bannerbanner
Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler
Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler

Полная версия

Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
12 из 13

İzmir!.. Sıcak bir yaz günüydü. İzmir’in o amansız temmuz sıcakları… Ama bütün bunlar benim için sorun değildi. Sıcaklar güzel, İzmir güzel, insanlar güzeldi. Diyarbakır’da yaşayamazdınız. Bizim Rumeli insanı oralarda yaşayamaz. Daha yıllar önce Diyarbakır’ı bırakıp İzmir’e geldiğinizi biliyordum. İzmir!.. Şimdi İzmir seninle daha bir güzeldi. Abartmıyorum. O andaki duygularım böyleydi. Hemen orada, Eşrefpaşa Durağı’na yakın bir yerde, bir berber dükkânına girdim bavulumla. Berber orta yaşlı biriydi. Tıraş olduktan sonra berbere bavulumu bıraktım. Durumu kendisine anlattım. Adresi bilmediğimi, ancak mahallenizin adını bildiğimi söyledim. Adam gülümsedi. “Ara, ama” dedi, “burası koskoca İzmir. Şansın varsa birilerine rastlarsın…” Ben sizi bulacağıma inanıyordum. Nitekim mahallenin içine girer girmez daracık bir sokakta simit satan birine rastlamıştım. “Bu, Macide’nin babası” dedim kendi kendime. Yanına yaklaştım… Oydu… Ta kendisi… “Hasan Amca” diye seslendim. Ürktü birden. Sanki derin bir uykudaymış da birden bire uyandırılmıştı.”Hah!..” dedi. “Sen bizim köyden olmalısın…” Yüzüme merak ve şaşkınlıkla baktı… “Bizim burada beni bu adla çağırmazlar da…” Beni tanıyamamıştı. Tanıyamaması doğaldı. Çocukluk yıllarımdan beri beni görmemişti. Şimdi birden, delikanlı sayılacak bir yaşta karşısına çıkıyordum. Değişmiştim. Tanıyamazdı elbet. Kendimi tanıttım. Öylesine içten sevindi ki… Sonra da ne yapacağını şaşırmış bir halde: “Bekle burada biraz” dedi. “Satayım bu simitleri de birlikte eve gideriz. Beş on simit kaldı zaten… Evi bilmiyorsun değil mi?..” “Hayır” dedim. “İlk kez geliyorum bu semte. Ve sadece sizi görmek için geliyorum.” Ben orada, bir gölgede babanı bekledim. Biraz sonra döndü. “Hani bavulun?..” dedi. Ona durumu anlattım. Sonra dönüp birlikte bavulu aldık. Bilmem o günü hatırlıyor musun? Bir çamaşır ipine çorap asıyordun. Ayağında çiçekli bir şalvar… Başında bir eşarp… Beni görür görmez: “Aaa, bu, bizim köyden Hanife Teyze’nin oğlu” demiştin sevinçle. Beni tanımıştın! “Mehmet bu; Hanife Teyze’nin Mehmet!..” Gelişimden, beni görmüş olmandan dolayı memnun olduğun her halinden belliydi… Biraz da heyecanlıydın. Yüzün al al olmuştu. Gelip elimi sıkmıştın sadece. Yavaş bir sesle: “Hoş geldin” demiştin. Sonra, çarşıya çıkmak için hazırlanmıştın. “İstersen sen de gel” demiştin bana. Giyinip kuşanmıştın. O kadar güzeldin ki… “Olur” demiştim sevinçle. Gülümseyerek: “Yanımda koskoca bir delikanlı varken rahatlıkla dolaşabilirim” demiştin. “Hadi gel…” Annen, zavallı kadın, “Misafiri rahat bırak; yorulmuştur…” diye üstelemişti ama kim dinler… Ben zaten senin için gelmiştim oraya. O gün nedense, ne sen o eski çocukluk günlerimizi sormuştun, ne de ben kendiliğimden bunlardan söz etmiştim. O günü konuşmuş, yaşamıştık sadece. Uzun boylu, genç bir kız olmuştun… Sarı, ipek gibi saçların vardı. Boyun benden biraz uzundu. Çarşıya her çıkışında delikanlılar tarafından rahatsız edilişinden söz etmiştin… Bir de sevgilin olduğundan. Biraz bozulmuştum önce… Oysa o an, seninle yan yana yürürken ben ne hayaller kuruyordum. Okuyup okullar bitiriyordum. İş sahibi oluyordum, bol para kazanıyordum. Kimi gerçekleri görmezden gelip seninle evlenmeyi kuruyordum. Seni bu fakir kenar mahallenin çıkmaz sokaklarından kurtarıp içinde faytonların dolaştığı çiçekli çayırlara götürüyordum. Sen, Çalıkuşu romanındaki Feride’nin mutlu anlarındaki gibi şuh kahkahalarınla ortalığı çınlatıyordun…

