
Полная версия
Üç Kalp
Rüzgârdan dolayı köpüren suların üzerinde yan yatmış Angelique’in hemen yanında durmayı başaran Francis’in, hızlı bir hareketle güverteye atladığı sırada, Kaptan tayfalarına emir vererek kısa süre içinde sandalı gemiye çekmiş ve yelkenleri indirmelerini sağlamıştı. Francis, çocuksu bir zevkle ona bakan kıza bir veda öpücüğü göndermiş ve onun sakallı adamın omuzlarına doğru yaslanarak bayıldığını görmüştü.
Bembeyaz dişlerini göstererek gülen Kaptan, Francis’e dönerek. “Kırmızı biber, ah lanet olası, korkunç, çılgın gururlu Solanolar.” dedi.
“Sadece böcekler, tam anlamıyla çılgınlar, evde kimse yok.” diye gülerek karşılık verdi ona Francis, garip genç kıza daha çok öpücük göndermek için korkuluğa fırlarken.
Kara rüzgârını önüne alan Angelique, Chiriqui Lagünü’nün dış kenarını ve Bull ve Calf Adalarının kıyılarını geçerek gece yarısına kadar ilerlemesini sürdürdü. Karadan yaklaşık elli mil uzaklıkta Kaptan, gün ışığını beklemek üzere demir attı. Kahvaltıdan sonra Jamaikalı siyahi bir denizcinin kürekleri çektiği sandalla Francis, daha büyük bir ada olan ve Kaptan’ın ona yılın o mevsiminde kaplumbağa yakalayan Kızılderililer tarafından işgal edilmiş olabileceğini söylediği Bull’a, keşif yapmak için ana karaya çıktı.
Ve Francis adaya çıkar çıkmaz sadece New York’tan otuz derece enlem boyunca uzaklaşmış olmadığını, aynı zamanda medeniyetin son sözünden ilk çağın neredeyse ilk kelimesine kadar otuz, belki de çok daha fazla yüzyıllar boyunca geriye gitmiş olduğunu anlamıştı. Sadece bellerine sarılı olan peştamallar haricinde tamamen çıplak, acımasızca ağır kesme işlemlerini yapmaya müsait bıçaklarla silahlanmış kaplumbağa avcıları, kendilerini beğenmiş yamyamlar ve tehlikeli insan katilleri olduklarını onlara hızla kanıtlamışlardı. Jamaikalı denizcinin tercümanlığı aracılığıyla, Bull Adası’nın onlara ait olduğunu söylemişlerdi. Ancak eskiden kaplumbağa mevsimi boyunca kendilerine ait olan Calf Adası, artık onlara korku salan, pervasızca özgürlük yollarını kesen, delilikleri imkânsız boyutlara ulaşan bir Gringo ya da onların fazlasıyla korktuğu iki ayaklı insan yaratığı tarafından ele geçirilmişti.
Francis, gümüş bir dolar karşılığında onlardan birini, gizemli Gringo ile görüşmek istediğini belirten bir mesajı iletmesi için gönderirken, geri kalanı da Francis’in sandalının etrafına kümelenmiş, daha fazla para alabilmek için sızlanmaya, ona kızmaya, hatta yanında getirdiği tabakasından daha yeni tütün koyduğu ve dudaklarının arasında hâlâ sıcak bir biçimde sallanan piposunu bile küstahça çalmaya kalkışmıştı. Francis onu çalmaya çalışan hırsızın ve hemen ardından hamle yapan diğer hırsızın kulaklarına şiddetli birer tokat indirmiş ve piposunu onların elinden kurtararak cebine atmayı başarmıştı. Yerinden çıkarılmış, güneşten parlayan her iki kenarı keskin palaların tehdidini savurmak için Francis, otomatik tabancasını eline alarak çeteyi kontrol altına almıştı. Adamlar bir grup hâlinde geriye çekilip tehditkâr biçimde aralarında fısıldaşırlarken, yanında getirmiş olduğu denizci tercümanın fazlasıyla zayıf bir adam olduğunu fark ettiği sırada geri dönen elçisini karşıladı.
