Полная версия
Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler
Bu dönemde, özellikle Şafak dergisi içinde yer alan edebi çalışmalarda-günce, deneme, şiir, hikâye, anı vb.– genellikle yöresel konular işleniyor, azınlığa yönetim tarafından uygulanan siyasi ve kültürel baskılar inandırıcı ve hamasete kaçmayan bir üslupla dile getiriliyor, Türkçe’ye özen gösteriliyor, azınlık eğitimi üstüne bilimsel verilere dayalı düşünce yazıları ve denemeler yazılıyor, yazılan şiir ve hikâyelerde azınlık insanının iç ve dış dünyasına ışık tutuluyor, aşk hikâyeleri ve şiirlerinde müstehcenlikten uzak bir anlatımla insanın iç ve dış dünyasındaki çalkantılar gerçekçi bir yaklaşımla dile getiriliyor, gezi ve izlenim yazılarında insanlar arasındaki dostluk ilişkileri ön plana çıkarılıyordu.
Önceleri Atatürk konusunda azınlık basınında daha çok duygusal yaklaşımlarla şiir ve yazılar yazılırken bu dönemde-Şafak dergisinde- Atatürk’ü, Atatürk ilke ve düşüncelerini daha iyi kavramış; Türk Tarihi’ni, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’ni özümsemiş bir yaklaşım ve anlayışla yazılan daha bilinçli şiir ve yazılar yer almağa başladı. Şafak dergisi tüm Kasım sayılarında Azınlık yazarları tarafından yazılan Atatürk’le ilgili yazı ve şiirlere öncelik verdi.
Azınlık Edebiyatı -toplu bir şekilde- ilkönce Türkiye’deki Türkoloji çevrelerince ele alındı. Feyyaz Sağlam Türkiye Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıkan “Batı Trakya/Yunanistan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi” adlı çalışmasında Batı Trakya Türk Edebiyatı’na daha çok Türkolojik açıdan –tanıtım ve tespit- yaklaşarak azınlık edebiyatını tanıtmaya çalıştı. Bu antolojide Batı Trakya Türk Azınlığı basınında yer alan bütün imzalara –takma adlar da dâhil – yer verildi. Feyyaz Sağlam’ın Batı Trakya Türkleri Edebiyatı hakkında başka çalışmaları da yayınlandı. Bu çalışmalarda aynı şeyler tekrarlanmış olsa da Batı Trakya Türkleri Edebiyatı’nın başta Türkolojik çevreler olmak üzere bazı yerlerde tanınmasına katkıları oldu. Hasan Mercan’ın hazırlamış olduğu “Balkanlar’da Çağdaş Türk Hikayeleri Antolojisi” ve “Balkanlar’da Çağdaş Türk Çocuk Edebiyatı Antolojisi” adlı çalışmalarda da Batı Trakya Türk Edebiyatına yer verildi. Bu çalışmalarda Feyyaz Sağlam’ın çalışmalarından yararlanıldığı için Batı Trakya Türk Edebiyatı hakkında yine aynı şeyler tekrarlanmış olsa da azınlık edebiyatı daha geniş çevrelerce tanınmış oldu. Daha sonra Varlık Yayınları arasında çıkan “Balkanlar’da Türk Çocuk Hikâyeleri” ( Mustafa İsen -Tubâ Işınsu Durmuş) ve “Balkanlar’da Türk Çocuk Şiiri” (Mustafa İsen-Reyhan İsen-Ayşe Esra Kireççi) adlı antolojiler Batı Trakya Türkleri Çocuk Edebiyatı’nın daha geniş bir alanda-edebiyat çevrelerinde de- tanınmasına yol açtı. Bu çalışmalarda Hüseyin Alibabaoğlu, Rahmi Ali, Mücahit Mümin, Hüseyin Mahmutoğlu, Asım Haliloğlu, Alirıza Saraçoğlu, Hüseyin Salihoğlu, Mustafa Tahsin, Naim Kazım, Refika Nazım, Mazlum Hüseyin, Kadir Ali’nin biyografi ve ürünlerine yer verildi. Azınlık yazarları ve şairlerinin ürünleri Türkiye ve Balkan ülkelerindeki birçok Türkçe yayın organında da yayınlandı.12 Daha önce de değindiğimiz gibi Türkoloji çevrelerinde oldukça tanınan Batı Trakya Türkleri Edebiyatı, -birkaç edebiyat olayının dışında-Türk edebiyat çevrelerince çok az tanındı ya da gereğince dikkate alınmadı. Bu durum, Batı Trakya Türkleri Edebiyatı için elbette büyük bir kayıp oldu.
