bannerbanner
Turfanda mı Turfa mı?
Turfanda mı Turfa mı?

Полная версия

Turfanda mı Turfa mı?

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

“Ne vakit hareket edeceksiniz?”

“Gelecek haftanın postasıyla gideriz. Mübarek zatınızdan yol masrafını almaktan başka işimiz yoktur.”

“Peki. Fransız yüzde ona razı olmuyor mu?”

“Hayır Efendimiz. On beşi kendisinin, beşi de sadık kulunuzun olmak üzere yüzde yirmiden aşağıya razı olamam.” diyor.

“İki yüz elli bin liralık dava olduğunu anlattın mı? Yüzde beş hesabıyla yine adamı ihya edebiliriz.”

“Anlattım Efendim. Fakat fayda yok. Bir de kulunuza kalırsa, daha aşağı bir ücret teklif etmek tehlikelidir. Çünkü, Fransız bu ya! İhanet ederek öbür tarafa hizmet edebilir.

“Haydi, öyle olsun. … mutasarrıfından bir haber var mı? … naibine ne cevap verdin?”

“Naib Efendi’ye Efendimizin memnun olduğunuzu yazdım. Mutasarrıf Bey’den geçenlerde yağ ile gelen mektuplardan başka bir haber almadım.”

“Bir kaşık yağ yahut bir parmak bal ile beni kani olur zannetmesin. Vaadini tamamen yerine getirsin. Altı ay oldu. Koca bir mutasarrıf için beş yüz liranın bulunması o kadar güç bir şey miymiş? Sonra kendisi bilir. Bir daha kayırmadıktan başka semtime bile uğratmam, öylece yazıver. Paraya lüzum var dersin.

“Peki Efendimiz, işte Efendimiz, bizim sarrafın pusulası. Rusçuk’tan gelen parayı teslim ettim, pusulayı aldım. Malum Efendimiz, sarraf terbiyesiz bir adamdır. Kulunuza tuhaf bir şey söyledi. Dedi ki: ‘Efendimizin aylığı on beş bin, arpalığı da altı bin iken Efendimizin parası yıldan yıla bunların toplamından ziyade artmaktadır. Bu ne kadar bereketli paraymış?’ Kulunuz da, ‘Helal para böyle bereketli olur.’ ” dedim.

“Terbiyesiz herif! Ne vazifesi imiş? Başka bir cevap vermedin mi?”

“Efendimizin Cezayir’de epey gelirleri olduğunu da söyledim.”

“Peki. Söyle de edebini takınsın. Yoksa benim için sarraf kıtlığı yoktur. Salı günü gel de evrakı al. İkinize şimdilik üç yüz altın vereceğim, özel masraflarınız size ait olacaktır.”

“Aman Efendimiz…”

“Çok laf istemem. Keyfinize! Şimdi sen gidebilirsin. Benim de başka bir işim var.”

Sarmaşıkyan Efendi yuvarlanırcasına koşarak Efendi’nin eteklerine sarıldıktan sonra geri geri giderek ve durmadan temenna ederek çıktı gitti. Efendi minderden şilteye indi, yün takkesini çıkardı, elini şöylece uzatıp rast gelen kitabı aldı. “Tefsir-i Şerif” tesadüf etmişti.

İlk açılan sayfanın yukarısında gözüne “İnneke ente el’-azîz el-Kerîm” ayet-i kerimesi ilişti. Salih Efendi belki çok defa üzerinde derin derin düşünerek tefsirini ezberine aldığından olmalı ki, dikkatle durmaksızın sayfaları çabuk çabuk çevirmeye başladı.

Üstü başı temiz bir uşak gelip, aşağıya misafir geldiğini ve Efendi ile görüşmek istediğini haber verdiği vakit Salih Efendi büsbütün okumaya dalmış bulunuyordu. Böyle sıralarda misafiri kabul etmeyi pek de istemezdi. Bunun için uşağı sorguya çekmeye lüzum gördü:

“Misafir kimdir?”

“Şimdiye kadar gördüğüm insan değildir.”

“Sarıklı mı, fesli mi?”

“Feslidir. Hem de genç bir delikanlıdır.”

“Beni niçin görecekmiş? Kimin tarafından gelmiş? Söylemedi mi?”

