunuşundan etkilendiğinden mi bilinmez, itaat etmişti.
Genç kadının kadife kahverengi gözlerini neredeyse bir rüyadaymış gibi sorgulayıcı ve ürkmüş bir tavırla ona yönlendirdiğini fark etti.
“Peki, bu yazının imza sahibi kimdir?” diye sordu.
Francis bir anda kendini toparladı ve kadının önünde eğildi.
“Ama ismi nedir? Senin ismin?”
“Morgan, Francis Morgan. Orada da açıkladığım gibi Henry ve ben bir tür uzak akrabayız, kırk beşinci kuşak kuzen ya da onun gibi bir şey.”
Şaşkınlığının üstesinden gelmeyi başarmış, gözlerinde aniden büyük bir şüphe ve eski tanıdık öfkenin ifadesi parlamıştı.
“Henry.” dedi sitemkâr bir ses tonuyla. “Bu kesinlikle bir aldatmaca, şeytani bir oyun oynuyorsun benimle. Elbette ki sen Henry’sin.”
Francis bıyığını gösterdi.
“O zamandan bu yana uzatmışsındır.” diye karşılık verdi öfkeyle genç kadın.
Kolunu sıvadı ve sol kolunu, bileğinden dirseğine kadar gösterdi. Ancak görünüşe göre genç kadın onun ne anlatmaya çalıştığını anlamamıştı.
“Yarayı hatırlıyor musun?” diye sordu.
Evet, anlamında başıyla onayladı.
“O zaman bul onu.”
Genç kadın çaresizlikle yara izini aramak için başını eğdi, sonra tereddüt ederek kafasını salladı:
“Ben… Ben senden af diliyorum. Çok büyük bir hata yapmışım ve nasıl olduğunu düşündükçe ben… Seni tehdit ettim…”
“O öpücük oldukça güzeldi.” diye afacan bir tavırla reddetti onu Francis.
Genç kadın onun neyi kastettiğini bir anda hatırladı, dizine baktı ve o yüzüne çok yakışan kıkırdamasını bastırmaya çalıştı.
“Henry’den bir mesaj getirdiğini söylemiştin.” dedi birden konuyu değiştirmek için. “Ve onun masum olduğundan bahsediyorsun… Bu doğru mu? Ah, sana gerçekten inanmak istiyorum!”
“Ahlaki olarak şundan eminim ki Henry’nin amcanı öldürme ihtimali en fazla benim öldürme ihtimalim kadar…”
“Tamam, o zaman şimdilik daha fazlasını söyleme.” diye neşeyle sözünü kesti. “Her şeyden önce, yaptığın ve söylediğin bazı şeylerin iğrenç olduğunu itiraf etmiş olmana rağmen bana bir özür borçlusun. Beni öpmeye hakkın yoktu.”
“Eğer hatırlayacak olursan.” dedi gülerek Francis. “Bunu tabancanın namlusu bana doğrultulmuşken yaptım. Eğer bunu yapmazsam neyi vuracağını nereden bilebilirdim.”
“Ah, sus, sus.” diye yalvardı genç kadın. “Şimdi kesinlikle benimle eve gelmelisin. Yol boyunca da bana Henry’den bahsedersin.”
Gözleri bir anda küçümseyerek fırlatıp atmış olduğu mendile takıldı. Hemen koşup onu aldı.
“Zavallı, kötü muamele görmüş mendilcik.” diye mırıldandı. “Bunu da sana ödemeliyim. Bizzat kendim temizleyeceğim ve…” Mendille konuşurken bakışlarını da Francis’e yöneltmişti. “Ve onu sana iade ederim, efendim, temiz ve güzelce katlanmış hâlde, kalbimden gelen minnettarlıkla…”
“Peki ya o canavarın izi?” diye sordu.
“Çok üzgünüm.” dedi samimi bir pişmanlıkla Leoncia.
“Peki, gölgemi senin üzerine düşürmeme izin verir misin?”
“Elbette! Elbette!” diye haykırdı neşeyle. “Orada! İşte şimdi gölgenin altındayım. Şimdi gitmemiz lazım.”
Francis, karşısında durmuş sırıtan Kızılderili çocuğa bir peso attı, çocuk onu hemen yakaladı ve büyük bir sevinçle tropik plantasyon boyunca seke seke çiftliğe kadar onları takip etti.
Solano tropik plantasyonunun geniş meydanında oturan Alvarez Torres, tropik çalılıkların arasından çiftin dolambaçlı araba yolu üzerinden yaklaştıklarını gördü. Ve çok hatalı sonuçlar oluşturabilecek manzarayı görür görmez dişlerini gıcırdattı. Kendi kendine öfkeyle mırıldanmaya başladı, dudaklarının arasına sıkıştırmış olduğu sigarayı bile unutmuştu.