Şafak dergisinin 2004 yılında kapanmasıyla birlikte Batı Trakya Türkleri edebiyatında bir gerileme dönemi başladı. Azınlık yazarları tarafından yazılan bazı hikâyelerin ilk kez Yunanca’ya çevrilip bir Yunan Yayınevi tarafından yayınlanması, yine bazı hikâyelerin Bulgarcaya çevrilip Bulgaristan’da yayınlanması Batı Trakya Türkleri Edebiyatı açısından bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Bunların dışında, toplu bir edebiyat akımı ve edebiyat meraklıları grubunun oluşmasını bekleyen birkaç edebiyat meraklısından başka edebiyatla ciddi anlamda uğraşan, ilgilenen bir kesim kalmadı, denilebilir. Şimdilerde şiirde oldukça başarılı adımlar atan Mustafa Çolak ve kendine özgü şiir dünyasında yaşayan Hüseyin Mazlum dışında; azınlığın kendi içyapısından ve yönetimden kaynaklanan sorunlarını bir köşe yazarı duyarlılığıyla oldukça çarpıcı dizelerle dile getiren Hasan Ahmet ve kendi iç dünyalarındaki çalkantıları, çevresiyle olan sevgi bağlarını, özlemlerini, küskünlüklerini dile getiren Şefaat Ahmet ve Fusun Suka’nın şiir çalışmaları var. Bu çalışmalar ve bazı basın organlarında ara sıra görülen kimi şiir denemeleri dışında edebiyat alanında başka bir hareket yok, diyebiliriz.
BİRİNCİ BÖLÜM
MEHMET HİLMİ
(1902 -1931)
“Gençler;
Her saniye, insanları son hızla medeniyet ufuklarına doğru atıyor. Bu uzak, bu yabancı muhit içinde, bu her taraftan gelen zorlukların dikenlerinden kurtulmak ve didiklenmemek istersek bir fikir, bir emek, bir duygu sahibi olmaya mecburuz. Bir yolda, bir hedef önünde bir olmamız lâzımdır.
Milli yol, milliyet sevdası artık kalbimizin kıblesi olmalıdır. Hayatın bundan sonra bizim için merhameti yoktur. Ondan merhamet dilemeyeceğiz. Onu idealimize, irademize mahkûm edeceğiz.”
(Yeni Adım, 9 Mart 1929, sayı:186)Hayatı ve Edebi Kişiliği:1902 yılında Dedeağaç- (Aleksandrupoli) Sofullu’nun (Sufli) Babalar köyünde (Goniko) doğdu. Balkan Harbi’nde köyü tahrip edilerek ahalisi perişan bir halde etrafa dağıtıldığından ailesini kaybeden Mehmet Hilmi, bir kısım köylüleriyle birlikte Dimetoka karyelerinden Ahriyanpınarı’na iltica etmiştir. İlköğrenimini Sofulu ve Dimetoka’da, akrabasının yanında tamamlayan Mehmet Hilmi, Balkan Harbi’nde kendisini gözeten aile ile birlikte Uzunköprü’ye göç etmiştir. Harpten sonra akrabalarının delaleti ve Edirne Valisi Hacı Adil Bey’in muavenet ve himmetiyle Edirne Lisesi’nin ilk kısmına leyli olarak kaydolunmuş, buradan da kendini Edirne Muallim Mektebi’ne kaydettirmiş, aynı okuldan başarıyla mezun olmuştur. Buradan Batı Trakya’ya hizmet aşkıyla dönen Mehmet Hilmi, önce Yenice’de daha sonra da İskeçe Merkez Okulu’nda öğretmenlik yapmıştır. Anadolu’dan gelen göçmenlerin okula yerleştirilmesiyle okul kapanmış, bu yüzden işsiz kalmış ve tütün işçiliği yapmıştır. Bu arada, azınlığın en umutsuz olduğu 1922 -1925 yıllarında (O zamanki kanunsuz idarenin, Anadolu’dan gelen muhacirlerin ve onlarla teşriki mesai eden Türkiye mültecilerinin Garbi Trakya Türklerine yaptıkları zulüm ve i’tisafa -haksızlıklarakarşı Yeni Ziya’da çok milliyetperverane yazılar