“Hayır efendim; Hatta ismini sordum, onu da söylemedi. Mutlaka Efendiyi göreceğini söyledi.

“Haydi, meşgul olduğumu haber ver de, kimin tarafından ve niçin geldiğini sor, anla. Eğer mühim bir şey değilse yahut bir kayırma işi için geliyorsa defet, gitsin. Başka vakit gelsin.”

Aralık kalmış olan sofanın merdiven kapısı birdenbire açıldı. Gülümseyerek içeriye Mansur Bey girdi.

“Amcacığım, kayırılmak isteyenleri siz hep böyle mi kabul edersiniz? Gerçi izinsiz huzura çıkılmayan bir memleketten geliyorsam da memleket âdetlerini o memlekette bırakıp bulunulan memleketin usulüne uymayı da işin gereği bilirim. Fazla olarak çok özlememin de bu hususta epeyce yardımı oldu.”

Salih Efendi, kulağının alışmadığı bu “amcacığım” hitabını zaten işitmedi. Geleni de hiç tanıyamadı. Fakat serbest tavrından herhangi birisi olmadığını ve hitabı işitmiş bulunan uşağın saygılı bir şekilde çekilip yol verdiğini görerek elinde olmadan ayağa kalktı. Fakat şaşırmış olduğundan bir şey söylemedi, durdu. Bunun üzerine boynuna sarılmaya hazırlanmış bulunan Mansur Bey de şaşırıp kaldı.

“(sesi biraz değişmiş olduğu hâlde) Yoksa vücudumda kendinizi, neslinizi andırabilecek bir şey kalmamış mı? Fransa’dan geliyorum ama Frenk olarak değil zannederim.”

“Vay! Sen kardeşimin oğlu Mansur Bey misin? (yüzü heyecan ve sevinçle parlayarak) Sefa geldin evladım, hoş geldin. Gel seni kucaklayım, bağrıma basayım. Ha, işte öyle! Bak işte koca adam olmuşsun. Hâlbuki seni ilk defa görüyorum. Yazık bize!”

“Ne yapalım amcacığım, kaderimiz böyleymiş.”

“Evet kader! Biraz da bizim kusurlarımız.”

“Hayır efendim, kimseye kusur bulmayınız. Sadece kaderdir.”

Şeyh Efendi ısrar etmedi.

“Nasıl bizim kardeşimiz Ahmed el-Nasır ne yapıyor? Hâlâ general olamadı mı?”

“Haberim yok, efendim, doğru Fransa’dan geliyorum. Cezayir’e uğramadım.”

“Acayip! Demek buradan dönüp Cezayir’e gideceksin?”

“Hayır. Şimdiki hâlde Cezayir’e gitmek hesabımda yoktur, efendim.”

“Ey, bu hâlde?”

“Bu hâlde, hepimizin vatanı olan yüce hilafet merkezine sığınarak haddim olmadan padişaha sadık gayretli kullar arasında yaşayacağım.”

Salih Efendi ziyadesiyle hoşnut oldu. Ahmed el-Nasır’ın terbiyesi altında büyümüş olan Mansur’u doğrusu başka bir fikirde, başka bir temayülde göreceği zannındaydı. Sonra kendi kendine, “Zehra da aynı şekilde beni hayrette bırakmıştı.” dedi. Yine kendi kendine, “Hem öyle olacak değil mi? Damarlarındaki kan İbni Galib kanıdır.” dedi.

Bu sırada Mansur Bey, karşılıklı olarak asılmış Afrika ve Osmanlı İmparatorluğu haritalarına birkaç defa bakmıştı.

“Hiç olmazsa amcan Ahmed el-Nasır ile haberleşirdin ya?”

“Hayır, efendim. Yalnız iş olursa yazardım. O da yılda bir, nihayet iki kere.”

Mansur Bey’in Ahmed el-Nasır’dan bahsetmeye istekli olmadığı yüzünden belliydi. Şeyh Efendi, hatta kardeşine karşı Mansur’un bir çeşit içten düşmanlığı olduğunu da hissederek memnun olmuştu. Şu memnuniyetinin garaz ile iftihardan hangisinin eseri olduğunu anlamak güçtü.