Siyahi, kaplumbağa avcılarının yanına gitti ve Francis’in hoşlanmadığı tonlarda bir samimiyet ve itaatle konuştu. Haberci ona kurşun kalemle yazılmış notu uzattı:
“Haydi!”
“Sanırım kendi başıma halletmek zorunda kalacağım.” dedi Francis, geri çağırdığı siyahiye.
“Çok dikkatli ve son derece ihtiyatlı davransanız iyi olur efendim.” diye siyahi onu uyardı. “Hiçbir amaçları olmayan bu hayvanlar, çok sorunlu yaratıklar ve kesinlikle mantıksız davranıyorlar, efendim.”
“Sandala bin ve beni diğer tarafa geçir.” diye emretti Francis kısaca.
“Hayır, efendim, üzgün olduğumu söylemek zorundayım, efendim.” oldu buna siyahi denizcinin cevabı. “Kaptan Trefethen’e denizci olarak imzamı attım efendim ama intihar etmek için yapmadım bunu ve sizi doğrudan ölüme götürmek için kürek çekmem mümkün değil, efendim. Kesinlikle ve hiç şüphe duymadan yapabileceğimiz en iyi şey, kalırsak bizim için daha da ısınacak olan bu ateşli yerden bir an önce ayrılmak olacaktır, efendim.”
Francis büyük bir tiksinti ve küçümsemeyle otomatik silahını cebine attı, sırtını işe yaramaz vahşilere döndü ve onların yanından uzaklaştı. Toprağın antik huzursuzluğunu içinde barındıran büyük bir mercan kayasının yükseldiği yerden sahile indi. Calf kıyısında, dar kanalın hemen karşısında başka bir sandalın çekili olduğunu fark etti. Kendi tarafında fazlasıyla hasarlı olduğu ve açıkça sızdırdığı görünen basit bir kano duruyordu. Kanoyu suya doğru devirdiğinde, kaplumbağa avcılarının onu takip ettiğini ve zayıf yürekli denizci ortalıkta görünmese de Hindistan cevizi ağaçlarının kenarından ona baktıklarını fark etti.
Kanalda kürek çekmek an meselesiydi ama Calf sahiline ulaştığında, palmiye ağaçlarının arkasından ortaya çıkan uzun boylu, yalın ayak genç bir adam tarafından karşılandığında, otomatik tabancasını eline alarak bağırdı:
“Haydi! Defol! Lanet olası!”
“Ah siz tanrılar ve küçük balıklar!” diye sırıttı Francis yarı esprili, yarı ciddi bir ifadeyle. “Bir adam yüzüne doğrultulmuş bir silah olmadan buralarda hareket edemez. Ve herkes buradan hep defolun diyor.”
“Seni kimse davet etmedi.” diye karşılık verdi yabancı. “Rahatsız ediyorsun. Benim adamdan defol. Sana yarım dakika veriyorum.”
“Üzüldüm dostum.” dedi Francis, aynı zamanda göz ucuyla en yakın palmiye ağacının gövdesinin mesafesini ölçerek kendini doğru biçimde güvence altına almaya çalıştı. “Burada tanıştığım herkes çıldırmış, saygısız, varlığımdan kurtulmak için huysuzluk derecesinde endişeliler ve benim de kendimi böyle hissetmeme neden oluyorlar. Ayrıca, sadece bana burasının senin adan olduğunu söylemen, benim için bir kanıt değil.”
Siper almış olduğu palmiye gövdesinden adamın ona doğru yaptığı hızlı hamle, lafını bitirememesine neden olmuştu. Onun, gövdenin arkasından çıkışıyla, ağacın gövdesine saplanan bir merminin gelişi eş zamanlıydı.
“Şimdi, sadece bunun için!” diye bağırdı, diğer adamın durduğu ağacın gövdesine nişan alıp ateşleyerek. Sonraki beş dakika boyunca ağaç gövdelerini siper almış olan adamlar ya silahlarını ateşliyor ya da atışların sayısını hesaplamaya çalışıyorlardı. Francis sekizinci ve son atışı da yaptıktan sonra, yabancının sadece yedi atış yaptığından tatsız bir şekilde emindi. Güneş kaskının bir kısmını dikkatlice siperinden açığa çıkardı, elinde tuttu ve delikleri saydı.