Onu böylesine öfkeden deliye döndüren, her şeyden habersiz derin, heyecanlı bir muhabbete dalmış olan Leoncia ve Francis’in görüntüsüydü. Francis’in, Leoncia’nın birden önünde durduğunu ve onu dinlemesi için yalvarmaya çalıştığını, ona aciliyetini bildiren konuşma ve jestler yaptığını görüyordu. Torres gördüklerine güçlükle inanabiliyordu, Francis’in bir yüzük çıkardığını ve Leonica’nın somurtkan bir ifadeyle, sol elini uzattığını ve genç adamın onu yüzük parmağına taktığını gördü. Nişan yüzüğünün takıldığı parmaktı, Torres buna yemin bile edebilirdi.
Gerçekte olan şey ise tamamen farklıydı, Henry’nin vermiş olduğu nişan yüzüğü Leoncia’nın parmağına geri dönmüştü. Ve Leonica, neden olduğunu bilmiyordu ama yüzüğü takmakta isteksiz davranmıştı.
Torres, sanki kendi heyecanını da bu şekilde gidermek istermiş gibi sönmüş olan sigarasını uzağa fırlattı, bıyığını hırsla büktü ve meydanın ortasında onlarla buluşmak için ilerlemeye başladı. İlk başta kızın onu selamlamasına karşılık vermedi. Bunun yerine, öfkeli Latin yüzüyle doğrudan Francis’in üzerine fırladı:
“Bir katilden elbette ki utanması beklenmez ama en azından basit bir dürüstlük beklenebilir.” Francis tuhaf bir şekilde gülümsedi.
“İşte yeniden başladı.” dedi. “Bu çılgın diyarda başka bir çılgın. En son, Leoncia, bu beyefendiyi gördüğümde New York’taydı. Benimle iş yapmak için gerçekten çok heyecanlıydı. Şimdi de onunla burada karşılaşıyorum ve bana söylediği ilk şey ahlaksız, utanmaz bir katil olduğum.”
“Senyör Torres, ondan özür dilemelisiniz.” dedi genç kadın kızgınlıkla. “Solanoların evi misafirlerinin hakarete uğramasına alışkın değil.”
“Solanoların evi, anladığım kadarıyla insanlarının geçici maceracılar tarafından öldürülmesine alışkın.” diye karşılık verdi Francis. “Konukseverlik adına yapılan hiçbir fedakârlık çok büyük değildir.”
“Kaldır ayağını Senyör Torres.” diye nazik bir şekilde öneride bulundu Francis. “Tam üzerinde duruyorsun. Senin hatanın ne olduğunu biliyorum. Benim Henry Morgan olduğumu düşünüyorsun. Ben, Francis Morgan’ım ve sen de çok kısa süre önce, Regan’ın New York’taki ofisinde benimle bir iş birliğine girdin. İşte elimi uzatıyorum. Benimle tokalaşman bu koşullar altında yeterli bir özür sayılacaktır.”
Hatasını anlayan Torres, elini uzattı ve hem Francis’den hem de Leoncia’dan özür diledi.
“Ve şimdi…” diye neşeyle kıkırdadı Leoncia, hizmetçilerden birini çağırmak için ellerini çırptı, “Bay Morgan’ı rahatça oturabileceği bir yere götürüp üzerime bir şeyler giymeliyim. Ve sonrasında, Senyör Torres, bizi mazur görecek olursanız, size Henry’den bahsetmek isteriz.”
Leoncia yanlarından ayrıldığı ve Francis’in genç, güzel kadının arkasından büyük bir ilgiyle baktığı sırada, düşünmeye devam eden Torres, her zamankinden daha şaşkın ve kızgın olduğunun farkına vardı. Leoncia’nın parmağına nişan yüzüğünü takan, o zaman yeni ve yabancı biriydi. Bir an için hızla neler olabileceğini düşündü. Her zaman hayallerinin kraliçesi olarak gördüğü Leoncia, birden New Yorklu garip bir yabancı ile nişanlanmıştı. Bu, inanılmaz, korkunç bir durumdu.
Ellerini çırptı, San Antonio’dan bir araç çağırılmasını istedi ve Francis onunla birlikte yaşlı Morgan’ın hazinesinin saklandığı yer hakkında daha fazla ayrıntı öğrenmek için bir gezintiye çıktı.