“(yerine oturarak) Gel gözümün nuru, şuraya yanıma otur. Yahut şu mindere karşıma geç de seni iyice göreyim. Eğer alaturka minderden hoşlanmazsan şu koltuğu çeksinler de şuraya gel!”

“Amcacığım, arz etmiştim ya! Ben Frenk olarak gelmedim. En halis Osmanlı gözüyle bakabilirsiniz.”

Bu “Osmanlı” sözü her nedense, Salih Efendi’nin dikkatini çekti. Güya cevap olmak üzere:

“A, biz vatanımızın dilini bırakıp hâlâ Türkçe konuşuyoruz. Türkçedeki başarınızı gördük, beğendik. Şimdi de biraz, ana dilinizdeki maharetinizi görelim.”

“Ana dil” mi buyurdunuz? Annem Çerkez’di. Hatta Türkçeden başka doğru olarak bir lisan bildiği yoktu.”

“Ana dil”den maksadım annen değil, İbni Galiblerdi!”

“Daha iyi ya! İbni Galib çeşmesinin kaynağı yine Kütahya ovası değil mi? Hem de amcacığım, siz benden iyi bilirsiniz ki, İslam ülkelerinde kavim ve ırk meselelerinde o gibi ince hesaplara meydan verilemez.”

Salih Efendi’nin alnında birkaç damla ter belirdi. Çocuğun yanında küçük düştüğünü hissederek canı sıkıldı.

“(birdenbire) Amca Efendi! Sizin her vakit oturduğunuz yer o minder midir?”

“Evet. Niçin soruyorsun?”

“Bu haritaları mahsus mu böylece astırdınız?”

Zaten biraz kendini kaybetmiş bulunan Salih Efendi, daha ziyade müteessir olarak birden cevap veremedi.

“Haritalarda sanki ne var?”

“Cezayir’i arkanıza alıp yüzünüzü Rumeli ile Anadolu’ya çevirmişsiniz.”

Salih Efendi âdeta sıkıldı ve kızardı. Münasip bir cevap da bulamadı. Bunu gören Mansur Bey derde deva olabilmek üzere dedi ki:

“Gelen misafirlere yalandan bir gösteriş değil, ciddi bir karar olduğunu ağzınızdan işiterek anlamak istiyorum. Çünkü o suretle ben de yolumda tek başıma olmadığımı, sevgili amcamın izinden gittiğimi bilmekle iftihar duymuş olacağım.”

Salih Efendi, içinde, sadece iftihardan ibaret olmayan birtakım duygularla Mansur Bey’in adi sıra takımından olmadığını anladı.

İbni Galibler yıkıntısından her nasılsa çıkmış bulunan bu Mansur direğini kendi hayalinde kurduğu binaların dayanıklılığını arttırmak için iyi kullanmaktaki yararları keşfetti.

“(sözü değiştirerek) Ne vakit geldin? Niçin geleceğini bana haber vermedin?”

“Geleceğimin ne ehemmiyeti olabilir ki sizi rahatsız etmeye lüzum görülsün? Dünkü posta ile geldim.”

“Şimdiye kadar nerede kaldın?”

“Vapurdan Beyoğlu’ndaki otellerin birine gitmiştim. Şimdi doğru oradan geldim.”

“Ne kadar ayıp etmişsin! Hiç Beyoğlu otellerine gidilir mi?

“Gerçi hakkınız var. Ben de hiç beğenmedim. Hatta niyetim, şimdi dönüşümde İstanbul tarafında uygun bir iki odalı yer bularak hemen yerleşmektir.”

“(hayret ederek) Beraberinde bir kimsen var mı?”

“Hayır, yapayalnızım.”

“(hayretini arttırarak) Benim gibi bir amcan ve dairesi dururken Beyoğlu otellerinde, İstanbul bekâr odalarında oturmak ne demektir? Anlayamıyorum.”

“Bunda anlaşılmayacak ne var? Evvela bir kimseye yük olmaktan kaçınmak, ikincisi geçim dünyasına, yardım ve himaye kanadı olmaksızın girerek tecrübe sahibi olmak arzusundayım. Bunlar tabii hareketler değil midir?”

“Ciddi mi söylüyorsun, yoksa şaka mı ediyorsun?”

“Ciddi, hem de pek ciddi olarak söylüyorum.”