“Hangi tip silah kullanıyorsun?” diye sordu büyük bir soğukkanlılıkla.
“Colt.” oldu verilen cevap.
Francis açıklığa çıkarak şöyle dedi: “O zaman hepsini sıktın. Saydım. Sekiz. Şimdi artık konuşabiliriz.”
Yabancı saklanmış olduğu siperinden çıktı ve Francis, üzerinde kirli kanvas bir pantolon, pamuklu bir atlet ve disk şeklinde bir fötr şapka olmasına rağmen onun mükemmel beden yapısına hayran kalmaktan kendini alamadı. Dahası, kendisinin bir kopyasına baktığını aklına getirmemiş olsa da sanki onu daha önceden tanıyormuş gibi bir hisse kapılmıştı.
“Konuş!” dedi yabancı, alay eder gibi tabancasını yere atıp bir bıçak çekti. “Şimdi sadece senin kulaklarını keseceğiz, belki de kafa derini yüzeriz.”
“Vay canına! Ormanın bu kesimindeki ne tatlı ve nazik hayvanlarsınız siz öyle.” diye karşılık verdi Francis, öfkesi ve tiksintisi giderek artıyordu. Yola çıkmadan önce bir dükkândan almış olduğu ve ışıltıyla parlayan yepyeni avcı bıçağını çıkardı cebinden.
“Haydi güreşelim ve bu yirmi iki-otuzluk bıçağın maharetini görelim.”
“Ben, senin kulaklarını istiyorum.” oldu yabancının cevabı nazik bir biçimde, ona doğru yavaşça yaklaşırken.
“Eminim. Önce yere sermen lazım, yere seren adam diğerinin kulağını alır.”
“Kabul.” Kanvas pantolonlu genç adam, bıçağını kınına soktu.
“Bunu filme alacak hareketli bir kameranın olmaması ne kötü.” dedi Francis kendi bıçağını kınına sokarken. “Gerçekten çok acı verici. Kendimi kötü bir Kızılderili gibi hissediyorum. Dikkat et! Acelem var! Her hâlükârda ilk atak için!”
Eylem ve söz bir araya gelmiş, görkemli koşuşturma rezil bir şekilde sona ermişti. Çünkü görünüşe göre güçlü olan alacağı darbeye önceden hazırlanmış, vücutlar karşı karşıya geldiğinde çarpmanın ani etkisiyle sırtüstü düşen Francis’in üzerine diğeri ayağını yerleştirmişti, Francis sert bir hamleyle üzerine yüklenen ayağı iterek ileriye doğru bir takla atmayı başarmıştı.
Kumun üzerine şiddetli düşüşü, bir anlığına da olsa Francis’in nefesini kesmiş ancak sert hamlesiyle fırlatmayı başardığı adamın ağırlığı üzerinden kalktığından yeniden nefes alabilmişti. Suskun bir hâlde sırtüstü vaziyette kendini yere bıraktığında, üzerine eğilen adamın merakla ona baktığını fark etti.
“Neden bıyık bırakmaya gerek gördün ki?” diye mırıldandı yabancı.
“Devam et, kes onları!” diye patladı Francis ilk derin nefesi alıp vermeyi başararak. “Kulaklar senin ama bıyık benim. Anlaşmada o yoktu. Ayrıca, bu düşüş düpedüz Japon güreşiydi.”
“Her hâlükârda ilk atak için diyen sendin.” dedi diğeri gülerek. “Kulaklarına gelince, sana kalsın. Asla onları kesmeye niyetim yoktu zaten, şimdi bir de onlara yakından bakınca hiç hevesim kalmadı. Kalk ve buradan git. Seni azat ediyorum. Haydi! Ve bir daha buraya asla gizlice gelme! Git! Lanet olası!”
Bu zamana kadar duymuş olduğu tiksintinin üzerine, şimdi bir de yenilginin aşağılaması eklenmişti; Francis sahile, kanosuna doğru yürüdü.
Zafer kazanan, “Söylesene, küçük yabancı, kartını bırakmak ister misin?” diye seslendi arkasından.
“Ziyaretçi kartı ve boğaz kesme bir arada olamıyor.” diye bağırdı Francis omzunun üzerinden, kanosuna binip kürek çekmeye başladığı sırada. “Benim adım Morgan.”