Derken, gerçekler… Sen daha gerçekçiydin bir yerde. Kendi yolunu çizmiş bir halin vardı. Boş hayaller peşinde koşmuyordun. Yaşam seni pişirmişti. Elişleri yapıp para kazanıyordun. Sinemalara gitmeyi sevsen de yaşamın bir sinema olmadığını biliyordun. Bir marangoz kalfasını sevdiğini söylüyordun. Umutlarını bu olay üzerine kurmaya çalıyordun daha çok. Gelin olarak gideceğin evin pencerelerini bile düşünecek kadar yaşamı elle tutulur bir halde düşünmeyi öğrenmiştin. Dantel perdeler ördüğünü söylüyordun. O an gözlerine bakıp dalıyordum. Sen seziyordun bunu. Okumamdan, memleketime döneceğimden, birçok şeylerle karşılaşacağımdan, buraları, İzmir’i unutacağımdan, tüm insanların birer umut avcısı olduklarından söz ediyordun… Gene de bir ara, bana hiç unutamayacağım bir anı yaşatmıştın. Bilmem aklında mı? Küçük bir pastanenin önünden geçiyorduk. Birden durmuştun. “… Gel de birer dondurma yiyelim…” demiştin gülerek. “Hatırlıyor musun, sen bana Helvacı Nuri Dayı’dan az kozlu helvalar yedirmezdin; şimdi sıra bende…” Pastaneye girmiş, dondurmalarımızı yemiştik. Karşı karşıya oturuyorduk seninle. Nasıl mutlu olmuştum bilsen. Seninle yıllar sonra buluşup karşılıklı olarak dondurma yemek… Öyle bir anı yaşamayı nasıl özledim bilsen…

Şu işe bak. Aradan bunca yıllar geçmiş; hâlâ aynı duyguların etkisi altındayım. Kartını alıp cüzdanıma yerleştirdim. Almanya’da oluşuna seviniyorum. İyi yaptın. Orada, o eski mahallede öyle, o şekilde kalmana üzülürdüm. Geçenlerde biri geldi köyümüze. Sizden söz etti. Güzel bir ev yaptırdığınızı söylüyor İzmir’e. O eskilikleri tanıyamazsın, diyor. Sen bunlardan söz etmezsin; biliyorum. Kızların büyümüş. Annelerini yetişmişler, diyorlar. Ne güzel. Bir mektubunda yeniden İzmir’e döneceğinizi yazmıştın. Kocan, o eski marangoz kalfası da kendi iş yerini açacakmış. Bütün bunlar beni sevindiriyor. Annen keşke görebilseydi bunları.

Şimdi seni, o yeni yaptırdığınız evin içinde düşünüyorum. Eminim ki, en güzel dantel perdeleri bu evin pencerelerine takmışsındır. Kocan, evin altındaki işyerinde çalışacak. Sen ona kahve götüreceksin. Çocuklarınla birlikte akşamın serin saatlerinde, o dar mahalle sokağında tur atacaksın. O pastanenin önünden geçerken –duruyorsa eğer- belki de beni hatırlayacaksın. İçinde depreşen anlaşılmaz duyguların sarhoşluğunu yaşayacaksın.

