
Полная версия
Turfanda mı Turfa mı?
Lakin kabahati tamir kabul eder mi? Şu güzel vücut kadar gelişmeye elverişli olan kültürü önüne bir cehalet seddi çekmek küstahlığında bulunmuştu. Seddin kaldırılması kabil olur mu? Maziyi geri getirmeye imkân bulunur mu?
Ya o set kendiliğinden kalkmış da, kültürü de vücudu gibi gelişmişse? Ah, o vakit Mansur kendisini ne kadar bahtiyar sayacaktı! Vicdanına baskı yapan o tek ağırlık da ortadan kalkmış olacaktı.
Mansur, ağabeyce samimiyeti maksada varmak için en kısa bir yol addetti. Kırgınlık sebebini düşündü. Fikrini ayrılık noktasından tamire çalışmak uygun olacaktı. Saçı hatırına geldi. Baş örtüsüne baktı. Altından bir şey göremedi. Kendi kendine, “Kim bilir şu bez parçasının altındaki saç, başını ne güzel taçlandırmış bulunuyor?” dedi.
Yabancı memleketlerde, dört duvar arasında cemiyetten, hususiyle kadınlardan uzak olarak ömrünü geçirmiş olan Mansur’un, bir Müslüman evinin harem dairesine mahsus adap hududunu birkaç defa tecavüz etmek suretiyle terbiye olunduğu yoktu. Bunun için Zehra’yı bir anda samimi latifeye davet etmek maksadıyla hemen düşünmeksizin hatırına geleni söyleyiverdi:
“Başındaki örtü o kadar kalın olmasaydı, birbirimize yabancı olmadığımızı ispat edecek bir şahide müracaat edebilirdim…”
Büyük bir kabahat etmekte olduğunu, söze başlar başlamaz Zehra’nın kaşlarının çatılmasıyla, alnında bir çizgi belirmesinden ve burun kanatlarının kalkmasından anladı. Fakat iş işten geçmişti.
“Başımdaki bezin kalınlığının sizi korktuğunuzdan muhafaza için olduğunu anlamanız icap ederdi!”
Şu cevap, boylu boyunca doğrulmuş olan Zehra’nın ağzından hakaretli ve kibirli bir şekilde çıktı.
Efendi ile küçük bey gülmek istedilerse de muvaffak olamadılar. Sözünün o tarafa çekileceğini hiç hatırına getirmemiş olan biçare Mansur, kıpkırmızı kızararak yalvarırcasına Zehra’nın yüzüne bakmak istedi!
Yükselip inmekte bulunan göğsünde, kalbinin çarptığını, gurur ve azameti içinde dahi Zehra’nın fevkalade, cazip bir güzelliği bulunduğunu görebildiyse de kendisi için sığınacak bir af noktası göremedi.
Mansur’un bu hareketi ile layık olduğu cevaptan sonra tabii olarak ortalığa çöken sükût Salih Efendi’yi görüşmeyi kesmeye mecbur etti.
“Oğlumuza artık kavuştuk. Sonra istediğiniz kadar görüşürsünüz. Bu günlük bize bağışlayınız.” diyerek selamlığa doğru yürüdü. Hanımlar da ayağa kalktılar. Mansur utanarak temenna ettiği vakit hepsi karşılık verdiler. Fakat Zehra’nın bakışıyla el kaldırışında Mansur sanki, “Benden uzak dur, terbiyesiz!” ihtarını anlatmak isteyen bir şey gördüm zannetmişti.
Selamlığa doğru gelirken, Mansur kabahatini düşünüyordu: “Ben ne demek istedim, bak o nereye çekti? Hâlâ bana düşmanlığı devam ediyor. Hakkı da var ya! Fakat bugün haksızlık etti. Ben saçını kastederek ‘Bu kadar güzel saça karşı söz söylemek gibi büyük bir kabahatim var.’ demek istemiştim. O ise başka bir şey anladı. Hâlâ benim eski terbiyesizliğin aynısını tekrar edebileceğimi zannetti…”
Biraz düşündükten sonra yine, “Lakin pek büyük terbiyesizlik etmiş oldum. Yetişkin bir Müslüman kızının saçı hakkında kalabalık içinde söz söylemek… Kabahatim eskisinden aşağı kalmadı. Hem de ilk görüşmede. Bense tamirini İstanbul’daki hususi işlerimin birincileri sırasına koymuştum.” dedi.
