Полная версия
Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler
Yığın gübrelerin eteklerinde Selim izler gördü. Koca koca izler. Kastor potin izleri… “Hah, Ağanını izleri bunlar” dedi. Gerçekten de köyde beş-on komşu müstesna, diğerleri çoklukla altında zincir markası bulunan lastik ayakkabı giyerlerdi. Bu izlerde ise kakma işaretleri var. Yüzde yüz Mümin Ağa’nın izleri.
Çimenlikten öte koştu Selim. “Şimdi yetişirim.” Dedi. Sokağın ucuna vardı. Köşeden sola döndü. Yoktu. İzler hâlâ gidiyordu. Daha hızlandı. İkinci sokağa vardı. Gene yok. Şemsiyeli iki kadın Selim’e dik dik bakıp “Delirmiş zayı” diye söylenerek geçtiler. O anlamadı bile. Link yürüyüşünü hızlandırdı. Köşelerde yay gibi kıvrıldı. Son köşeyi dönünce Ağayı, avlu kapının önünde, üç kişiyle konuşurken gördü. Önce duraladı. Aklından, “Yetiştim ama insan yanında olmaz.” Dedi. “Ah, bunlar da nerden çıktılar? İşim olacaktı. Ama ha, yarına kalsın…”
İstemiyerek, usul usul, başı önde ilerledi. Onu mahalle dışına götüren sokağın ucuna vardı. güneye kıvrıldı. Cami yanından geçti. Mahalle altı yoluna koyuldu. “Ağa dediğin böyle olur. İzleri bile sıcak geliyor insana. Allah boşuna yığmamış malı, mülkü ona. Benim iş de nasılsa oldu ya….” Derken eve vardı.
Sevinçliydi. Kurulmuş sofraya bakmadı. Karısının, “Acıkmadın mı?”sına gülüverdi. Bir de, “Tomtokum” cevabını verdi. Küçük Pervin’i kucağına alıp “Hop! Hop!” havaya hoplattı. Omzunda gezdirdi. Ayakları tavanda, yürüttü.
Karısı:-Ha, anladım anladım. Verdi yeri, öyle mi?
–Yolunda. Oldu gibi bir şey.
–Demedin mi Mümün…
–Denk gelmedi. Kahvehanede olmazdı. Yetişeyim dedim; öyle hallederim. Baktım, kapı önünde üç kişiyle konuşuyordu.
–Ara bulamaz mı insan hiç?
–Yarına…
–Umutlu mu bari? -İyi adam. Bana “Çay mı içeceksin, gazoz mu Selim?” dedi. -Hiç insan açmaz mı? Olmuş, pişmiş işi bırakıp gelmişsin. -Karı, kızdırma insanı! Yarına dedik… -Aah! Vallaha yarına varmaz, başkası alır. Bakalım o konuşanlar o yer için gelmediler mi? -Onlar giyimli kuşamlı be. Ağanın tanıdığı çok… Teheey! Eşekçili köyünden mi, nereden onlar? Görmüşlüğüm var. Kesti gözlerim. -Hay Allah! Olsa bir kere… -Yarın kasabada halledeceğim. -Öyle mi konuştunuz Mümün Ağaylan? -Hayır. Misafirlerle konuşurken kulağıma gitti. Yarın kasabaya inecekmiş. O gece tarlayı nasıl işleyeceklerini, tütünü nasıl ekip bakım edeceklerini, saat on ikilere kadar konuştular. Sulamak için motopomp, su borusu peylediler. Ne kadar tütün çıkaracaklarını hesapladılar. Sonuç iyi idi. Olmaz mı hiç? “Kavaktarla” denen semtin toprağı iyi. Suyu var. Havası tütüne elverişli… Su da verdin mi, kana kana işle. Yapraklar hep bir boy olur. Tüccar gelince mostralık bile alır. Hükümet en yüksek fiyatı biçer. Sabahın erkeninde Selim yola koyuldu. Yollar çamurdu. Günlerden beri hep yağmur düşmüştü. Şimdi yağmıyordu ama, koca koca bulutlar güneyden kuzeye yuvarlanıyordu. Alçaktan geçiyorlardı. Kavakların tepelerine, evlerin bacalarına değip Rodopların eteklerini buluyorlardı. Güneş, saatte bir, ya görünüyordu, ya görünmüyordu. Herkes yağmurluklu veya şemsiyeliydi gene. Selim de almıştı yağmurluğunu. Bahar havalarına güven olmaz. Bakarsın açıktır, öğleden sonra tutar, kapalıdır gökyüzü, yağmaz. Garaja iki defa uğradı. Hasan Efendi’nin dükkânına karşı kaldırımdan baktı. Yoktu. Keskin’in kahvehanesinin önünden defalarca geçti. Yan gözle camdan içeriyi dikizledi. Bulamadı. Gümülcine koca kasaba. İçinde gez de gez. Hele insan ararken… Selim sokaklarda, Pazaryerinde dolaştı. Rast gelirim diye hayvan pazarına bile gitti. Sonunda aşçının önünde hapahap karşılaştılar. Mümin Ağa afiyetle do-yunmuş, bıyıklarını düzeltiyordu. Mümin Ağa: -Ne o, sen de mi indin kasabaya be Selim? dedi. -Yaa a… -İnsan kasabalı olmalı da yaşatmalı, Selim. aşçısı var, tatlıcısı var, gezilecek yerleri var… barsakları goruldayan, son tükrüğünü kuru ağzından pütürlü diliyle zor toplayan Selim, güç yutkunmayla;
–Şey… sizin o tarr…kavakt…
–Ne diyeceksin? söyle.
