bannerbanner
Turfanda mı Turfa mı?
Turfanda mı Turfa mı?

Полная версия

Turfanda mı Turfa mı?

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 5

Ya Salih amcamız yüzümüze bakmaz da sokak ortasında kalırsak?

Kendi ne ise, ya annesi? Mansur buna razı olamıyordu.

“Yüzbaşı, tahsil eden aç kalmaz.” dedi. “Tahsilimi bitirdikten sonra annemi alıp gidiveririm.” diyerek kendini teselli etmişti.

Birkaç gün sonra aynı subaya rastgelen Mansur, doğruca gidip kaç senede tahsilini tamamlayabileceğini sormuştu. Yüzbaşı da birçok boş şakadan sonra iyice çalıştığı takdirde yedi sene lise, üç sene de üniversite olmak üzere on sene zarfında tahsilini tamamlayacağını söylemişti.

Yüzbaşıdan ayrıldıktan sonra Mansur:

“On sene daha okumak! Ah ne kadar çoktur! Annem o vakte kadar beni bekleyecek mi?” diyerek ümitsizce hayıflanmıştı.

Biçarenin annesi on sene daha beklemedikten başka, hatta bir ay olsun kendisini bekleyemeyip kara toprak altına girmiş, kendisini kimsesiz bırakmıştı.

Mansur Bey akan gözyaşlarını silmek için yattığı yerden eliyle mendilini aradı. Karanlıkta mendili bulamayınca karyoladan kalkıp bir mum yaktı.

Artık tekrar yatağa girmedi. Odada gezinerek yine hayalinde hayat macerasını takip etmeye devam etti.

Annesinin vefatından sonra artık amcasının evinde duramaz olmuştu. Amcasından gördüğü azarlama kafasında büyük bir yer tutmuş olduğundan İstanbul’u ağzına almaya cesaret edememişti. Tahsil bahanesiyle Fransa’ya gitmek, orada ne vakit fırsat bulursa İstanbul’a göç etmek üzere zihninde karar vererek Fransa okullarına girmek için yüzbaşı vasıtasıyla amcasından müsaade istemişti. Amcası da, derste kendi çocuklarını geçmiş olmasından zaten mustarip bulunduğu için pek de itiraz etmemişti.

Yüzbaşının uygun görmesiyle devlet okuluna girmezden evvel Marsilya’da bulunan tanınmış hususi bir pansiyona verilmişti. Kendisine akran yirmi beş çocukla beraber Mansur bu pansiyonda altı sene oturmuş, kendisini adamlar sırasına koyacak bir kültür kıyafetini giyinmişti.

İstanbul’a kaçmak için fırsat gözeten Mansur, tahsilde ilerledikçe kültürün değerini takdir ederek tamamlamaya karar vermişti.

Pek çok çalışırdı. Fakat asıl vazifesi olan derslere günde iki saatten ziyade vakit ayırmazdı.

Yaşı ilerledikçe kitap okumaya merakı derecesiz artmıştı. Bütün geçinme masrafları pansiyona verilen ücret dahilinde bulunduğu için amcasından her ay gelmekte olan on Napolyon altınını hemen hemen kitap satın almaya verirdi. Başka bir merakı, başka bir eğlencesi yoktu. Yalnız gazete okumak merakı pek şiddetli idiyse de pansiyona gazetenin sokulması yasak olduğu için vakit bulamazdı.

Pazar günleri gezmek için verilen altı saatlik izin müddetini tamamen kıraathanede gazeteleri okumakla geçirirdi. Kıraathaneci Mansur Bey’i öğrenmiş olduğundan bir haftalık “Debats” ile “Independance Belge”i istenmeden hemen önüne koyardı. Hatta Mansur’un parasıyla bir aralık “Ruznâme-i Cerîde-i Havadis”e bile abone olmuştu.

Mansur bunları okur, Memalik-i Şâhâne (Osmanlı İmparatorluğu) ile diğer İslam ülkelerinden bahseden yazıları gayet dikkatle tekrar gözden geçirirdi. Bazen parasını verip gazete nüshalarından birini, ikisini alır ve kendisince lüzumlu olan yanların bulunduğu sütunları kesip cebinde saklardı.

