
Полная версия
Üç Kalp
Ama Regan, önünde ezilen küçük yaratıklarla uğraşmaya fazlasıyla alışkın olduğundan, adamı ani bir hareketle susturmayı bildi. Alvares Torres adına bir çek yazdı ve karşısındaki beyefendi kendisine uzatılan kâğıda baktığında bin dolarlık rakamları okudu.
“Size ne düşündüğümü söyleyeyim.” dedi Regan. “Hikâyenize hiçbir suretle inanmıyorum. Fakat genç bir dostum var -bu delikanlıya yürekten bağlıyım ama o bu kasaba, beyaz ışıklar ve bu ışıkların altında ortaya çıkan bayanlar ve diğerleri için çok fazla- anlayabiliyor musunuz?”
Senyör Alvares Torres anladığını göstermek istermiş gibi karşısındaki adamın önünde saygıyla eğildi. “Şimdi, onun iyiliği ve huzuru için başına gelebilecek en mükemmel şey, bir hazinenin peşinde çıkacağı yolculuk, macera, deneyim ve… Eminim ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur.”
Alvares Torres tekrar eğildi.
“Bu paraya ihtiyacınız var.” diye devam etti Regan. “Onun ilgisini çekmeye çalışın. Bu çek sadece onun ilgisini çekmenizi sağlayacak çabanız için. Eğer onun ilgisini çekmeyi başarır, yaşlı Morgan’ın hazinesinin peşinden koşmasını sağlayacak olursanız, o zaman size iki bin dolar daha ödeyeceğim. Sonuç olarak onun ilgisini çekip buradan üç aylığına ayrılmasını sağlayacak olursanız iki bin eğer altı ay ortalarda görünmemesini sağlarsanız da beş bin dolar daha vereceğim. Ah, inanın bana, babasını çok iyi tanıyordum. Biz can yoldaşıydık, ortaktık, neredeyse kardeştik diyebilirim. Oğlunun gerçek bir erkek olma yolunda, en sağlıklı şekilde ilerlemesini sağlayabilmek için her türlü bedeli ödemeye razıyım. Ne dersiniz? Bin dolar, başlamak için yeterli olacaktır. Tamam mı?”
Senyör Alvarez Torres, titreyen parmaklarıyla çeki bir katlayıp bir açtı.
“Ben… Kabul ediyorum.” diye kekeledi ve heyecanla bir süre duraksadı. “Ben… Ben… Nasıl söylesem?.. Emrinizdeyim.”
Beş dakika sonra oradan ayrılmak üzere ayağa kalktığında, oynayacağı rol konusunda tam olarak eğitilmiş ve Morgan’ın hazinesinin hikâyesi, kumarbazın mükemmel iş zekâsıyla ikna edici bir şekilde revize edilmişti; odadan çıkmadan önce neredeyse şakayla karışık bir tavırla, ağzından şu lafları kaçırdı:
“Ve bununla ilgili en eğlenceli şey Bay Regan, bunun doğru olması. Anlatımdaki tavsiye ettiğiniz değişiklikler kulağa daha gerçekçi geliyor bu doğru ama neticede olayın tamamı gerçek. Paraya ihtiyacım var. Siz çok cömertsiniz ve ben de elimden gelenin en iyisini yapacağım… Ben… İyi bir artist olduğum için kendimle gurur duyuyorum. Ama yine de doğru ve ciddi anlamda gerçek olan tek bir unsur var, Morgan’ın gömülü ganimetine dair bulduğum ipucu gerçek. Kesinlikle halkın erişemeyeceği kayıtlara ulaştım, ne burada ne de orada kendi ailemden hiç kimse -bunlar kesinlikle aile kayıtları- benzer erişime sahip oldular, benden önce hayatlarını yaptıkları aramalarla boşa harcadılar. Bununla birlikte onlar da doğru ipucu üzerindeydiler, sadece ellerindeki verilerin yirmi mil farkla hazinenin yerini ıskalaması dışında. Bütün bunlar kayıtlarda yazılıydı. Onlar bunu gözden kaçırdılar çünkü bana göre bu bir aldatmacaydı, bir bilmece, bir kamuflaj, bir labirentti ve ben bunu tek başıma araştırarak çözmeyi başardım. İlk gezginlerin hepsi çizdikleri çizelgeler üzerinde bu tür numaralara yer verdiler. İspanyol ırkım, Hawaii Adalarını beş derece boylamda sakladı.”