–Kavaktarla’yı sizin…
–E…e!
–Tütüne…
–Sıkılma oğlum.
–Bu sene Kavaktarla’yı icara bana versen…
–Olur, olur ama…
–İcarın yarsını önümüzdeki primde veririm. Kalanını okkaya, Allah kısmet ederse.
–A! Oğlum, primle mirimle, okka ile moka ile vermem. Bana iş lâzım iş! Zamanında adam bulamıyorum. Eskiden iyiydi. Dağdan inen komşulara yaptırıverirdik. Onların da burunları büyüdü.
–Tamam işte, olsun. Ben de varım.
–Kaytarmak yok, iş isterim.
–Yaparım, hilesiz yaparım.
–Bak söyliyeyim. Kavaktarla altı dönüm. İcarına karşılık, karşılııık… dur bakayım; Kızılağaç’taki beş dönüm orağı biçeceksin. Ev yanında iki dönüm bağ; onu belleyeceksin. Köklük’teki kirazlığın etrafında geniş, böğürtlenli, güvem dikenli, karaçalılı bir temel var; onu kökleyeceksin ve az altından, diz üstüne çıkacak derinlikte hendek açacaksın. Gölyanı’na kuyu kazdırmak istiyorum. Birkaç gün sen de gelirsin. Ha! Çeşmeyanı’nda dört dönüm çayır var; onu da biçiverirsin. Oldu mu?
–Bir bir ev… eve gideyim. Karıma da sorayım. N’olacak bakayım?
–Sor. Nasıl istersen… Sıkılma.
Selim soluk soluğa kasaba ile köy arasını bir çırpıda aldı. Karısına, “Birkaç yudum bir şeyler koy” dedi. Az atıştırdı. Barsakları hafif yatıştı. Sırtüstü uzandı. Söylenen işleri güne vurdu. Hiç tütün ekmese yazı onlarla geçirebilirdi. Alt tarafı, altı dönüm yerin icarını kurtaracaktı. Kendi kendine:
“Kızılağaç’taki beş dönüm orağı biçeceksin.”
“Evyanı’ndaki iki dönüm bağı belleyeceksin.”
“Köklük’teki kirazlığın etrafını, geniş temeli kökleyip diz boyu hendek atacaksın.”
“Gölyanı’na kuyu kazdırmak istiyorum. Birkaç gün sen de gelirsin.”
“Ha! Çeşmeyanı dört dönüm çayır. Onu da biçiverirsin” diye söylenirken; sarkıtma altındaki külrengi eşeğinin, samansızlıktan, çiti çatır çatır çatırdatarak kemirdiği duyuluyordu.
Azınlık Postası, 1971PANCAR ÇAPACILARIİlkin bir horoz öttü.
Daha sonra birçok… Bunların ardından, ortalığın şavkımasıyle köye dalan kir Spiro, traktörün düdüğünü uzun uzun öttürdü. Zaten saatlerinin çanlarını sabahın beşine ayarlamış olan pancar çapacısı kadınlar düdüğün sesini duyar duymaz kalkıştılar. Akşamdan hazırlanmış çıkınlarını koltuklarına sıkıştırıp, ellerinde çapalar, köy meydanına çıkıştılar.