Geceleri herkes yattıktan sonra Mansur, kesilmiş yazıları sandığından çıkarıp tekrar gözden geçirir, bazen birtakım işaretlerle düşüncelerini sayfa kenarına not ederdi.

Birçok müddet pansiyonun müdür ve muavinleriyle ziyadesiyle hoş geçinerek kendisini sevdirmişti.

Sınıfın birincisiydi. Uslu, edepli, davranışlarında nazikti. Daha ne ister?

Fakat bir iki vaka itibarını düşürmemekle beraber sevgi yerine, saygıyla karışık bir çekinme hasıl etmişti.

Önce bir mum meselesi müdür ile arasında soğukluk doğmasına sebep olmuştu. Müslümanlığına, beyzadeliğine saygı duyularak kendisine ayrıca oda verilmişti. Okumaya dalan Mansur, bazen sabahlara kadar yatağa girmezdi. Arkadaşlarının odalarından sabahları mumlar hemen bütün olarak çıktığı hâlde, Mansur Bey’in mumları hemen hemen bitmiş bulunurdu. Okul müdürü bundan hoşlanmayıp okulun disiplini bahanesiyle erkence yatmak lüzumunu öne sürmüştü. Mansur abdest, namaz, ders çalışma vesaireden bahisle mazeretini söylemişti. Müdür buna inanmadığından, mumları kendi parasıyla alacağını ve buna da müsaade olunmadığı takdirde okuldan çıkmaya mecbur olacağını bildiren Mansur, gece okumalarına devam etmeye muvaffak olmuştu.

Bir gün mektebin bahçesinde otururken, yanından mubassır geçmişti. Müdür, muavin, mubassır önlerinden geçerken çocuklar için ayağa kalkmak usuldendi. Mansur kalkmamıştı. Kalkmaması, konulan usule uymak istememesinden değildi. Mansur, bazen düşünceye daldığı vakit gözü bakar fakat görmez, kulağı da kolayca işitmez olurdu.

Hatta bazı muzip arkadaşları öyle bir dakikada “Mansur, Mansur” diye önce yavaşça, sonra hızlı çağırırlar ve gülerler de yine Mansur’un haberi olmazdı. Yalnız vücuduna bir şey dokunursa güya uykudan uyanıyormuş gibi birden kendini toplardı.

Mubassırın önünden geçmesi böyle bir dakikaya rast gelmişti. Aksine mubassır da yeni gelmiş olup vazifeşinaslığını göstermeye fırsat aramaktaydı. Mansur Bey’in hâl ve tavrını henüz öğrenememişti.

Mubassır, Mansur’un üzerine dönüp azarlamıştı.

Mansur:

“(ayağa kalkarak hürmet ve nezaketle) Affedersiniz Mösyö! Hakikaten sizi görmedim.”

“Yalandır! Görmüşken mahsus kalkmadınız.”

“Ben yalan söylemem!”

“Doğru söylemeyi git de tevkifhanede öğren, terbiyesiz!”

Mansur birinci defa olarak işittiği bu “tevkifhane” ve “terbiyesiz” sözlerinden yıldırım isabet etmişe dönmüştü.

“(büyük bir hiddetle) Tevkifhaneye demiştim, işitmediniz mi?”

“(benzi kül gibi olarak) Haksız yere tevkifhaneye gidemem.”

“Şimdi nasıl gideceğini görürsün, hayvan!”

“(kendini kaybederek) Asıl söz anlamaz hayvan sensin, terbiyesiz herif! İşte götür göreyim.” diyerek iskemle üzerine oturuvermişti.

Mubassır elini Mansur’un kulağına götürmek istemişti. Mansur kulağını eliyle “sertçe” korumuştu. Mubassır tutup sürüklemeyi kurmuşken, Mansur’u mıh gibi yerinde saplanmış bularak kımıldatmaya muvaffak olamamıştı.

Arkadaşları toplanmış, iş büyümüş, hatta müdür ve hademeler bahçeye inmişlerdi.