Amcasına dönerek:
“Amca Efendi! Bendeniz dış memleketlerde büyüdüm. Arkadaşlığın adap ve usulü bakımından pek çok eksiğim vardır. Gördükten sonra açıkça söylemenizi istirham edeceğimden başka, hatta bu hususta babaca birkaç ders vermenizi bile bilhassa rica edeceğim.
“Estağfurullah evladım! Sen zekisin, İsmail ile beraber konakta bir hafta kaldıktan sonra hiçbir eksiğin kalmayacaktır.”
Mansur (kendi kendine):
“Burada kalmam için kati ısrar var. Lakin ben kesin kararımı bozabilir miyim? Seçmiş olduğum yolun daha ilk adımında bir zikzak yapmak hatasına düşecek miyim? Hayır, bu olamaz.” diyordu.
İlk Adım ve İlk Ümitsizlik
O akşam Mansur otele döndüğü vakit, İsmail Bey de beraberindeydi. Salih Efendi, Mansur’u konağa getirtmek ve yerleştirmek için İsmail ile beraber birçok ısrar ettiği hâlde muvaffak olamamıştı. Akşamüstü Mansur giderken Salih Efendi mutlaka kandırmak vazifesiyle İsmail’i yanına katmıştı.
Yolda, Löbon’un yemek salonunda, yine otele kadar Beyoğlu Caddesi’nde İsmail başka bir lakırtı etmemiş, hep yalvarmış, bir iki kere hiddetlenmişken yine Mansur’un yumuşadığı yoktu.
Otelin odasında oturur oturmaz, İsmail yine ricaya başladı. Mansur’un canı sıkıldı. Başını biraz kaldırdı ve mühim bir kararı bildiren hâkim gibi dedi ki:
“Bak kardeşim. Odamdasın. Misafire saygı, İslam’ın hasletlerindendir. Onun için seni bilhassa odamda kırmak istemem. Sırf senin kardeşçe sevgin için büyük bir fedakârlık olmak üzere işte ricanı bu şartla kabul ederim.”
“Ben doktorum. Oldukça işe yarar diplomam da var. Ben yarın, öbür gün Tıbbiye Mektebi’ne gideceğim, diplomamı göstereceğim, imtihanlı imtihansız, her nasıl olursa, İstanbul’da doktorluk yapmak için izin isteyeceğim. İzin verilir, doktor sıfatıyla cemiyette tutulur, amcam da fikrimi almaksızın başkasına müracaat etmemek şartıyla beni aile doktoru tayin etmeye razı olursa, ben de o vakit hizmete karşılık ücret yerine konakta bir iki oda ile yemeği vesaireyi kabul edebilirim. Yoksa taş çatlasa başka türlü olmak ihtimali yoktur. Nafile yere yorulma.”
“Bir de bu “bedel” maddesi, sırf vicdanımı teskin için olacağından üçümüzden başka da bir kimsenin bundan asla haberi olmayacaktır. O vakte kadar ben de birtakım aletler ve ilaçlarla uğraşıp tecrübeler yapmak lüzumundan bahisle, mektebe yakın bir daire kiralar ve konağa mümkün mertebe sık gelip giderim. Artık bunun bahsini keselim.”
Gece İsmail Bey hâl ve keyfiyeti babasına arz etti.
Ertesi günü Salih Efendi, üzerinde “gizlidir” ibaresi yazılı bir zarfı uşağı vasıtasıyla Bab-ı Seraskerî (Millî Savunma Bakanlığı)’ye gönderdi. O gün akşamüstü Serasker Kapısı’ndan da mektep idaresine özel bir mektup gitti.
Mansur, İsmail gittikten sonra kalbindeki duygu ve düşünceleri hatıra defterine yazdığı sırada şu satırları ilave etti:
“Nazariyat ile tatbikat arasında zannettiğimden ziyade fark olduğunu hissediyorum.”
“Henüz bir işe el sürmemişken hareket tarzımdan bir iki noktayı değiştirmeye mecbur oldum. Memleketin usul ve âdetleri, yani ‘Ne diyecekler?’ meselesini ben hesaba katmamıştım. Hâlbuki amcamın telaşından, İsmail’in ısrarından, saçmalığıyla beraber bunun da hesaba katılacak meselelerden olduğunu anlıyorum. Küçük, bir iki odalı dairemde, tek başıma, her harekette serbest bulunmak birinci emelimdi. İşte bu emelimi, geçim derdimin ilk kurbanı yapmış oluyorum. Cenabıhak ilerisini hayreyleye.”