Şaşkınlık ve olduğu yerde donup kalma oldu yabancının tepkisi, ağzını açıp bir şeyler söylemek istedi ama sonra fikrini değiştirip kendi kendine mırıldandı: “Aynı soydan bu kadar benzememize şaşmamalı.” Hâlâ tiksinti içinde olan Francis, Bull kıyısına geri döndü, kanosunun yanına oturdu, piposunu doldurup yaktı ve hüzünlü bir şekilde kendini sakinleştirmeye çalıştı. Çılgınlık, herkes delirmiş, aklından geçen tek düşünce buydu. Kimse mantıklı hareket etmiyor diyordu kendi kendine. “Yaşlı Regan’ın bu insanlarla ticaret yapmaya çalışmasını görmek isterdim. Onun kulaklarını alırlardı.”
Eğer o sırada kanvas pantolonlu, genç adamın kendisine olan benzerliğini fark edebilmiş olsaydı, Latin Amerika’da deliliğin yersiz olmadığından emin olabilirdi, aynı esnada söz konusu genç adam ise adanın tam ortasına inşa edilmiş olan sazdan kulübesinde yüksek sesle bir şeyler söyleyerek kendi kendine sırıtıyordu. “Sanırım bu Morgan ailesine mensup adamın ruhuna Tanrı korkusunu saldım.” Ve bu sırada orijinal Sör Heny Morgan’ın duvarda asılı duran yağlı resminin fotoğrafik reprodüksiyonuna bakmaya devam ediyordu.
“Eh, yaşlı korsan.” diye kendi kendine konuşmasına devam etti sırıtarak, “En son torunlarından ikisi, tarih öncesi tabancalarınızın beş para etmez gibi görünmesini sağlayacak otomatiklerle birbirlerini vurmaya oldukça yaklaşmıştı.”
Yıpranmış ve tahtakuruları tarafından yenmiş bir denizci sandığına doğru eğildi, üzerinde “M” harfi kazınmış sandığın kapağını kaldırdı ve tekrar resimle konuşmaya devam etti:
“Eh, atalarından son kalan yaşlı korsan, bana bıraktığın tek şey eski ahbaplar ve seninki gibi görünen bir yüz. Ve eğer gerçekten gaza gelmiş olsaydım, senin Port-au-Prince dublörünle seninle oynadığım gibi oynayabilirdim.”
Bir dakika sonra, her tarafı güvelerle yenmiş olan eski kıyafetleri üzerine giymeye başlayıp ekledi: “İşte, bak sırtımdakiler eski ahbaplar. Hadi ama Bay Ata, çerçevenin dışına çık ve farklılık gösterdiğimiz bir bakış açısını bana söylemeye cesaret et.”
Sör Henry Morgan’ın özel kıyafetlerine bürünmüş, eline aldığı balta, beline taktığı iki çakmaklı tabancayla yaşayan adam ve uzun zaman önce ölmüş olan yaşlı korsanın resmi arasındaki görsel benzerlik gerçek anlamda çarpıcıydı.
Ana komutaya karşı arka arkaya,Tüm mürettebat körfezde tutuldu…Genç adam gitarın tellerini tıngırdatarak eski korsana ait şarkıyı söylemeye başladığında, atasına ait resim başka bir resme dönüştü ve şunu gördü:
Yaşlı korsanın bizzat kendisi arka direğin ardına geçmiş, palasını çekmiş ve yarım ay şeklinde etrafını saran mükemmel giyimli denizcilerine, kesik kesik ucu parlayan palasıyla talimatlar veriyor, benzer şekilde kılık değiştirmiş ve bilgili bir başka adam ise direğin etrafındaki yarım ay şeklinde halkayı tamamlayan diğer yarım halkayla yüzleşiyordu.