Mubassırın tek taraflı şikâyeti üzerine müdür, hademelere hitap ederek, hâlâ iskemle üzerinde güya pervasız oturmakta bulunan Mansur’u kaldırıp zorla tevfikhaneye götürmelerini emretmişti. Üç hademe koşup koltuklarından kaldırdıkları vakit Mansur’un başı arkaya doğru omzuna düşmüştü. Hiddetinden kaskatı kesilen Mansur bayılmıştı!

Hasılı Mansur’u tevkifhaneye götürememişlerdi!

Ya Mansur’u ya mubassırı kovmak lazımdı. Müdür kabahati mubassıra yükleyerek onu kovmak ve bir daha mubassıra karşı gelme yolunda –velev ki haklı olarak– söz söylememek üzere Mansur’a sıkı tembihte bulunmak suretiyle meseleyi halletmeyi uygun görmüştü.

İşte bu iki vaka Mansur Bey’i mektepte güç bir durumda bırakmıştı. İdare memurunun bundan sonra Mansur hakkındaki muameleleri tehlikeli bir madde hakkında lazım olan muameleye benzerdi. Mansur da nezaketinden kusur olmadığı için keder etmezdi.

Ya mektep arkadaşları?

Onlar Mansur’u nasıl kabul etmişlerdi?

Mansur şahsen yakışıklı ve çekiciydi. Bunun için önceleri tereddütsüz kendisine yakınlık ve sevgi göstererek laubalice görüşmeye başlamışlardı. Fakat nezaket ve hürmet dairesinin birazcık dışına çıkan bir iki arkadaşının parmakları hızlıca yandığından uzak dururlardı.

Dersçe ve oyunca geri bulunanlar, himayesinden emin olarak samimiyet göstermişlerdi. Dersçe başarılı olanlar ile yaramazlar ise Mansur’a emelleri önünde en büyük bir engel gözüyle bakarak kıskançlık beslerler ve kendisiyle temastan kaçınırlardı.

Yalnız arkadaşlarından biri, yani Henri, (Duplesse) kendi itibar ve haysiyetini oldukça muhafaza ederek yakın bir dostluk ve münasebet kurmaya muvaffak olmuştu. Mansur, Henri’yi kabiliyetli, vakarlı, doğru yürekli olduğu için cidden sever ve hürmet ederdi, öteki de büyük bir iftiharla hemen karşılık göstermişti.

Hatta Mansur ile Henri oyun ve jimnastik esnasında birbirlerine karşı birçok şaka ederek gülüşürlerdi. Şakaları çok defa karşılıklı keskin sözler söylemekten ibaret kalırdı.

Bir gün bahçede otururlarken arkadaşlarından biri düşüncelere dalmış olduğu görülen Mansur’un alnını yoklayarak:

“Lakin Mansur! Alnın ne kadar büyüktür. Ona bakarken ‘place de la Concord’3 diyeceğim geliyor!” demişti. Çocuklar gülüştüler.

Mansur:

“O hâlde kendine de Pigma4 demelisin!”

Kahkahalarla gülen Henri de:

“Bana kalırsa ‘Place de le Concorde’ değil, ‘Place de L’Utopie’5 dedi.

Çocuklar daha beter güldüler. Mansur bile gülmekten kendini alamadı.

“A, bravo, bravo! Tabir, bizim ‘Büyük Sahra Filozofu’nun bile hoşuna gitti.”

“Evet, Henri pek güzel söyledi. ‘Ütopya Meydanı’dır.” diyerek tekrar ettiler.

O günden itibaren Mansur’un “Büyük Sahra Filozofu” lakabına “Ütopist” lakabı da ilave olunmuştu.

Mansur, İslamcı temayülleriyle beraber Osmanlıcı temayüllere kapılmış olduğunu bir türlü arkadaşlarından saklayamamıştı. Bunun için de “paşa olmak istiyorsun” yolunda az sataşma yapılmamıştı.

Fakat dedik ya, alay ve sataşmalar hiçbir vakitte belli bir ölçüyü aşamazdı. Çünkü lüzumundan fazla uzamaya heveslenmiş olan dili, Mansur yalnız şiddetli bir bakışla yutturuyordu.