Ben öyle yapıyorum. Birazdan evden çıkacağım. Kartın cebimde olacak. İnsanın hatırlanması ne güzel… Çıkacağım sokağa. Sizin o ilk geldiğiniz evin önünden geçeceğim. Gelsen tanırsın. Duvarlar aynı. Sadece bahçe duvarının kapısı değişti. Karşıdaki kuyu olduğu gibi, öylece duruyor. O büyük portalar (bahçe kapısı) yok yalnız. Hani, koruntuluğuna salıncak kurar da sallanırdık… O yok. Hatırlıyor musun, en çok seni sallardım o salıncakta. Şimdi o evlere başkaları yerleşti. Yeni komşular… Onlara seni anlatıyorum kimi kez… Buraya ilk geldiğiniz günü. Birlikte çektiğimiz sıkıntıları. Sonra yeniden sokaklardayım. O sokaklarda çoğu kez tek başıma dolaşıyorum. Bunca insan arasında kendimi neden bu kadar yalnız hissettiğime şaşıp kalıyorum. İnsanlar kahve önlerinde, sokaklarda hep. Evim, karım, çocuklarım… Yine de kendimi yalnız hissettiğim o anlar… Senin kartların, mektupların bu yalnızlığın içinden çıkarıp kurtarıyor beni. Seninle ilgili kimi anılar kişiliğimle iyice kaynaşmış. Sadece İzmir’de geçen o birkaç gün değil elbet. Daha sonraki günlerimiz de… Gerçeklere ters düşse de kurduğumuz hayaller… Kendimizi gerçek yaşamın pençesinden sıyırmamız zor elbet. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Şöyle, her şeyi bir yana atarak seninle yine küçük bir pastanede birer dondurma yemeyi ne kadar çok istiyorum. Biliyorum, orada yepyeni hayallerden söz etme hakkımız yok, ne de zamanımız, artık. Belki de geçmişten, şimdiki durumumuzdan, evlerimizdeki sıkıntılı yaşantılarımızdan, çocuklarımızdan ve torunlarımızdan söz edeceğiz. Ama olsun… Yine çok mutlu olacağımızdan eminim.

Mektubumu yazarken ne kadar dikkatsizim. Yine olmayacak şeyler yazdım sana. Kartın için teşekkürler. Beni mutlu ediyorsun. Sen de mutlu ol böyle. Benim gibi!..

Şiirlerinden Örnekler:

(Rahmi Ali, şiir yazmaya daha sonraki yıllarda başladı. Bu türde iddialı değildi. Yine de Azınlığın çeşitli basın organlarında çok sayıda şiiri yayımlandı. Atatürk’ü konu alan şiir yazma geleneğini Batı Trakya’da başlatan isimlerden biridir. Toplumsal, kişisel şiirlerin yanı sıra bazı aşk şiirleri de yazmıştır. Şiirlerinde bir hikâye havası, hikâyelerinde de aynı şekilde bir şiir havası sezilir. Çocuk şiirleri de dâhil olmak üzere şimdiye kadar yazmış olduğu şiirlerin sayısı yüzü bulur.)

İNSANIMI DÜŞÜNÜYORUMİnsanımı düşünüyorumUmutlarını tüketiyordu zamanDövenler dönüyordu, yazdıTürküleri vay amanOnlar her zaman korkuluydularBilmeden belki nedeniniTatlı sular içerlerdi testilerdenUçan kuşlardı hatırda kalanİnsanımı düşünüyorumGurbet, gözyaşı olmuştur gözlerindeGelmesin şu bayramlar ne olurÖzlemleri ah anamTrenler acı ile sevinci taşırlar bir aradaKimi Bursa’da batar güneş, kimi İzmir’de doğarKasetler ne çalarsa çalsın boşYüreklerde hep aynı acı havaİnsanımı düşünüyorumKadınlar kapı önlerinde oturur akşamlarıDantel mi örerler, kader mi bilinmezHüzünleri bir tamamKırık bir plakta eski bir aşk yaşanır“Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap”Yıldızlara kayar kadının bakışlarıGönlü uzayda dolaşmaktadırİnsanımı düşünüyorumEkmek derdinden aşkı unutmuşGün boyu iş iş işYorgunluğu of amanDüşünür durur geceleriBolluk içinde yaşanan yokluk nedirKorkulu düşlerle uyanır çoğuYaşam çözülmez bir bilmecedirKEMALKemal’i mi sordun çocuğumBir atı var derlerdiKötülükleri ezmeğe hazırUmutsuzdu herkes, bitkindiDoğdu bir güneş gibi dağların ardındanMavi bakışları umut dağıtırNe dağı dağdı ne ormanı ormanÖlü toprağı serpilmişti üstümüzeBir “Kemal” sesiyle uyandık, baktıkDağlar dağ oldu, ormanlar ormanİnsan gözü kördür çocuğumAnlasa da bunu, geçer zamanMustafa Kemal dediler; belki Hızır’dıGelinlik kızdım o zamanAha şurdan geçmiş dediler ordularıYedi düvelle baş etmek öyle kolay değilFerman halkındı artık; padişahın değildiHerkes sıvadı kollarıTersaneler, okullar, fabrikalarSevinçle dinlerdik bunlarıDüştük yollara, kadın, kız, erkekDuyuldu her yerde özgürlük şarkılarıSen Kemal’i sormuştun çocuğumBen görmedim, lâkin varmış hilâl bıyıklarıBir atı var derlerdiYere değmezmiş ayakları(Şafak, sayı: 42, s.5)PENCEREDE BİR KADINPencerenin yanında oturuyordu kadınAçmış bir karanfile takılmıştı düşünceleriKalabalık sokak, insanların o telâşlı gidip gelmeleriŞu anda neredeyim, nasılımDuyuluyordu yakın istasyonda tiren sesleriPencerenin yanında oturuyordu kadınKarşı yapıda çalışan işçiler vardıGeceden kalma bir uykusuzluktu ağırlığıNedense lise yılları aklına takılmıştıDinçti yüreği, gülmeleri, bembeyaz dişleriUykuları yasemin, düşleri hep pembeydiPencerenin yanında oturuyordu kadınGelecek, karanlık bir tünelin sıkıntısıVe geçmiş en güzel günlerle doluZaman bir güzel kuştu uçan elindenYüreği olanlara değil, olmayanlara yanıyorduPencerenin yanında oturuyordu kadınReklâm ışıkları kırmızı yeşil, durmadan yanıyorduIşıklı, gürültülü bir kalabalık cendereydiEziyordu o güzelim düşlerini, teller elektrik saçıyorduPencerenin yanında oturuyordu kadınYaşanmamış bir aşkın özlemiydi gözlerindeki hüzünSıradan bir yaşam; elişi, yemek, çamaşır, ütüSanki ne bekliyordu yaşamdan, başkaları ne bekliyorduSöyle, kim yaşamak istediklerini yaşıyordu