Defteri kapadıktan sonra bir müddet düşündü.
“Yok, böyle bırakmaya gelmez. Mutlaka hareketimi düzeltmeliyim.” dedi.
Düşündüğü, o gün amcasının evinde Zehra’ya karşı yaptığı münasebetsiz hareketti.
Mektupluk kâğıt alıp birkaç satır yazdı, tekrar okudu, zarfa koydu.
Ertesi günü, sabahleyin gelen İsmail Bey ile birlikte İstanbul’un ziyaret edilecek yerlerini dolaştılar.
İsmail Bey’in arabasına binmiş, Beyoğlu Caddesi’nden geçerlerken İsmail Bey karşılarına gelen bir harem arabasının içindekilere bakarak tebessüm etti ve ufak bir işarette bulundu. O tarafa bakmış olan Mansur arabadaki hanımların karşılık verdiklerini gördü.
Mansur’un zihninden, “Karısı ile kayınvalidesi olmalı.” düşüncesi geçti. Lakin İsmail Bey, İstanbul tarafında diğer bir arabaya bakarak hareketini tekrar etti. Zaten o gün pazar bulunduğu için sokaklarda birçok konak arabası vardı. İsmail Bey, güya suale cevap veriyormuş gibi:
“Bunlar Beyoğlu’na, Kâğıthane’ye giderler. Fakat asıl Kâğıthane günü cumadır. Cuma günü beraber gidelim. Kâğıthane’mizi görmüş olursun.” dedi.
Mansur sesini çıkarmadı. Fakat bir müddet sonra İsmail Bey, üçüncü bir arabadakilerle işaretlenince ciddi olarak:
“Bunlar bizim ailemizden mi?” diyerek sordu. İsmail Bey sualin ciddiyetiyle sesteki değişiklikten dolayı “hayır” derken biraz kızardı.
İsmail Bey’in millî ahlak ve terbiyeye vergili olan bu kızarmasını gören Mansur, yine sesini çıkarmadı ve arabanın köşesine çekilip yalnız kendi tarafına bakmaya başladı.
Ayrıldıkları sırada Mansur, İsmail’e bir zarf uzatarak:
“Şunu Zehra Hanım’a vermek zahmetinde bulunur musunuz?” dedi.
İsmail, hayret ve latifeyi ima eder bir tarz ile dedi ki:
“Vay! Şimdiden başladınız mı? Bense dünkü görüşmenizin aksi neticesinden dolayı üzülmüştüm.”
“Hükümde pek acele etme. Mektup açıktır. Okuyabilirsin.”
“Okuyup ne yapacağım? Hem Mansur, sen Zehra’yı adi kadınlardan sayma, aldanırsın.”
İsmail bunu söyleyerek zamklı kenarını ıslattı ve mektubu kapayarak yan cebine attı.
Mansur bir şey söylemeye lüzum görmedi.
Pazartesi günü sabahleyin saat on bir sularında Mansur, Tıbbiye Mektebi’ne giderken İsmail Bey de beraber gitmek için ısrar etti. Mansur kesinlikle reddetti.
Mansur’un kendine göre bir düşüncesi vardı. İşinde kayırılma eseri bulunmayacaktı. Zavallı çocuk! Kayırılma zaten olmuş hem de kendisinin en istemediği bir surette tesirini göstermişti!
Bunun için mektepteki işi çabucak bitti, o günden itibaren Mansur hekimlik yapmaya yetkili Osmanlı doktorlarından olmuştu. Haftada iki kere mektebe gidip otopsi salonunda bulunacak ve hastaları muayene eden nöbetçi doktora yardım edebilecekti.
Mansur memnun, mesut olarak mektepten çıktı; memnuniyeti, işinin “sürat ve intizam” üzere bitmesinden dolayı idi.
Mekteptekiler ise Mansur’dan evvel gelen kayırılma emri üzerine daha görmeden Mansur hakkında kıskançlık duymuşlarken, Mansur’u görüp konuştuktan ve diplomasını gördükten sonra kanaatlerini değiştirdiler. Hatta iç hastalıkları hocası Mehmet Efendi:
“Keşke her kayırılmış olan böyle olsa!” demişti.