Bu suretle altı sene beraberce geçmişti. Mansur üniversiteye girmek için lazım olan diplomayı almak üzere bulunuyordu. Fakat hangi bölümü seçeceği hakkında henüz kesin bir karar verdiği yoktu.

Bu hususta bir gün Henri’ye danışmıştı. Henri, kendisinin tıp fakültesine girip doktor olmak arzusunda bulunduğunu, lakin babasının politeknik okulu için ısrar ettiğini söylemişti. Zaten Mansur da Paris Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’ne girmek istiyordu.

“Doktor her memleket, her cemiyet için yararlı bir insan olabilir.” diyordu.

Henri’nin de tıbbı tercih ettiğini görünce artık tereddüt etmeye lüzum görmemişti.

Mansur, politikaya düşkündü. Lakin politikacılar için cemiyette kısa zamanda geçimini sağlayabilecek bir mevki kazanmanın zor olacağını tahmin ediyordu. Fazla olarak doğuştan kabiliyeti sayesinde ders için pek az vakit ayırarak geri kalan vaktini tarihe, iktisada, hukuka ve umumiyetle politikaya dair eserleri okumaya vermişti.

Bunun için Paris Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’ni seçmekle beraber Paris’te eksik olmayan politika konferanslarına da devam edebilecekti. Şimdiye kadar bu husustaki tecrübelerinden aldanmamıştı.

Altı ay sonra Mansur, üniversitede ders veren Paris’in en meşhur hocalarının bilhassa dikkatlerini çekmiş seçkin öğrencilerin en birincilerinden sayılıyordu.

Tahsilini tamamladıktan sonra bir müddet bekleyip “doktora” imtihanını vermiş ve kendisine “medar-ı iftihar” gözüyle bakmakta olan hocalar tarafından ders muavini tayin olunması için yapılan teklifleri –ki arkadaşları için ideal sayılır– dahi reddederek İstanbul’a doğru yola çıkmıştı.

***

Şafak sökmüş, pencerelerden giren aydınlık, mumun ışığını sönük göstermeye başlamıştı. Mansur Bey hâlâ otelin odasında duvardan duvara gezinip duruyordu.

Mansur’un gözü duvarda asılı olan aynadaki kendi hayaline ilişti. O da durmadan hızlı yürümekteydi. Dudaklarında gülümseme göründü.

“Şimdiye kadar böyle boşuna attığım adımlar bir araya toplanmış olsa belki yer küresi birkaç kere dönülebilirdi.” dedi. Hemen arkasından:

“Boşuna mı? Hayır, hayır! Boşuna diyemem!” diyerek kendi kendini yalanladı.

Evet, Mansur Bey odasında yalnız kaldığı vakitlerde pek çok gezinirdi. Bu gezinmeleri, Doğu âleminden alınan mühimce haberlerin, gazetelerde Doğu meseleleri ve işleri hakkında yazılan makaleleri okumasının, devamlı okumayı âdet edindiği kitaplarda dikkate değer olaylar ve meseleler üzerinde zihnini yormasının neticesiydi.

O meseleleri, günün şartlarına uygulayarak en iyi selamet yolunu bulmak için zihnini, vücudunu yorardı.

Okuduğu eserlerin kenarlarını karmakarışık notlarla doldururdu. Gazete makalelerini kısım kısım ayırıp her birini masanın ayrı bir gözüne yerleştirirdi. Üzerinde Alter Ego, yani “Diğer Ben” yazılmış olan büyük hatıra defterleri durmadan dolup sandığa konulurdu.

İşte o notlar, o okumalar, günlük duygu ve düşüncelerini yazdığı defterler, manevi Mansur Bey’in gayet gerçek, canlı bir kopyasıydı. Kendisince onlar hayatının rehberi, din ve devlet hizmeti için hazırlanmış akıl defterleriydi. Nazarında kıymeti çoktu. Hakikaten de kıymetsiz değildi.

“Ya zararlı bir şey zannıyla defterlerim bugün gümrükte alıkonuldu ise?” fikri Mansur Bey’in vücudunu dondurdu.