Hayalinde canlandırdığı görüntü, tutkuyla çaldığı gitarın bir telinin kopmasıyla yıkıldı. Ve sessizliğin kesin duraksamasında, yaşlı Sör Henry’nin yeni bir görüntüsü gözünde canlandı; çerçevenin dışına çıkıp onun yanına gelmiş, sanki gerçekmiş gibi sert bir biçimde onu kolundan sürükleyerek kulübeden çıkarmaya çalışırken, bir taraftan da hayalet sesiyle tekrar tekrar aynı sözleri fısıldıyordu:
Ana komutaya karşı arka arkaya,Tüm mürettebat körfezde tutuldu…Genç adam karanlık rehberine itaat etmeyi ya da kendi derin sezgisine uymayı tercih ederek, kapıdan çıkıp sahile indi; Bull sahilinin dar kanalından baktığı sırada, dalgaların karaya fırlattığı odun parçalarının arasından sıyrılarak sırtını mercan kayalıklarına dayamış, çuval giymiş Kızılderililerin palalı saldırılarından nasibini almış merhum atasının görüntüsünü görüyordu. Ve bu sırada aldığı taş darbesinden dolayı başı dönen Francis, sarsılarak çoktan öldüğünü ve gölgeler âleminde olduğunu, Sör Henry Morgan’ın elinde palasıyla kıyıdan bizzat onu kurtarmaya geldiğini görüyordu. Dahası onun hayalinde, kılıcı sallayan ve Kızılderilileri sağa sola dağıtan hayalet haykırıyordu:
Ana komutaya karşı arka arkaya,Tüm mürettebat körfezde tutuldu…Francis diz çökerek yavaşça büzüldüğünde, garip korsan figürünün saldırısından önce Kızılderililerin dağılıp, kaçtığını gördü ve haykırışlarını duydu:
“Tanrı’m bize yardım et!” “Yüce Meryem Ana bizi korusun!” “Bu yaşlı Morgan’ın hayaleti!”
Francis daha sonra Bull Adası’nın ortasındaki sazdan kulübenin içinde gözlerini açtı. İlk olarak bilinci biraz olsun yerine geldiğinde, duvardan Sör Henry Morgan’ın ona bakan resmini gördü. Daha sonra, dudaklarına bir kadeh brendi tutan ve ona içki ikram eden canlı, hareketli varlığın üç boyutlu daha genç baskısını fark etti. Francis, dudaklarını kadehe değdirmeden önce ayağa kalkmıştı, hem o hem de yabancı adam ortak bir dürtüyle hareket ederek, önce birbirlerinin gözlerinin içine, sonra duvardaki resme baktılar ve ellerindeki içkilerle resme selam vermeden önce kadehlerini tokuşturdular.
“Bana Morgan olduğunu söyledin.” dedi yabancı adam. “Ben bir Morgan’ım. Duvardaki o adam benim soyumdan gelen babam. Senin soyundan mı?”
“Yaşlı korsan.” diye cevap verdi Francis. “Benim adım Francis. Peki seninki?”
“Henry, tıpkı orijinalinin olduğu gibi. Uzaktan kuzen olmalıyız, başka türlüsü mümkün değil. Ben o yaşlı, çirkin, tilki korsanın ganimetinin peşindeyim.”
“Ben de öyleyim.” dedi Francis, tokalaşmak için elini uzatarak. “Ama paylaşmanın canı cehenneme.”
“İçindeki eski kan konuşuyor.” dedi Henry onaylayarak ve gülümsedi. “Kim bulursa onundur. Son altı ay boyunca, bu adanın büyük bir kısmının altını üstüne getirdim ve tek bulduğum eski süprüntüler oldu. Eğer yapabilirsem seni yenmek için yanında olacağım ama gerekli çağrı geldiğinde ana ustanın karşısına çıkacağım.”
“Bu şarkı bir mucize.” dedi ısrarla Francis. “Bunu öğrenmek istiyorum. Tekrar çalsana.”
Ve birlikte kadehlerini tokuşturarak, şarkıyı söylediler:
Ana komutaya karşı arka arkaya, tüm mürettebat körfezde tutuldu.ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Ancak araya giren baş ağrısı, Francis’in şarkıyı yarıda bırakmasına neden oldu. Henry tarafından ayarlanan serin bir hamakta dinlenebilmek onu fazlasıyla mutlu etti; Henry ziyaretçisinin emriyle Kaptan’a demir alabileceğini ancak hiçbirinin izinsiz herhangi bir şey yapmaması kaydıyla Angelique mürettebatının karaya inebileceğini iletti. Francis, ertesi gün geç vakte kadar saatler süren yoğun bir uykunun ardından ayağa kalktı ve başının artık eskisi kadar berrak olduğunu söyledi.