yazdı ve Garbi Trakya Türklerine büyük hizmetler ifa etti) azınlığın davalarını savunmak ve kendisini harekete geçirmek için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyerek “Yeni Ziya” adında bir gazete çıkarmaya başlamış, Azınlık için uğraş vermiş, kendini insanlığa adamıştır. Bu yazıları yüzünden Limni adasına sürgün edilmiştir. Yeni Ziya gazetesi kapanınca Yeni Yol gazetesini ancak iki (ya da dört) sayı yayınlayabilmiş, daha sonra “Yeni Adım” gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Yeni Adım’ı yayınladığı sıralarda, Türkiye’de yapılmakta olan inkılâplar Mehmet Hilmi’nin sayesinde Batı Trakya’ya aksetmiştir.13 (*) Gazetede Halit Ziya (Uşaklıgil), Reşat Nuri (Güntekin), Ömer Seyfettin’den küçük hikâyeler; Mehmet Emin (Yurdakul), Tevfik Fikret’ten şiirler iktibas edilmiştir. İskeçe ve Gümülcine Gençlik Teşkilatları onun himmet ve gayretleriyle tesis edilmiştir. Önder bir kişiliğe ve çağdaş bir düşünceye sahip olan Mehmet Hilmi, güç koşullar altında mücadelesini sürdürmüş, kendisine suikastlar düzenlenmiş; Yeni Adım’daki yazıları yüzünden de bir defa Kitira Adasına, bir defa da Larisa’ya sürülmüş, 15 defa da mahkemeye sevk edilmiştir. Mehmet Hilmi, 25 Haziran 1931 yılında genç yaştayken İskeçe’de vefat etmiştir…
Mehmet Hilmi’nin ölümü Türkiye’nin büyük gazetelerinde, Türkiye dışında yaşayan Türklere ait gazetelerde geniş şekilde yer almıştır. Bu gazetelerden biri Mehmet Hilmi’nin ölüm haberini şu başlıkla vermiştir: “Türklük Dünyası Büyük Bir Evladını Kaybetmekle Müteellimdir. (elemli, acılı).”
Batı Trakya’da daha çok siyasi çalışmalarıyla tanınan yazar, az sayıda, ama başarılı hikâyeler yazmıştır.”Yeni Adım” gazetesinde yayımladığı hikâyelerinde sıcak insan sevgisi, dostluk ve barış havasının estiği açıkça görülür. Mehmet Hilmi, Batı Trakya Türk azınlığı içinde bilinen ilk Türk hikâyecidir.
“Yerli” takma adıyla tanınan İsmail Bıçakçı da Rahmi Ali’nin kendisiyle yapmış olduğu bir söyleşide14 Mehmet Hilmi hakkında aşağıdaki bilgileri vermektedir:
“Mehmet Hilmi, Yeni Ziya, Yeni Yol ve Yeni Adım gazetelerinin sahibidir. Yeni Ziya ilk gazetesidir. Aslında Yeni Ziya, önceleri Selanik’te yayınlanan bir amele gazetesiydi. 1923 Lozan Antlaşmasından sonra yerli Türkler zorunlu mübadeleye tabi tutulunca gazete yayınını durdurmuştu. Genel işçiler merkezi, bu gazetenin İskeçe’de çıkmasını istemiş; Mehmet Hilmi de bu fırsatı kaçırmamıştı. Gazeteciliğe dair tecrübesi onun okul hayatında başlamıştı. 1919 yılında Edirne’de yayınlanan Trakya gazetesinin hem yazarı hem de muhabiri idi. Yeni Ziya’yı İskeçe Tütün Amele Kulübü binasında çıkarmaya başladı. Yeni Ziya’nın içeriğinde, genel anlamda işçileri destekleme, haksızlıklara karşı işçi grevlerini kışkırtan yazılar vardır. O tarihlerdeki Sovyetler Birliği komünist önde gelenlerini övücü yazıları görülür.”Uzun Mariya”, “Tolstoy’dan Facia-i Aşk ve İzdivaç”, “Balkan Burjuvası’nın Milli Siyaseti” gibi seri yazıları dikkati çeker… Ayrıca onun sürgün anıları olan “Limni. Yenişehir (Larisa) Kitira Hatıraları” Yeni Ziya’da yer alır.