Hemen:

“Böyle bir şey olsaydı komisyoncu haber verirdi.” diyerek avundu.

Fakat yine kani olamadı. Yanında bulunan sandıklardan birini çekti, açtı. Defterleri duruyordu. İçgüdüsüyle en üsttekinin kabını açtığı vakit sahifenin yukarısında “Salus imperii summa lex esto” cümlesi göründü. Güya kendisinden soruyorlarmış gibi Mansur:

“Evet, Çiçeron’un hakkı vardır. ‘Devletin selameti kanunların en yücesi’ bilinmelidir. Cennet-mekânın fiilî ispatı meydandadır.” dedi. Cennet-mekânla kastettiği, yeniçeri belasından devlet ve hilafeti kurtarmış olan Sultan Mahmud Han Hazretleri idi.

Defteri, sandığı kapayıp geri çekildi.

Şu suretle mazisini bir kere hayalinden geçirmiş olan Mansur Bey o rehbersiz, yardımsız, öksüz olarak geçen mazisinde ne gibi kusurlarda, kabahatlerde, ihmallerde bulunduğunu bellemek üzere yine zihninde geçmişe dönerek bir müddet düşündü.

Çocukluk çağındayken, manasız bir rekabet hissiyle Zehra hakkında dille tecavüzlerde bulunarak farkında olmadan onun tahsiline mâni olanlarla birlik olmaktan başka vicdanında azaba benzer bir şey bulamadı.

Belki yegâne olduğu için o kusur da zihninde pek büyük göründü.

“Ah, ne olurdu, o da olmasaydı!” dedi. Bir müddet düşündükten sonra yakaran bir tavırla ellerini kaldırdı:

“Ey kudretli, merhametli Allah’ım! Ey benim gibi kimsesiz ve koruyucusuz olanlara selamet ve kurtuluş yolunda yardımcı ve kerim olan kâinatın yaratıcısı! Seçkin milletin olan şu yüce ümmetinin dünyada ve ahirette saadetine, sevgili peygamberin bulunan peygamberler ulusunun vekil ve halifesine en iyi şekilde hizmet etmek hususundaki saf ve şiddetli arzum, menfaatsiz, şartsız gayretim senin malumundur. Hayat güneşimin gurubu günlerinde dahi bugün gibi vicdanımı pişmanlık ve utanç lekesinden uzak bulundurmaya muvaffak etmeni bütün samimiyet ve inancımla senden niyaz ve istirham ediyorum. Saflık ve doğrulukla arz olunan benim şu kulluk yakarışımı varlığımı bedel tutarak kabul eyle, ey bağışlayanların en merhametlisi Rabb’im!”

Şu içten duayı eda eden Mansur Bey’in kalbine rikkat geldi. Yanaklarından aşağı bir iki damla yaş yuvarlanıp yere düştü.

O anda sanki varlığının en derin bir köşesinden duyurulan “İnnallahe ma’asâdıkîn” (Allah sadık olanlarla beraberdir) cevabi hitabı Mansur Bey’i iliğine kadar sarstı.

Güneş doğmuş, ortalığı aydınlığa boğmuştu. On dakika sonra pencereye yaklaşmış olan Mansur Bey, manzaranın güzelliğinden hayran kalarak dün saatlerce üzerinde kendisini kaybettiği sandalyeye oturdu. Her şey dünkünden daha ziyade mütebessim ve mültefit görünüyordu.

“Evet, evet. Aynen böyledir. Kavmimizin hayatının ilkbaharı yaklaşmakta, milletimizin baht ve saadet güneşi yeniden şerefle doğmaktadır.” dedi. Bir müddet daha etrafın seyriyle lezzet aldıktan sonra kalbinde ferahlık, yüzünde gülümseme ile kalkıp pencereyi ve perdeleri kapadı, yatağına yattı. İki dakika sonra dudakları gülümser olduğu hâlde derin ve rahat bir uykuya dalmış bulunuyordu.