“Kalimera20 kir Spiro.”
“Kalimera Fatma.”
“Kalimera kir Spiro.”
“Kalimera Hatice.”
“Kalimera kir Spiro.”
“Kalimera Zeynep.”
Selâm veren her çapacı, gümrükten geçmişçesine içi rahat, plâtformanın21 (**) gecenin çiğinden ıslak demirine,gevşekçe çömelip, çapalarına dayandılar. Plâtformaya her geleni de bir güzel süzer kir Spiro. Gözden çürük kaçmasın. Sütte çöp olur ya, yoğurtta ne arasın? Yoksa, kir Spiro, işini beğenmediği çapacıyı tarlada da tersyüz edip, geri çevirir. Ona, kurulmuş bir saat gibi çalışan çapacı gerek. Pancar tarlasına gün doğuşu girip, gün batımına dek, tıkı tık, tıkı tık çapasıyla kazsın. Kir Spiro, plâtformadaki çapacılara sordu:
‘Tamam hepsi sindi?”
“Sıdıka Zekiye, Ayşe.” dediler.
Beş on dakika beklediler. Sıdıka ile Zekiye koşar adım geldiler. Ayşe de meydana, yamacın ucundan kıvrılarak inen sokağın başında göründü. Başını kadınlara çeviren kir Spiro “Daha var?” diye seslendi.
“Kalimera kir Spiro.”
“Kalimera Ayşe.”
“Şimdi tamamız, kırk bir olduk.” dediler, hepsi bir ağızdan.
Bir saat içinde traktör, kocaman bir tarlanın başında durdu. Bu kir Spiro’nun tarlasıydı. Baştanbaşa pancar ekiliydi. Kaçırtılıp, göçürtülen bu pancar çapacılarının akrabalarının arazilerinin birleştirilmesiyle bir çiftlik oluşmuştu. Yakınlarında başka çiftlikler de vardı. O çiftliklerde de ya pancar, ya pamuk, ya da kabak ekiliydi baştanbaşa. Oralarda da başka köylerden toplanmış işçiler işliyorlardı karıncalar gibi.
Ayşe şaştı bu işe. Çiftlik sahiplerini düşündü. Bir de, topraksızları düşündü. Topraksız Selim’ini düşündü. “Kancığım yok. N’apayım? Gideyim şu gemilere, birkaç paramız olur.Bir şey edinmesek de, sıkıntı çekmeyiz kışın. Sobamızda odunumuz, tasımızda tarhanamız olur. Küçük Erdoğan’a okul çantası, okul entarisi, kalem, defter alırız. Sabahlan çay içeriz peynirle.” Demişti; gitmişti ta Martta denizlere.
Başörtüsünün bezinin uzun ucu ile gözlerini kaplıyan buğulu teri sildi Ayşe. Elleriyle yüzünü yellendirdi. Kuruyan boğazında susuzluğu düğümledi. Tükürüğü sakızlaştı. Ağzına bir acılık doldu. Demir yolu gibi uzanıp giden pancar karıklarına, buruk buruk baktı. Çapaladıkları beşinci karıklarının yüz ellinci metresinde, kendine yeni bir hız vererek, dikili çapasına sarıldı. Kırk arkadaşından aynlamazcasına çapalamayı göze aldı.
Çapalar bir indi, bir çıktı; bir indi bir çıktı. Karıklar dikiş makinesiyle dikercesine, çapaların ağzından geçti.
Egenin tatlı lodosu ile dalgalanan pancar yapraklan üzerinden kulaklarına süzülüp gelen korna sesi içlerini serinletti. Bu, her günkü gibi kir Spiro’nun taksisiydi. Öğle vakti kasabadaki mağazasını kapayıp,çapacılara on somun, iki kilo peynir, bir gaz tenekesi su getirmeyi, ödediği gündekilerin üzerine “Bunlar da benden” gibilerden hesaplardı.