(Rahmi Ali, -Batı Trakya’da ilk kez- 1982 yılında Öğretmen Dergisi Yayınları arasında çıkan “Ay ile Güneş” adlı çocuk hikâyeleri kitabıyla “Çocuk Edebiyatı” alanında bir harekete öncülük etmiş, 2008 yılında İstanbul’da basılan ikinci çocuk kitabı “Annem Okşarken Saçlarımı” adlı şiir kitabıyla da bu alana yeniden bir canlılık kazandırmıştır. Annem Okşarken Saçlarımı” adlı kitabı hakkında Türkiyeli yazarlardan Mustafa Aslan’la Güngör Şenkal’ın yayımlanmış birer eleştiri yazısı vardır.)

YİTİK ŞARKILARIOmzunda tütün çapası vardı kadınınYorgundu ama sımsıcaktı yüreğiOva bir ihanet, bir umutYalnızlık çekilmez bir yoklukKimi harmanlar savrulurdu düşlerindeÇocuklar bir sevinç, bir üzüntüUlucami içinde bir şadırvanİçtim suyu içtim suyuVurdu ve sordu toprağa kadınSen ve ben dost muyuz şimdiNiçin yüreğim böyle kıpır kıpırKorkularım yedi kat yerin dibiBİR TÜRKİYE DÜŞÜNÜYOR ATATÜRKBir Türkiye düşünüyor AtatürkGördüğü bozkır değilGözleri ışıl ışıl çocuklarınDağlar çıplak değilBir Türkiye düşünüyor AtatürkÖzgürlük aşk olmuş, girmiş yüreklereYürür koşar adımlarla gençlikDüşünmek bir erdem, suç değilBir Türkiye düşünüyor AtatürkTürküler doldurur bereketli ovalarıHızlı bir tren geçer gözlerindenOlanlar gerçek, masal değilBir Türkiye düşünüyor AtatürkMutlu bir halk, mutlu bir yarınBu ülke, bu insanlar bizimGelecek pek uzak değilTopraklarımızı Elimizden Aldılar IVO ne tütün kırmalardı öyle, hırslı,Şarkılar düşmezdi dilimizden,Geceydi, gün ışırdı, at arabaları,Korku kaçardı yarınki neşemizden.İşimiz zordu, acıydı, belki de gaddar,Ayşığı güzel, tütün acı kokardı.Sorarım, ne vardı bizi kıskanacak,Ayışığı güzel, tütün acı kokardı.Şimdi aldılar tarlalarımızı elimizden,Çocuklarımız ufka hüzünle bakacak.Toprak uysal, toprak dilsiz ve sağır,Güneş biraz daha erken batacak.Çocuk şiirlerinden örnekler:KİTAPLARIMYorulur, dalarım düşlerimeKitaplarımla baş başa kalırımYalnızlık korkusu girerken yüreğimeRobinson Kruzue’yi anarımTörenler, top ve tanklar, alkışlarİnsanlar birbirini sevmelidirDonkişot ne isterdi hayattanŞanzo Panzo hâlâ gülmektedirÇalıkuşu’nu çocukça seviyorumÖğretmen dediğin böyle olmalıMunise’nin dişleri apak hâlâZeyniler köyüne birlikte gidiyorumNasrettin Hoca kendi gülmez hiçGöle kaşık dolusu yoğurt atarDillerden düşmez belki de hiçAkşehir’de şimdi sessiz yatarKeloğlan bir iyiliksever delikanlıAnacığını pek sevmektedirNereye varsa bir kötülük, haksızlıkHepsinin hakkından gelmektedirKöroğlu, yiğitlik, AyvazBolu dağları inlemektedirNal sesleri, kılıç şakırtılarıGece uykularıma girmektedirMEVSİMLERBaharı