Dinlemeyi kabul ettiğini tebessümle gösteren ve aynı tebessümle, meşgul bir iş adamının hoşgörülü inançsızlığını ima eden Thomas Regan için tüm bu anlatılanların hepsi Yunancaydı. Francis Morgan, o ofise geldiğinde Senyör Torres çok kısa süre önce oradan ayrılmıştı.
“Biraz öğüt almak için uğramamın iyi olacağını düşündüm.” diyerek Regan’ı selamladı. “Ve babamın oyunlarına fazlasıyla aşina olan biri olarak, başvurabileceğim sizden başka kimse aklıma gelmedi. Anladığım kadarıyla, siz de o büyük anlaşmaların bazılarına ortaktınız. Bana, her zaman sizin kararlarınıza güvenebileceğimi söylemişti. Ve işte şimdi bu yüzden buradayım ve balığa gitmek istiyorum. Tampico Petrol’de neler oluyor?”
“Neler mi oluyor?” diye karşılık verdi Regan, hızlandırmak zorunda olduğu anın cehaletinin tam anlamıyla ince sahtekârlığıyla. “Tampico Petrol?”
Francis başını salladı, bir sandalyeye çöktü ve sigarasını yaktı, bu sırada Regan kâğıt şeridi inceliyordu.
“Tampico Petrol yükseldi -iki puan- endişelenmelisin.” diye ekledi.
“Demek istediğim de o zaten.” diye onayladı Francis. “Endişelenmeliyim. Ama aynı şekilde, sizce bu yükselişte içsel olarak bir grubun -ve bu gerçekten çok büyük- parmağı olabilir mi? Bilirsiniz, demek istediğim bu durum güvenli mi?”
Regan başını salladı. “Büyük. Haklısın. Bu gerçekten önemli bir durum. Meşru. Şimdi bu hareketlenmeyle birisinin veya bir kısmın kontrolü ele geçirmeye çalıştığını düşünebilir misiniz?”
Babasının can dostunun, çarpık kafasının üzerindeki kırlaşmış saçları dimdik olmuştu.
“Neden?” diye devam etti konuşmaya, “Bu, sadece yersiz bir telaş olabilir ya da hisse senetlerinde bunun gerçekten iyi olduğuna dair bir önsezi de diyebiliriz. Sen ne dersin?”
Francis’in tepkisi sıcak bir ifadeyle: “Elbette iyi.” oldu. “Raporlarım var Regan, o kadar güzel sonuçlar ki saçların diken diken olur. Bütün arkadaşlarıma da söylediğim gibi bu gerçekten meşru. Halkı buna dâhil etmek zorunda olmam çok büyük bir utanç. O kadar büyük ki buna mecbur kaldım. Babamın bana bıraktığı tüm nakit bile buna yetecek kadar büyük değil -yani, bağlı olmayan boşta paralar değil- çalışılması gereken paralar.”
“Sıkıntın var mı?” diye sordu yaşlı adam.
“Ah, üzerinde çalışmam gereken bir şeyler var.” dedi Francis gençliğin verdiği havalı edasıyla.
“Demek istediğin?..”
“Elbette. Sadece bu. Eğer düşecek olursa alırım. Para bulunur.”
“Alım konusunda ne kadar ileri gidebilirsin?” diye sordu Regan, iyi mizah ve onaylamanın birbirine karışmış ifadesiyle, maskelenen bir sonraki arayışın sorgulamasıyla.
“Elimde ne var ne yoksa.” diye hızla cevap verdi Francis Morgan. “Sana söylüyorum, Regan, bu çok büyük.”
“Bunun bir anlamı olup olmadığına bakmadım Francis ama bildiğim kadarıyla iyi söylentiler duydum.”