Karığını sona erdiren her çapacı, çapasını tarlanın başına, yeni yerine dikip, öğle sıcağının verdiği baygınlık ve çapalamanın kollarına düşürdüğü yorgunlukla ağır ağır sallanarak, tarlanın kuzey ucunda bulunan plâtformanın gölgesine çekildiler. Gruplaştılar. Sofralaştılar. Su içtiler, somun yidiler. Peynir yidiler. Evlerinden getirdikleri zeytinleri, tahin helvalarını yidiler. Ayşe de su içti. Yidi somun. Helva yidi, peynir yidi. Zeytin yidi. Karnı doydu, ağzının acısı gitti, başının sıcağı. İçinden: “Bunlar gider” dedi. “Açlık gider, susuzluk biter de kalb acısı ne gider, ne biter. Koca Selim’im benim Hiç sen Ayşe’nin kalbinden çıkar mısın? Küçük yavrum, Erdoğan’ım. Sen ananın biricik yavrususun. Kim bilir ne kahırlar yağdırırsın komşu annene?”
Ayşe küçük Erdoğan’ını sabahın köründe bırakır komşusu Hacer yengeye. Akşamlan alır. Ancak gece olur yavrusuyle Ayşe. Dert yanarlar ana-oğul birbirlerine, uyuyana dek. Küçük Erdoğan hep sorar, annesi karşılık verir. “Anne, babam nerede? Gemilerde. Gelecek mi? Gelecek. Ne zaman? Yarın mı? Hayır. Bizim dere yolundan mı gelecek? Hayır. Hangi yoldan gelecek? Kasaba yolundan. Bana ne getirecek? Her şey. Çukulata da getirecek mi? Elbette…” Sorularının sonuna ermeden her gece, uyuyuverir annesinin kollarında Erdoğan. Ve gecenin yalnızlığıyle baş başa kalır Ayşe.
Ayşe koştu çalılıklar içine, boşalmak için. Araladı uzun, yeşil otlan, yaptı işini. Bir rahatlık doldu damarlarına. Otlara, çalılara, ötüşen kuşlara döktü içini Ayşe:
“Baharı, yazı hiç anlamam. Güzü, kışı hiç… Köyümüz, tarlaların güzellikleri gelip geçerler gözümün önünden yaşamımca. İsterim de, daha doğrusu hiç anlıyamam. Görürüm sadece, gelirler kasabadan kamyon dolusu, taksi dolusu insanlar. Çınarların, çamların altlarına serilirler. Dolu çınarı vardır bizim köyün. Hele çayın iki yakasındakiler. Kocaman kocaman. Sabahtan akşama kadar karınlarını doyururlar gelenler. Çevirme çevirirler ateşlerde. Kokusu, kekikli yamaçlara yayılır. Evlerimizi doldurur bu koku. Çevirme kokusu. Ne hoş olur bizim çayın çevirmesi bir görseniz. Çocuklarımız koşarak seyretmeye giderler. Büyükler de dayanamazlar. Uzaktan uzağa onlar da göz ederler. Onlarsa çevirmeleri yiyip, birayı içip, çayın köpüklü, cam gibi parlak sularına dalarak tendiriz etlerini serinletirler. Su topu oynarlar, Salıncakta sallanırlar. Yaşlıları, bacaklarını dizlerine kadar suya sokarlar, yüzlerine su serperler. Küçükleri de çimerler doyasıya. En sonunda bir de horo (horon) teperler kol kola verip. Bir bahar boyu sürer gider bu. Sen, çalı! Çalı iken çalı… Dik dikenlerini dalların boyunca. Sen ot! Ot iken ot, aç çiçeklerini, arıların imrendiğince. Hey kuş! Sen öt, ötebildiğince. Katılın doğaya payınızca”
Keskin bir taksi düdüğüyle kendini topladı Ayşe. Kir Spiro diyordu:
“Ben mağazaya gidecek şimdi. Siz çapaların başına… Akşam saat altı. Ben sizi plâtformada koyup götürecek köyde.”
Taksinin yaptığı toz bulutundan sıyrılan çapacılar, çapalarının başına geçtiler.
Dudaklar yerine ellerin çalıştığı bu koca pancar tarlası, düşünenlerin umutlarının çapalandığı bir çiftlikti. Ilımlı esen Ege yeli, temellerdeki allı-aklı gelincik çiçeklerini boyunlarından eğdirerek, çapacılara selâm verdirmekte; pancarlıkların, pamuklukların yeşilliklerini doyasıya okşıyarak kendini Rodoplann koynuna koyuvermekte.
Çapacılar çapalarının başında.
Çapacılar karıklarının başında.