Kendisini dinleyenler de tasdik ettiler.
Tıbbiye Mektebi’nden çıktıktan sonra Mansur, Göçmen İşleri Komisyonu’na giderek Osmanlı tabiyetine geçiş muamelesini tamamladı.
Akşamüstü konağa uğradı ve amcasıyla görüştükten sonra hariciye kalemlerinin birine devam etmeye karar verdi. Ertesi gün birlikte Babıâli’ye gidilip hariciye nazırı (dışişleri bakanı)’na takdim olunacaktı.
Çünkü Mansur’un emeli, devlet memurları sırasına geçmekti. Hariciye işlerine meyli vardı, ilmî hazırlığı ona göre yapılmıştı. Geçinmeye yetecek aylık temininin güç olduğunu Fransa’da iken tahmin etmişti. Doktorluk geçimini sağlayacaktı. Zamanı gelince asıl hizmet, hariciye işlerinde edilecekti.
Ertesi günü Hariciye Nezareti’ne gittiler, Mansur itibar ve iltifatla kabul olundu. Tercüman Bey çağrılarak kalemde uygun şekilde çalıştırılması için emir verildi.
Mansur, kalem odasına gitmezden evvel, Hariciye Nazırı’nın hatırlatması üzerine Babıâli’nin diğer bazı mühim şahsiyetlerini ziyaret etmek üzere huzurlarına dahi çıktı, iltifat ve teşvik gördü.
Mansur, amcasının ileri gelen devlet adamlarının saygısını kazandığını görmüştü. Bilhassa kapılarda nöbet bekleyen askerin, onun sarıklı başına esas duruşa geçerek selam durmalarına dikkat etmişti.
Hariciye dairesine tekrar gelişinde Mansur’u doğru Tercüman Bey’in odasına götürdüler. Odacı vasıtasıyla kır sakallı bir efendi çağırıldı.
“Beyefendi, kaleme memur buyurulmuştur. Yanınızda bir sandalye veriniz. Yalnız sizin nezaretiniz altında bulunacaktır. Haydi beraberce gidiniz beyefendi oğlumuz.” denildi.
Otuzdan fazla genç ve ihtiyar efendi ile dolmuş büyük bir odaya gittiler. Sakallı efendi, ayrı olarak köşede duran bir makam masasına oturdu. Mansur’a da bir sandalye gösterdi.
Çağrılan odacı vasıtasıyla sağ taraftaki sıra, yani çuha kaplı eskimiş büyük koltuklarla önlerindeki üstleri eğik masalar öteye doğru çekildi. Sakallı efendinin sağ tarafında açılan boşluğa dışarıdan bir koltuk ile masa geldi. Mansur’a:
“İşte yeriniz hazır! Yazı takımınızı yarın getiriniz. Şimdi bir kahve içip gidebilirsiniz.” dendi.
Mansur kahveyi reddettiği gibi sigara yapılmak üzere uzatılan teneke tütün tabakasını da kabul etmedi. Henüz alışmadığını söyledi.
İzin alıp gitmezden önce sağında, solundaki daire arkadaşları üzerinde bakışlarını gezdirdi. Gözlerinde azim ve metaneti, hâllerinde iş yapma arzusunu göremedikten başka, kendisine karşı kıskançlık ve öfke hissettiklerini de sezerek üzüldü.
Bu suretle Mansur hem Tıbbiye Mektebi’ne intisap etti hem de hariciyeye yerleşti.
Bir sene kadar bu hâl devam etti.
***Mansur’un mektepteki mevkisi birkaç ay içinde ehemmiyet kazandı. Nöbetçi doktorun beraberinde hastaları muayene ettiği sırada, nöbetçi doktorun verem dediği bir hastadan şüphelenerek hastayı muayeneden sonra ciğerlerinde su olduğunu anlattı.
Mansur bunu düşünmeksizin bir içgüdüyle söylemişti. Doktoru gücendirmiş olacağını hesaba katmamıştı.