Görüşme

Fatih’ten Sultanselim’e gidilirken sağda solda birçok eski konak görülür ki çoğu harap olmaya yüz tutmuştur. Bundan yirmi beş sene önce bu konaklardan biri dış ve iç süslemeleriyle herkesin dikkatini çekiyordu.

Konak büyük ve eski bir konaktı. Geçen asırdan beri devlet ve millet hizmetinde gayret ve sadakatle kendini göstererek halk ve yüksek tabaka insanlarının dillerinde güzel bir nam bırakmaya muvaffak olan üç, dört kazaskere mesken olagelmişken, 1834 tarihlerinden, yani en sonraki nöbetçinin bir evlat bırakmaksızın ölümünden, bahsettiğimiz zamana kadar büsbütün boş ve ıssız kalmıştı. Mahalle kahvesinde bir kere “Uğursuzdur!” sözü işitilmişti. Artık içinde kimse oturmadıktan başka hatta bazen bekçi bulmakta bile güçlük çekiliyordu.

Konak, bu tarihten üç yıl önce ilim ve ahlakı, servet ve varlığı, haysiyet ve itibarı bakımından nice benzerlerine gıpta ettirmiş olan Şeyh Salihü’l-Magribî tarafından satın alınarak hayranlık uyandıracak bir şekilde onarılmış ve süslenmiş bulunuyordu.

“Uğursuzdur!” hükmü vaktiyle Şeyh Efendi’nin de kulağına duyurulmuştu. Lakin kendisi öyle mahalle dedikodusuna kulak verir takımdan değildi. İlk caydırmaya kalkışan dili “Her şey Cenabıhakk’ın takdir ettiğine varır.” kati sözüyle kesivermişti. Kimse bir daha kendisine karşı ağzını açmaya cüret edememişti. Yalnız cahillik ve kıskançlık kurbanı bulunan bazı mahalleliler, bilhassa kadınlar -güya çoktan beri öyle bir şeyi bekliyorlarmış gibi- konakta birinin burnu kanadığını işitince “İşte gördünüz mü?” derlerdi.

Konağın içindekilerse mahallenin şu felaket tellallıklarından habersiz olarak bahtiyarca ömür geçiriyorlardı.

Evet, bahtiyarca! Çünkü insanların bahtiyar sayılmaları için ne lazım gelirse hepsi eldeydi. Sıhhat ve afiyetleri, şan ve şöhretleri, gördükleri teveccüh ve iltifat da sahip oldukları servet ve itibar derecesindeydi. Böyleleri koskoca İstanbul şehrinde bile çok bulunmazlar.

Otuz odalı, iki kat bina, bahçe, konağın karşı tarafında yine bahçe ile mutfak dairesi, ahırlar, arabalıklar, hizmetçi dairesi, hep mükemmeldi. Yoksullar için konağın kapısı açık, sahiplerinin elleri gevşekti.

Konağın yeni sahibi, hikâyemizde adı sık sık geçen İbni Galiblerden Şeyh Salih Efendi’dir. İki karısı ve iki çocuğu var. “Çocuk” dediğimiz, yirmi beş yaşında evli oğlu İsmail Rüşdü Bey ile on dokuz yaşını bitirmiş bekâr kızı Sabiha Hanım’dır.

Şeyh Salih Efendi yüksek meclislerden birinde memurdur. Arkadaşları arasında fıkıh ve hadiste sayılı üstatlardandır. İlim ve irfanından yararlanmak arzusunda bulunan belli başlı kimseler konağından eksik olmadığı gibi, yüce saltanatın nazırlarıyla da daima görüşür, devlet büyüklerince beğenilir.

Ailesi fertleri de kendi çevrelerinde itibar kazanmışlardır.

Konak üç kısım olup evde harem, selamlık, taş bölük diye bilinir. Taş bölük harem ile selamlık arasında büyücek bir dairedir ki bazı bölmeleri ahşaptan, dört duvarı ile hamam dairesi taştandır.

Efendinin odaları gerek haremde, gerek selamlıkta üst kattadır. Selamlıkta, üst kata çifte merdivenle önce doğrama ve renkli camlarla ayrılmış merdiven başına, oradan da bir kapı ile büyük bir sofaya çıkılır.