“Söylentiler! Sana söylüyorum, Regan, bu gerçekten lekesiz ve saf, listelenmiş olması gerçekten utanç verici. Doğrudan çekmek için kimseyi ya da hiçbir şeyi mahvetmek zorunda değilim. Dünya ben ona dâhil olduğumda daha iyi olacak, yüzlerce varilin gerçek petrol olduğunu söylemeye cesaret edemiyorum, diyelim ki Huasteca alanında yedi ay boyunca günde 27.000 varil petrol fışkıran tek bir kuyum var. Ve hâlâ bunu yapmaya devam ediyor. Şu anda piyasa, sadece sunduğumuz kovaya düşen tek bir damla. Ve yirmi iki yoğunlukta, tortunun yüzde birinin onda ikisinden daha azı. Ve ortada sadece tek bir fışkıran kuyu var. Üzerine inşa edilecek altmış millik bir boru hattı ve güvenlik sınırına kadar sıkıştırılmış bir alan düzenlenince, günde sadece yetmiş bin varil tüm arazi üzerinden akacak. Elbette ki tamamen güven içerisinde, biliyorsun. İyi gidiyoruz ve ben Tampico Petrol’ün fırlamasını istemiyorum.”
“Bunun için endişelenme evlat. Petrol borularını almalısın ve Meksika Devrimi, Tampico Petrol yükselmeden önce düzelecek. Balığına git ve unut gitsin.” Regan, bir anda aklına gelen fikirle durakladı ve üzerine kurşun kalemle yazılmış notun bulunduğu Alvarez Torres’in kartını aldı. “Bak, beni kim görmeye geldi?” Sanki birden aklına bir şey gelmiş gibi Regan hemen ardından kartı sakladı. “Neden sadece alabalık için balık tutmaya gidesin ki? Ne de olsa bu sadece eğlence. Şimdi, bunlardan sonra balık tutmaya gitmek için gerçek bir neden var, hem de Adirondack kampının buzlu, hizmetkârlarla dolu ve elektrikli düğmelerle döşeli Pers sarayının yeniden yaratılması değil, gerçek, tam boyutlu bir insanın varlığı var. Baban her zaman için o yaşlı aile korsanınızla gurur duymaktan fazlasını hissederdi. Ona benzediğini iddia ederdi ve sen de kesinlikle babana çok benziyorsun.”
“Sör Henry.” Francis karta uzanarak gülümsedi. “O zaman, yaşlı alçaktan gurur duyan tek kişi ben değilmişim.” Kartı okurken sorgulayan bakışlarını yukarı kaldırmıştı.
“O makul bir herif.” dedi Regan. “Mosquito Sahili’nde doğduğunu ve ailesinin özel kayıtlarından bazı ipuçları elde ettiğini iddia ediyor. Bir kelimesine dahi inandığımdan değil. Kendi alanım dışındaki şeylere inanmaya başlamak için zamanım ve ilgim yok.”
“Ben de aynı durumdayım, Sör Henry, aslında zavallı bir adam olarak öldü.” dedi Francis. Morgan’ın inatçılığının çizgileri, kaşlarına bir parıltı olarak yansıdı. “Ve onun gömülü olan hazinelerinden hiçbirini bulamadılar.”
“Rastgele!” dedi Regan neşeyle, onu kucaklayarak.
“Yine de bu Alvarez Torres ile aynı şekilde tanışmak isterim.” diye cevap verdi genç adam.
“Ahmak altını.” diye devam etti Regan. “Yine de herifin son derece sinir bozucu bir şekilde makul olduğunu kabul etmeliyim. Keşke daha genç olsaydım ama ah, lanet olası, buradaki işim benim için biçilmiş kaftan.”
“Onu nerede bulabileceğimi biliyor musun?” diye sordu devamında Francis, hiçbir suretle durumun farkında olmadan; Thomas Regan onu tuzağına çekmiş, kader ağlarını örerken onun tüm ilgisini bu yöne yöneltmeyi başarmıştı.