En nazik damarından yaralanmış olan doktor ısrar edince, Mansur da haklı olduğunu ispat ve bilhassa hakikati müdafaa etmeye mecbur oldu. Mesele mektepçe bir “vaka” rengini aldı. Hastayı konsülte eden beş doktorun üçü Mansur’un doğru teşhis ettiğini gösterdi.
Günün birinde bir hastanın bacağını kesmeye karar vermişlerdi. Fakat yaranın kalçaya yakın olmasından dolayı ameliyattan sonra yine yaşayacağı umulmadığından nafile yere acı çektirilmemesi uygun görülüyordu. Mansur muayene ederek hastanın kendisine bırakılmasını istedi ve Avrupa’da henüz kullanılmaya başlanmış olan “Asit fenik” iğnesiyle kangrene yüz tutmuş yarayı iyi edip biçareyi ayağa kaldırdı.
İstanbul’un o vakit en meşhur doktorlarından sayılan Frenk Lakur devlet adamlarından birini bir ay tedavi ettikten sonra ümit olmadığı iddiasıyla elini çekmişti. Çaresizlikten ailesi mektep hocalarından bulunan komşuları Doktor Mehmet Efendi’ye koşmuşlar, Mehmet Efendi de Mansur’u konsültasyona getirmişti.
Mansur, ciğer üzerinde yara olduğunu ve ameliyatın yapılması için vakit kaybedilmemek gerektiğini söyledi.
Lakur’un sözü, kesin karar demekti. Ümidini kesişi, aileye sirayet etmişti. Bu bakımdan henüz bilinmeyen bu ağır ameliyata büyük bir korkuyla razı olundu. Göğüs delinip ciğer açıldı yaralar temizlendi. Hasta da iki hafta zarfında iyileşmeye yüz tuttu.
Vakanın ehemmiyetiyle beraber, zaten çocuğunun hastalığını annesine söyleyivermek derecesine varan Lakur’un terbiyesizliğinin yarattığı umumi nefret Mansur’un şöhretini mektep çevresinden yüksek tabaka çevrelerine çıkarmıştı.
Hastalardan baş alamamaya başladı. Seraskerlik, resmen askerliğe intisap etmesini teklif etti. Mektep idaresi de en mühim derslerden birini vermeye razı oldu.
Mansur, Hariciye’ye intisabı bahanesiyle askerlikten affını istedi. Cuma günleri saat bire kadar Hamidiye civarındaki eczanelerden birinde fakirlere parasız bakacağını ilan ettirdi. Vizitelerini sabahlara ayırdı. Birde daireye gider, beşte çıkardı. Geceleri odasında kendi işiyle meşgul olurdu.
İtibar sahibiydi, geçimini fazlasıyla temin etmişti. Herkesin teveccühünü kazanmıştı. İşte o vakit Sirkeci civarında kiralamış olduğu üç odalı evi büsbütün terk etmeksizin, doktorluğa yaramayan eşyasını, kitaplarını Şeyh Efendi’nin konağına naklederek mabeyin dairesinde sobalı salona bitişik bir odaya yerleştirdi.
İşte Mansur’un “harem odası” o oldu.
İsmail, selamlık odalarının birlikte kullanılmasını isteyerek muvafakat ettirdi.
Konakta hastaların kabul olunmadığını söylemeye hacet yoktur.
Bu durum, Salih Efendi’nin isteği üzerine olmamıştı. Mansur’dan memnun ve muvafakat edebilirdi. Müteşekkir olan efendi, belki kibrini yenip önce buna da Mansur kendiliğinden böyle hareket etmeyi uygun gördü.
Salih Efendi, mektepte hocalığın kabul edilmemesi için ısrar etmişken, Mansur yalnız pazar günleri verilmek üzere mektepte iki ders aldı. O da, gittikçe Mansur’un sevgisini kazanmaya başlamış olan Doktor Mehmet Efendi’nin ısrarı neticesiydi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Groznde Reu de Peroz.
2
Uludağ
3
‘‘Uyuşma’’ manasında olarak Paris’in en meşhur meydanlarından birinin adıdır.
4
Yunan mitolojisinde, karınca büyüklüğünde insan cücelerinin ismidir.
5
‘‘Ütopya’’ sözü, İngiliz flozoflarından Thomas More’un eserlerinden dolayı meşhur olup ilmî terimler sırasına geçmiş bir kelimedir. Gerçekleştirilmesi imkânsız tatlı hülyalar manasına gelir.