nasıl sevmemUyanır tüm hayvanlarYeşerir doğa bütünÇiçeklenir ağaçlarYaz, çiftçinin umuduKarıncalar çalışırGüneş kavurur biziAmbarlar kışa hazırSonbaharda yapraklarHüzün veriyor banaOkullar açılırkenNeşe dolar her yanaKışı hep soğuk derlerKarlar, buzlar, yağmurlarKötü günler görmeyenİyi günden ne anlarRESİMBir resim yaptım anneEvler, dağlar, bulutlarKuşlar uçtu havadaYaprak döktü ağaçlarDere üstünde köprüArabalar geçerdiAltındaki sulardaNe ördekler yüzerdiAlanlarda çocuklarUçurtmalar buluttaYanımda sen vardın hepSevgilerim doruktaAğaçlar orman ormanKuşlar nasıl sevinçliBulut yaptım üstüneYağmur yağdı durmadanDeneme ve köşe yazılarından örnekler:

(Rahmi Ali, 1960’lı yıllarda sohbetimsi bazı düşünce ve köşe yazıları yazmış olmasına karşın gerçek anlamda deneme yazılarına Şafak dergisinde başladı. Çok sayıda denemesi bu dergide yer aldı. Aşağıda bu köşe yazılarından bir; denemelerinden de birkaç örnek veriyoruz)

Yeri geldikçeBaşkasının Hakkına Saygı Göstermek

Bilmem dikkat ettiniz mi? Çeşitli yaş ve mesleklerde beş yüz-altı yüz kişi bir film seyrediyor, bunların içinden hiçbir kişi çıkmıyor ki, kötü kişi rolünü oynayanı alkışlasın. İyi kişi rolü oynayanın başı dertteyse herkeste bir telâş, bir heyecan… Yeri gelip da kötü kişi, iyinin karşısında yenilgiye uğrarsa seyircilerde bir rahatlama oluyor. Bu durum, bütün sinema salonlarında böyle… Herkes,,iyiye dost; kötüye düşman. Kötüyü haklı bulan hiçbir kişi yok seyirciler arasında. Demek ki iyiliğe doğru bir meyil var insanlarda. Bu bir gerçektir. Ama hırsızlıklar, kavgalar, adam öldürmeler yine bu seyirciler arasından çıkmıyor mu? Bu da bir gerçek değil midir? Nasıl oluyor da filimde bir çocuğun öldürülüşüne göz yaşları döken bir kişi bir çocuğun katili olabiliyor. Bu, ayrı ve geniş bir davadır.

Aslında herkes hür, korkudan uzak, sevilen bir kişi olarak, ailesi ile birlikte neşe içinde yaşamak ister… Öyleyse neden insanlar arasında devamlı bir geçimsizlik hüküm sürüyor? Bunun nedeninin, başkalarının haklarına saygı göstermemekte aramalıyız. Bütün anlaşmazlıklara çekilen yollar buradan başlar. Eğer insanlar keseri hep kendi taraflarına yontmak istemeselerdi, dünyamız muhakkak ki bugünkü durumundan çok daha sakin ve o kadar da refah içinde olacaktı. Ama, yok mu şu keseri hep kendi tarafımıza yontmak?.. Sen böyle düşünüyorsun, ben öyle düşünüyorum, öteki öyle düşünüyor, daha başkaları da aynı şeyi düşünüyor… derken bir ip çekmece başlıyor; ya senin tarafa, ya benim tarafa!.. Sonu gelmiyor bu çekişmelerin. Uzadıkça uzuyor, huzurlar kaçıyor.