Ertesi sabah görüşme yine Regan’ın ofisinde yapılmıştı. Senyör Alvarez Torres, Francis’in yüzüne ürkek bir tavırla bakmış ve ilk anda duygularını toparlamakta zorlanmıştı. Bu elbette ki onları sırıtarak izleyen Regan’ın gözünden kaçmamıştı:
“Eski korsana ne çok benziyor, değil mi?”
“Evet, benzerlik gerçekten çarpıcı.” diye onayladı Torres, yarı sahte, yarı gerçek bir ifadeyle çünkü Sör Henry Morgan’a ait portrelerle olan benzerliği fark etmişti ama aynı zamanda göz kapaklarının altında, Francis ve Sör Henry’den daha az olmamak üzere, her ikisinin de bir diğerine benzeyen başka ve yaşayan bir adamın görüntüsünü görüyordu.
Francis inkâr edilemeyecek kadar gençti. Zamanla sararmış kâğıt üzerine solmuş mürekkeple yazılmış eski belgelerin yanı sıra modern haritalar, antik grafikler incelendi ve yarım saatin sonunda yakalayacağı bir sonraki balığın, Bull ya da Calf’da, Chiriqui Lagünü açıklarındaki iki adacıkta olacağını, Torres’in bu adalardan biri ya da diğerinde bahsi geçen hazinenin bulunduğunu tahmin ettiği açıklandı.
“New Orleans’a giden gece trenine yetişeceğim.” diye açıkladı Francis.
“Bu, United Fruit Company’nin Colon gemilerinden biriyle bağlantı kurmamı sağlayacaktır. Ah, daha dün gece uyumadan önce hepsine bakmıştım.”
“Ama Colon’sa sakın bir yelkenli kiralamayın.” dedi Torres. “At sırtında Belen’e kadar kara yolculuğuna çıkın. Orada pek karmaşık olmayan yerli denizciler ve diğer her türlü malzemeyi elde edebileceğiniz gemi kiralama yeri var.”
“İyice anladım!” diye onayladı onu Francis. “Hep o toprakları görmek istemişimdir. Bu akşamki treni benimle birlikte yakalamaya hazır mısınız, Senyör Torres?.. Elbette, anlarsınız, bu koşullar altında hazinenin sorumlusu ben olacağım ve masrafları karşılayacağım.”
Ancak Regan’ın özel bir bakışıyla, Alvarez Torres hızlı bir şekilde yalan söyledi.
“Size daha sonra katılmak zorundayım Bay Morgan. Burada halletmem gereken bazı küçük işlerim var. Nasıl desem? Önce çözmem gereken önemsiz küçük bir dava var. Söz konusu meblağ önemli değil. Ancak bu bir aile meselesi ve bu nedenle son derece öncelikli. Bir Torres gururumuz var ki bu çok aptalca bir şey, kabul ediyorum ama maalesef bizim açımızdan çok önemli.”
“Daha sonra katılabilir ve izini kaçıracak olursan sana destek olur.” diye temin etti onu Regan. “Ve bu durum senin aklını başından almadan, Senyör Torres ile ganimetin bir bölümünü paylaşmak daha iyi olur… Eğer bulursanız.”
“Sen ne dersin?” diye sordu Francis.
“Eşit paylaşma, yarı yarıya.” diye cevapladı Regan, iki adam arasında var olmadığını kanıtlamak istermiş gibi paylaşımı muhteşem bir biçimde ayarlamıştı.
“Ve mümkün olan en kısa sürede arkamdan geleceksin değil mi?” diye sordu Francis, Latin Amerikalıya. “Regan, ufak tefek hukuki işlemlerini halleder ve hızlandırırsın değil mi?”
“Elbette, evlat.” oldu adamın cevabı. “Peki, gerekirse Senyör Alvarez’e nakit de vereyim mi?”
“Olur!” dedi Francis ve sonrasında her ikisiyle de tokalaştı. “Bu beni biraz zorlayacak. Tüm eşyalarımı toparlayıp o treni yakalamak için acele etmem gerekiyor. Görüşmek üzere Regan. Bocas del Toro civarında bir yerlerde ya da Bull veya Calf Adası’ndaki küçük bir delikte tekrar buluşana kadar güle güle, Senyör Torres -size göre Calf olduğunu düşünüyordunuz değil mi? Neyse, o zamana kadaradios!”