Mehmet Hilmi Yeni Adım gazetesinde daha değişik düşüncelerle karşımıza çıkar. O, bu kez, reformist bir fikrin savunucusu olarak ve milliyetçi bir ruhla basın hayatındaki yerini alır. Batı Trakya Türk halkının problemlerini şiddetle savunur ve gazetesinde dile getirir. Cemaat ve müftülerin seçim yoluyla iş başına gelmelerini isteyen, haykıran ilk kişi odur. Yönetimin, taktik icabı –bu konuda cevap vermemesini- ısrarla eleştiren yine odur. Artık Yeni Ziya’nın “ameleci” mahiyeti kaybolmuş, Yeni Adım, tam anlamıyla inkılâpçı olmuştu. Yeni Adım, basit bir havadis gazetesinden ziyade müthiş, heyecanlı ve ateşli bir ideal gazetesi olmuştu.”
Yayımlanmış çalışmaları:“Yeni Ziya” gazetesi: (Arap Harfleriyle) (1)
(Limni Hatıraları: “Bir Validenin Hikâyesi”-hikâye- Yeni Ziya, sayı:49, Şubat 1925)
(Limni Hatıraları: “Zavallı Mahkûm”-hatıra- Yeni Ziya, sayı:50, Şubat 1925)
(Limni Hatıraları: “Zindanda Bir Sada”-hatıra- Yeni Ziya, sayı:52, Mart 1925)
(Limni hatıralarından: “Kaçma”-hatıra- Yeni Ziya, sayı:53)
(Limni Hatıraları:”Fahriye”-küçük hikâye- Yeni Ziya, sayı:55)
(Limni Hatıraları:… Yeni Ziya, sayı:57)
(Limni Hatıraları: “Acemi Dilenci” Yeni Ziya, sayı:71) Hilmi’nin çalışmalarından bazıları bu sayılarda da mevcut olabilir.
(1) Koleksiyonda yer alan gazetelerin bazılarının yazılarının silik olması dolayısıyla bunları okumak mümkün olmadı. Mehmet
“Yeni Adım” gazetesi: (Arap Harfleriyle)
(Gündüz Nene-küçük hikâye üst başlığıyla- Yeni Adım, sayı: 16, 17, 18, Yıl:1926)
(Kabahatliyiz-küçük hikâye üst başlığıyla- Yeni Adım, sayı:19, 20, 21, Yıl:1927)
(Menfa –sürgün yeri- Hatıralarından-hatıra- Yeni Adım, sayı:24, 25, 26, 27, 29, 30, Yıl: 1927
(Menfa’ya –sürgün yerine-doğru: “Kitira Adası” Yeni Adım, sayı:102, 103, Mart 1927)
(Gündüz Nene-hikâye- Şafak dergisi, sayı:19, Ağustos 1991)
Limni Hatıraları:
5 Şubat 1925
BİR VALİDENİN HİKÂYESİ 15-İki çocuğumun hayatını, kocamın bir kolunu aldınız. Buna doymadınız da benim hayatıma da göz mü diktiniz? Kahraman efendiler!.. diye haykırıyordu. Ahali limana üşüşmüş, herkes bir hayret dinleyor, bağzıları eliyle tasdik işareti idiyor, bir kısmı korkusundan dudaklarını ısırıyordu. Yerdeki topacı eline alan çocuklar, sırtındaki yükü köşe başına bırakan hamallar, karşıki kahvehanenin peykesi üzerinde güneşlenen ihtiyarlar, bu heyecanlı sahneye merak ile koşmuşlardı.
Geridekilerin bir kısmı ayaklarının burnuna basarak ileride haykıran kadını görmek için yükselirken, diğerleri, yekdiğerine meseleyi soruşturuyorlardı. İnce hıçkırıkla, ses devam ediyordu:
–Avrupa harbi midir?.. Tüccar muharebesi midir, nedir; başlamazdan evvel büyük çocuğum sizin elinizde askerlik idiyordu. Mektepte okuyan çocuğu yakasından tutup yirmi üç yaşında bir kurban gibi (……) ittiniz, sürüklediniz. (…) İki ay sonra birisi otuz, diğeri yirmi üç yaşını geçmeden, sevgili evlâtlarımın, harb meydanından, selâmlarından evvel künyelerini aldım. Bütün hayatımda didinerek yetiştirdiğim çocuklarımın hayatını, keselerinizin dolması için gasp ettiğiniz yetmiyormuş gibi daha fazla adam öldürmek, daha iyi vahşet yapmak, dereler gibi kan dökmek için cephelere, kasaphanelere yol yaptırmak maksadıyla kocalarımızı da topladınız. On gün sonra kocamı, işleyemediği için bir köpek gibi döverek kolunu kırdınız.
Sizin kasalarınız doldukça evlerimizin direkleri yıkılıyor, sizin keyfiniz yerine gelmek için bizim hayatımız burnumuzdan geliyor.