Salih Efendi (bir müddet düşündükten sonra) “Yok, yok oğlum. Şaka ettiğine şüphe yok! Fakat kimsenin yanında sakın söyleme, seni ayıplarlar.”

“Niçin?”

“Artık bunun ‘niçin’i bile fazladır.”

“Gerçekten, Amca Efendi, buna ben karar vermiş bulunuyorum. Kararımdan dönmek pek de âdetim değildir.”

Salih Efendi’nin yüzünü hakikaten dehşet kapladı.

“Ne demek? Yirmi yaşında bir İbni Galib, yalnız olarak İstanbul’a gelsin de kıyıda köşede sürünsün! Diğer taraftan Cezayir’in en adi bir fakiri için konağımda yer bulunsun! Bu olur şey midir?”

Şeyh Efendi, bunun büyük bir rezalet sırasına geçeceğini ve kendisiyle sülalesinin haysiyet ve itibarını zedeleyeceğini ifade ve izah etti.

“Amca Efendi! Lala, hami, baba veya bunlara benzer bir kimsenin yardım ve himayesi altında bulunanların hayat tecrübeleri pek eksik olur. Yatılı okul da aynen böyledir. Tam insan olmak arzusunda bulunanlar yaşamak denilen mücadelenin acı ve tatlı tecrübelerinden hisselerini almalıdırlar. Açlık ve çıplaklık âlemini öğrensinler ki, tokluklarının da kadrini bilsinler.”

Yaşım yirmi, oldukça tahsilim var, fazla olarak doktorluk gibi bir meslek de elimdedir. Bugünden itibaren kendimi hiçbir paraya malik olmayan bir kimsesiz sayarak kendi çalışma ve gayretimle bir mevki kazanmaya çabalamak istiyorum. Aç ve muhtaç kalabilirim, öyle bir günde dayanma gücüm elden gidip size başvuracak olursam, edebileceğiniz en büyük iyilik şüphesiz kapı dışarı kovmaktır.

“Oğlum, fikrin pek yanlış. Haydi, doğru diyelim! Fakat ben buna razı olursam âlem bana ne der?”

“Amca Efendi, siz de başkaları gibi bencilliğe kapılıyorsunuz. Seçtiğim yolun bana faydası olacağı inkâr edilemez. Siz ise faydam yönünü unutarak, meseleyi, yalnız hakkınızda âlemin ne diyeceği noktasından düşünüyorsunuz. Yani siz beni değil, kendinizi gözetmek istiyorsunuz.”

“(Salih Efendi’nin canının sıkıldığını görerek) Amca Efendi! Sakın bu samimi ve iyi niyetli sözlerime gücenmeyiniz. Siz babam yerinde bir amcam olduktan başka, zamanın da en sayılı büyüklerinden bulunuyorsunuz. Vicdanıma nasıl hitap edersem, size de öylece kalbimi açık tutmak isterim.”

Şeyh Salih Efendi, gerçekten mustarip oldu. Başını Haliç’e doğru çevirip bir müddet düşündü. Güya bir ilham gelmiş gibi dedi ki:

“Bu garip hareketle yalnız kendini nafile yere yormuş olacaksın. Senin servet sahibi olduğunu herkes bilir. Alnının teriyle geçinme imkânı kazanmak istediğine kimse ihtimal vermez. Yalnız benim alçaklığıma verir. Seni yine miras geliriyle geçinir bileceklerdir.”

“Kim bilecek? Şu, bu değil mi? Varsın istediği gibi bilsin. Hareketimi şunun bunun bileceğine, diyeceğine göre ayarlamıyorum. Vicdanınım hükmü onu icap ettiriyor.”

Diğer taraftan bugün benim babadan yahut başka taraftan kalmış bir kuruş gelire malik olmadığım malumdur.

“(hayret göstererek) O ne demek? Babanın hissesi ile Fransa hükûmetinden tahsis edilmiş olan maaş, servet ve gelir değil mi?”