Ve Senyör Alvarez Torres, bir süre daha Regan ile birlikte kaldı, oynaması gereken rol için lüzumlu talimatları aldı, Francis’in çıkacağı bu yolculuk esnasında gerekli geciktirmelerin başlatılması ve sonuç olarak sürekli devam ettirilerek, bu gecikmenin mümkün olan en uzun süreye kadar uzatılması için zaruri olan planlar yapıldı.
Regan sözlerini “Kısacası, bir daha buraya geri dönüp dönmemesi umurumda değil, onun iyiliği için, ne kadar uzun süre buralardan uzak tutabilirsen tut.” diye bitirdi.
İKİNCİ BÖLÜM
Para, gençlik gibi inkâr edilemeyecek bir özellikti ve Francis Morgan insan doğası ve doğanın kesinliğini, hem gençliğin hem de paranın üstünlüğüyle tam anlamıyla temsil eden kişiydi. Regan’la vedalaşmasından üç hafta sonra, bir öğleüzeri kendini Angelique isimli yelkenli geminin güvertesinde buldu. Su, cam gibi pürüzsüz ve dingindi, geminin ilerlemesi neredeyse güçlükle algılanabiliyordu; aynı dinginlik insanlara da nüfuz etmiş, ortamda reddedilemeyecek katıksız bir can sıkıntısı vardı ve tüketilmesi mümkün olmayan birikmiş fazla enerjisiyle Francis; yarı Jamaikalı siyahi, yarı Kızılderili ırktan gelme Kaptan’dan, geminin kenarına asılı küçük sandallardan birini indirmelerini istedi.
“Sanki bir papağan ya da maymun gibi bir şeyler avlayabilirmişim gibi görünüyor.” diye açıkladı, on iki kat güçlü Zeiss camıyla kuvvetlendirilmiş dürbünü ile yarım mil ötedeki ormanlarla kaplı sahili araştırırken.
“Bu büyük bir sorun olabilir efendim, oraya çıktığınızda ölümcül bir engerek yılanı tarafından ısırılmanızı istemem.” dedi Angelieque’nin melez, Jamaika dilini babasından miras almış Kaptan’ı sırıtarak.
Ancak Francis bu fikirden caydırılabilecek durumda değildi çünkü dürbünüyle sahili gözlemlediği sırada ilk olarak adanın ortasında beyaz bir çiftlik evi, ikinci olarak da sahil kenarında beyaz giyimli bir kadın figürü, dahası bu kadının da onu ve yelkenliyi elindeki dürbünüyle incelediğini görmüştü.
“Sandalı kıyıya çekin, Kaptan!” diye emretti Francis. “Orada kim yaşıyor? Beyaz halk mı?”
“Enrico Solano’nun ailesi, efendim.” oldu cevap. “Onların önemli beyefendiler olduğuna yemin edebilirim, eski İspanyollar ve denizden Cordilleras’a ve Chiriqui Lagünü’nün yarısına kadar tüm topraklara sahipler. Çok zavallılar, çok güçlü ve zengin olmalarına rağmen… Arazi bakımından gerçekten acı biber kadar gururlu ve ateşlidirler.”
Francis küçük sandalla kıyıya doğru kürek çekerken Kaptan, onun papağan ya da maymun avlamak için yanına bir av tüfeği almamış olduğunu fark etti. Sonra, etrafa bakındığında, ormanın karanlık kenarında beyaz giyimli bir kadın figürünü o da gördü.