Sizin rahatınız, ticaretiniz; biraz daha fazla kazanmanız için milyonlarla ana, karı, çoluk çocuk, genç ihtiyar; fakir fukara aç ve sefil kalıyor, süpürge tohumu yiyor, ot yiyordu. Sizin menfaatiniz için cephelere kurbanlık insan yetiştirmek artık her validenin vazifesi oldu. Kan içen vahşi kuşlara, tırnakları ile ciğerleri söken, paralayan yırtıcı canavarlara, namus hırsızlığı iden alçaklara rahmet okuttunuz.
Tarihin en zalim hükümdarları, en vahşi imparatorları, Karun olan en kan içici milletleri sizin yanınızda, sizlere insanlık ve namus dersi virecek kadar namuskâr ve insaniyetperver kaldılar. Milyonlarla insan kemiğinden ecza yapan, yaralı validenin gözyaşları ile banyo etmeye çalışan bir frangı bin kişiye tercih eden medeniler!.. “Utanınız!”
Dünya kurulalıdan beri şu meşhur tanyeli, denizin dalgaları, şu müthiş rüzgârın merhametsiz fırtınaları, tüyleri ürperten yangınlar, ocakları söndüren zelzeleler sizin kadar kan dökmemiştir. Vahşiler, insanlığı seferden pek çok takdir ider ve severler.
Ey medeniyet perdesi altına gizlenen insan şeklinde gice kuşları! İşte göğsüm açık, bağrım açık, alnım açıktır. İki çocuğumun kanını sizin doymak bilmeyen boğazınıza akıttığım gibi kendi kanımı da virmeye hazırım. Koşunuz alçaklar!”
Kadın bir müddet durdu. Etrafına bakındı, yanındaki çuval ile kavanozu işaret iderek tekrar başladı:
–Şu çuvalın içinde yedi okka zeytun danesi, şu kavanozda yarım okka bal var… Çocuklarımın harbte öldüğünü, kocamın, angaryada sakat olduğunu, benim de yiyecek bir şeyim olmadığını duyan ve karşıki adada oturan bir dostum bana bunları göndermiş. Lâkin gümrük bedelini vermeğe ikdidarım yok. Yarım okka bal ile yedi okka zeytunun gümrüğünü virecek param olsaydı iki günden beri aç yatan kocama bir parça ekmek götürürdüm. Fakat yok! İşte bu efendiler, bunları müzayideye koyacaklar, satacaklar, paralarını alacaklar, anamıza söverek, bizi açlıktan posteki kemirirken, ot otlarken; onlar arkamızdan ‘kahramanlık yaptık’ diyecekler, rütbeler alacaklar, yararlık gösterdik, diyecekler, şan kazanacaklar, vazife gördük diyecekler, terfi edecekler.!.. Lâkin ben bunları tahtakurularına yedirmiyeceğim. Artık kendim için yaşıyacağım, ölürsem de kendim için öleceğim..
Bunu müteakip bir şangırtı işitildi. Ahalinin hayretle açılan ağızları, “bravo”ları kapandı. Biraz sonra ufak dalgacıklar, rıhtımın taşları üzerine dağılan balı yalıyor, zeytun daneciklerini oynata oynata dağıtıyorlardı.
“Jandarmalar geliyor!” diye bir ses yükseldi. Herkes birer ikişer, tehalüke (birbirini ezecek şekilde) çekilmeğe başladı. Uzaktam mahmuz şakırtılarıyla birkaç polis ve bir zabıta göründü. Kadın haykırıyordu:
–“işte, malımı denize attığım için kim bilir şu boylu boslu efendiden ne kadar tekdir; çocuklarımı aldım, doğruyu söyledim diye ne kadar dayak yiyeceğim ve kim bilir, ne cezalara mağruz kalacağım…”
GÜNDÜZ NENEHer gün evindeki sobasının başını, yahut tatlı bir rehavet ile meşbu olan yatağını terk ederek kahvehanelerin dumanlı havası içinde birkaç saatlik vakit geçirmek isteyen gençler; sabahın sinirlere mahmurluk aşılayan hafif ve serin rüzgârlarının karıştırdığı kumral, siyah saçlarını hoş bir itina ile tanzim ederek sabah kahvesinin arkadaşlarının evlerinde içmeye giden genç kızlar, Gündüz Nene’nin zifiri karanlıklarında nişan veren kuzguni siyah çehresini ve bunun etrafındaki beyaz, bir genç kız sinesi kadar beyaz fistanını görürler, tatlı bir ürkeklikle üslupla konuşurlar, şakalaşırlardı…
Gündüz Nene, memleketin kölelerinden idi. Kölelerin çocuklarından değil… Binaenaleyh, ihtiyar olduğu anlaşılıyordu. Memleketin bütün ihtiyar ve genç beyleri, hatta bunların babaları ve dedeleri, hep Gündüz Nene’nin kolları arasında büyümüşler, hep bu parlak siyah bir renge mâlik olan zenci kadının himmeti ve gayreti ile meydana gelmişlerdi. O kadar ihtiyar olmasına rağmen bu hususta hiçbir emareye mâlik değildi. Yaşadığı senelerin adedini, hesabını şaşıran bu ihtiyar kadının çehresinde hiçbir buruşukluk görünmüyordu.