Karıklar uzun
Yel, ılık, buğulu
Ayşe sıcak, terli.
Rodoplar bulutlu.
Ayşe’nin köyü uzakta.
Selim denizlerde.
“Ellere çektiren, elleri güldüren tarla. Hiç mi gururun yok senin? Elleri nasırlaştıran, ellere öğün olan tarla. Şimdi, yeşim yeşim pancar kokarsın. Kadın kokarsın. Gelincik kokarsın, gelin kokarsın. Ayşe kokarsın, Fatma kokarsın. Mehmet’in, Hasan’ın, Selim’in yok mu senin? Neden Mehmet kokmazsın, Selim kokmazsın? Hiç mi onurun yok senin? Elleri nasırlaştırman kime, boğum boğum öğün olman kime?” Ayşe’nin bu düşüncelerini çapa çatırtıları arasından gelen bıçak keskinliğinde bir inilti kesti. Dönüp arkasına baktı. Fatma, uzanmış boylu boyunca karığa. Çapası bir yana düşmüş. Son aylarda ağırlaşmıştı. Geriden çapalardı. Kir Spiro hiç istemezdi onu. ‘Fatma gelme. Gebesin. İşinden ne olacak senin?” derdi. O, “Olmaz kir Spiro. Çapalarım. Başa baş çapalarım. Yeter ki evdeki tosunumun karnı doysun.” Ama günleri yaklaşmıştı. Ayşe koştu. Birkaç arkadaşı yardım etti. Fatma’yı bir kavak ağacının gölgesine uzattılar. Islak bezle yüzünü, gözünü, boynunu başkalarını serinlettiler. Fatma gözlerini açtı. “Sancı Ayşem; kardaşım sancı.” dedi. Ayşe Fatma’nın yüzünü yellendirdi. Bileklerini ovdu. Azıcık su içirdi. ‘Tamı tamına kaç aylık kardaşım” diye sordu. “Sekiz” dedi Fatma. Kendine gelmeye çalışan Fatma arkadaşlarına “Gidin.” dedi. Gidin, iş başı yapın. Tam ederim ben bu karığımı sizinle, Hele azıcık soluklanayım. Dağılıversin sancım.” Çapacılar çapalarının başına geçtiler. Durmadan çapaladılar. Fatma’nın sancısı hepsinin oldu. Dilleri çözüldü. Gönülleri okşayan düşüncelerine daldılar: Ayşe – Ah! Selim’im çıksın denizlerden, gelsin yanıma. Hiç durucu değiliz. El gözünü bakmak niye? Ele pancar çapalamak niye? Geçer gideriz Meriç’ten öte. Buluruz elbette içilecek suyu, yinecek ekmeği olan yer, hayırlısıyle. Demişti Selim’im: “Ayşem, dayan iki yıl. Bizi bir edecek, içimize özgür hava dolacak yerlere kavuşuruz elbette.” Hatice – Uç yıl oldu, Almanya’da. Yüzüne koca yılda üç haftacık kavuşmak ne acı. Ölüm bana. Bir de, o demir tozu kokusu, sinmiş mi güzelim tenine.Yıkım kocama. “Hele sabret, sonunda yüzüm gülecek Hatçem.” demişti, bu gelişinde. Zeynep – Tersane, tersane, tersane!… Yidi içimi. Geminin küflü boyalarını söken kum piştoleti içime sıkılıyor sanki. Ama ne dersin kardaşım, “Parası çok tersanenin Zeynep. Çift vardiya yaptın mı tam sekiz yüz drahmi gündelik. Aldığımız arsanın parasını nasıl tam ederiz. Tütün eksen, parası ne ki? Emeğin, ele doyum. Irgatlık daha paralı. Daha önce kurtarır bizi.” demişti, Hasan’ım. Ayşe daha güçlü vurdu çapasını toprağa. “Vurun arkadaşlarım, kazın kardaşlarım. Bitsin şu iş. Bitsin şu pancarın işi. Bitsin şu kir Spiro’nun işi.” Daha hızlı, daha güçlü vurdular karıklara, toprak dağıldı pancar köklerinin yanlarına. Durmadan karıkları çapaladılar. Akşamı, ter, su içinde ettiler.
Çapacılar artık yoruldular.