Bakıyorum, iki kardeş arasında bir miras davası, iki komşu arasında bir duvar, iki köy arasında bir örü davası… Dargınlıklar, kavgalar ve mahkemeler… İki taraf da huzursuz… İki taraf da sadece kendini haklı, karşı tarafı haksız görüyor. Halbuki normal düşünüp iki taraf da karşısındakinin hakkına saygı gösterse bu çekişmelere hiç de lüzum kalmıyacak, gül gibi geçinilip gidilecek…

Madem ki hepimiz kin, nefret ve kavgadan uzak, huzur içinde yaşamak istiyoruz; öyleyse ne yapıp yapıp başkalarının haklarına saygı göstermesini öğrenelim. Çünkü, ancak bu şekilde özlemini çektiğimiz huzura kavuşabiliriz.

Azınlık Postası, 29 Ağustos 1969“KOMPOZİSYON”Mücahit Mümin’e

Uzamıştı adamın sakalı ve düşünceliydi. Kadının biri: “Miskin” diye geçirdi içinden.

Adamın tıraş olmaya parası yoktu.

Bir ana, dört saatlik dağ yolundan inerek ateşler içinde tutuşan çocuğunu sırtına bağlamış, doktora yetiştirmeğe çalışıyordu; bazıları gülmüş olmak için güldüler kadına.

Biri “Tam aradığım erkek”, biri de “işte adın bu” dedi içinden. Ama bunu birbirlerine açamadılar. Öylesi daha iyiydi; çünkü ikisi de evliydiler.

Kadının biri:”Hu uu!..” diye bağırdı komşusuna,”duydun mu, Arabacı Arif’in gelinini hastaneye kaldırmışlar!..”

Aylardan Temmuzdu.

Kediyi evin köşesine sıkıştırmış, durmadan maşa ile vuruyordu biri. Kedi sütü murdarlamışmış.

Kadın öbür odada gülüyordu.

Bir tren geçti yola paralel olarak.

Kadın “Uykum var” dedi, kocası sigarayı yaktı.

Saat 12’yi 26 geçiyordu.

Bir yığın tütün döküldü yere sarı sarı, yeşil katran kokan!..

Radyo “Gönül İpek’ten şarkılar dinlediniz” dedi.

Şimşek gecenin karanlığını önce yırttı, sonra dikti. Soğu soğuk yağmur yağdı.

Tepede bir çoban ateşi yandı.

Berikiler uyukluyor, adam İkinci Dünya Şavaşı hatıralarını anlatıyordu.

Bir atom bombası atıldı bir yere, mikroplar açlıktan öldüler.

Biri “Yap bir orta şekerli kahve!” diye seslendi ocağa.

Azınlık Postası, Nisan 1970HER ULUS ŞARKISINI KENDİ DİLİYLE SÖYLER

Önümüzdeki Haziran ayı içinde 1997 -1998 Öğretim Yılı da sona erecek. Niyetim, bu öğretim yılının sona ermesi dolayısıyla Batı Trakya Türk Azınlığı okullarındaki eğitim durumuna kısaca değinmekti. Ancak, eğitim durumumuzun oldukça karmaşık, çok sorunlu ve çok boyutlu olması beni böyle rast gele bir yazı yazmaktan alıkoydu. Çünkü bütün bunları dar bir çerçeve içinde ele alıp irdelemeye kalkmak yanlış olurdu. Ancak, her şey yolundaymış gibi bir tutum içine girip hiçbir şey yapmamak da yanlış… Olaya biraz da bu açıdan bakarak Azınlık Eğitimi’nin karşı karşıya kaldığı yüzlerce sorundan sadece birine, şimdiye kadar anadilimiz Türkçe ile yapılmakta olan müzik, beden eğitimi ve resim-iş derslerinin Yunan diliyle yapılan dersler hanesine alınmak istenmesi -bazı okullarımızda alınması-sorununa kısaca değinmek istiyorum.