Ağzında zaman zaman dökülen ince fakat süt gibi beyaz ve muntazam dişler, bu siyah çehrenin arasında inci daneleri gibi arzı endâm ediyor, asırlardan kalmış bir kalenin mermerden bina olunmuş fakat yıpranmamış duvarlarını andırıyordu…
Bu ağır vücudun pek eski bir tarih taşıdığı yalnız ayaklarından anlaşılırdı. Uzun, bitmek, tükenmek bilmeyen senelerin her gün birer ikişer yığdıkları sıklette gittikçe zayıflayan bacaklar, artık hareket edemeyecek bir hale gelmişlerdi. Gündüz Nene, en ziyade onlardan şikâyet ederdi. Bunların bu zafiyetini hiç beğenmiyor, ağır vücudunun altında sürüklenen bu iki ayağa âdeta hiddet ediyordu. Fakat, bunun tek sebebi daha ziyâde, ihtiyarlığına birer canlı şahit olmalarındandı. Zira Gündüz Nene, katiyen ihtiyarlamak istemiyor. Hayatın, önüne serdiği sefalet levhalarından kendine mahsus bir lezzet bularak, derin ve aşılmaz bir ümidin, hoş, cazip bir emelin saadetlerle mâli neticesini görmek, ondan sonra bu beyazları sararmış gözlerini kâinata kapamak istiyordu.
Gündüz Nene, beyaz insanların fildişi kırmak için gittikleri o uzak memleketlerin evlâtlarındandı.
Afrika’nın fildişi sahillerinde, o muazzam ormanların kenarlarındaki zenci köyleri bir zamanlar Avrupalı köle tacirlerinin en ziyade saldırdıkları yerlerdi. Ormanlardaki hayvanlarından, topraklarındaki madenlerinden, velhasıl, her türlü tabii mahsulâtından istifade ettikleri bir memleketin insanlarını da cebren alır, başka memleketlere de bir hayvan gibi satar, para kazanırlardı.
Gündüz Nene, güneşin insan kafasına kızgın taçlar geçirdiği bir memleketten henüz pek küçük iken çalınmıştı…
O, aradan büyük bir asır, belki daha fazla bir zaman geçtiği halde, bu vakayı katiyen unutmaz, onu, her an, ibadet etmeye mahsus mevhum bir kıble gibi kalbinin en derin hücrelerine saklardı.
Kızgın, sıcak günlerin birisinden sonra, yine aynı yeisengâz bir sıcaklık ile giren bir gece, Gündüz Nene’nin kalbine saklanan kıblenin siyah bir çerçevesiydi. İşte, bu zifiri karanlıklar içinde, kulübenin sazlardan örme kapısı yıkılmış, parlak bir ziya her tarafı aydın etmişti. Babası ile anası hemen bu nagehani baskın üzerine oklarına saldırmışlardı. Fakat o saniyede küçük zencinin kulaklarını yırtan iki tiz sedâ her şeyi bitirmiş, bütün ümitler kırılmıştı…
Zenci kız, biraz sonra kolları bağlı olduğu halde, kulübenin kapısından çıkarken, parlak ziyanın altında, anasıyla babasının kanlar içinde çırpıntılarından başka bir şey görmemişti…
Uzun hayatının ilk düğümü olan bu nokta, işte, Gündüz Nene’nin kalbinin en derin hücrelerine yerleşen emellerin temeliydi. Artık, ondan sonrasını tamamen hatırlar; fakat ehemmiyet vermez, düşünmek bile istemezdi. Onu, uzun zaman bir geminin anbarında bağlı tutmuşlar, dövmüşler, nihayet, minareleri, camileri, evleri bol bir kasabaya getirmişler; başka birine satmışlardı. Burası “Mısır” idi. Bu küçük zenci kızı, Mısır’ın büyük konaklarında kırbaçlar altında terbiye edilmiş,, senelerce buralarda kalmış, elden ele geçmişti. Fakat, günün birinde, nasıl bir sebep –burasını o da bilmiyordu- onu bu memlekete kadar atmıştı. Konaklarda genç kızlar, saraylılar, onun, zifiri geceleri utandıracak keskin parlaklığıyla her tarafa ziya veren gülüşü, hiddetinden kudurtacak kadar kuzguni siyah olan yüzünden kinaye olmak üzere ona “Gündüz” ismini vermişlerdi.