“Babamdan kalma hisseden benim haberim yoktur. Bu hususta yanlışınız olmalı. Fransa hükûmetinden tahsis edilmiş maaşa gelince, onun varlığı hakkında pek küçükken birkaç söz işitmiş, lakin ne olduğunu kavrayamamıştım. Sonra okulda onu düşünmeye bir münasebet bulamadım. Altı ay evvel ilerideki mesleğim hakkında bir karar vermek üzereyken zihnime takıldı. Amcama yazdım. Esasını anladım. Benim için yalnız az bir miktarı harcanıyormuş. Annemin öldüğü günden beri alınan paranın Fransa hazinesine iadesini ve mevcut para buna yetmezse, başka nem varsa satıp eklemesini ve şayet yine borçlu kalırsam geri kalanını da kısım kısım ödemeye çalışacağımı yazmıştım.

“Ne cevap aldın?”

“Gelen cevap, alacaklı değilsem bile borçlu da olmadığımı ve istediğim şekilde, işe bitmiş gözüyle bakabileceğimi bildiriyordu.”

“(nefret taşan bir hiddetle) Mektubu sende mi?”

“Evrakım arasında olmalı.”

“Onu bana sonra getiriver.”

“Ne yapacaksınız?”

“Hiç. Bir kere göreceğim.”

“Bakınız Amca Efendi! Ben hiçbir kimseye borçlu olmak istemem, hatta amcalarıma. Fakat amcamdan alacağım kalırsa, ne kadar fazla olursa olsun, âleme karşı kendisini küçük düşürmek pahasına onu hak etmeyi de kabul edemem.”

Salih Efendi sesini çıkarmadı fakat mektubu bir kere görmek üzere getirmesini tekrar etti. Fakat kalbinde, kardeşinin yeltendiği hareketten dolayı büyük bir üzüntü hissetmişti.

“İbni Galiblerden hiç böyle bir soysuz çıktığı yoktu. Nasıl oldu da bu alçak içimizde yetişti?” diyerek içinden söyleniyordu.

Gözleri Mansur’un güzel vücut yapısına tesadüf etti.

“İşte bu da İbni Galib! Ne kadar fark var!” dedi. Bu sırada bakışında belki iftihar ifadesi görülebilirdi. Fakat iftihardan başka bir şey olduğu da aşikârdı. Yine Mansur’a bakmaya devam ederek:

“Bu bir kuvvettir. Hem de herhangi bir kuvvet değil. Bunu mutlaka elde etmek lazımdır.” diyordu.

Salih Efendi ayağa kalktı. Mansur Bey’i kolundan tutarak:

“Seni içeriye götüreyim, annen ve kız kardeşlerin ile görüştüreyim.” dedi.

Mansur elinde olmayarak kızardı, amcasının yüzüne baktı.

“Ne kızarıyorsun? Ben senin baban değil miyim? Ben baban olunca karım da annen demektir, kızım da kız kardeşin… Zehra ile sen zaten beraber büyümüşsün…”

Mansur daha beter bozuldu. Kendisinden utandığı Zehra buradaymış! Şimdi yüz yüze gelmiş olacak!

Salih Efendi söze devam ederek dedi ki:

“Üstelik sen hekimsin. Doktorun hareme girip çıkması, şehir âdetlerine göre uygunsuz düşmez.”

Mansur sesini çıkarmadı ve amcasıyla beraber mabeyin kapıya doğru yürüdü.

Hemen o sırada sofanın öbür tarafında bulunan mabeyin kapısı -yani sofa dairesine gidilen kapı- açıldı. Aşağı yukarı yirmi beş yaşında, uzun boylu, zarif bir delikanlı sofaya çıktı.

Salih Efendi sevinerek durdu ve:

“İsmail, gel kardeşini kucakla!” dedi.

İsmail Bey ile Mansur’un aralarında birkaç kere mektuplaşma olmuş, resimler gönderilip alınmıştı. Birbirlerini tanıdılar, samimiyetle, sevgiyle kucaklaşıp öpüştüler.

Salih Efendi:

“İsmail, baksana ne diyor? Otelde, han köşesinde oturacağım, size gelmeyeceğim” diyor.

İsmail Bey:

“Hiç öyle şey mi olur? Mansur Bey şaka etmiştir, öyle değil mi kardeşim?”

Mansur sesini çıkarmadı.

Üçü birlikte kütüphane tarafından harem dairesine doğru yürüdüler. Efendi’nin büyük bir dikkatle kütüphanenin iki kapısını da cebinden çıkardığı büyücek bir anahtarla açması ve tekrar kilitlemesi Mansur’un gözünden kaçmadı.