Francis, doğrudan mercan renkli, kumlu beyaz kumsala doğru kürek çekti, kadının orada olup olmadığını ya da ortadan kaybolup kaybolmadığını görmek için omzunun üzerinden bakmaya bile çekiniyordu. Aklında sadece genç, sağlıklı bir adamın, genç bir hanımefendi ile ya da yarı vahşi beyaz bir kadın veya en iyi ihtimalle taşralı bir bayanla karşılaşması fikri vardı. Angelique’i sarmış olan hareketsizliğe ve derin sükûnete karşı, en azından birkaç dakikalığına hoşça vakit geçirebileceği birisiyle karşılaşmayı umut ediyordu. Sandal kumsala ulaşır ulaşmaz aşağıya atladı ve sandalı burnu yerden enikonu havaya kalkacak biçimde kumların üzerine çekerek sağlam biçimde bağlayabileceği bir konuma sürükledi. Sonra etrafına bakındı. Ormana giden kumsal tamamen çıplaktı. Kendinden emin adımlarla ilerledi. Bu kadar tuhaf bir kıyıya ulaşmış olan herhangi bir yolcunun, karşısına çıkan topraklar konusunda bilgi alabilmek için etrafında yöre halkından birilerini araması elbette ki gayet doğaldı, onu bu denli kendinden emin harekete geçiren fikir buydu. Ve sadece birkaç dakika içinde, tüm beklentilerini karşılayacak varlıkla karşılaşmıştı. Tıpkı sürpriz kutudan fırlamış gibi kadın bir anda ortaya çıkmıştı. Karşısında kesinlikle kadınsı bir kız çocuğu duruyordu, olgunlaşmış ama yine de büyük ölçüde küçük bir kız çocuğu gibi hareket eden, iki eliyle ormanın yemyeşil duvarına sarılan genç kadın bulunduğu yerden fırlayarak onun kolunu kavramıştı. Genç kızın güçlü bir biçimde onu kavraması şaşkına dönmesine neden olmuştu. Serbest eliyle şapkasını çıkardı ve Morganlara has ağırbaşlılıkla tuhaf kadına eğilerek selam verdi, New York eğitimi almış biri olarak hiçbir şeye şaşırmaması gerektiğini gayet iyi öğrenmiş olmasına rağmen karşılaştığı durumdan dolayı afallamıştı ve bununla bağlantılı olarak karşılaşacağı başka sürprizler onu daha da fazla hayrete düşürecekti. Onun bir tokat yemiş kadar şaşırmasına neden olan şey, kızın sadece yarı esmer muazzam güzelliği değildi, özellikle derinden bakan o iri gözler onu fazlasıyla etkilemişti. Bakışları ona öylesine tanıdık geliyordu ki… Onun deneyimlerine göre yabancılar, birbirlerine hiç bu kadar dikkatli bakmazlardı.
Genç kız gergin bir biçimde mırıldanmaya başladığında, kolundaki çifte kavrayış artık bir çekişmeye dönüşmüştü:
“Çabuk ol! Beni takip et!”
Francis bir anlığına direndi. Kız kesinlikle bunu kabul etmiyormuş gibi başını salladı ve kendisini takip etmesi için onu arkasından çekmeye başladı. Orta Amerika kıyılarında karşılaşılabilecek alışılmadık bir oyun olduğu hissiyle, gönüllülük esasına göre takip etmek zorunda olduğu için mi yoksa onun aceleciliğiyle ormanın içine sürüklenip sürüklenmediğinin farkında olmadığından mı bilinmez, duruma gülümseyerek boyun eğmişti.
“Benim yaptığımı yap.” diye bağırdı kız omzunun üzerinden arkaya doğru, bu sırada bir eliyle onun elini sıkıca kavramıştı.
Francis gülümseyerek kızın söylediklerine itaat etti, kız çömeldiğinde o da çömeliyor, ayağa kalktığında o da kalkıyordu, bu sırada zihninden sürekli olarak John Smith ve Pocahontas’ın görüntüleri geçip gidiyordu.
Birden onu kendine doğru çekerek yere çöktü, elini onu bırakmadan önce yanına oturması için yönlendirdi ve nefes alıp verirken diğer elini kalbinin üzerinde bastırdı:
“Tanrı’ya şükür! Ah, merhametli Meryem Ana!”
Francis onu taklit etmesi gerektiğini ve bunun oyunun bir parçası olduğunu düşünürek, ne Tanrı’ya ne de Meryem Ana’ya seslenmeden, sadece gülümseyerek elini kalbinin üzerine koydu.