Güneş bulutlardaki son kızıllığını toplarken batının derinliklerine, kir Spiro çıkageldi. Karığı başa çıkan çapacı, çapa omzunda plâtformaya koştu. Yıldızlı bir bahar gecesiyle, köy meydanında oldu çapacılar. Tek tek “Kalinikta22 kir Spiro” diyerek evlerine daldılar.
Ayşe de “Kalinikta kir Spiro” diyerek evine döndü. Küçük Erdoğan’ını yatağına yatırdı. Yorgunluk dolu gününü odasına doldurdu. Yatağına serildi ve kendini gecenin uykusuna bırakıverdi.
(Öğretmen dergisi, sayı:35, Eylül 1977)RAHMİ ALİ
“AZINLIKAzınlıkHudutta bir yolcuAsmalık’ta istimlâk edilen bir tarlaYeni Cami’ye giren bir cemaattirAzınlıkYasak dağ bölgesindeYürekleri salt coşkuyla doluKeder dolu gözlerdirAzınlıkYarısı kopmuş bir minareAlmanya’da bir işçiİzmir’den Ege’ye bakan bir gelinVe Rumeli türküleri dinleyen ninemdirAzınlıkHer şeyden habersiz gülümseyen NeslihanVe geleceğine ağlayan Emine’dirAzınlıkRodoplara başını dayamış bir sevgiliŞehirden kopup gelen sımsıcak bir Türkçe’dirAzınlıkTütün tarlalarında yıprananAnlamsız bir toplum değil çocuğumKendisiyle büyüyen bir düşüncedir”Hayatı:Rahmi Ali, 1941 yılında (Komotini) Gümülcine’nin Çepelli köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra, parasız yatılı sınavlarını kazanarak, Türkiye’ye, Malatya-Akçadağ İlköğretmen Okulu’na gitti. Okulu bitirdikten sonra Batı Trakya’ya döndü ve kendi köyündeki İlkokulda, 1961 -62 Öğretim yılında öğretmenlik görevine başladı, bu görevine 2002 yılına kadar devam etti.
Yazı hayatına öğrencilik yıllarında başlayan Rahmi Ali, Batı Trakya’ya döndükten sonra çeşitli dönemlerde“Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği” yönetim kurullarında görev aldı. Bu birlikte genel sekreterlik ve kısa bir süre de başkanlık yaptı. 1960’lı yıllarda bu birliğin çıkarmış olduğu Birlik dergisinin yeniden hayata geçirilmesinde etkin bir rol oynadı. Önce bu dergide, daha sonra da Öğretmen dergilerinde çeşitli yazılar yazdı, bu dergilerin yazı kurulu başkanlıklarında bulundu. Bu arada Akın, Azınlık Postası ve İleri gazetesinde de çeşitli yazıları çıktı. Bazı hikâyeleri Türkiye’de Varlık ve Varlık Yıllığı’nda, Töre, Türk Edebiyatı, 24 Saat, Devrim, Batı Trakya’nın Sesi, Batı Trakya, İnsanlığa Çağrı, Kardaş Edebiyatlar, Şiir Defteri, Tarla, Turnalar, Aykırısanat, Damar, Eliz Edebiyat, Berfin Bahar… gibi dergilerde yer aldı. “Ay ile Güneş” adlı çocuk kitabı Yunanistan’da ve Türkiye’de yayımlandı. “Muhacir Osman” adlı hikâyesiyle Türkiye’de yayımlanan “Töre” dergisinin hikâye yarışmasında birincilik ödülünü aldı., hikâyelerinden bir kısmını “Zor İş” adıyla, bir kitapta topladı. Bu kitapla ilgili çok sayıda eleştiri ve değerlendirme yazıları çıktı. Mustafa Aslan, Güngör Gençay, Satı Merdan, Muharrem Tahsin, Ali Ozanemre, İsa Kayacan vb. Yazı ve şiirlerinden bazıları Bulgaristan, Romanya, Azerbaycan ve Yugoslavya’daki bazı Türkçe yayın organlarında yayımlandı. Türkiye, Makedonya, Bulgaristan, Karadağ’da düzenlenen uluslar arası sempozyumlarda bildiriler sundu. 2002 yılında Kavala’da yapılan Akdeniz Ülkeleri Şairler şölenine, 4. Sapanca Şiir Akşamlarına katıldı.