Efendi’nin bu hareketi, hareme karşı haysiyet kırıcı bir emniyetsizlik gibi geldi. Lakin hemen Şeyh Efendi’nin kitap ve değerli eser merakıyla iyiye yordu.

Harem sofasına gelince Efendi:

“Siz burada biraz eğlenin.” diyerek yalnızca bir kapıdan içeriye girdi.

Yalnız kalınca İsmail Bey Mansur’u kolundan tutup pencerenin önüne götürdü ve elini yakalayarak bir saniye kadar yüzüne, gözüne samimiyetle, sevgiyle baktı.

“Ne kadar memnun olduğumu bilsen, kardeşim! Ne iyi ettin de geldin. Ben seni Türkçe bilmez bir Arap zannederdim. Sen ise halis İstanbullu gibi konuşuyorsun, hem hâl ve tavrın da seni taşralı gibi göstermiyor. Nasıl oldu da buna muvaffak oldun?”

“Annem yalnız Türkçe konuşurdu. Bir de hemşehrilerle görüşürdüm.”

“Hangi hemşehriler?”

“Hangi hemşehriler olacak? İstanbullu, taşralı Türk, Osmanlılar.”

“A! Demek ki sen kendini Türk ve Osmanlı biliyorsun. Çoktan mı?”

“Kendimi bildiğim günden beri.”

“Bak Mansur Bey! Buna da pek memnun oldum. Fakat babama söyleme. O haz etmez. O kendini hâlâ “İbni Galib” zannediyor. Hatta birkaç kere itiraz ederek gücendirdim bile.”

İsmail Bey’in konuşması ve hâli Mansur Bey’de iyi bir tesir uyandırmıştı. Mansur buna pek sevindi.

Gittiği kapıdan geri gelen Efendi, “Buyurun evladım.” diyerek yine önde yürüdü.

Üçü birlikte önce bir odaya, odadan binanın iç tarafındaki pencereden aydınlık alan aralığa dönerek bir iki kapalı kapının önünden geçtikten sonra, karşılarına gelip bir halayık tarafından hususi surette perdesi kaldırılmış olan diğer bir kapıdan içeriye girdiler. O da büyük bir sofaydı.

Sofanın bir kenarında biri minderde, diğer ikisi biraz uzağında sandalyede olmak üzere üç kadın oturuyordu ki erkekler girince hemen ayağa kalktılar. Mansur, yüzlerine dikkat etmeye vakit bulamadı.

Salih Efendi:

“İşte yirmi sene sonra kavuştuğumuz oğlumuz Mansur Bey.” diyerek Mansur’u minderdeki karısının yanına kadar götürdü.

Mansur nasıl hareket edeceğini önceden düşünmemişti. Hatırına birden çocukken el öptüğü geldi. Hanımefendi’nin elini öpmek istedi. Hanımefendi ise elini çekerek Efendi’nin yüzüne baktı.

Efendi:

“Elini versene! Evladın değil mi? Elbette elini öpecek. Sen de kucakla da mukabele et.”

Hanımefendi itaat etti. Fakat bu oyun oyuncular tarafından ustalıkla oynanamadı. Oyuncular acemiydiler. Daha doğrusu, her iki taraf için oyun yeni, ilk oyundu. Acemiliklerini kendileri de anladılar. Gerek Hanımefendi, gerek Mansur utanarak kızardılar. Hatta Mansur bu sırada eteğine doğru gelmiş olan Sabiha ile Zehra Hanımlara bir “Estağfurullah” ile olsun karşılık verememiş ve alafranga baş eğerken kuru bir temenna ile yetinmişti. O bile biraz geç kalmıştı.

Hanımefendi:

“(Arap çocuğu olduğunu belli eder bir telaffuzla) Sefa geldiniz, evladım. Biraz geç görüştükse de İsmail’inkinin yanı başında sizin için de kalbimde yer hazır olduğunu hatırınızda sıkı tutunuz. Belki de size söylenmiştir; annenizi pek severdim. Sizi de seveceğimi biliniz.”