“Siz hiç ciddi olamaz mısınız, acaba?” diye parladı genç kız, onun eylemini fark ederek. Ve Francis hemen kendine çekidüzen vererek mümkün olduğunca doğal bir biçimde ciddiyetini takındı.
“Sevgili Hanımefendi…” diye başladı konuşmaya.
Ama genç kız, ani bir hareketle onun susmasını sağladı; Francis giderek artan bir şaşkınlıkla, kadının eğilmesini ve etrafı dinlemesini izledi, birkaç metre ötedeki patikadan aşağıya doğru inen varlıkların hareketini duyabiliyordu. Yumuşak, sıcak avucunun içiyle ona sessiz olmasını emrederek ağzını kapattı ve sonrasında sanki çok sıradan bir hareket yapıyormuş gibi yerinden fırlayarak, Francis’i arkasında bırakıp patika yolun toprak zemininden aşağı doğru kaydı. Francis şaşkınlıktan neredeyse ıslık çalacaktı. Eğer genç kızın giderek uzaklaşan sesini, İspanyolca konuşmasını ve karşılığında sorgular, suçlayıcı, azarlar tarzdaki İspanyol erkeklerin ona verdikleri cevapları duymamış olsaydı, büyük ihtimalle arkasından ıslık da çalmış olurdu.
Onların yürümeye konuşmaya devam ettiklerini duyuyordu ve beş dakikalık neredeyse ölüm sessizliğinin ardından, genç kızın onun ortaya çıkması için istekli bir şekilde seslendiğini duydu.
“Vay be! Regan’ın bu koşullar altında ne yapacağını görmek isterdim!” dedi kendi kendine, bulunduğu yerden çıkarken gülümsüyordu.
Artık onunla el ele tutuşmaya gerek duymadan, ormandan kumsala kadar genç kızı arkasından takip ediyordu. Kız mola verdiğinde, hemen onun yanına gidip yüzüne baktı, hâlâ bütün bunların birer oyundan ibaret olduğuna dair düşüncesinin etkisi altındaydı.
“Ebe!” diye güldü Francis, onun omzuna dokunarak. “Ebe!” diye neşeyle tekrarladı.
“Sensin!”
Genç kızın parlak koyu gözlerindeki öfkesi yakıp kavuruyordu.
“Seni aptal!” diye haykırdı genç kız, onun diş fırçası gibi görünen bıyığına parmağıyla işaret ederek. “Sanki o seni gizleyebilirmiş gibi!”
“Ama Sevgili Hanımefendi…” dedi. Onunla hâlâ tanışmamış olmasından dolayı itiraz etmek için konuşmayı denedi.
Genç kızın konuşmasını kesintiye uğratan cevabı, daha önceki her şey kadar gerçek dışı ve tuhaftı. Kız o kadar hızlı hareket etmişti ki elindeki küçük gümüş tabancayı ne zaman çektiğini, ne zaman burnunun dibine kadar gelerek karnının alt tarafına doğrultmakla kalmayıp fazlasıyla sert bir şekilde bastırdığını fark edememişti.
“Sevgili Hanımefendi…” diye tekrar konuşmayı denedi.
“Ben seninle konuşmak istemiyorum!” diye bağırdı kız ona. “Hemen şimdi gemine geri dön ve burayı terk et…” Francis onun bir anda duyulamayacak biçimde fısıldamasından, son söz olarak “sonsuza kadar” dediğini tahmin edebilmişti.
Kesinlikle konuşmaya kararlı bir duruşla, karnına tutulmuş olan silahın namlusuna doğru hareket ettiğinde, bir kez daha konuşması engellendi. “Eğer bir kez daha geri gelecek olursan -Meryem Ana beni affetsin- seni vururum.”
“Sanırım gitsem daha iyi olacak.” dedi abartılı bir serinkanlılıkla. Sandala dönmek için yürümeye başladığında, hem yaşamış olduklarından hem de genç kızın önünde düşmüş olduğu saçma ve komik durumdan dolayı büyük utanç içindeydi.