“Nasıl olduğunu biliyorum, bir seferinde attan düşmüştüm.” Garip akrabası onu, büyük bir kupa sade kahveyle karşılamıştı. “İç şunu. Seni yeni bir adam yapacak. Pastırma, deniz bisküvisi ve biraz çırpılmış kaplumbağa yumurtası dışında sana kahvaltıda sunabileceğim pek bir şey yok. Hepsi taze. Bunu garanti edebilirim çünkü bu sabah sen uyurken topladım hepsini.”
“Bu kahve başlı başlına bir ziyafet.” diye övgüde bulundu Francis, bu arada bir taraftan akrabasını bir taraftan da duvarda resmi bulunan büyükbabasını karşılaştırıyordu.
“Sen de tıpkı onun gibisin ve görünüşten çok daha fazlasısın.” diye güldü Henry, onu dikkatle incelerken. “Dün eğer paylaşmayı reddetmemiş olsaydın, yaşlı Sör Henry hayatta olurdu. Kendi akrabalarıyla paylaşmaya bile derin bir antipatisi vardı. Sorunlarının çoğuna neden olan da buydu. Ve kesinlikle torunlarının hiçbiriyle hazinesinin bir kuruşunu paylaşmadı. Ancak ben farklıyım. Calf’ı seninle paylaşmakla kalmayacağım; sana kendi yarımı, tüm kilitlerimi, stoklarımı, silahlarımı, bu sazdan kulübeyi, tüm bu güzel mobilyaları, miras kalan tüm eşyaları, her şeyi ve kaplumbağa yumurtalarından bile geri kalanları hediye edeceğim. Ne zaman taşınmak istersin?”
“Demek istediğin?..” diye sordu Francis.
“Sadece bu. Burada hiçbir şey yok. Adayı neredeyse baştan aşağı kazdım, bulduğum tek şey eski kıyafetlerle dolu bu sandıktı.”
“Seni cesaretlendirmiş olmalı.”
“Muhtemelen. Üzerinde bir ipucu bulabileceğimi sanıyordum. Her hâlükârda, bana doğru yolda olduğumu gösterdi.”
“Bull’u denemeye ne dersin?” diye sordu Francis.
“Bu da şimdiki fikrim.” dedi. “Yine de ana karada bunun için başka bir ipucum daha var. Bu eski zaman adamları, enlem ve boylamların tüm derecelerini gözden çıkarmanın bir yolunu bulmuşlar.”
“Harita üzerindeki on kuzey ve doksan doğu, on iki kuzey ve doksan iki doğu anlamına gelebilir.” diye açıkladı Francis. “Bununla birlikte yine sekiz kuzey ve seksen sekiz doğu anlamına da gelebilir. Düzeltmeleri kafalarında tasarladılar ve beklenmedik bir şekilde ölecek olurlarsa ki bu onların geleneğiydi, sırları da onlarla birlikte ölürdü.”
“Bull’a çıkıp kaplumbağa avcılarını ana karaya kovalayacak bir fikrim var.” diye devam etti konuşmasına Henry. “Ama yine de ilk olarak ana kara ipucunu ele almak istiyorum. Sanırım sende de bir ipucu var, öyle değil mi?”
“Elbette.” dedi Francis başını sallayarak. “Ama öncelikle paylaşmama konusunda söylediklerimi geri almak istiyorum.”
“Sözleri söyle.” diye cesaretlendirdi onu diğeri.
Elleri birbirlerine doğru uzandı ve anlaştıklarını gösterir biçimde tokalaştılar.
“Morgan ve kesinlikle Morgan’la sınırlı.” diye kıkırdadı Francis.
“Varlıklar, tüm Karayip Denizi, İspanyol ana karası, Orta Amerika’nın çoğu, bir sandık dolusu tamamen eski güzel kıyafet ve zeminde bir sürü delik.” diyerek diğerinin mizahına katıldı Henry. “Sorumluluklar, yılan ısırması, hırsız Kızılderililer, sıtma, sarıhumma.”