“İltifatınıza teşekkür ederim, efendim. Evet, annem her zaman sizin ve Amca Efendi’nin teveccühlerini ve faziletlerinizi söylerdi. Hatta iki ay daha ömrü vefa etmiş olsaydı, on sene önce bizi yanınızda görecektiniz. Teveccühünüzü şimdi ben de gözümle görüyorum. Bendeniz de İsmail Beyefendi kadar olmazsam bile sevginizi kaybetmemek için gereken davranışlardan pek geri kalmamaya gayret ederim.”

Salih Efendi’nin yüzünü sevinç kapladı. Gözleri parladı. Kendi kendine dedi ki:

“Acayip şeydir. Kadınlarda bilinmeyen bir tesir kuvveti var. Nasihatlerime karşı çelik gibi görünen Mansur, gönül alıcı bir sözü üzerine balmumu gibi yumuşadı. Kadınların yanında Mansur pek mahcup oluyor. Vicdan temizliğine işarettir. Buna da şükür olunur…”

İsmail Bey:

“Mansur beni kıskandırmaktan sakın ha! Zira annemi pek severim.”

Sabiha Hanım:

“Ya ben? Beni hesaba koymuyor musunuz?”

Mansur kendisinin hesaba konulmasını hatırlatan pehlivana dönüp baktı.

Gençlik, güzellik parıltılarına boğulmuş melek çehreli bir genç kız göründü.

Kusursuz beyaz yüz, dudaklarının uçları nazlıca yukarıya kıvrılmış küçük pembe ağız, siyah göz, iri göğüs, ince bel, mini mini eller, süslü ve pahalı tuvalet, kısaca fistanı altından beyaz iskarpin içinde görünen küçük ayaklar, hepsi güzel bir tesir uyandırıyordu.

Mansur biraz şaşırdı. Bir şey söyleyemedi. Fakat gözünü yüzünden alamadı. Sabiha Hanım’ın siyah göz ile tuhaf bir tezat teşkil etmiş olan açık sarı kaşlarına dikkat etmişti. Hatta baş örtüsünün inceliği dolayısıyla altındaki saçın da kaşı renginde olduğu fark edilebilirdi.

Gözüne bakarken bakışları karşılaştı. Sabiha Hanım gözünü çabuk indirdi. İffet vazifesi onu gerektiriyorduysa da Mansur bundan hoşnut olmadı.

Gözünün bakışından zekâ kuvvetini ve karakter sağlamlığını gösteren bir ifade yoktu. Bilakis “İşte ben böyle güzelim.” der gibi bir gurur görünüyordu.

Sabiha Hanım değil, hatta baba ve annesi bile Mansur’un zihninden hangi ince düşüncelerin geçtiğini keşfedemediler. Hepsi Sabiha’nın Mansur’da büyük bir tesir yarattığına hükmettiler. Bu hüküm, Efendi’nin ekmeğine yağ demekti. Diğer anneler gibi kızını bir gün evvel ev bark sahibi etmeyi ilk iş sayan Hanımefendi de bu hususta kocasına içinden katıldı. İsmail Bey ise bir anda Mansur’u sevivermişti.”

Hepsinin düşüncelerini üzerinde toplayan Sabiha’nın kalbinden ne geçtiği pek belli değildi. Başka bir fikir geçip geçmediğini biz de bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da genç, yakışıklı Mansur’un kendi güzelliğine hayran kalmasından dolayı Sabiha’nın duyduğu zafer lezzetinden ibarettir. Sabiha buna pek sevindi.

Yalnız bir kişi, herkesten ziyade önündeki manzaranın en ince gölgelerini bile keşfetmeye muvaffak olmuştu. O da hâlâ kenarda duran Zehra idi.

Zehra, ömrü boyunca Mansur’u birçok defa hayallerinin dünyasına dahil etmişti. Gerçi hatırlama şekli Mansurca pek arzu edilir bir şey değildi. Çünkü her vakit Mansur’un hayalini Zehra’nın düşünce âlemine sevk eden kuvvet, hırs ve düşmanlıktan başka bir şey değildi.

Fakat –belki zihninde bu kadar yer etmesinden dolayı olmalıydı ki– Mansur, herkesten çok Zehra için dikkat çekici oldu. Zehra, Mansur’u iyi görmeye hazır değildi. Tersine ne kadar fena ve aşağı görmüş olsa o kadar memnun olacaktı. Zira hâlâ mevcut olan çocukluk rekabeti buna sebepti.