Sofa, binanın enine büyük bir sofadır. Yekpare Gördes halısı döşenmiştir. Diğer süslemeleri yaldız, ipek, billur, eski madenden ibarettir. Yalnız köşelerine konulmuş dört minder ile aralarındaki ikişer erkân şiltesinden başka bütün takımı alafrangadır.

Duvarlarda resimden eser yoktur. Büyük aynalarla, konsolların aralarında beş kıta ile ayrıca Osmanlı İmparatorluğu haritaları asılmıştır. Tavanın ortasında büyük avize, duvarın altı yerinde renkli lambalar mevcuttur.

Sofanın liman, Beyoğlu, Tophane, Boğaziçi taraflarına bakan merdiven tarafındaki cephesinde, duvara Osmanlı İmparatorluğu haritası, onun karşısına da Afrika kıtası haritası asılmış bulunuyor.

Efendinin her vakit oturduğu yer, işte burasıdır. Arkasını Afrika’ya, yüzünü Osmanlı İmparatorluğu’na vererek oturur. Haritaların bu şekilde asılmasını kendisi emretmiştir.

Misafir bulunursa Efendi mindere çıkar, kendi kendine kalırsa minderin üstünde ve kenarında eksik olmayan kitaplardan birini alıp erkân şiltesine iner.

Oturduğu yer merdiven kapısının karşısına düşer. Çıkan misafir kapıdan girer girmez Efendi’nin karşısında bulunmuş olur.

Gelen misafirler sofada kabul olunur. Fakat misafir devlet büyüklerinden olursa merdiven karşısındaki kapıdan diğer bir salona, oradan denize bakan geniş ve güzel döşenmiş bir odaya alınır. Asıl “efendi odası” bu odadır. Döşemesi daha değerli eşyadandır. Duvarlarında harita yerine en meşhur hattatların seçkin eserlerinden olmak üzere birçok çerçeve asılıdır.

Şu salon ile odadan başka binanın o yönünde biri hem sofaya hem de salona açılır, diğeri yalnız sofaya açılır iki oda daha vardır. Bu odalar oğlu İsmail Bey’in odalarıdır.

Sofanın merdiven tarafındaki duvarında iki kapı mevcut olup ikisinden de mabeyin dairesine gidilir. Biri, yani merdivenden çıkılınca sağ yahut deniz tarafına geleni yemek, kiler, kütüphane odalarına, diğeri de soba, hamam dairesine götürür.

Yemek odasıyla kilere alt kattan ayrıca merdiven vardır. Her vakit selamlık sayılır. Anahtarı Efendi’nin cebinde bulunan kütüphane salonuna bitişik olan odası harem dairesini kapatır.

Öbür taraf, yani soba ve hamamın bulunduğu bölme ise harem dairesinden sayılır. Yalnız kışın sofanın kapıları hatırlı misafirlere açılır. Bunu yalnız Efendi yapabilir. İsmail Bey’e bile bu müsaade verilmemiştir. Bu taraftan da aşağı kata merdiven vardır. Bu merdivenle önce sofa denilecek kadar büyük bir ayakkabılığa ve dönme dolabın önüne, harem bahçesine inilir.

Harem dairesi oda bakımından selamlığın iki misli büyüklüktedir. Üst katta mabeyin dairesine yine sofa bitişiktir. Sofanın kütüphane dairesindeki kapıdan Efendi, hamam dairesindeki kapıdan da İsmail Bey gelip giderler. Halayıklar sofaya süpürmek için yalnız günde bir kere çıkabilirler. Hanımlar ise çokluk uğramazlar.

Harem dairesinin birinci sofasından daha içeriye gitmek için dört kapısı vardı. İkisi birbirinden geçmeli üçer odadan öbür sofaya çıkmak için kullanılır. Diğer ikisi ise odalara uğratmaksızın aralık yoldan doğru öbür sofaya götürür.

Öbür sofada da şu dört kapının karşısındaki kapılardan başka, aralarında çifte merdivenin doğramalı kapısı vardır. Sofanın öbür kısmında ise boyuna odalar bulunur ki Karadeniz tarafındaki büyük oda Hanımefendi’nin misafir odası, yanı başındaki iki küçük oda kızı Sabiha Hanım’ın, Akdeniz tarafındaki köşe odası Zehra Hanım’ındır.