Başta hikâye olmak üzere şiir, günce, deneme, anı, inceleme ve gezi yazıları türünde yazılar yazan Rahmi Ali 1989 yılında yayına başlayan Şafak dergisinin üç kurucusundan biri olup bu derginin yazı işleri müdürlüğünü derginin kapandığı 2004 tarihine kadar yürüttü. Bunun yanı sıra yine bu derginin bir yan kuruluşu olan “Şafak Okuma Tiyatrosu”nun kurucularındandır. Yazar, aynı zamanda, merkezi Prizren’de bulunan “Balkan Türkoloji Araştırmaları Merkezi”nin de (BALTAM) Yunanistan temsilciliğinde bulundu. İhsan Işık’ın hazırladığı “Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi” inde biyografisine yer verildi.
Edebi kişiliği:Rahmi Ali, öğretmen okulunda okurken yazı hayatına atıldı. Bu okulun son sınıfında okul çapında yapılan kompozisyon yarışmasında birincilik ödülü alması, edebiyat öğretmenlerinin teşviki onu bu alana yöneltti. İlk makalesi “Akçadağ”23 adlı okul dergisinde yayımlandı. Öğretmen olarak Batı Trakya’ya döndüğünde mesleğinin yanı sıra yazı hayatına da devam etti. Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği’nin yayınladığı “Birlik” dergisinin yayın işlerini üstlendi, bu dergide çeşitli yazılar yazdı. Birlik dergisinin kapanmasından sonra “öğretmen” dergisi aynı çatı altında yayına başlayınca bu dergide de yazmaya devam etti. Bir ara bu derginin yazı kurulu başkanlığını üstlendi. Çocukluk yıllarında derin izler bırakan “İç savaş” yıllarını “Korkunç Yıllar” adı altında hikâyeleştirdi. “Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar” başlığıyla azınlık basınında ilk günce örneklerini verdi. Hikâyeler yazdı.
Azınlık Postası gazetesi çıkmaya başlayınca yazıları ağırlıklı olarak burada görülmeye başladı. Bu gazetede de bazı hikâyeleri yayımlandı, “Yeri Geldikçe” köşesinde çok sayıda sohbet yazısı çıktı. Aynı gazetede daha sonraki yıllarda “Azınlık Basınında Geçen Hafta” başlığı altında yazdığı yazılarla azınlıkta eleştiri geleneğini başlattı. Azınlık Postası gazetesinin “Sanat Yaprağı”nın hazırlanmasında da emeği geçti…
Rahmi Ali’nin “İleri” gazetesinde de birçok yazısı çıktı. Bu gazetede, “A. Kartaltepe” takma adıyla yayımlanan “Zor İş” adlı hikâyeden yazar Oktay Akbal “Cumhuriyet” gazetesindeki köşesinde övgüyle söz etti. Bu gazetede çeşitli rumuzlar altında şiirleri de yayımlandı.
Rahmi Ali, yazı çalışmalarını sürdürüyordu ama asıl ağırlığını hikâye çalışmalarına veriyordu. Bu çalışmalarının belli bir düzeye ulaşıp ulaşmadıklarını ölçmek amacıyla hikâyelerini ilk kez Yurt dışına Türkiye’de yayımlanan ciddi bir edebiyat dergisine (Varlık) gönderdi. Gönderdiği iki hikâyeden biri Varlık dergisinde24 diğeri de “Varlık Yıllığı”nda25 yayımlandı. Daha sonra “yine Türkiye’de yayımlanan “Töre” derginin26 açtığı bir hikâye yarışmasında “Muhacir Osman” adlı hikâyesiyle birincilik ödülü aldı, aynı dergi sayfalarında bu hikâye üstüne Ahmet Bican Ercilasun, Yağmur Tunalı ve Sevinç Çokum’un değerlendirme yazıları yer aldı.
Rahmi Ali bu arada çocuk edebiyatı çalışmalarıyla da ilgilendi. Çocuklar için, şiirler, hikâyeler yazdı. Hikâyelerini “Ay ile Güneş” adlı çocuk kitabında topladı. Bu kitap Batı Trakya Azınlığında basılan ilk çocuk kitabı olma özelliğini taşır. Yazdığı çocuk şiirlerinden bazıları TRT’nin çocuk programlarında okundu, eski Yugoslavya’da yayımlanan Sevinç dergisiyle Bulgaristan’da yayınlanan Filiz çocuk dergisinde yer aldı. Türkiye’de yayımlanan bazı çocuk şiirleri antolojilerine girdi. Bu arada kırk çocuk şiirinin yer aldığı “Annem Okşarken Saçlarımı” adlı kitabı İstanbul’da yayımlandı. Bir şiir ve on hikâyesi Yunanca’ya çevrilerek 2009 tarihinde Çukatu Yayınları arasında çıkan “Mionotita ine” adlı kitapta yayımlandı. Aynı tarihte Tevfik Hüseyinoğlu ile birlikte hazırladıkları “1946 – 1949 / Yunan İç savaşı’nda Batı Trakya Türk Azınlığı” adlı kitap BAKEŞ Yayınları arasında yer aldı.