Zehra, vaktiyle mecburi ayrılıktan sonra, tekrar karşılaşmaları hâlinde düşmanının önünde küçük düşmemek kesin azmiyle kendisini silahlandırmaktan bir an geri kalmamıştı. Karşılaştıkları esnada kendisini Mansur’dan ne kadar büyük görürse, kalbinde o kadar bir haz, bir zafer şanı hissedecekti.

O karşılaşmayı kader şimdiye kadar geciktirmişti.

Bu gibi duygulara kapılmış olan Zehra, salona girerken Mansur’u görünce yüzünde memnuniyet hasıl edemedi. Aksine siyah kaşları hafifçe çatıldı, alnını sanki bir duman bürüdü. Çünkü ilk bakışta Mansur’u her bir tahminin üstünde büyük ve şanlı gördü!

Ah bu Mansur! Bu o mükemmel kızın kibir ve vakarının yine her vakit önüne dikiliyordu!

Mansur, Hanımefendi ile görüşürken şaşaladığı ve kendisiyle Sabiha’nın nazik tavırlarına karşılık vermekte kusur ettiği vakit, Zehra’nın yüreğine sanki biraz su serpildi. Bencilliği, “Kabuğu parlak ise de galiba içi koftur.” demek istedi.

Fakat her nedense Sabiha’nın serbestçe söze karışması üzerine Mansur’un hayran gözlerini onun güzelliğine çevirdiğini görünce, yüreğinde meçhul bir ıstırap hissetti. Bütün dikkatini Mansur’un yüzüne vermiş bulunan Zehra, en sonra Mansur’un hayranlık bürümüş yüzünde aksine bir değişme gördüğü vakit, yüreğindeki ıstırap hissi kayboldu. Yüreği bundan hazzetti. Lakin Mansur’un Sabiha gibi en parlak bir yıldıza bile aldanmaya hiç meydan vermemiş olan zekâsını görünce ruhundaki kıskançlık yeniden gıcıklandı.

Tam bu sıradaydı ki, herkesi sarmış olan garip sükûta nihayet vermek üzere İsmail Bey:

“Zehra Hanım! Hani ya, sen “Mansur Beyefendi ile beraber büyüdüm, okudum.” diyordun? Sende çocukluk ve hele ders arkadaşlığı hâline benzer henüz bir şey göremedik. (gülerek) Boynuna sarılmalı değil mi?” demişti.

Zehra’nın vücudu görünmez bir titreme içinde kaldı. Mansur’un gözü ise Zehra’yı yalnız şimdi gördü.

Zehra, Sabiha’dan biraz irice yapılı fakat fevkalade tenasübe sahipti. Sabiha’ya latif, nazik, güzel diyecek bir kalemin Zehra’ya da güzel hem de pek güzel diyeceği şüphesizdi. Lakin güzellikte incelik değil, aksine vakar ve ağırbaşlılık vardı. Can yakıcı, göz kamaştırıcı, saygı duygusu uyandırıcı bir güzelliğe malikti.

Üzerinde güzelliğini göstermeye özendiğini ilan eden hiçbir alamet yoktu. Düz renkli ince bir yünlüden yere kadar uzun elbisesi ve kalın baş örtüsü ile ilk bakışta pek sade görünebilirdi. Lakin güzelliği ve cazibesi bu sadelik içinde daha ziyade kendisini göstermekteydi.

Uzunca ela gözleri, kömür gibi uzun kirpiklerinin arasından vicdan temizliğine mahsus bir safiyeti, azim ve zekâyı gösterir bir metanetle ta kalbe nüfuz edercesine pırıl pırıl parlıyordu.

Kendisine mahcup olduğu bu güzel varlığın önünde kendini affettirme arzusu Mansur Bey’de pek şiddetliydi. Şimdi, işte gözü önünde duruyordu. O garip, huysuz ilkbahar şimdi göz kamaştırıcı zengin bir yaza dönmüştü. İşte fırsattır. Kendini affettirmeli. Kabahatinin yüreğinde açtığı yarayı işaretle af ve merhametine layık olduğunu göstermeli!

На страницу:
4 из 5