Öğle yemeğinden sonra Chiriqui Lagünü, Bull ve Calf Adaları boyunca güçlü bir kara meltemi anlamına gelen hafif bir rüzgâr patlak verdiğinde, Henry’ye nişan yüzüğünü Leoncia’nın parmağına taktığına dair güzel haberleri bir an evvel anlatmak isteyen Francis, gece orada kalması ve Enrico Solano ve oğulları ile tanışması için kendisine sunulan misafirperver daveti kararlılıkla reddetti. Francis’in oradan aceleyle ayrılmak için başka bir nedeni daha vardı. Leoncia’nın varlığına tahammül edemiyordu ve hiçbir suretle bunun üstesinden gelmeyi başaramıyordu. Onu öylesine büyülüyor, güzelliğiyle öylesine etkisi altına alıyordu ki cazibesine katlanmaya yüreği yetmiyordu ve Bull Adası’nın kumlarını kazarak hazineyi aramak için çaba sarf eden kanvas pantolonlu adama sadık kalamayacağından korkuyordu.
Böylece Francis, cebinde Leoncia’dan Henry’ye yazılmış bir mektupla oradan ayrıldı. Son anda ayrılmadan, öyle donup kaldı. İç çekişini öylesine hızlı bastırmaya çalışmıştı ki Leoncia’nın onun bu düşüncelerini fark edip etmediğini sorgulamaktan kendini alamadı, evden uzaklaşmak için kendini zorladı. Leoncia, araç yolunda gözden kaybolana kadar Francis’in arkasından baktı, sonra belli belirsiz sıkıntılı bir ifadeyle parmağındaki yüzüğe gözlerini çevirdi.
Francis kumsaldan, Angelique’e bir işaret göndererek kıyıya bir sandal gönderilmesini talep etti. Ama o daha suya giremeden, yarım düzine beli silahlı, sırtlarında tüfekleri olan adam atlarını dörtnala koşturarak sahilden aşağıya indi. İki adam onlara önderlik ediyordu. Geriden onları takip eden dörtlü, sefil melezlerdi. Francis, iki liderden birinin Torres olduğunu fark etti. Tüm silahlar Francis’in üzerine doğrultulmuştu ve karşısında tanımadığı başka birinin olmasından dolayı onun, ellerini kaldırması gerektiğini belirten talimatına çaresizlikle boyun eğmek zorunda kaldı. Ve Francis yüksek sesle şunları söyledi:
“Bunu bir düşünün! Bir sefere mahsus, sadece birkaç gün öncesi için mi yoksa bir milyon yıl önce mi? Bir noktada bir dolar olan mezat köprüsünü düşünmek biraz heyecan vericiydi. Şimdi, baylar, siz atlarının üzerinde olanlar, silahlarınızı üzerime doğrultmuş beni vurmakla tehdit eden sizler, şimdi ne yapmamı bekliyorsunuz? Yaralanmadan bu sahilden çıkamayacak mıyım? Kulaklarımı mı yoksa bıyığımı mı istiyorsunuz?”
“Seni istiyoruz.” diye cevapladı bıyığı çarpık, simsiyah gözleri gibi neredeyse tüm bedeni kıllı olan yabancı lider.
“İlk günah ve tüm tatlı kertenkeleler adına, peki siz kimsiniz?”
“O, San Antonio’dan Sayın Vali Senyör Mariano Vercara e Hijos.” diye cevapladı Torres.
“İyi geceler.” diye güldü Francis, adam hakkında Henry’nin verdiği tarifi hatırlayarak. “Sanırım buraya demirleyerek bazı liman kurallarını ya da sıhhi düzenlemeleri çiğnediğimi düşünüyorsunuz. Ancak bu durumu çok değerli bir beyefendi olan kaptanım Yüzbaşı Trefthen ile çözmelisiniz. Ben geminin sadece kiralayıcısıyım, sadece bir yolcuyum. Kaptan Trefthen ile deniz hukuku ve geleneği konusunda rahatlıkla görüşebilirsiniz.”
“Alfaro Solano cinayetinden aranıyorsunuz.” oldu Torres’in cevabı. “Çiftlikte, başka birisi olduğunu söyleyerek beni kandıramadın Henry Morgan. Bunu başkasından da öğrendim. Adı Francis Morgan ve onun bir katil değil, bir beyefendi olduğunu belirtmekten de çekinmiyorum.”
“Siz tanrılar ve küçük balıklar!” diye haykırdı Francis. “Ve yine de benimle tokalaştınız, Senyör Torres.”
“Kandırıldım.” diye ekledi Torres üzgün bir ifadeyle. “Ama sadece bir an için. Sakince gelecek misin?”
“Sanki başka…” dedi Francis imalı bir ifadeyle. Kendisine doğrultulmuş altı tüfeği işaret ederek omuzlarını silkti. “Sanırım beni acil olarak yargılayacak ve gün doğarken de asacaksın.”