Zaman değişmiş; artık, kölelerin yaptığı hizmetlerle, kendilerine ait olan masrafların tekâbül etmediği anlaşılmış; yavaş yavaş bu ticaret terk edilmeye başlanmıştı.
İşte bu vakit, Gündüz Nene, yine konaklarda tanıdığı bir “beyaz” ile evlenerek hürriyetini eline almıştı. Bu tarihten, bugün tam altmış sekiz sene geçmişti. İzdivacından on bir sene sonra kocası ölmüştü. Nihayet Gündüz Nene, yine konaklara devama başlamış, mâişetini oradaki hizmetinden çıkarmaya çalışmıştı.
Bu da kim bilir ne kadar sürdü… Zaman oldu, o konakların kapıları da Gündüz Nene’nin yüzüne kapandı. Fakat o, bunlardan müteessir olmuyordu. Zira, kalbinin derinliklerine sakladığı emel, artık bu topraklarda, hayatının mahvedildiği bu yabancı yerlerde yaşamak ümidini alıyordu. Sanki anasının, beyazın kurşunu ile delinen bağrı kendine açılıyor, bir siyah fakat saf el, kendisini oraya, o taşlarından, topraklarından yeni bir hayat bulmak ihtimalini beslediği o memlekete davet ediyordu. Bu pek eski ve pek kuvvetli arzu kökleştikçe, Gündüz Nene’nin kalbinde tamir kabul etmez, tedavi imkânı muhal bir daüssıla halini alıyordu.
Gündüz Nene, kendi memleketinin buraya ne kadar uzak olduğunu öğrenmişti. Şimdi para toplayacak; bir gün, hiç kimsenin haberi olmadan şimendifere, ondan sonra vapura binecek, anasının, babasının kanlar içinde çırpındıkları o kulübenin kenarında, kendi kendisine ağlayacak, ağlayacak, ağlayacak… Sonra, tâlinin bu acayip cilvesinin mükâfatını Allah’tan isteyecekti…
Zavallı kadın; bu emeli müzehhep hülyalarının fiile gelebilmesi için kim bilir ne kadar çalışmıştı? Kahvehanelerde, camilerin kapıları önünde, beylerin, paşaların konaklarında kim bilir ne kadar dilencilik etmişti?
Artık zayıflamıştı. Memleketin bütün küçük çocuklarını bilir, sever, şakalaşırdı. Onların cıvıltılarından, onların her türlü hareketinden en ziyade anlayan o idi…
Bir küçük çocuk onun gözlerinin önüne, o karanlık gecenin tüyler ürperten faciasını getirdi.
Gündüz Nene’nin yüzünü görmeyeli beş sene oluyor. Bugün memleketimden aldığım bir mektup, bu ihtiyar zenci kadının vefat ettiğini bildiriyor ve:
–“Azizim”, diyor.”Gündüz Nene iki gün evvel öldü. Hem de sokaktaki çamurlu taşlar üstünde… Üzerinde bulunan kemerde 87 adet altın, birkaç frank bulundu.”
Gözlerimden yuvarlanan iki damla yaş ile, ağzımdan gayri ihtiyari şu cümleler fırlamıştı: Zavallı Gündüz Nene… Acaba, o kıymetli emelin, erbâb-ı sahibesi, feri uçmuş gözlerini kâinata ne gibi hissiyatın tesiriyle kapamıştı. Ölümün kucağına atılıncaya kadar, yeis-i galibane pençeleşen bu zenci kadını, bu insaniyetin, medeniyetin düşüncelerine hicap fırtınaları salıyorken gölgesi, ne kadar hürmet edilecek bir seciyeye malikdi…
meşbu: dolu-doymuş
mâli: çok, fazla dolu
tâli: (metinde) talih, kısmet, baht
yeisengaz (ye’s): ümitsizlik, ümit kesme
nagehani: ansızın, birden bire
müzehep (müzehhep): yaldızlanmış, altın suyuna batırılmış
(Not:“Gündüz Nene” adlı hikayenin “üst başlığı”nda 12 Mayıs 1926 tarihinde Kitira Adası’nda yazıldığı kaydı yer almaktadır.)