Konuya ve ayrıntılarına girmezden önce sanıyorum kısa bir açıklama yapmam gerekecek. Okullarımızda Türk diliyle yapılmakta olan bu dersler ikinci devre sınıflarda haftada birer saat, birinci devre sınıflarda ise daha fazla saat üzerinden yapılırdı. Bun-dan beş on yıl önce, bu dersler ders saati olarak ortadan kaldırılıp haftada yedi-sekiz saat yapılan Türkçe dersi saati içine yerleştirildi ve bu derslerden kurtarılan saatler Yunanca derslere katıldı. Yani bir “Alicengiz oyunu”yla bu dersler programdan çıkarılıp sadece birer isim olarak haftalık ders çizelgelerinde yer aldılar. Görünüşte yine müzik, beden eğitimi, resim-iş dersleri yapılıyordu, ama Türkçe dersinden haftada iki üç saat çalınıyordu. Üstelik bu uygulama, “Şimdiye kadar Türk diliyle yapılan dersler yine aynı dilde yapılacak, bu konuda herhangi bir değişikliğe meydan verilmeyecektir” diye bir maddeyi de içeren bir Protokol’ün iki ülke, Türkiye ve Yunanistan tarafından imzalanmasından sonra yapılıyordu. Birinci devredeki derslerin mihver dersi niteliğindeki Hayat Bilgisi dersi ise resmen Türkçe dersler hanesinden alınmış, Yunanca dersler hanesine Yurttaşlık Bilgisi “Patridognosiya” adıyla geçirilmiştir. Yani bir yerde bu dersler “vaftiz” edilmişlerdir. Kimi açık, kimi sinsice, kimi aldatmaca ve kandırmaca yollarıyla yapılmak istenen şey, gittikçe, Türkçe yapılan derslerin sayısını ortadan kaldırıp, bu saatlerin yerine Yunan diliyle yapılan dersleri yerleştirmek, böylece göstermelik olarak -o da şimdilik- sadece Türkçe dersiyle din bilgisi dersini Azınlık okullarının müfredat programlarında bırakmaktır. Öyle sanıyorum, ileride bu iki ders de bazı okullarımızdan başlamak suretiyle, pomaklık ve çingenelik iddiaları ve sonra sonra, bazı bölgelerde ekmeğin kabuğu kalkmasın diye ekmeğin üstüne çizilen çizgilerden haç kokusu alarak gizli Hıristiyan buluşları yapan kafatasçı uzmanların görüşleri doğrultusunda, din dersleri de tercihli dersler listesinde yer alabileceklerdir. Şimdi, bunlar da olur mu; demek kolay… Ama, önce Yunanlılara hazırlatılan Türkçe ders kitaplarının okullarımıza sokulmak istenmesi, ardından Pomakça kitaplar bastırılıp yine bazı okullarımızda Türk dili yerine Pomakça öğretim yapılması yönündeki çalışmaları göz ardı edemeyiz.

Sözü daha fazla uzatmadan asıl diyeceklerime geleyim. Okullarımızda şimdiye kadar Türkçe olarak yapılmakta olan müzik, beden eğitimi ve resim-iş derslerinin Rumca dersler hanesine alınmasını bizim açımızdan sadece bir ders saati kaybı olarak değerlendirmek son derece yanlıştır. Bu olayın, çocuklarımızın yetişmesinde, kişiliklerinin gelişmesinde çok önemli bir boyutu vardır. Ancak bunun toplum tarafından bütün incelikleriyle kavranması pek o kadar kolay değildir. Ama, yönetim, söz konusu derslerin özellikle ilkokul çocukları için önemini ve insanımızın bu incelikleri değerlendirebilecek bilgiye sahip olmadığını çok iyi bildiği için, bu hareketin üzerinde ısrarla ve kararlılıkla durmaktadır.

Bilindiği gibi, müzik, beden eğitimi ve resim-iş dersleri çocuğun ruh ve beden gelişimi ile doğrudan ilgisi olan derslerdir. Çocuk, okula gelmezden önce ninnilerle büyümüş, sonraki yıllarda tekerlemeler ve şarkılı oyunlarla kişilik oluşturmuştur. Ninniler, şarkılar, oyunlar toplumun gelenek ve göreneklerini içi-ne alan unsurlardır. Beden eğitimi dersi, özellikle il-kokul çocukları için bir oyundur. Müzik ve oyun bir bütün halinde folkloru oluşturur. Folklar ise bir toplumun kimliğidir, özüdür, onu ulus yapan önemli öğelerden biridir. Bilimsel anlamda ilkokullardaki müzik eğitiminin önemi hakkında şu görüşlere yer verilmektedir: “Çocuğun ses dünyası, kendini saran ses çevresi ile etkileşiminin sonucu edindiği izlenimleri yanı sıra, kendi iç dünyasını biçimlendiren, değişik anlatım biçimlerini de içerir. Çocuk, sesler aracılığı ile iletişim kurar, şarkı söyler, oyun oynar… Böylece çocuk, söz, çizgi, renk, desen, ritim, mimik hareket gibi öğeleri sesle bütünleştirir. Sonuçta, müzik, anadili ile birlikte onun yaşamında etkili bir öğretim aracına dönüşür.”