“Ve tamamen yabancıları öpme alışkanlığı olan güzel kızlar ve hemen arkasından parlak gümüş tabancalarını sana doğrultan yabancılar.” diyerek araya girdi Francis. “Sana hepsini anlatmama izin ver. Dünden önceki gün, ana karaya çıktım. Sahile ulaştığımda, dünyanın en güzel kızı üzerime atladı ve beni ormanın içine sürükledi. Beni yiyeceğini ya da benimle evleneceğini düşündüm. Hangisi olduğunu tam olarak bilemiyordum. Ve ben daha tam olarak neler olduğunu öğrenemeden güzel kız ne yaptı dersin, bıyığıma gereksiz yere laf attı ve bir tabanca ile beni sandalıma kadar geri kovaladı. Bana defolup gitmemi, bir daha asla geri dönmememi ya da ona benzer bir şeyler söyledi.”
“Ana karanın neresinde oldu bu?” diye sordu Henry. Talihsiz macerayı anımsarken kıkırdayan Francis’in farkına varmadığı bir gerginlikle sormuştu bunu.
“Chiriqui Lagünü’nün diğer ucuna doğru.” diye yanıtladı Francis. “Solano ailesinin sahip olduğu topraklar olduğunu öğrendim ve yine öğrendiğim kadarıyla fazlasıyla ateşli bir aile. Ama daha sana her şeyi anlatmadım. Dinle. Önce beni bitki örtüsüne doğru sürükledi, sonra bıyığıma hakaret etti, sonra beni bir tabancayla sandala kadar kovaladı ve sonra onu neden öpmediğimi öğrenmek istedi. Bunu geri çevirebilir miydin?”
“Peki, yaptın mı?” diye sordu Henry, elini bilinçsizce yanında kenetleyerek.
“Garip bir diyardaki zavallı bir yabancı ne yapabilir ki? Kolları dolduracak kadar güzel bir kız.” Bir saniye sonra Francis ayağa fırlamıştı ve Henry’nin onu resmen ezen yumruğu çenesine inmişti.
“Ben… Ben özür dilerim.” diye mırıldandı Henry ve eski deniz sandığının yanına çökü. “Aptalın biriyim, biliyorum ama bunun için duramazsam asılırım…”
“İşte yine başlıyorsun.” diye küskünce sözünü kesti Francis. “Bu çılgın ülkede sen de herkes kadar çılgınsın. Bir an geliyor kırık kafamı bandajlıyorsun, başka anda aynı kafamı benden koparıp almaya çalışıyorsun. Bu, kızın beni öpmesiyle birlikte, namlusunun ucuna sokması kadar kötü.”
“Doğru, ateş et, hak ettim.” diye itirafta bulundu Henry kederli bir ifadeyle ama konuşmasına devam ederken sözleriyle ateş etmeye başlamıştı: “Seni şaşkına çeviren kişi Leoncia idi.”
“Leoncia ise ne olmuş? Mercedes? Ya da Dolores olsa ne olur? Bir adanın kötü şöhretli kum yığınının üzerinde karşılaştığı kirli kanvas pantolonlu bir kabadayı tarafından kafası kırılmadan, bir adam güzel bir kızı tabancanın namlusu ona çevrilmiş olsa bile öpemez mi?”
“O güzel kız, kirli kanvas pantolon içindeki kabadayı ile evlenmek üzere nişanlı…”
“Demek istediğin gerçekten de…” dedi diğeri heyecanla sözlerini tamamlayamadan.
“Sevgilisinin daha önce hiç görmediği bir hıyarı öptüğünün söylenmesi, bu özellikle de bir akraba için çok eğlenceli değil.” diye tamamladı Henry onun cümlesini.
“O zaman, beni sen diye yakaladı.” diye düşündü Francis, durumu gözden geçirerek. “Öfkeden kendini kaybettiğin için seni suçlayamam, yine de bunun iğrenç olduğunu kabul etmelisin. Dün kulaklarımı kesmek istememiş miydin sen?”
“Seninki de aynı derecede iğrenç ama Francis, evlat. Seni yere serdiğimde onları kesmem için ısrar etme şeklin. Ha! Ha!”