KABAHATLİYİZKışın şiddetli bir zamanı idi.Sonbahardan bugüne gelinceye kadar bazen mutedil, bazen soğuk ve rutubetli günler ve geceler memlekette pek bol olan dilencileri, sefil ve hasta çocukları, fakir ve alil ihtiyarları sık ve meşum bir elekten elemiş, sıcak çayhanelerin, pek mülâyim salonların iştihaver kokularla meşbu lokantaların müziç sadakacıları, kudurmuş bir rüzgârın önüne katılarak nihayet bulmaz hedeflerin meçhul derinliklerine sürülen hazan yaprakları gibi mahvolup gitmişlerdi.
Kasabanın bekçileri, tenha yollardan mektebe giden çocuklar, her gün birer ikişer fakir cenazesi haber verirler, açlıkla soğuğun acı kamçıları altında inleye inleye mahvolan bu zavallıların kadit haline getirmiş kuru cesetlerini sürüklemeye çalışıyorlardı. Kış bu sene pek merhametsizdi. Soğuk bir şimal rüzgârı bu zengin kasabanın dar sokaklarında Kanun-u evvelin hırçın kraliçeleri gibi saltanat sürüyor, tiz ışıklar, acı iniltilerle insanın kalbine derin bir korku ilka ediyordu. Bir Cuma sabahı idi. Hafif bir güneş, soluk ve sönük şuası ile kâinata hercai bir kadın tebessümü göndererek bulutların arasına girmeye çalışıyordu. Memleketin bütün keyif ehli kimseleri, sıcak çayhaneler, geniş ve ılık salonlarda soğuğun şiddetinin bir iki bardak çay ile yarım saatlik asude bir zamanının teselliaver tesirlerine gömmek ile meşgul idiler. Oturduğum gazino, memleketin en zengin tabakasına mensup şahsiyetlerinin aramgâhı idi. Soba, dışarıdaki sabah ayazının dondurucu iğnelerine meydan okur gibi dolu ve gürültülü idi. Herkes bu geceki hararetin dehşetli sükûtundan bahsediyor, odun kömür bahsi sıcak çay kadehlerinin tesiriyle, hararetlendikçe hararetleniyordu. Bir aralık mevzu dilencilere, sokaklarda donanlara intikal etti. Bu bahis başlar başlamaz, kahvehanenin sahibi kendisine mahsus koltuğunun üzerinde doğruldu. Elindeki kehribar tesbihi yarım çay kadehinin kırmızı çizgili tabağına bıraktı ve bir “hele şükür”le başlayarak kışın şiddetini, Cenab-ı Hak’ın dilenciler üzerine bir gazabı olmak üzere tefsir ve Arzu-ı İlâhi’nin de bunda pek ziyade isabet ettiğini ilâve etti. Muhabbet açılmıştı. İri tüylü, kalın kürkünün altında cılız bir çocuk gibi kalan efendi: -Evet Ahmet Ağa, dedi. Bu sene dilencilerden çektiğimizi Halik elbette görmüştür. Yevmiyeler doksan frank, iş pek bol iken onların kapı kapı dolanmaları ayıp değil mi? Diğer taraftan başında silik bir fes, gözlerinde siyah çerçevelerle bağlanmış, yüzünde bir güzellik bulunan zat atıldı: -Yahu, hakikaten, kışın geldiği günden beri, hiçbir dilenciye tesadüf edemedim. Bunlara ne oldu? Kahveci: -Geberdiler be efendim, diye bağırdı. Hele şu Arnavut Ali’nin hamamının külhanında her gün ikişer üçer kişinin laşesi çıkarılıyor. Ali Ağa da aklınca bu elin nankörlerine iyilik edecek de, onlardan hayır görecek… işte bu sırada idi. Kalın bir su buharı tabakasıyla örtülmüş olan pencerelerin dış tarafında muhteriz ve titrek bir gölge belirdi. Rüzgârın acı darbelerine karşı bin müşkülat ile göğsünü muhafaza etmeye çalışan bu hayal, korkar bir vaziyette elini kapıya götürdü. Herkes de başını kapıya çevirmiş; bütün nazarlar içeriye muhterizane girmeye çalışan yırtık elbiseli zayıf şahsa tevcih edilmişti.