Rahmi Ali’nin edebi çalışmalarla dolu yılları doğal olarak “Şafak” dergisi dönemi sırasında olmuştur. 1989 yılında Mücahit Mümin ve Mustafa Tahsinoğlu’yla birlikte çıkardıkları Şafak dergisinde çalışmalarını yoğunlaştırmış, daha önce denediği yazı türlerine, deneme, anı ve gezi yazılarını da katmıştır. Aynı dergide açık adıyla yazmış olduğu hikâyelerinin yanı sıra “RTA” ve “A” rumuzuyla da bir hayli hikâye yazmıştır. Güncelerini “Günlerin İçinden” başlığı altında sürdürmüştür.
Mustafa Tahsinoğlu’nun Rahmi Ali’nin edebi kişiliği hakkındaki düşünceleri ise şöyledir:
“… Rahmi Ali, batı Trakya Türk Edebiyatı içinde özel ve sürükleyici bir yere sahiptir. Edebiyatımızda her şairin, her yazarın ayrı ve müstesna bir yeri vardır. Fakat Rahmi Ali’nin edebiyatımız içinde öyle bir yeri vardır ki, onu çıkarırsanız edebiyatımız sakatlanır…
Rahmi Ali’nin şiirlerinde romantizm, geçmişe özlem, tek benci bir yaklaşım içinde işlediği doyum arayan kişileri karakterize ediş, fakat her zaman kendini hissettiren gerçekçilik ve güncellik göze çarpar.”
Türkiyeli yazar Güngör Gençay da bir dergide yayımlanan “Zor İş” adlı hikaye kitabı ile ilgili değerlendirmesinin bir yerinde şunları söylüyor:
“Zor İş, içinde yirmi öykü bulunan ve Rahmi Ali’nin yetişkinler için çıkardığı ilk kitabı. Öykülerin tümü, dolaylı ya da dolaysız bir biçimde Türkiye ile ilgili. Başka bir deyişle, bunlara iç içe girmiş iki halkın öyküleri diyebiliriz.
İşte burada yazarın duruşu ve bakışı önemli… Çünkü yazar, bir azınlığın kimliğini taşımaktadır. Bu durumda; insanı, özelliklerini ve insan ilişkilerindeki çirkinlikleri öne çıkarır, öykülerinde millici, faşizan bir pencereden bakarsa, bu denli olayları üretirse öykü de, öykücü de çöker. Çünkü insan olduğumuzu unutmak, şairliğimizi de öykücülüğümüzü de alıp götürür.
Bu bağlamda Rahmi Ali’nin öyküleri, gerçekten okunması, irdelenmesi ve örnek alınması gereken öyküler. Çünkü yazar her şeyden önce her iki halkın insanlarına saygılı. Öykülerinde onların toplumsal ve ruhsal durumlarını irdeliyor. Yaşamlarından bir kesiti alarak, toplumsal gerçeklerden koparmadan öyküleştiriyor. O nedenle öykülerin çoğunluğunu Batı Trakya Türklerinin Türkiye’ye göçünden alınmış kesitler, uğurlamalar, yeri yurdu terk etmenin yürek ağrıları vb. türde işlenmiş konular oluşturuyor…”
Mustafa Aslan da aynı kitaptaki hikâyeler hakkında yaptığı değerlendirmenin bir yerinde şunları söylüyor:
“Rahmi Ali’nin Zor İş adlı öykü kitabında yer alan 4 Numaralı Bekleme Kulesi tam anlamıyla ırkçılığa karşı yazılmış en iyi öykü örneklerinden biridir. Kişinin açken buram buram ekmek kokusu duyması gibi bir şey, bu öykü, barışa, kardeşliğe en çok gereksinimimiz olduğu günümüzde.