Ruhunda kalan son haysiyet parçasını da korumaya çabalayarak sandala ilerlediği sırada, genç kızın onu takip ettiğini fark etmemişti. Sandalın burnunu kumdan kaldırırken hafif bir rüzgârın palmiye yapraklarını nasıl hışırdattığını duyabiliyordu. Güçlü bir esinti, kıyıya yakın konumda suyun kararmasına neden olurken uzaklarda Chiriqui Lagünü’nün manzarası berrak suyun üzerinde bir serap gibi parlamasını sağlıyordu.
Arkasından duyduğu hıçkırık sesi, Francis’in sandala binmesini engellemiş ve onu geri dönmek zorunda bırakmıştı. Tuhaf genç kadın, tabancasını taşıdığı eli yana düşmüş durumda ağlıyordu. Hemen ona doğru ilerledi, kızın koluna dokunuşu sempatik ve sorgulayıcıydı. Genç kadın onun dokunuşu karşısında titredi, ondan uzaklaştı ve gözyaşları arasında sitem dolu bir bakışla ona baktı. Pek çok ruh hâlini omuz silkerek ve durumun anlaşmazlığına teslim olmuş vaziyette yaşadığı belliydi, Francis onun hıçkırığıyla durduğunda sandala dönmek üzereydi.
“En azından sen…” diye başladı kız konuşmaya, sonra sendeledi ve yutkundu. “Bana bir veda öpücüğü verebilirsin.” Sağ elindeki tabancası bedenine göre uyumsuz bir vaziyette sallanıyordu. Francis şaşkınlık içerisinde bir an için tereddüt etti, sonra gözyaşları içinde başını omzunun üzerine düşürmüş olan kızın dudaklarına tutkulu bir öpücük vermek için onu kendine doğru çekti. Şaşkınlığına rağmen tabancanın namlusunun omuzlarının arasında, sırtına düz bir şekilde bastırılmış olduğunun farkındaydı. Kız gözyaşlarından ıslanmış yüzünü ona doğru kaldırdı ve onu tekrar tekrar öptü, Francis gizemli bir dürtüsellikle verilen bu öpücüklerin bir kızdan gelip gelmediğini merak ediyordu.
İçinden bu ateşli dakikaların ne kadar süreceğini umursamadığını kendi kendine tekrarlarken, birdenbire kızın korkunç bir öfke ve aşağılama ifadesiyle ona bakarak uzaklaşması, tehditkâr bir tavırla silahını ona doğrultup hemen sandalına binmesini emretmesiyle korkuya kapıldı.
Sanki güzel bir bayana asla hayır diyemeyecekmiş gibi rahat bir tavır takınarak omuzlarını silkti ve itaatkâr bir tavırla sandala oturdu, kürekleri çekmeye başladığında arkası ona dönüktü.
“Yüce Meryem Ana beni asi kalbimden korusun.” diye haykırdı genç kız arkasından, serbest kalan eliyle göğsündeki madalyonu söküp aldı ve altın parıltılar saçan mücevheri denize fırlattı.
Ormanın kenarından tüfeklerle donanmış üç adamın, kuma çökmüş olan kızın yanına doğru koştuğunu gördü. Onu kaldırırken kürek çekmeye başlamış olan Francis’i gördüler. Omzunun üzerinden kıyıya doğru yaklaşmış, hafifçe yan yatmış, önünü kesen Angelique’i gördü. Hemen ardından, sahildeki üçlüden sakallı, yaşlı bir adamın kızın dürbününü ona doğrulttuğunu fark etti. Ve hemen ardından da adamın dürbünü bir kenara fırlatıp tüfeğiyle ona nişan aldığını gördü.
Mermi, sandalın hemen yan tarafından suya düştü ve Francis bu sırada kızın bir anda ayağa fırladığını, koluyla tüfeği kaldırıp adamın ikinci atışını bozduğunu gördü. Hemen ardından, Francis genç kızın tüfekli adamları karşısına alarak onlardan ayrılışını ve silahlarını indirmeleri için tabancasıyla onları tehdit edişini büyük bir keyifle izledi.