Her iki genç adam da içtenlikle birbirlerine güldü.
“Bu tamamen yaşlı Morgan’ın öfkesi.” dedi Henry. “O, her şeye rağmen acımasız, yaşlı bir küfürbazdı.”
“Evleneceğin Solanolardan daha acımasız olamaz. Ailenin çoğu sahil kıyısına gelmişti ve giderken hepsi beni tüfekleriyle vurmak istiyordu. Ve senin Leonciacığın küçük silahını babası olabileceğini tahmin ettiğim uzun sakallı, yaşlı bir adama doğrulttu, benim peşimi bırakmayacak olursa onu delik deşik edeceğini anlamasını sağladı.”
“Babasıydı, bahse girerim, yaşlı Enrico’nun ta kendisiydi.” diye bağırdı Henry. “Ve diğer çocuklar da kızın kardeşleriydi.”
“Şirin kertenkeleler!” diye patladı Francis, daha fazla kendini tutmayarak. “Söylesene, böyle huzurlu, güvercinlere benzeyen bir aileyle evlendiğinde hayatının önemsiz bir monotonluğa girebileceğini düşünmüyor musun?” Bir süreliğine sustu, aklına yeni bir fikir gelmişti. “Bu arada, Henry, herkes benim sen olduğumu düşündüğüne göre, neden bu denli ateşli biçimde seni öldürmek istiyorlardı? Yoksa müstakbel eşinin akrabalarını kızdıran huysuz Morgan öfkesinden bir şeyler mi vardı?”
Henry, sanki kendi kendisiyle tartışıyormuş gibi ona bir anlığına baktı ve sonra cevap verdi.
“Sana bunu söylemekten çekinmeyeceğim. Bu iğrenç bir karmaşa ve sanırım suç benim öfkemde. Amcasıyla tartışmıştım. Babasının en küçük erkek kardeşiyle…”
“Mıştım?” diye geçmiş zaman üzerine önemli bir vurgu yapmaya çalışarak sözünü kesti, Francis.
“Mıştım, dedim.” diye Henry başını salladı. “O, şimdi yok. Adı Alfaro Solano’ydu ve fazlasıyla sinirli bir adamdı. İspanyol fatihlerin soyundan geldiklerini iddia ediyorlardı ve eşek arılarından bile daha fazla gururluydular. Odunluk ağaçlardan para kazanmış, sahilin daha aşağısında büyük bir tropikal bitki plantasyonu kurmuştu. Bir süre sonra onunla tartıştık. Şuradaki küçük kasabada oldu, San Antonio’da. Bir yanlış anlaşılma olmuş olabilir ancak ben yine de onun yanıldığını iddia ediyorum. Her zaman benimle takışmak için bir sebep arıyordu. Leoncia ile evlenmemi istemiyordu, anlıyor musun? Eh, işte aramızda hararetli bir şeyler geçti. Alfaro’nun haddinden fazla içtiği bir akşamdı. Bana hakaret etti. Bizi birbirimizden ayırmak ve silahlarımızı elimizden almak zorunda kaldılar, biz de ya ölüm ya yıkım diyerek birbirimize söz vererek ayrıldık. Sorun buydu, kavgamız ve birbirimize karşı savurduğumuz tehditlerimiz çok sayıda tanık tarafından duyuldu.
İki saat içinde Komiser ve iki jandarma beni kasabanın arka sokaklarının birinde Alfaro’nun bedeni üzerine eğilirken buldu. Sırtından bıçaklanmıştı ve ben sahile doğru giderken ona rastlamıştım. Açıklamak mı? Mümkün değildi. Kavga, intikam tehditleri vardı ve orada, iki saat dolmadan, henüz sıcak cesedinin yanı başında duruyordum. O zamandan bu yana San Antonio’ya geri dönmedim ve kaçmak için de hiç zaman kaybetmedim. Alfaro çok sevilen biriydi, şu ayaktakımının favori zevklerini yakalayan atılgan tipleri bilirsin. Kimse benden mahkemede bir ifade vermemi bile istemeyecekti. Onlar benim canımı almak istiyordu ve o zaman ben de çok çabuk oradan ayrılmak zorunda kaldım.