İki sofa arasındaki üçer odadan Karadeniz tarafındakiler Efendi’nin, yani karısının, Akdeniz tarafındakiler de İsmail Bey’in, yani gelin hanımın daireleridir.

Alt katta, bahçede dönme dolap ile pek seyrek açılır büyük bir kapıdan başka harem ile selamlık arasında bir kapı ve pencere yoktur.

Selamlığın sokak kapısı caddeye, hareminki de bahçeden yandaki sokağa bakar.

***

Mansur Bey’in İstanbul’a gelişinin ertesi olan cumartesi günü, gündüz saat altı buçuk sularında Şeyh Salih Efendi Hazretleri, her zamanki gibi sofada oturmaktaydı.

Yüzüne dikkatli bakan olsaydı, kafasının fazla meşgul olduğunu görebilirdi. Çünkü esmer rengi ak denilecek dereceye yaklaşmış kır sakalı ile pek de uygun düşmeyen büyük siyah gözleri arada sırada parlayıp sönmekteydi. Artık uzamaya başlamış ve siyah rengini hâlâ muhafaza edebilmiş olan gür kaşlarının altından parlayan o büyük gözler, şüphesiz hiddeti hâlinde bendelerinin ve bakışlarına hedef olan başkalarının yüreklerinde kanı dondurabilecek kadar tesirli bir silah yerine geçerdi.

Zaten Salih Efendi’nin umumi görünüşünde itici kuvvet, çekici kuvvete galipti. Boylu bosluydu, hatta oturduğu yerde bile dağ gibi görünürdü. Hele birkaç seneden beri ziyadece yağ bağladığından vücudun şekilsizliği gecelik entari ve kürkle de örtülemiyordu. Yüzü gevşemiş, alnı buruşmuştu; ilk bakışta yalnız gözleri, yaradılıştan sahip olduğu zekâyı aksettirebiliyordu.

Minderin üzerinde oturan Salih Efendi’nin karşısında, kapıya yakın olan bir sandalyenin kenarına ilişerek iki büklüm olmuş bir adam bulunuyordu. Kara sakalı, çatık kaşları, kalın yüzü siyaha çalan fesi, tek gözlüğü, elbisesinde görülen alafrangalığa düşkünlüğü ile beraber, redingot yakasının yağı kendisinin “yeni terbiye görmüş” Ermenilerden olduğunu gösteriyordu. Hakikaten bu adam Salih Efendi’nin bazı özel işlerine bakan Avukat Kirkor Sarmaşıkyan Efendi’ydi.

Mühimce işlerle meşgul oldukları ikisinin de yüzünden belliydi. Kendilerine dikkatimizi çevirdiğimiz sırada şu suretle lakırtı ediyorlardı:

Salih Efendi:

“Demek oluyor ki Fransa hükûmeti davanın Fransa’da görülmesine razı olduğunu sefire (büyükelçi) bildirmiş?”

“Evet Efendimiz. Fransa hükûmeti davaya bakılması için Arles, Nirones, Montpellier mahkemelerinden birinin tercih olunmasını bizim arzumuza bırakmıştır. Bu hususta sefir de Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı)’ne resmen bilgi vermiştir.”

“Şimdi ne yapacağız?”

“Şimdi Efendimiz, lazım olan evrakı alıp Avukat Lenoir ile beraber bir gün evvel Fransa’ya gideceğiz. Kulunuza kalırsa Arles mahkemesini tercih etmeliyiz. Çünkü küçük şehirlerde istenildiği gibi kullanılabilecek memurlar daha çok bulunur. İşin içinde bol para var. Elbette biz davranılacak yolu buluruz. Muhterem kardeşinizin henüz haberi bile olmadan, biz lazım olanları elde ederek işimizi bitiririz. Zaten avukatımız Lenoir, Arles şehrinde doğma büyümedir. Ayrıca faydası olur.”

На страницу:
3 из 5