Şimdi, buradaki son cümleye dikkat edelim. “… Sonuçta, müzik, anadili ile birlikte onun yaşamında etkili bir öğretim aracına dönüşür.”

Doğrudur. Çocuğa kendi anadilinde öğretilen bir “Annem” şarkısının verdiği, anlamı, tadı, kişilik oluşturmadaki rolünü bir “Manu-la” şarkısı verebilir mi? Mümkün mü bu?.. Olayın iç yüzünün daha iyi anlaşılabilmesi için yaşanmış bir olayı kısaca aktarayım. Oğlu askerlik yapan bir anne, kendisine oğlundan haber alıp almadıklarını sorduğumda neredeyse ağlamaklı bir sesle: Haberini aldık ama, neye yarar, dedi. Bir defacık “Anne” diyemedi bana. Kışladan telefon ettiği için Türkçe konuşmak yasakmış. Rumca konuşmak zorunda kaldık. Bana hep “Mitera” demek zorunda kaldı. Hiç olmazsa bir kerecik “Anne” diyebilseydi… Ben hiç olmazsa telefon kapanırken “Yavrum…” diyebildim. Çok zoruma gitti…

Kadıncağız olayı anlatırken durmadan gözleri yaşarıyordu.

Çocuk, anadili ile söylediği şarkılarda kendini geniş bir dünyanın içinde bulur. Ama, bu dünya onun için akraba bir dünyadır, huzurlu bir dünyadır. “Annem” şarkısını söylerken ya da bu şarkı söylenirken annesiyle yaşadığı anlar, sevinçler canlanır gözün-de; içinde bir sevgi yumağı gittikçe büyür. Kendisi için yapılanları yeniden yaşar, sağlıklı bir yapıya kavuşması için gerekli güven ortamı bulur. Kısacası, anadiliyle söylenen şarkılar, çocuğun yaşamıyla bütünleşir; onun, toplumun sağlıklı bir kişisi olmasında önemli bir rol oynar.

Bu yazı üzerinde çalışırken, bir rastlantı sonucu televizyondaki küçücük bir habere takıldım. İspanyollar, Meksika’yı işgal ettiklerinde ilk yaptıkları iş, Meksika yerlilerinin müziklerini ortadan kaldırma girişimleri olmuş. Çünkü müzik ve oyun Meksika yerlilerinin yaşamlarında çok önemli bir yer tutuyormuş. Yani yerlilerin kültürü ve uygarlığı bu iki öğenin içinde… Onların müzik ve oyunlarını unutturup yerine İspanyol müziğini ve oyununu yerleştirince sonuç ne oluyor?.. Meksikalılar İspanyol oluyor. Burada, azınlık içinde yapılmak istenenlerin amacı da bu… Çocuğun yaşamının bir parçası olan şarkılı oyunları, çizgi, resim ve oyuncak yapma uğraşlarını onun kültür dünyasından koparıp onu bir başka kültür dünyasının içine taşımaktır. Çünkü çok iyi bilinmektedir ki, özellikle, şarkılı, türkülü oyunlar aracılığıyla, çocukların yaptıkları işten zevk almaları sağlanırken ayrıca milli ve bölgesel oyunlarla onların kendi kültürlerini tanımalarına yardımcı olunur. İşte, bütün bunlar en ince ayrıntılarına dek düşünülerek bazı planlar yapılmaktadır. Bu yolla çocuğun dünyasından Türk kültürünün izlerini silmek ya da kendisine bu yolları kapayıp oluşacak boşluğa Yunan kültürünü enjekte etmektir. Bu da, Azınlığı uzun vadede eritmeyi amaçlayan bir yok etme siyasetinden başka bir şey değildir.

На страницу:
12 из 13